Salı, Ekim 31, 2006

Assos: Yarım Pansiyon- Tam İşkence

Şövalye'nin karambolde ayarladığı pansiyonu dünyanın değişik yerlerinde öğretmenlik yapmış, en son Türkiye'ye varmış, burada da emekli olmuş, yazlarını Assos'ta geçirmişlikten dolayı da burada emekli yerleşimini seçmiş 60'larında bir Amerikalı çift işletiyordu. Emily ve Clinton. Pansiyonda TV yok, adamlarda cep telefonu dahi yok. Hiç kullanmamışlar. Eski hippilerdenler midir, nedir. Bu halleri tipik değil ama tipiklikleri olmaz mı? Ahh, ah.

Bi kere odalara kendi elleriyle hazırladıkları bir rehber bırakmışlar. Haritalı, krokili, her bir yerin detaylı menüsü, lezzet vs fiyat değerlendirmeleri, Assos'un tarihi, beşeri yapısı falan bile var. Hadi buraya kadarını sağduyulu bir Türk bile yapsın ama arabanız bozulursa'dan, ısırganotuna sürtünürseniz'e kadar hangi acil durumda ne yapmanız gerektiği detayını ancak bir Amerikalı derleyebilirdi.

Biz rehberi sonradan, ancak gece yatmaya hazırlanırken gördük. İlkin ikimizin de bayağı ilgisini çekti. Şövalye elinde tutuyor, ikimiz kafakafaya okuyoruz. Sonra aniden sayfalar kırıştı, dosya kapanır yere düşer gibi oldu. Türk Şövalye detaylara gelememiş olmalı, uyuyakalmış. El kol hakimiyetini kaybetmiş. Bu abi bir tuhaf. Mesela yanyanayız. Elimi tutuyor olabilir. Saçlarıma dokunuyor olabilir. Mırıl mırıl bir anın tadına varıyorken, aa, bi bakıyorum bir ağırlık çöküyor üzerime. Literally ağırlıktan bahsediyorum! Abi uyuyakalmış. Bütün ağırlığını da bana bırakmış.

Gene dağıttım konuyu. Farzedin ki senaryosunda zamanda bir ileri bir geri giden tarz bir filmdesiniz. Neyse, eşyaları odaya atar atmaz yemek yemek için dışarı çıkmak istemiştik. Clinton'a sorduk bi nereye gitsek diye. Allaaaa. Bir yarım saat de öyle vakit kaybettik. Sakin tonlu sesiyle tınlamadan, çınlamadan, elini kolunu dahi sallamadan, vurgulamadan, inişsiz çıkışsız, anlattı, anlattı, anlattı. Bir yerde, ta başlangıçta bir yerde, ben koptum. Tahminimce Şövalye de koptu ama ne de olsa nazik insan, dinler gözüküyor. Bir esniyorum, iki esniyorum. Esnememin önüne geçemiyorum. Daha fazla esnersem ayıp olacak diye üçüncüden sonrakileri yutuyorum. Suratım uzuyor. Dudaklar birarada kalma çabasında fakat dudakların ardında çene ayrılmış kasılıyorum. Bu usül esneyince yaşlar gözlere daha bir coşkuyla hücum ediyor. Assos Assos olalı böyle zulüm görmemiş olmalı. Ağlıyorum artık.

Nihayet dışarı çıkıyoruz. Eyoo! Yani zaten bir köy meydanına bakan üç tane restorandan ibaret yer nasıl bu kadar uzun ızdıraplı anlatılabildi ki? Amerikalılar ve en basit durumlara dahi karşılaştırmalı analizciliklerine bir canlı örnek daha.

"İyi ki dönmüşsün", dedi Şövalye. "Çok sıkılmış olmalısın."
"Bingo," dedi Hafiye.

'Çok sıkıldığım için döndüm' cevabını tuhaf bulanlara gitsin bu anı.

