Perşembe, Aralık 28, 2006

Bekarlığı Yonca'nın

Yazar blokunu nasıl atlatabileceğimi de gugılladım. Herşeyi gugıllıyorum zaten artık. Yaşam koçum gugıl. Ufak ufak yazmam salık verilmiş. Parça pinçik notlar halinde. Bütünleştirmek size kalmış. Hadi bakalım.

Uhhmm...

Türklerin plansız programsızlığına iyiden iyiye alıştım galiba. Yonc da önceden hiç istemediği halde Okan'ın sahnesinde bekarlığa veda etti. Karaoke barından tavernasına kadar hiç bir Istanbul mekanının on küsür kızı kabul edecek bir rezervasyon boşluğuna sahip olmamasının da bunda büyük payı var tabii. Bir millet kendini bu kadar mı sokağa atmaya heveslidir, yarabbim? Biz de tersine bu kadar mı çıkamayız pansiyondan?

Esra'nın dakiklik cinneti ve her nasılsa ekibi korkutmuşluğu olmasa ne Okan ne bişi, pansiyonda bekarlık bırakılırdı ya, neyse. Pansiyon döndüğünde kapıyı duvar bulmasına rağmen Esra ısrarla ikinci buluşma ayarlamaya çalışıyordu. Pansiyon'un alt limiti, Esra'nın üst limiti öğlen 12'de karar kılınmış. 11:45 gibi Pansiyon'u uyandırmaya çabaladım. Hemen akabinde Esra aradı. Yoldaymış, geliyormuş. Tam oniki-sıfır-sıfır'da kapıdaydı. Pansiyon acılar içinde ciyakladı: "Bir kere de pişman ol, vazgeç, gecik be kardeşim". Nafile.

Esra'nın yerinde ben olsaydım süründürürdü beni daha bir iki saat. Kapıdaki Esra olunca asker gibi hazırlandı. Buluşmaları Boğaz'da yürüyüş şeklinde hazırlanmış. Bir de aktiviteli yani. New Orleans'ta uyku muyku, jet-lag, aşırı gece hayatı sorunu dahi yokken on dakika yürüdü diye bana yapmadığını bırakana bakar mısınız? Dinsizin hakkından imansız gelirmiş; ben bunu öğrendim artık. Benim yüzüm çok yumuşak.

Okan'da da her taraf silme hatundu. Hem de dekoltelerine parıltılı sallantılı kolyeler indiren sarışınlaştırılmış balık etli modellerden. Okan'la mekanın gerekliliklerini yerine getirdik. Eller hep havadaydı. Yeni best-friend'i olarak Pansiyon beni ilan etti. Ne zaman aynı fotoğraf karesine sığmaya çalıştıysak Yonca fırlayıp aramıza girdi. Yonca gergin, sinirli. Olsun, üzerine gittik, hatta ağlasın diye kastık, 'Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar'ı söyledik hep bir ağızdan. Üzerine Dilocan lililililiiii diye zılgıt çekince Yonca sinirinden ağladı, evet.

Bir ara sahne molası veren Okan'la gruptaki kızlardan JJ arasında bir istek parça diyaloguna şahit oldum. JJ, Rakkas'ın çalınmasını istiyordu ısrarla. 'Mazisi var, n'olur,' diyor duruyor. Mazidar şarkılar genelde gönül telini titreten şeylerdir ya, 'Rakkas ne alaka?', oldum. Öyle loy loy loy şarkı. Alla allaaa! Mazisi şuymuş ki eskiden tombalakken JJ'in balkonlar da DD'ymiş. Kilolarla birlikte onlar da mazi olmuş. 'Gül memeler çağlasın' diye salladıklarının anısına istinadenmiş istek parça. Okan'ın da bu açıklamaya dahil edilmesi tuhaftı. O da ilgilenmedi istekle mistekle zaten gitti parıltılı hatunlara yazdı. Mola uzadıkça uzadı.Yonca sızdı.

