Pazar, Ağustos 26, 2007

Açıklamalar

İşi bırakmam beni yakinen tanıyanlara sürpriz olmadı. Bir senedir anlatıp durduğum bir hikaye hayata geçti sadece. Öyle işimde yaşadıklarım canıma tak etti de lanet olsun dedim de yumruklu istifamı koydum masaya da, üstüne de tripli son iki haftamız başladı gibi bir durum ASLA yok. Kimseyle dargınlığım, gıcığım falan da yok. Görünüşe göre yorumcular benden daha çok alındılar üstlerine. Durumu bilmeyenler için yavaaaş yavaş anlatıyorum:

14 ay önce yedi yıl yaşadığım Amerika’dan döndüm ve ilk kez Türkiye’de bir kurumda çalışarak yaşamaya başladım. Başıma gelecekleri dönenlerden, yaşayanlardan, genç yaşımdaki staj mtaj, mülakat deneyimlerimden az biraz duydum, dinledim, hatırladım. Ben işini hayatı yapmayan bir insan olmuşum. Hiçbiri tomadı açıkçası. Yani döndüğümde baktım ki yerli yeni işimin bir makine düzeni yoktu; planlaması, stratejisi, toplantısı, giyimi kuşamı, ofis dinamikleri, performans tanımı ve değerlendirmesi, herşeyi ama kurumsal hayata ait heeer bir şeyi bambaşkaydı. Kaotikti. Bu kaosun da bir düzeni olduğunu ve kendinizi çok da zorlanmadan teflon kıvamına sokabileceğinizi unutmayın sakın. Zaten son birkaç yıldır kurumsal hayatın yalan olduğuna, ofiste yaşananlara takılmanın akla kar bir şey olmadığına, işi özel ve sosyal hayatınıza da konuk edecek kadar sahiplenmenin getirisinin çok marjinal olduğuna ve bu arada iş üzerinden kendinizi tanımlamamak gerektiğine ermiştim. Bu erginliğe vardığınızda zihniyetiniz ne menşeili olursa olsun her ülkenin her kurumsal ortamında mutlu olabilirsiniz. Aynı durumu başkaları ‘hırslı olmamak’, ‘beklentileri olmamak’, ‘loser olmak’, ‘aldırmamak’, vs şeklinde de tanımlayabiliyor; fakat hırs, beklenti, kazanmak-kaybetmek, aldırmak-aldırmamak gibi ifadelerin de Hafiyece’de tanımları farklı.

‘Amerikan’ zihniyetli birinin kaos düzende dikiş tutturması zordur ve hatta zaman zaman trajikomik sahnelere dahi yol açabilir. Bunu bilen iş insanlarının bu tiplere kuşkuyla yaklaştıkları da bir gerçek. Bana da öyle bakıldı önceleyin. Zaman içinde ‘tuhaf bir hatun ama kafa bir tipe benziyor’a terfi ettim. Hafiye zihniyeti orijinden bağımsız. Sadece gözlesin, öğrensin, bunlar içini kıpırdatsın, bunlar ona yetsin zihniyeti ve şu da bir gerçek ki Türkleri gözlemlemek Amerikalıları gözlemlemekten çoook daha eğlenceli. ‘Bakın da gülün hallerine’ anlamında söylemiyorum. Daha çok aksiyon var bir kere. Daha çok kan, ter, gözyaşı var. Drama dozu daha yüksek. Bir keresinde Amerika’da, hiç hatırlamıyorum neye üzülmüştüm ofiste, gözlerim dolmuştu da tuvalete kapatmıştım kendimi, orda sessiz sessiz üç dakikada iki damla dökmüştüm. Sonra hiçbir şey olmamış gibi çıkıp masama dönüp işimi yapmıştım. Burada rahat rahat ağladığımdan değil (hala beceremem herkesin içinde ağlamayı), ama ofis ortamında ağlayan, cinnet geçiren, tersine neşe krizine de giren insanlar var ki seyirlerine doyulmuyor. Onlar gibi direksiyonu duygularıma bırakmayı ne çok isterdim. Bu kontrollülüğü mesela -Amerika’dan mı kaptım yoksa doğuştan mı vardı hiç bilemiyorum- burada da çok güzel kullanabilirsiniz. İfadesiz suratla, sabit ses tonuyla konuşmanız gereken ve pattadanak değil de büyük lafı çiğneye çiğneye yumuşatarak konuşmanız gereken pazarlık ortamları için nimet olursunuz mesela.