Cuma, Ekim 20, 2006

Hafiye'nin Karakterleri

3- Ruş, Ruşen

Hepiniz tanıyorsunuz onu ama yeni okuyucularım var. Bileni var, bilmeyeni var. Duyanı var, duymayanı. Özetle Hafiye karakterlerinin en güzel, en seksi, en dansöz, en hamarat böcüğüdür. Annemin oğlu olsa Ruşen’i alırmış. Annemin bilmediği yönleri var ama, kadı kızının kusuru diyelim. Mesela, çok şefkatli ve sevecen bir anından kaprisli bir cadıya dönüşebilir; bu dönüşümün deterministik sebepleri olmayabilir. Bize de baarıyor, çaarıyor mesela. Susup oturuyoruz. Sonra ateşi geçiyor, gelip yeniden okşamaya başlıyor. Anahtar kelime: susmak. Aslında benim gibi analiz kumkuması insanlar ille de mantığına, sebebine kasar ya, o yüzden daha bir sıkı takibe aldığımda şuna vardım. Yardım etmek gibi yüce bir niyetiniz dahi olsa başına kalabalık etmeyeceksiniz.

Fakat temizlik krizi geldiğinde ne yapılacağına dair hala bir fikrim yok. Mesela Salı gecesi saat 11 olmuştur. TV karşısında biranız ılımış, uykunuz hafiften çökmüş, koltukta yamuk oturmaktan beliniz ağrımış ama kalkıp postunuzu düzeltmeye dahi takatiniz yokken niyeeeaahh, bizimki çıkagelir, elinde tozbezi ve fısfıs camsillerle. Ovar ovar ovar. Ya da bir elektrikli süpürgeye biner gelir; emirler yağdırır. Kalk oradan, şuraya geç. Süpürür, süpürür, süpürür. Şimdi oradan kalk, buraya geç. Arada kızgın bakışlar. Kitlenirsen yandın. Söylenir, söylenir, söylenir. O saçını süpürge ederken biz yan gelip yatarız. O sorumlu, biz sorumsuz. O aklıbaşında, biz deli. Anahtar kelime neydi? Susmak!

Geçenlerde Moguz geldiğinde anlatmıştı. Evindeki halıları yıkamış haftasonu diye. Öyle bir şaşkınlık indi bize. Sonra Pansiyon’un harita halılarına baktım, içim karardı. Oya kocasına geri döndü de temizliğe yeniden başladı, allahtan. Şövalye’nin Bezar’ı temizlikte ‘bir inci’ ama organizasyonda ‘son uncu’ydu zira. Oya’ya dedim, silsek ya şunları? Bu halılar ölmüş, dedi. Ruş hatun Amerikalar’da halılar dövüyor,siliyor da biz burda elimizin altında arapsabunları, ucuz işgücü, yalanız yani.

Ruş hakkında hala aklıma gelip de haşla güldüğüm üç beş satırı ekliyim, size daha iyi fikir verir belki arızalarına dair:

DC’ye ilk taşındığında acilen ev lazımdı, çok da bakınmadan daire kiraladığı apartmanda bol miktarda Ortadoğulu, zenci, Hintli, Çinli falan vardı. Ne bileyim işte, DC’nin klasik demografisidir ki bu zaten. Bizimki sonradan bir burun kıvırmak, bir beğenmemek. Aynen şunu dedi bana asansörde evine çıkarken: “Höfff, minority apartmanına düştüm, çok fena”. Dedim, sen doğma büyüme Virginalı mısın başıma? Allahın Adanalısı. Şapti koko.

Bir de sen böyle güzel ve bakımlı bir hatun ol, çıktığın herifler senin güzelliğinle ters orantılı olsun. Yok böyle bir şey. Pansiyon’un kilo aldığı bir dönemdi de diyorduk ona, kilo ver diye. Niye, dedi. Sağlık mağlık, dedik. Yerim sağlığınızı, dedi. Devam etti. Erkekler için kasıyormuşuz aslında spor, diyet, sağlık falan. Onun öyle erkek bazlı derdi yokmuş. Kaldı ki, Ruşen kasıyormuş öyle, her bir yerine ayrı kremler sürerek, 100 gram alsa dert ederek, sporlar, saunalar felan sonunda da çirkin çocuklarla beraber oluyormuş. Sonuç buysa o yatar yuvarlanır, daha iyiymiş. Yatıp yuvarlanarak bile daha güzel oğlanları bulabilirmiş. Doğru söze bir şey diyemedik, tabii.