Çarşamba, Aralık 27, 2006

Yazar Bloku

Aslında ne kadar çok şey oldu. Kısacık bir haftada kocaman kavuşmalar, bekarlığa vedalar, nikahlar, doğumgünleri...uhuu. Yazacak o kadar çok şeyim olmasına ve herkesin merak içinde bunları beklemesine rağmen hiiiç mi hiç yazasım yok. Hayır, ne Yonca kocaya vardığı halde ben evde kaldığım için ne de otuz yaşıma girdiğim için bir sıkıntı gazı söz konusu. Gaz hatta hiç yok. Olsa, iki satır şuraya çiziktiririm bari. Bilirsiniz zaten. Gazlardır bu blogun müsebbibi. Bir şey olsun. O şey içimde devinsin, sonra da bu bloga devrilsin şeklinde bir süreci var Hafiye'nin.

Durup dururken 'writer's block' oldum. Neden yarabbim derken, farkettim ki Pansiyon yüzünden! O da zaten bloke olmuş. Hiiiç mi hiç yazası yok.

Yonca'yı çıkardık hayatımızdan, başbaşa kaldık mı iyice? Araya Pelinat da karıştı. Bütün gazlarımızı kalemimizden çenemize yönlendirdik. Söz uçar, yazı kalır ya ( verba volent, scripta manent) Laklak uçtu gitti. Bu sayfa da 'hani bana? hani bana?', demek durumunda kaldı bir süre.

Çok ısrar ederseniz kronolojik bir aktivite raporu yazarım ama geyik, dumur, cinnet, sulu detaylar falan olmayabilir. Zorlasam mı ki kendimi?

*Gugılda 'writer's block' için 'yazar bloku' gibi çeviriler gördüm. Bana bir tuhaf geldi ama sıkıntı yaratmaz inşallah.

Cuma, Aralık 22, 2006

Farkı Farketmek

Üniversite yıllarındaki sosyal hayatımın önemli bir kısmını dört Adanalı erkekle geçirdim. Erken yirmilerinde erkeklerden neler beklenirse işte, onları alın teklifsizlik, küfür yaratıcılığı, acıbibere düşkünlük gibi özellikler ekleyin, bir kafanızda canlandırın. Birkaç yılı king masalarında, abaza geyiklerinde, abeslerde, rakı-kebap sofralarında erkek fatma olarak doğrultmuşluğum vardır.

Sonra ben gittim Amerika'ya. Onlar da askere, işe, güce. Turist yıllarımda bir kahve içmelik vakitleri ancak kotarırdık. Gel zaman git zaman yanlarında kızlar belirmeye başladı. Hanım kızlar. Fatma olmayanlar. Düğünleri oldu. Evlerine tıklım tıklım kültablaları, Zülfikar börekçisinin plastik kapları yerine artistik düzenler geldi.

Geçen gün toplandık. İş çıkışıydı. Öpüştük sarıştık sonra da bakıştık. Mesela, birinin Kazakistan'daki Rus hatunlarıyla maceraları gündeme geldi. Bu sakıza müsait gündem ancak madde olarak kaldı. Amiyane altyazılar döşenemedi. Kapandı. Mesela, ortak cinnet tanıdığımıza yokluğumda iyice sinirlenilmiş. O da ancak bir resmi gazeteye yakışır özet olarak kaldı. En yaratıcısından küfürler dizilemedi. Dutlar dizildi. Tıkandı.

Benden habersiz sıklıkla toplandıklarını da anladım. Kalkarken sordum:

"Beni neden dışlıyorsunuz? Beni beğenmiyor musunuz?"
"Yok, ondan diil"
"Ne peki? Eskiden her türlü abesi yapardınız rahatlıkla. Neden çekingen oldunuz ki şimdi?"
"Çünkü sen artık gömlek giyiyorsun, kolye takıyorsun"

Bana bir şeyler olmuş. Benim hiç haberim olmamış.
Eve dönünce aynaya baktım. Eski fatmalığımı farketmemişiliğim gibi yeni hanımlığımı da hiiiç mi hiç farketmedim.
Ben de benden uzak kalsaydım farkı anlardım belki.

Cuma, Aralık 15, 2006

Compare & Contrast'i Önce Kendine Yapsın

Özlemli günleri açtık bakalım. Bazı halleri çok değişmiş. Bazıları ise hiiiç mi hiç değişmemiş.