Neyse, dönmek isteyenlere iş ortamına dair biraz nasihatlar verdim ben de kendimce. Bir önceki yazımda söylemek istediklerimin yorumlarda çok farklı anlaşıldığını ve hatta en son bir hakaretimsi yorumdan sonra o yazıyı çekmek durumunda kaldım. Kimseye öfkem yok. Eski işyerimle köprüler yakarak ayrılmış da değilim. Serinim yani. Lütfen siz de öyle olun. Kaldı ki yeni işim hazır bile. Neredeyse hazır yani. Kesinleşince bildireceğim.

***
Bir diğer konu da şu ki bu yazıları beni şahsen de tanıyan ve fakat dünyanın dört bir yanına dağılmış bulunan çekirdek kanka grubuma yazıyordum. Hatta da ilk formatı her kankanın kendi post’unu yazabileceği bir platform şeklindeydi. Sonra baktım benden başka yazmaya iştahlı kimse yok, bugünkü haline dönüştü. Kanka grubumu okur kitlem diye düşündüğümden biraz özel hayatımı da seriyor olabilirim. Bunda bir sakınca görmüyorum. Dışarıdan da takip edilmeye başlandığımı farkedince gerçek isimler yerine lakaplar kullanarak devam ettim. Yazı yazarken o kadar keyif almaya başladım ki uzun zaman yazmadığımda kaşınmaya başladım. Yeni işimden dolayı önümüzdeki günlerde yazılarımı, blogu ve hatta daha başka yeni denemelerimi yapısal değişikliklerden geçirmeye ve geliştirmeye vaktim kalacak diye umuyorum. Hatta yeni işimi biraz da o yüzden istedim.

Böyle yani. Herkese iyi Pazarlar!

Çarşamba, Ağustos 15, 2007

Adam Çalıştıramama

Beyza gelecek diye erkenden uyanıp evi topladık. Şöyle her şeyi olduğu yerden kaldırıp altını silip sonra da aynen aldığı yere bırakmak yerine nesneleri kategorize ederek yerlerine yerleştiren bir temizlikçi hayaliyle yaşıyorum. Sorsan önemli bir şeyin yerini değiştirmiş olmaktan çekiniyor. Oya ne güzel, herşeyi tıkardı üst üste çekmecelere. Sığmadığı anlarda da bir köşeye. Üzerine de bir battaniye. Tamam. Battaniyeyi açmanla nesneler devrilirdi ama olsun. Nasılsa bir dahaki haftaya gelip yeniden bu denk yapılırdı küçük odaya, gözlerden uzak bir yere.

Bir de Beyza her geldiğinde sigaram yok, diyor. Birkaç kez ona sigara buldum bıraktım. Ama bu sabah da aynı şeyi iddia eder diye geçen hafta Abu Dhabi'den Düella'ya getirdiğim bütün duty-free sigaralarını topladım. Toplanırken Ruş'un Düella'ya getirdiği kahve kremaları gün ışığına çıktı. Onu da kattım arabaya indireyim diye dev poşet yaptım kapı önüne. Düella Hanım'ı ne zaman görebilirsek artık, vericez emanetleri hazır Beyza'dan kaçırırken malları. Yalnız kaçırdık hadi, eyvallah da sigara sorarsa ne diycem ben Beyza'ya? Bu basitlikte bir şey isteyen birisine 'hayır' demek o kadar zor ki ama bir, iki, üç derken bu sefer Beyza'ya sigara bulundurmak görevim oldu. H atta evde sigara yoksa bir gün öncesinden stres yapmaya başladı bu durum.

"Tamam o zaman", dedim Şövalye'ye Beyza'nın olası sorusuna ne cevap vereceğime dair prova yaparken. "Ben de derim ki, 'Her gelişinde sigaran olmadığını söylemen sence bir tesadüf mü Beyza?'"

Böyle prova yaptığıma da bakmayın. Anı geldiğinde Allah bilir açıcam duty-free paketlerini.
Şövalye bacaklarını karnına çeke çeke güldü bir beş dakika. Nefesini toplamayı başarınca da "Yo, yoo. Şöyle de: 'Senin sorunun ne biliyor musun Beyza? O lanet kıçının kafandan büyük olması. İşte senin sorunun bu ahbap' de". Hi ho hooo! Hiii ho haaa!