Şimdi ille de klasik bir tanımlama, tanışlama diye tutturursanız, Ruşen’le 1994’ten beri beraberiz. Pelinat’la -ki o da yakında nasibini alacak bu sütünlardan- bölüm arkadaşımız çıktı. Öyle de kaldı. Amerika’ya Türkiye’den transferlerimin sonuncusudur. Bir sene Georgia’daydı. İki yıldır DC’de yaşıyor. Bu aralar buraya geri döndürmeye çalışıyorum. Gel, dedim, geeeel!

Çarşamba, Ekim 18, 2006

Hafiyenin Karakterleri

2: Pansiyon, Özlem Pansiyon

Pansiyon aslında Levent'in en merkezindeki yeşil apartmanın ikinci katındaki dairenin ismiyken zaman içerisinde kişileştirilerek evsahibine de mal edildiği olmuştur. Dairenin özelliği misafirinin bolluğu ve çeşitliliği, gelen misafirin kendi derdine yanması gerekliliği, ikramın izzetin olmadığı ama civardaki kebapçılardan rahatlıkla sipariş verilebilirliği falan. Mesela, ampüller mi patlak? Ya karanlıkta oturursun ya kendin değiştirirsin ya elektrikçi çağırırsın, o yapar. Ama elektrikçiye mutlaka yanında merdiven getirmesini söylemelisiniz çünkü evde sandalye yok. Evde masa da yok. Yemek yemek için dibine yastık yapıştırılmış tepsiler var. Tembel usulü. Kucağınıza alıp yiyorsunuz. Zaten yediğiniz dürüm. Öyle alengir yemek takımı malzemelerine gerek yok. Havlular mı kirli? Ya kendin yıkarsın ya da kağıt havluyla kurulanırsın. Çay-kahve mi istedin? Gidip kendin pişirirsin. Ha, gelirken evsahibine de bir bardak koymayı unutma! Yiyecek-içecek işindeki esnaf artık caller-id'li telefon sahibi olmuş. Arayınca evsahibinin ismiyle hitap ediyor direk. Öyle bir tanınırlığı, bilinirliği var Pansiyon'un. Bir marka adeta.

Evsahibi bir dönem çok bunaldı. Dedi ki ben gidip dolaşayım bir Güney Amerika'yı falan, rahatlıyim. Pansiyonun azılı müdavimlerinden biri de bir dönem çok bunaldı. Dedi ki memlekete döneyim. Denk geldi, Hafiye Pansiyon'a geçici yerleşti. Zaten bildiği ortamdı. İyi oldu. Alışması hiç problem olmadı. Yalnız gel zaman, git zaman, Hafiye evsahibini özledi. Gel gel, dedi. Cevap alamadı. Çemkirdi artık. Ancak öyle cevap alabildi. Evsahibi kavgayı pek seviyor. Al işte madem:

Bir cevap lütfetmiş. Diyor ki, Hafiye'nin uyum sağlaması kolay olmuş memlekete, ne mutluymuş ona ama asıl o döndüğünde nasıl alışacakmış, bilemiyormuş. Çok endişeleniyormuş. Hafiye'nin tastamam 6 yıl, 11 ay, 3 gün sürmüştü yoklama kaçaklığı. Pansiyon üç aydır yok yahu. Eskiden okulların yaz tatilleri bile daha uzundu. Okullar açılınca bir haftada alışır giderdik yani. Aaa!