Aynılıklara değinirsek, mesela, günlerce banyo yapmadı şapti. Kırmızı polar pijamasıyla yuvarlandı gecesi gündüz, gündüzü gece. Ev yine pansiyon. O yine assolist. Bıcır da bıcır da bıcır. Gelenlere tokat, ardına iki kahkaha. Hadi sen bittin. Mesela kapı çalıyor. Kalkıp açmaya dahi üşeniyor. Ben inat, o üşengeç. Bakışıyoruz. Kapı uzuuun uzun çalıyor. Biz hala bakışıyoruz. Ben açmam, sen aç. Niyeeaah. Bu koltuk çok rahat.

Geldi ya. Gelir gelmez sağlıklı hayatı boşladık. Namlı'dan Pansiyon'a siparişler başladı. İkincisinde tuttuk kolundan zorla bizzat Namlı'ya götürdük. Çok nazlandı ama geldi. En sıkı müşterileri olmasına rağmen sadece sesinden tanınıyor ortamda. Yüzünü bilen yok. Sonra, ne bileyim, sporu bıraktım; sigaraya başladım gibi bir şey oldu. Beni de daha bir hafiye yapıyor. İz sürüyoruz sabah kadar. Sabaha kadar yokluğunda ne oldu, niye oldu, bundan sonra ne olursa neler olur, diye konuş allah konuş, uhuuu. Şövalye şaşkın. Beni prenses peri sanmayı artık bırakmış olmalı.

Değişen şeyler de yok değil. Az ama çok dumur edici gelişmeler var. Mesela, gecenin bir vakti müsaade isteyip istirahate çekiliyorum. Küllükler taşmış, eve-sipariş torbalarından köpükten yemek kutuları, peçeteler, boş kola şişeleri, cips ambalajları sarkmış. Öyle bırakaraktan. Sabah bir bakıyorum ortalık pırıl pırıl. İşi olmadığından böyleymiş. Pek de neşeli. Çalışmaya da hevesli gözüküyor. Bu kısmına hala şaşkınım, bakın. Ne seyahatmiş, allahım! Kaloriferleri kısık, evi Amerikalı soğukluğunda tutmama dahi şikayetlenmiyor. Kırmızı poları daral getirtiyor. Donuyla, tişörtüyle ateşli ateşli oturabiliyor. Kanı mı ısındı, nedir?

Salı, Aralık 12, 2006

Düella Pansiyonda

Beş ay boyunca herhangi bir gün dönebilirdi ama torbanın en dibine girmişgününde geri geldi Düella. Karşılayamadığım gibi akşam oturup da konuşamayacağım bir gidişata gidiyordu ki planları Avcılar'dan bari Çiçi'ye ben götüreyim diye atladım. Yolda fikrini değiştirip pansiyona geldi.Bavullarını fırlattı. Kırmızı polar pijamalarını giydi, oturdu. Karşısına dizildik.

Ben arada iş yemeğine kaçtım. Pahalı koko sosyete restoranda suşimi, karpaçyomu yedim geldim. Düella Namlı'dan sipariş vermiş.

Yonc paltosunu, atkısını dahi çıkarmadan oturdu bütün gece. Daha doğrusu oturur-yatar-akrobasi yapar'a yakın pozisyonlar aldı. Göbeğini saldı.Sokaktan geçen bir kanka eve geldi. Yonc'u yakınen tanımayan kankaya onun çıtır, külotluçorap ve Rıfat zaafları anlatıldı. Yeniden yeniden dinlenen hikayelere gülündü.

Öyle pek detaylı seyahat anıları da anlatmadı. Daha çok bizi yakalamaya konsantre oldu. Yakaladıkça tokatlar attı. Gazımızı aldı. Nemazoşistmişiz yahu. Ne kadar çok dökülesimiz varmış. Pes bize.

"Hiçbir şey değişmemiş ayol. Sanki haftasonu annemlerin yanına gittim de geldim. Onca yaşananlar boşa mı gitti yani?"

Hakkaten boşa gitmiş galiba. Biz sandık ki erecek, dandoldenyüs olacak.I-ıh.

"Halkı selamlamaya çıkarım elbet. Pencereden elimi kibar kibar sallarım. Bana şoför lazım yalnız. Biri beni sürsün"

Sabaha kadar her konuda ufak ufak bilgilendirdim onu. Hatta gönül işleri konusunda irdeye dahi girebildik. O uyurken sinüsümde uykusuzluksızılarıyla işe geldim.Bunu bir fark sansanız da değil aslında. O da gayetuyurdu benim turistik ziyaretlerimde. İşe öğlene doğru mor gözlerlegidebilirdi ama ben biyonik bir kadındım. Yapamazdım.