Çok Amerikanmış bu tavrım. Direk sert çıkışıp kaşlarımı çatmam gerekirmiş. Ama nasıl ya, nasıl? İşte de bütün odacı, şoför, fotokopici, muhaberat, sekreter, idari işler insanlarına bir işi yaptırmayı beceremiyorum zaten. Rica etmemem gerekiyor. Kendi kendilerine hatalarını farkedip düzeltmelerine yönelik ipuçları verip çakmalarını beklememem gerekiyor. Bu memlekette sadece cinnet çözüyor düğümleri. Ki o da sadece bir anlık.

Pazartesi, Ağustos 13, 2007

Siberevham*

Nasıl olduysa ilk kez duyduğum şu 'cyberchondria' olayını da cyberchondriacvari bir biçimde internetten okudum, öğrendim. Kendime tedaviler falan araştırıyorum. Şekerim düşüyor, evet. Bulgularım çeşitli tahlillerle sabittir. Mide gazı yapmaz yani bu şeker düşüklüğünü. Manyaklar sizi! Özetle, kanser değilim. İlerde diyabete temayülü olan bir hipoglisemi vakası. Uzun süre aç kalmamam, şekeri ani yükselten basit karbonhidratlardan uzak durmam falan gerekmekte. Yani bir muzlu rulom vardı günahım. O da gitti. N'apalım.

MR çektirmedim, tomografi de çektirmedim. Multiscan diye bir alet çıkmış. Onun çıktısına ne deniyorsa artık, ondan çektirdim. Teknoloji anlamında gerçekten Amerika'nın önündeyiz, kim ne derse desin. Herşeyin en son modeli burda. MR bir tüpken bu bir simit şeklinde. Tepeden tırnağa iki dakikada tarıyor adamı. MR eski tip printer gibi satır satır ilerliyor ya on saat. Bu şip şak.

Yalnız doktorları gibi teknisyenleri de bir tuhaf bu ülkenin. Alete girmeden damarınıza bir sıvı enjekte ediyorlar. Tabii ben sormadan bırakmadım. Bu sıvı nedir, nedendir, ne işe yarar, diye. Bu sıvı en kılcal damarlarıma bile hızla dalıyormuş. Daha iyi görüntüleniyormuşum böylece. Yalnızca biraz iğnesi kalın, acaba nerenizden batırsak derken elimin üstündeki damarları inceliyordu. Anneciiiiim, oldum. Doktor** koştu geldi . Korkma kızım'lar yaptı. Bu alet biraz moral bozar, haklısın, dedi. Yok, alet diil, kalın iğneler içimi şaapıyor, dedim. Doktor daha 'yoook bişiy, yoook bişiy', yaparken teknisyen bir çam daha devirdi. İğneyi yapıcaz, sonra yalnızca üzerinize haşlanmış su dökülüyor gibi bir his olacak. O kadar. Neeeeeee, oldum. Kalın iğneleri zarif bileklerime daldırmaya çalışmalar, haşlanmış su dökmeler. Bir moral, bir teskin, sormayın gitsin.

Yani neticede, evet, iğnesi kalıncaydı normalden ve de bir sıcaklık kapladı içimi hemen sonra ama o kadar. Teknisyen öncesinde öyle bir çekti ki beklentileri aşağı, sandım ki işkence görücem. Geçenlerde Mango indirimi gününde kasa sırasında 72 kadının olduğu (üşenmedim, saydım) iğnenin yere düşmediği ortamda arka dibimde duran kadının ayağına bastım. O anda o mağazada özürsüz mahçupsuz dakikada en az on iki ayağa basılıyordu ki ben yine de özür diledim. Ayağımı ayağının üstünden iki saniye içinde çekmeme ve üstelik lastik pabuçlar giymiş olmama rağmen kadın o kadar ciyakladı ve o kadar zırladı ki basiretim bağlandı. Ayağı kırıldı sandım. Birkaç kez özür dilememe rağmen hakarete ramak kalan sözler de söyledi. Utancımdan çıktım gittim mağazadan. Bakmayın burada car car yaptığıma. Çok ezik bir insanım aslında. Kavga edemem hiç.

Diyeceğim o ki, ayağına basılmasına bu kadar ağlayan bir millet varsa teknisyen de haklı olabilir bu tarz teşbihlerinde. Ha, ayrı bir küpe olarak şunu da takın ki bu topraklarda bir kez özür diledin mi cani ilan ediliyorsun. Hiç aldırmasan kimsenin bir şey dediği yok. Vergi beyannamesi gibi. Bir kez bildirdin mi yandın. İşini kapatsan, evini satsan bile sorumlu ilan ediliyorsun.