A, bir de, bir de diyor ki, parasız kalmış. Dönünce zorlanacakmış kira mira, yaşam masrafları felan. Ne kadar parası olduğunu biliyordum yola çıkmadan. Elalem, ki linki bile var o elaleme sayfasında, bir sene gezdi o parayla. O üç ayda yedi mi yani hepsini? Belli ama zaten. Hep bir taksici hikayeleri. Ben bilirim onu, yürümemiştir kesin. Elalem'e sordum. Ya biiir ya iki kez, o da birileriyle paylaşırsa ancak, taksiye binmiş gezginliği boyunca. Koko otellerde de kalmıştır. Zaten hikayeden belli. Bir bakıyorsunuz jungle'da, birtakım yerlilerle ormanın ta içinde. Sonra bir yerde diyor ki gördüğü zımbırtıları otelinde hediyelik eşya olarak satıyorlarmış da çok pahalıymış da. Alo, ne oteli o öyle pahalı şeyler satan? Hadi diyelim var. Ne demeye kalıyor ki orda? O kiiiim, bitli turistlik kim? Şimdi Çiçi de gelmiştir yanına. Artık konaklarlar geceliği 300 dolarlık rizortlarda. Benim için de caipirinhalarınızı yudumlayın bari havuzbaşında, lobide, mobide.

Çarşamba, Ekim 11, 2006

Hafiye'nin Karakterleri

Okurlarımın bir kısmı hayatımdaki her kısmı bilmiyor. Uzun zamandır 'kim kimdir' ansiklopedisi oluşturmam için yoğun talep alıyorum. ufak ufak başlayalım madem.

1- Java:

Soyadı Ceylan olduğu için ve vakti zamanında Java Ceylan motorsikletlerine referansen ismi Java kaldı. Kendisine Java denmesine zaman zaman kızsa da kendi kendine
java@ibm.net gibi bir email hesabı açması bu ismi benimsediğine alamet. Kuş sesini andıran gülüşüne istinaden zaman zaman kendisine 'Bıldırcın' da dendiyse de 'Java' daha baki oldu.

Hafiye'nin bölümden arkadaşı. Yalnız nasıl bölümdaştıysalar artık, ancak son sınıfta tanıştılar. O zamanlar Java Rahşan denen manitasının yoğun baskısı altında kendi derslerine bile gidemiyordu, ancak Rahşan'ın derslerine girebilme hakkı vardı. Rahşan da başka bir üniversitede bambaşka bir bölüm okuyordu. Java bölümü bayağı bir geç bitirdi

Uzun bir dönem Hilmi Yavuz'un etkisinde anlaşılmaz ayna şiirlerine duyduğu yoğun ilgi yüzünden gazeteci-yazarlığa heveslendi. Medyada önce muhabir başladı ama tez zamanda işten atıldı. İkinci denemesinde masası, bilgisayarı falan olan bir gazeteci olduysa da ancak gece vardiyasında dış bülten özetlerini geçen insan olarak kaldı. Sonra oradan da ya atıldı ya da ayrılmak zorunda kaldı. Askerden kaçabilmek için de Galatasaray Üniversitesi'nde felsefe masterına başladı. Tabii ki Fransızca bilmiyordu. İki sene de hazırlık okudu.

Bütün bunlar olurken hep kendi işi vardı. Önce kelliğe çare olduğunu iddia eden bir Yunan ilacını pazarlamak sonra da ilaç sektörüne logolu selpaklar satarak zengin olmayı hedefledi. Hepsini batırdı. Uzun bir süredir bir
internet sitesini yönetiyor. Sitenin ne yazılımcısı var ne kadrosu. Bir şeye de benzemiyor ama Java'nın forecastlerine göre birkaç yıla milyonlarca abonesi olacakmış. Önemli olan birkaç yıl sabretmekmiş. Son sekiz yıldır aynı şeyi söylüyor.

Java Bey'in gündüz düşleri arasında zengin olmak, paraya kavuştuktan sonra çıtır mankenlerle fink atmak da var. Bu düşlerine yakın Petit lakaplı -gene- işsiz bir spiker dostu da katılımcı. Petit'yle Java belediyenin yeni yeşil otobüsleriyle seyahat ettiklerini anlattıkları bir boğaz sefasında kantinden 1 YTL'ye dahi çay alacak paraları bile olmadığından ancak sokakta oturabilmiştik. Amerika'dan döneceğimi duyan Petit, bankadaki dolarlarımı tasavvur ederek bana evlenme de teklif etmişti.