Bu satırları yazarken kafein hapları ve bol espresso ayakta durmaya çalışıyorum. Bir dolu işim var ama bir an önce pansiyona kaçıp yine onunlamuhabbete oturasım var. Hava yağmurlu da olsa boğaz güzeldir. Özlemiştir.

Pazartesi, Aralık 04, 2006

Analiz Felci

Bana söyledikleriniz gerçeküstü olmadıkça inanırım. Yardımcı olacağını düşünürsem müdahil dahi olurum. Komik mi yani şimdi bu? Amerika’da yoktu böyle tuhaf kafalamalar; belki de ondan geldim bu kek kıvamına. Dilocan derdi zaten Amerika’da geçirdiğim seneler içinde gittikçe salaklaştığımı. Doğrudur.

Mesela işteyiz. Ogadugu isimli şehri konuşuyoruz.

“Mogadişu’ya yollarız artık seni.“
“Mogadişu değil, Ogadugu,” diyorum. Aradan zaman geçiyor.
“Mogadişu’dan şunu bunu getirirsin artık,” diyor.
“Mogadişu değil, Ogadugu. Bak, Mogadişu doğuda. Ogadugu Batı’da,” diyorum. Coğrafi koordinatlara giriyorum.
“Hala Amerikalısın,” diyor.

Onlar Ogadugu’ya Mogadişu dediksıra analitik düzeltici açıklamalarımla eğleniliyormuş. Bilmiyormuşum.

Mesela sabahın erkeni. İşe gitmeye hazırlanıyoruz.

“İşe gitmek istemiyorum. Daha güneş bile doğmadı. Şu trafiğe bak. Hayat böyle geçer mi?” diyor Şövalye.
“İyi tarafından bak. Bak, aynı yöne gidiyoruz, en azından keyifli böylesi,” diyorum.
“Ya uff. Çalışmak istemiyorum. Bir sene çalışayım, sonra bırakıcam. Dünyayı gezeriz yine, di mi?”
“Ya sonra? Bir bırak bir çalış, bir daha bırak...İstikrar önemli”
“O zaman ben bir sene calışayım. Sonra evde oturayım, sen çalış. Sonra bir sene ben çalışayım, sen otur”
“Olmaz öyle senelik senelik yaşamaca. Daha emekliliği var bunun. Diyelim 60’ında emekli oldun. 90’ına kadar yaşadın. Hani 30 sene geçinecek para? Üstelik sağlık masraflarının çok olacağı uzun bir süreden bahsediyoruz”
“Minno, ya bir ‘evet, ne güzel olur’, de. ‘Yatalım-yuvarlanalım, gezelim-tozalım’, de. Bir ortak ol. Bir eşlik et, yahu. Hayal kuruyoruz şurda. İnsanlar konuşur böyle Pazartesi sabahları. Şikayet ederler çalışmaktan, müdürlerinden, trafikten falan..Bir de ne emekliliği şimdiden? Yuf. Ne Amerikalısın yahu ”

Allahtan Çıtır var. Ona açtım bu sorunumu. Hani bankacı falan ya. Özel emeklilik falan da gelmiş yurda. Bankalar yönetiyor çoğunu.

“Türkiye’de insanlar emekliliklerini düşünmüyorlar mı?” diye sordum.
“Aa, nasıl yani? Herkes emeklilik için kasıyor tabii ki,” dedi. Şövalye’nin hiç o taraklarda bez dolaştırmamış olmasına şaşırdı hatta.

Ama Şövalye Çıtır’ın benden de Amerikalı olduğuna işaret ederek bu savı geçersiz buldu.

Aslında şimdi emekliliğime dair birkaç yıl önce hazırladığım excel tablolarımı buraya yapıştırırsam alacağım tepkilerden korkuyorum. Tablolarda değişik senaryolar var. Kaç çocuğum olacağı ve onların okul masrafları falan da senaryolar kapsamında. Korkuyorum çünkü hala anlamıyorum Karatepelilik mi Amerikalılık mı yoksa sadece sorumlu insanlık mı yaptığımı.