Yani neymiş? Biiiir. Röntgen teknisyenleri de dahil herkes acıları abartırmış. İkiiii. Kimseden özür dilemeyecek, kimseye bir şey beyan etmecekmişiz.

* Bu kelimeyi ben Türkçeleştirdim ya da Türkçeleştirir gibi yaptım. Her hakkı mahfuzdur.
** Uzun hikaye ama doktor Prof UC diil. UC son dakika nefes almaya yurtdışına gitmeye karar vermiş, tabii ki randevusunu iptal ettiğini bana söylemeye gerek duymamış. E, koskoca vergi rekortmeni adam, benim vaktimi neden ka'ale alsın? Ben de Cuma günü bir kere işten çıkmış bulunduğum için bitişikteki alışveriş merkezini gezdim. Yerine Cumartesi günü bir arkadaşımın babasının doktorluk yaptığı daha mütevazi bir hastaneye gittim. O beni bu cihazlara soktu işte.


Pazartesi, Ağustos 06, 2007

Psi psi-ko-pa-tım

Gece 4'te çaat diye ışıkları açıp Şövalye'yi dürterek uyandırdım. Ben hastayım. Çok hastayım. Yani hastaymışıııım. Bohuuu, diye. O uyumuştu gece 1 gibi. Benim uykum yoktu. Sen uyu, dedim. Ben biraz şu tahlil sonuçlarımın nelere işaret olduğuna bakıcam internetten. Uykusu varsa veya karnı acıkmışsa hiçbir incelik beklemeyin Şövalye'den. Ama sandım ki bu durum ciddi diye farklı davranır. Yok. Geçirdim onu internetin başına. İnsulinomalar, pankreas kanserleri, neler neler gösteriyorum. Gösterirken anlatıyorum. Böyle benim anlatışım vardır ya heyecanlıyken eller, kollar, tüm vücut muhabbete. Gözlerini ovuşturdu durdu sadece. Sonra da anlattıklarımı anlamadığını söyledi. Pankreasın çok güzel senin tontonum, dedi gitti yattı!!!
Senelerdir bir tuhaf kan şekeri problemim var. Ailede diyabet gırla olduğu için birçok doktorun kapısını zaman içinde zaten defaatle aşındırdım. Tahliller tahliller. Şeker yüklemesi yapılır. Benim şekerim yükselmez. Yani yükselir de normal insanlarınki kadar. Normalde diyabet teşhisi öyle konuyor. Gerisine bakılmıyor bile. Oysa benim şekerim yüklemeden 3 saat sonra patada diye öyle bir düşüyor ki, öyle 'karnım acıktı'yı 'şekerim düştü' şeklinde tanımlamaktan çok uzak bir şey. Bayılmak üzere olma hali. Bir şey yemezsem kan çıkar hali. Yer yemez rahatlarım. Herşey düzelir. Kandaki glukozun taban değeri 70-75'ken benimki 50'ye, hatta 40'a düşüyor.


Daha önce gittiğim doktor bir diyetisyene yolladı. Diyetisyen de bana bir not kağıdına 10 madde yazdı. Bal yeme, pirinç yeme, beyaz ekmek, makarna yeme, şekerli meşrubatlar içme vs vs. Bana basit karbonhidratları anlatmaya kalktı. Ben ondan daha çok şey biliyordum haklarında. O kadar çok Atkins ve Southbeach diyeti zımbırtısı okumuşum ki yiyeceklerin glisemik indeksini ezbere biliyordum, lif oranlarıyla beraber. Zaten bu saydıklarını da yemiyordum. Yani arada pasta, börek götürmüyor muyum? Evet. Ama senelerdir pirinç, beyaz makarna, beyaz ekmek, normal kola falan tüketmiyorum. Çayıma şeker splenda'dır. Spor yap, diyor. Haftada üç gün yarım saat hızlı yürü, mesela, diyor. Kardeşim, ben o kadar koşuyorum bile. Sporu azaltiym mi? Bu mu? Ezberlemişler dıt dıt dıt dıt bıt bı bıt herkese aynı reçete. Bir bak, bir dinle, bir düşün. Karşındaki herkes aynı mı? Birinin ihtiyacı, sıkıntısı farklıdır belki. Benim derdim zaten bana onu yeme bunu yeme, spor yap demeleri yerine mekanizmayı anlatmalarını istemem – ki Türk doktorları o noktada ağır alınganlıktan feci ayarcı oluyorlar. Sanki bilgilerine, kariyerlerine hakaret etmişim gibi. Soru soruyorum sadece ayol. Olmazsa olmaz vücuduma dair sorular sormamın nesi yanlış?