Java'yı nadir sanarken ben geçenlerde eski bölüm arkadaşları toplanalım dedik. Bir geldiler ki. Bölüm müdürlükleri, havalı danışmanlık işlerini falan bırakmış millet zibidilik yapıyor. Millet demiyim. Erkekler böyle. Kızlar hırs küpü. (Şövalye'nin 'işletme kızı' diye bir ifadesi var bu kızlar için- ki bu gruba beni de dahil ediyor kendisi. Peki madem. Aynen öyle. Doğru söze ne denir?) Java, o akşam aynı masadaki boşgezen bir erkek kankisiyle hemen oracıkta aidat dahil ayda 500 milyona ev bulma ve ev arkadaşı olma planları yaptı. Daha sonradan bunun için eski semt Hisarüstü dahi ziyaret edilmesine rağmen o rakama bir ev bulamadıkları öğrenildi.


Önemli Not: Bütün bunları ileride yüksek arkalıklı sandalyesinden "hatırlarsan fakir ama gururlu bir genç vardı" tribini doa doya yaşasın diye yazıyorum.

Salı, Ekim 10, 2006

Arabası Var Aklı Yok

Arabam delindi diye geçici başka araba verdiler. Bir Ford Focus. Hani poposu topiş olanlardan. En çok onları seviyorum. Benim Seat sedanın arka camı tuvalet penceresi kıvamında. Tepede ve küçücük. Ondan yani ha bire tamponu değdirmem anarya zamanları. Beceriksizliğimden değil. Geçici arabamı ekstra sevmemin bir diğer sebebi de otomatik oluşu. Artık sol ayağıma kramplar girmiyor mesela. Çıplak ayak araba kullanma zorunluluğum da kalktı. 10 santim topukluyla bile çok rahat sürüyorum. Mutluluk buymuş be! Şövalye'ye de ültimatomu çaktım. Yeni araban otomatik olmalı,dedim. Gerekliliğine dair kuşkuları çok. Bunu ona anlatmam çok zor tabii. Otomatik vites arabayı el frenini yavaş yavaş indirerekten kaldırmaya çalışıyor yokuşlarda. Araba kaymıyor ki, yahu. Gerek yok, diyorum ama adam hala düz vites araba muamelesi yapıyor otomatiğe de.

Laf arabadan açılmışken bir iki gün arabasız gezdim. Hiç şikayetim yoktu bu durumdan. Sayesinde patronla çıktık da nihayet bebeğini ziyaret edebildim. Hediyesinin paketi arabamın bagajında yırtılmaya başlamıştı artık. Kalkıcam. 'Ben seni bırakayım', dedi. 'Olmaz, aa, ben taksiyle giderim, şurası zaten', dedim. 'A, valla olmaz', dedi. 'A, valla olur, rahatsız olma, çocuğunla oyna', dedim. 'O zaman', dedi. 'Al arabayı sen. Git. Sabah gel beni al, beraber gideriz'. Elime de bir minik bar tutşturdu. Janjan arabaların anahtarları öyle ya artık. Minik bir stick sokuyorsun marş yerine. E, tamam, diyip indim aşağıya.

Arabaya sok anahtar fonsiyonlu aleti. I-ıh. Çalışmıyor. Ama kaç kez soktum. Zorladıkça üzerindeki tuşlara basılıyor. Bagaj kapısı açılıyor. İn, kapa, otur, sok, dene dene dene. Ay, allaam. Çıkıp söylesem ben çalıştıramadım, diye. Zaten Amerikalı şaptisi olmuşuz ortalığın. Karizma iyice felç olacak. Bir de ayıp şimdi adam belki pijamalarını çekti. Ne biliyorum ki? Artık mecburen bir klasikle bitirmek zorunda kaldım.