En son Şövalye ‘Beni de katın bari hesaplarınıza’ diyerek tartışmaya son noktayı koydu.

Evet, Şövalye’nin konuya duyarsızlığı mali senaryolarıma öngörülememiş ekstra masraf kalemi olarak yansıyabilir pek yakında.

Cuma, Aralık 01, 2006

Bir Başkadır Benim Memleketim

Adana’dan bahsetmişken susmak olmaz. Geçen ay yıllar sonra ilk kez üstüste birkaç gün kaldığımda bir nostalji fırtınasına tutuldum. Eskiden hayatın bir parçası bildiğim şeylere turist turist bakar buldum kendimi. Turist bakışını en iyi Şövalye yakalıyor. Hafif karışmış ama anlamaya çalışır ama tüymeye de meyilli falan. Kafa öne eğilir ama gözler yukarı bakar gibi bir hal. Eli elimdeyse daha bir sıkı yapışılır hatta. Tam bir yabani yabancı hali. Tam dayaklık.

Neyse yahu. Kademeli memleket darbeleri. İstanbul’un kurtarılmış semtlerinde yaşar giderim ya. Haftasonu-büyük-şehrin-gürültüsünden-uzaklaştım-şekerim pansiyonlarına gecede 100 dolar bayılma otantizmine kapılıp. Adana’da kurtarılmış bir kuytu KÖŞECİK dahi yok. Heryer çukurovalılığın işgali altında. En koko mekanları dahi. Gelmişim o kadar. Kebaba vurucam ya. Dönünce başlarız diyete artık.

İşte mesela Etiler’de Evan’ın sindirim sistemini bıraktığı koko Yüzevler’in Adanadaki en hakiki öz orijinaline gittim. Bekar müşteriye alkol servisi yok! Yarım aklım başımdan gitti, yahu. Amerika’da olsam. Ayrımcılıktan dava etsem. Sonra rasyonel oldum, adamları anlamaya çalıştım. Şimdiii Adana’nın insanı adliyesinden belli. Bekar ya da evli farketmez, hatunlar pek nadir kebapçıya gelip rakıya vurup olay çıkarır. Hedef erkekler. Adamlar da haklı.. DA alkollüyken şiddet eğiliminin genellemesi neden bekar olanlara kesildi? I couldn’t help but wonder... erkekler evlenince daha mı sakin oluyorlar? Kadınlar onları dindiriyor mu?

Sonra Şövalye bir esemesle haber uçurdu. Bir kankası yeni dönmüş Adana’dan. Metreyle kebap yemiş. O da istermiş. Evet, evet. Var öyle bir şey. Gittik, baktık. Kolcuoğlu bu işin piri. Metresi 30 YTL. Yani ben 40 santim yiyebildim ancak, ekmeğini es geçerek. Normal insana 30 santim yeter. Tabii yan masadaki iki toraman hemşerim 3 metre söyledi. O ayrı.

Sokaklarında yürürken bakınıyorum işte Şirin Şirin, lal la la la laaa la. Aa, kiloyla kumaş satıyorlar. Don-fanila falan da.. aynen. Kiloyla! Bütün ölçü birimleri birbirine karışmış. Kiloyla satılması beklenen metreyle, metrelikler kiloyla. Ayrımcılık desen medeni halle.

Yani çok memleketler gördüm. Neler gördüm görmedim. Şu kocaman dünyada. Adana gibisini görmedim.

Bazen bir deli fikir fiştekler ya insanı uzaklara, dünyayı keşfedeceğini sanırsın, değişik şeyler görüp ereceğini sanırsın falan. (Sözüm meclisten dışarda duramıyor maalesef.) Ama sonra yuvana dönersin ve ‘evreka’ olursun. Görüp göreceğim budur işte, diye. Tebdil-i mekanda ferahlık yokmuş aslında. Acının yüzölçümü yeryüzünden çokmuş aslında. Enteresanlık mıydı derdimiz? Adana’dan daha enteresan bir yer yokmuş aslında. Bolivya’nın dağları da dahil. O çıplak ayaklı kız çocuğu kardelenler bile var burda. Hem de en sümüklüsünden.