Kan şekerim yükselmiyorsa, neden bana diyabet diyeti veriyorsun, mesela? Şövalye de merak ediyor bunu. İlerde diyabet riskine işaret dedim. Onu da ben dedim. Internetteki medikal sitelerden öğrendim. Doktordan değil. Tamam, dedi, madem ilerde diyabet olacaksın. Olana kadar vur patlasın çal oynasın, o zaman. Hadi gidip Mevlam Pastanesi'nden muzlu rulo pasta yiyelim! Şimdiden neden diyabetmişsin gibi yaşıyorsun ki? Evet yahu. Neden?


Ben tuttum kendim okudum okudum. Durumu ve tahlillerimi Harvardlı doktor Şükü'ye de raporladım. Bana pankreas tomografisi çektir dedi. Ben devam ettim okumaya. Sonra tamam, dedim. Pankreasımı urlar bastı. Şövalye'yi kastım. Şövalye psikologa gitmemi önerdi. Obsesifmişim. Korkutuyormuşum artık onu. Akabinde Düella'yı kastım. O da eğlendi benle. Amaaan, ölürsen ölürsün, bu kadar kasmaya ne gerek, dedi. Hayatı sevme bu kadar, dedi. Ölüceksem ölürüm de bir an önce öğrenmek benim derdim. Asıl anlamazsam ölürüm. Hafiyeyim ya.


Daha beter hırs yaptım. Zıvanadan çıktım. Hastaneden doktorun telini alıp Pazar günü adamı aradım durumu anlattım. Pazartesi de yakasına yapıştım. Önce, ooo, yaşıyorsun bakıyorum hala, diye eğlendi. Sonra da sana internet yasak, dedi. Git diyetini yap, sonra konuşalım, dedi. Oldu. Hem anlatma, hem okutma, hem sordurtma. Sus ve güzel ol bu memlekette.

İşe geldim. Doktora gidicem, gecikicem demiştim sabah. Dönünce soranlara anlattım. Öylesine anlatmıştım. Ta patrona gitmiş durum. Patron bir de üstüne alınmış. Ağır torpiller koyup Prof Dr UC'den randevular almış. Israrla pankreasımın tomografisini alıcak. Şimdi hangimiz obsesif? Dedim bu doktor neci? Bilmem, dedi. Gugılla bir. Sen tut koko hastaneler zincirinin sahibini ara, 'en güzel masanızı ayırtmak istiyorum' der gibi, en baba doktorunuza randevu alayım, de. Prof UC'nin prof'luğundan ziyade vergi rekortmenliği çıkıyor gugıl sonuçlarında. Uzmanlık alanı da endokrinoloji diil. Şimdi 'gitmem' de diyemem. Ayıp olur galiba.

Bu tomografiyi duvara asmıycam heralde. Yorumlanması da gerek. Şövalye sakın bunu asıl doktoruna götürme, endokrinologların kara listesine gireceksin, diyor. Uff. Ufff.

Perşembe, Ağustos 02, 2007

Meet the Parents

Hepiniz Adana'da olan bitenleri merak ediyor, biliyorum. Şimdi şöyle:
Şövalye tembellikten ne saçlarını kestirdi ne de Bebek'e inip yarım kilo badem ezmesi yaptırdı. Yerine Levent Çarşı'daki Hacı Bozan Oğulları'ndan bir kutu madlen çikolata aldı böyle janjan bir kutu ki rengini ancak 45 dakikada seçebildi. Bebek'e inse daha kısa sürerdi. Bebek'e inemediği bir yana, hediyesinde bir 'İstanbul dokunuşu' yaratamamış olmanın verdiği eziklikten de geçememiş. Hesabı öderken adama 'Sizin Adana'da şubeniz var mı?' diye sordu. Adamdan 'yok' yanıtını alınca pek sevindi Hacı Bozan Oğulları armalı kağıt torbayı teslim alırken. Ama sonunda ne oldu??? Cuma akşamı apar topar uçağa giderken zaten Bozan Oğulları'nı arabada unuttuk. Şövalye Adana'ya eli boş ve saç traşı çoktaaan gelmiş olarak geldi yani.