Hafiye (ağlamaklı): Şövalye!
Şövalye: N'oldu minno?
Hafiye: Etiler'de bir Passat'ın içindeyim. Çalıştıramıyorum arabayı.
Şövalye: ???
Hafiye: Şişli Terakki'nin köşesindeyim. Gelebilir misin?
Şövalye: Minno, çalmıyorsun di mi arabayı?
Hafiye: Anlatması çok uzun. Uffff...


Meğer ters sokuyormuşum anahtarı. Bu kadar basitmiş yani çözümü. Ama benim soktuğum taraf demirli memirli kısmıydı. Sanki anahtarın çipi orda olur sadece gibi gelmişti bana. Yani bu çip dediğin sey plastiğe değil yaldızlı kısma layıktı sanki. Neyse ne yahu. Araba malağıyım. N'apiym. Otomatik vites olsun yeter. A, bir de topiş poposu. Şövalye'ye rüsvalık da kanıksandı zaten artık. Hem o da benim böyle entelektüel anlamda basit ama fiziken yorucu problemlerimi çözerekten kendini önemli sansın biraz. Erkeklere yapmak lazım böyle arada. Kel konuştu gene.

Perşembe, Ekim 05, 2006

Hiç Yoktan

Tavada kızarmış hamsileri hop diye ağzına atıyor. Kuyrukları dudaklarının kenarında sağa sola bir salınımdan sonra kopuyor. Sonra tabağına diziliyorlar. Kuyruklar! 'Ama, minnom. Sadece kafaları olmasın demiştin. Kuyruk huzursuzlugunu bilmiyordum ki!' O da var. N'olcak. Hem de bu onun kutlama günü. Çok hevesli olmasa da işe girdi. İşsiz güçsüzdü Şövalyem. O yüzden her an her yerde bulunabiliyordu. Omnipresent Şövalye. Seyyahlıktan sonra bir dinlenesi tutmuş. Ancak harekete geçti. Yine de bayramda Malezya, jungle falan sayıkladı. Dedim ben bitli turist diilim sen gibi. Ya konu bu değil.

Konu şu ki kafası gözü baygın baygın serilmiş ızgara balığa bakamam ben. Yiyemem ki onu. Çok vahşi. Göz gözü görmeyince değil ama. İkiliğime aldırmak isterseniz aldırabilirsiniz. Şövalye de tavada mezgit söylemiş madem. Kafası, gözü, kılçığı olmaz, diye. Ama kızartma buu!


Şövalye: Ama, minnom. Ye işte yafu. Bu kadarcık kızartmadan bişi olmaz.
Hafiye: Ya kilo alırsam
Şövalye: Almazsın. Alırsan da al, yafu. N'olcak?
Hafiye: Kilo alırsam beni beğenmezsin. Zaten peşinde bi dolu hatun var. İşe de girdin şimdi.

Şövalye: Ee?
Hafiye: İş çıkışı plazadan kızlar 'hadi bişiler içmeye çıkalım, Şövalye. Bize Peru'daki dalgalarla nasıl boğuştuğunu anlat' falan derler.
Şövalye: Hatta 'aa, yakanda iplik kalmış, dur alayım' falan da derler, di mi?
Hafiye: Evet. Sonra 'şu kızı bir kıstırayım', dersin. Evdeki şişko zaten. Hem yakında bütün gün pijamalarıyla pejmürde dolaşan, evde oturmaktan bunalmış bir evkadını da olucam.Sen yorgun argın eve geleceksin. Ben sana bunalım yapıcam.
Şövalye: Minnom..
Hafiye: Yalan mı?
Şövalye: Canı gerilim mi istiyor, minnonun?
Hafiye: Galiba. Çok huzurluyuz ama yafu. Göster arızanı, dedim. Gösteeeer! Bana daha fazla vakit kaybettirme!
Şövalye: Yok arıza marıza, minno.
Hafiye: Neden hala bekarsın o zaman? Senin gibiler çabuk kapılır. Çerez tabağındaki kaşular gibi.
Şövalye: Sen neden bekarsın?
Hafiye: Ben saf ve cadıyım, ondan.
Şövalye: Değilsin, minno. Hiç cadılığını görmedim senin.
Hafiye: Ufffff. Senle kavga da edilmiyor.