Şimdi farkediyorum ki evveliyatını anlatmadan 'meet the parents' kısmını yazması zor. Bundan aylaaar evvel Şövalye'nin annaanesiyle tanıştığımda annaane babamın ne işle meşgul olduğunu sormuştu. Ben de çiftçi, demiştim. Şövalye öksürerek araya girmişti. Yok, yani annaane, babası öğretmenmiş, emekli olmuş, demişti. Adana'da çiftçi olmak daha havalıdır oysa ki öğretmen olmaktan. Yani bu 'toprak sahibi', yani 'ağa' familyasından olduğunuza işarettir ve de iyi bir şeydir oysa. Neyse işte, Şövalye bizimkileri 'köylü' sanıyor olmalı -ki öyleler- ama buradaki köylülükten ayrı bir sınıf kastediliyor. Neyse işte o. Anladınız siz onu. (Eminim şu anda Şövalye bu yazdıklarıma kıl oluyor zira bu tezimi devamlı reddetmekte) Ben de Şövalye'ye verdim gazı devamlı. Yok bana düğünde ağırlığımca altın takmalısınız, yok ilk yamuğunda aşiret salarım peşinize Conolar vurur sizi topuktan falan da filan.

Neyse işte, babam karşıladı havaalanında bizi kamyonetiyle karşıladı. Doğru yazlığa gittik. Sanıyordum ki orası serin olur. Hep serin olurdu dağ-deniz arası rüzgarlardan ama haftasonu tam bir fırın havası hakimdi. Devamlı piştik. Babam gider gitmez kamyonetin arkasındaki meyve kasalarını Şövalye'ye taşıttı eve kadar. İçli köfteler ve dolmalardan sonra babam terastaki koltukta uyuyakaldı. Ne sordu ne de merak etti. Bize iki ayrı tek kişil yatağın olduğu aynı odayı hazırlamış annem. Rahatlardı. Biraz fazla rahatlardı hatta. Birkaç saatliğine bir evsahibi resmiyeti yaptılar yapmadılar derken babam evde donla, annem gecelikle dolaşmaya başladı.
Akşamüstü Narlıkuyu'ya gidip Şövalye'ye Cennet- Cehennem'i gösterdik. Rakı-balık yaptık. Babam iki kadeh içince konuştu da konuştu. Çukurova dünyanın en güzel yeri, dünyanın ilk ticaret odası burada kuruldu, dünyanın en lezzetli inciri, üzümü, karpuzu, kavunu, zırtı pırtı burda yetişir. Bu topraklar çok kahraman yetiştirmiştir. Bu topraklaaaar'la başlayan övünç nidaları. Bir memleket fanatizmi, sormayın gitsin.


Ertesi sabah nihayet babam sordu biraz işte. Ne düşünüyorsunuz, ne zaman evleniceksiniz gibisinden. O sormasa bizimkinden çıt çıkmazdı. İyi oldu fakat Şövalye yine müthiş çalımlarıyla top çevirdi. Önce bir Şövalyegiller Eylül-Ekim gibi yazlıktan dönsün de Hafiyegiller'i ziyarete gelsinler de o zaman konuşulsun da falan da filan. Biz istiyorduk ki gidelim yurtdışında evlenelim. Düğün dernek olmasın. Ben mutlu düğün görmedim hiç. Uğraşamam öyle davetiyedir, listedir, gelin başıdır, 8:30'da nikah, 9-11 arası da davetlileri öpmedir, falanca teyzeyi öpmeyi atladın diye alınılmadır. Şövalye zaten oralı diil. İyi bir ortak fikir gibi durmasına rağmen yine çalımlar geldi. Annaanesi mürüvvet görmek için yaşıyormuş da düğün olurmuş belki de. Hem belki bizimkiler de istermiş. Sorsan evet, isterler ama bir cinnetin üstüne bir hafta küsmeyle onlar yola gelir. Şimdiye kadar Hafiyegiller'in karar alma mekanizması hep böyle işledi. Bu muğlak Şövalye tam bir Terazi burcu insanı. Beş gezegeni birden Terazi'de hem de. Double, triple, quadruple diil, pentuple Terazi. Tam bir kararsızlık ve top çevirme ustası. Millet de sorup durmakta hala 'ne zaman evleniyorsunuz?' diye. Ben olacağı söyliyim. Gidip takviminde bir günü işaretliycem. Şövalye'ye de diycem ki, ben gelinliği aldım, gidiyorum. Sen ister geeeel, ister gelme.