İşte! Parmaklayıp duruyorum bu çarşaf denizi. Üç beş minik haleden ibaret bütün histerik banmalar toplamı. Onlar da silinip gidiyor birkaç saniyede. Bu tuhaf senaryolar yüzünden de kaçabilir, tabii. Hacıyatmaz Şövalye. Bile bile pike uçuşu da yaparım. Dayanamam ki!

Çarşamba, Ekim 04, 2006

Ne Dedim Ben Şimdi?

Kıl oldun mu bana iyice? Çok güzelim, çok kokoyum, çok bir taneyim, çok jöntürküm, akıllı bıdığım ve herkesler peşimde diye gözüne gözüne sokuyorum diye her dakka. Bir rahatla, ey şapşi okur! Belki burada histerinin haritasını çıkarıyorumdur. Belki eğleniyorum sadece. Çoğunlukla da dalga geçiyorum. Boş işleri hayatın. Bu blog da boş. Satır aralarına incelikler sıkıştırabiliyorum bazen. Kafam iyiyse.

Pansiyon'a laf sokuyorum. Sokuyorum yani. Kavga etmeyi severim. Gazı da yedim ama devam edemedim şimdi kıstırmışlar falan kızı And Dağları'nda. Bir tekme de ben vurmayayım. Ama bir yandan kaşıntı sonsuz. Ne işin var dağın başında? Hıı? Ne? Burda pansiyonda kozi kozi yaşardık kırmızı polar battaniyemizin altından uzattığımız ayaklar koltuğun kırık yanlarını devirerekten. Aliye'nin yeni sezonuna takılırdın . Çok sosyal içerikli olmuş. Eski feministsin, severdin sen. Kadın sığınma evlerinin falan altı çiziliyor. Koko manken kadın oyuncular var. Çok inandırıcılar o boy pos, makyaj ve süsle varoş kadınlıkları. Armutlu gecekondularında yaşıyorlar rol icabı. Bıyıklı adamlardan dayak yiyip sokağa atılıyorlar dizide. Sonra diziyi tanıtmak için aynı kanalın şapti sokak muhabirleri gelene geçene soruyor. Kadına şiddet hakkında ne düşündüklerini. Herkes çok medeni. Herkes çok uzak şiddete. Yen içinde kalsın utancımız. Dışarıya mis gibi. Miş gibi. Mış gibi.

Sonra Pazar günü. Şövalye'nin kankaları beni duyuyor ama sadece bir gönül eğlencesiysem görücüye çıkmasam da olurmuş. Şövalye'ye dedim. Benle eğlen yani. Ciddi olma. Eğlendir gönlünü. Nesi tu kaka ki bunun? Eğlenemedi galiba. Kalktık buluşmaya gittik . Daha doğrusu, gitmeye kalktık. Yolda araba durup dururken bozuldu. Dibi delinmiş arabanın. Salı günü de park halindeki bir başka aracın sol tarafını biraz azaltmıştım. Özetle 5000 km'ye varmadan arabayı dağıttım. İstanbul'a bu kadar dayanıyor benim direksiyon. Obur-söken derdi anneanne. Azman yani bir nevi. Mal dayanmayan. Çabuk eskitip atan.

Çekici geldi artık. Sorduk abiye. Karşıya geçiyormuş. Biz de! Israrla Şövalye'nin arkadaşlarıyla buluşcaz. Bindik çekici kamyonuna. Tır tır. Haaan. Haaaaan. Karşıya geçtik. Emniyet kemerimi bağlamak istedim. Kemer var ama kilidi yok. Öyle omzuma doladım artık. Bu haliyle çalışır mı diye şöyle bir iki deneme de yaptım kendi kendime. Sanki ani fren yapmışız gibi hoh diye kendimi öne atmalar falan.

'Aldırma, minnom. İlla ki bağlaman gerekmiyor'

Gerekiyor ama gerekiyor işte! Hava güzel, boğaz güzel, yukardan yukardan seyir güzel ama uf işte. Kemer takılı değil, kilit kapalı değil sıkıntısı fena. Çok fena.

Salı, Ekim 03, 2006

Yakın Markaj Arıza

Öyle bir yerden geldim ki yerlisi bunalımda, ipini koparanı bunalımda, tasını tarağını toplayanı bunalımda. Bunalım yine seksi bir kelime. Bildiğin psikopat. Şövalye'nin tabiriyle 'bildiğin deli'. Atlanta'dan bahsediyorum. Bir daha oradan transit geçmiş birini dahi hayatıma çok dahil edesim yok. Cuma günü hepsini birden ya gördüm ya hepsinden haber aldım. Bu yetti bütün haftasonumu sömürmeye.

Sitemde Şövalye'den bahsediyorum ya. Sen tut. Kıskan. Arkadaşım ayol. Öyleydi yani. Kız arkadaşıyla arasını düzeltmeye çalışıyordum en son. Daha geçen ay. Sarhoş ol ve ara beni tuhaf bir saatte ve eğer Şövalye'den vazgeçersem buralara döneceğini ve benimle olacağını müjdele. Üstüme iyilik sağlık. Biiiir.

Yine sadece Şövalye'yi okudu diye kadrimi kıymetimi anlama başarısından yoksun eski manita benle yeniden iletişme çabasına girsin. Eskisi gibi değilmiş şimdi değişmiş. Her gece barlara gitmez olmuşmuş. Zayıflamış, güzelleşmiş, uslanmış da. Bir işkence de o taraftan. Gelir de uğraşırız diye korkuyordum. Ahaha, komiğim. Abi, Cuma akşam işten geç çıkmışım. Açlıktan ölüyorum. Hemen Şövalye'nin mahalle kebapçısına geçtik çabucak tıkınmak için. Kim orda? Benim eski arıza. Yuf! 12 milyonluk şehirdeki köşebaşı kebapçısında dünyanın öbür ucundan günübirlik gelmiş birini görmek. Bendeki talih kutup ayısına maruz kalmış bedeviden farksız. Allahtan görmedi beni. Ya da görmemezlikten geldi. Neyse. Sinirler oynadı mı? Oynadı. İkiiii.

Çıktık. Gippi aradı. Nişantaşı'nda buluşacaz. Eskiden buralarda top oynardık. Bar namına bir Touchdown vardı burada, yahu, diyen bir anneanne olarak kayboldum dizi dizi barların arasında. Aradan bir çift kocaman yeşil göz. Tanımam mı? O da bir eski Atlantalı. Bir dünyası daha dönmüş. Parmağıyla gösteriyor. Amanın! Parmak ucundakini gözüm bir Cumhuriyet Balosu'nda peşimden ayrılmayan abi olarak hatırlıyor. Üüüüüç. Ertesi akşama yemekler yenecekmiş, kulüplerde zıplanacakmış. Yeterin, yahu, oldum. Ben sizden kaçıyorum. Siz beni buluyorsunuz ısrarla. Gitmedim tabii. Giderim şimdi bir dolu adaptasyon bunalımlı tip. Sever beni bunalım abiler. Yarattığım stresten midir, artık. Bilsem saklamam kendime, bilirsin.

Yani. Sanmıştım ki Şövalye muhabbeti reytingleri artırır. Artırdı ama başka alanlarda. Okuyucu sayısı aynı kaldı, arıza sayısı çoğaldı. Özetle, anlaşıldı ki erkek hayranlarım beni tekrar bekar görmek istiyor. Diğer türlü sapıtıyorlar. Şövalye'ye dedim zaten. Şartlar böyle gerektiriyorsa ayrılmamız gerekebilir. Benim peşimde eski memleketli arızalar, onun peşinde groupie'leri. Bu şehir bana, seyahati de ona yapıştı. Çıkmıyor. Herşey yapışkan. Herrrşey. Gerçekten.