Çarşamba, Ekim 31, 2007

Ev Hediyesi

Bir baktım Cadde’den geliyor elinde kocaman bir hediye paketiyle. Ne zaman başı boş kalsa hediye alıyor Şövalye, hem de en antin kuntininden. Evde koyacak yer yok. Mesela 60 metrekarelik evimizin 4 metrekarelik banyosunda bin tane plastik oyuncaklı zımbırtı var. Yok öpüşen kurbağalar, yok sevimli ahtapotlar. Yani bana tomuyor. Hevesi kırılmasın. Koysun koymasına da. Evin biraz büyümesini beklese iyi olur. Sıkış tepiş herşey içime sondaj yapıyor çünkü. Bir delik açıyor. En kocamanından. Tıpkı salonun duvarındaki gibi.

Hani bir klima hikayemiz vardı ya sıcak yazdan kalma. Güya Pansiyon’a gol atmıştık. Salonumuz klimalıydı. Adamlar bizi kandırdı. Bugün yarın. Sonra yetkili servisin görevlendirdiği ustanın evi yandı. Babası öldü. Yasını bekledik. Kardeşim, dedik. Üzgünüz adamcağız için de, koskoca İstanbul’da bir tane mi klima ustası var, anasını satiym? Bu sefer ahanda yoldayım, on dakkaya ordayım dahi dediler. Bizi evde direk ettiler de gelmediler. Tam bir ay sürdü bu işkence. Sıcaklarla beraber sabrımız da bitmişti artık. Sadece ustayı da beklemiyorduk Şişli’deki devvv beyaz eşya, kombi, klima tesisat ıvır kıvırı satan mağazadan aldığımız klimanın kendisi dahi yoktu ortada. Sağa sola şikayet edeceğiz tehditleri aşamasına geldiğimizde paramızı iade ettiler. Klima hala yoktu.

Klimayı sıcaklardan çok duvardaki delik kapansın diye istiyordum. Duvardaki delik içimde de aynen yerini almış kapkara kararmış her dakika boşluğuna itiyor çünkü beni. Öyle böyle bir takıntı değil. Kimse anlamıyor beni. Ev sahibi evi boyarken, kartonpiyer falan döşerken nasılsa klima da taktırırım diyip duvarı delmiş, içine boruyu döşemiş, sonra da bırakmış. Bize siz taktırın, kiradan düşün demişti. Yoksa ben o delikli duvarlı mekanı istemezdim bunca janjanına rağmen. Kaç klima denendi, tek markanın borusu tuttu iç döşeme borusuna. Nihayetinde o da olamadı zira duvarın içinde kalan boru kırılmış meğersem. Ya duvarı kıracaktık ya klima başka yere takılacaktı. E, iade de almazlar. Başka yere takıldı mecburen. Eski delik aynen kaldı.
Şövalye bin yemin etti o deliği kapatacağına. Aradan 3 ay geçti. Hala sözler ortada. Delik içimde. Bir yandan deliği o kapasın da istemiyorum. Bu perdeler kafamıza onun matkap deliklerini yanlış ölçümlemeleri yüzünden indi mesela. Bu deliği de kapatır ama yamru yumru kabartı kalırsa ya? Bu sefer delik kapanır, çıban çıkar. Bir usta getirmeye de karşı. Adam çözümsüzlük abidesi. İnat. Ama o kadar sevimli ki kızamıyorsun. İçine atıyorsun. Kara delikte uzay çöpleri fıldır fıldır girdaplı.

Üç aydır arada bir bu deliğe dellenip dellenip oturdum. Sakinleşmek için aklıma Pınar’ı getirdim. Herkesin başında bu, dedim. Beterin beteri var dedim. Geçenlerde yeni mutfağının resimlerini yollamış. Hayırlı olsun. Aklıma da getirdi. Evini aldığında eski mutfağı yenileme işini kocası yapacaktı. Çok da becerikli adamdı, allah için. Amerika gibi yerde ustaya, mimara verdiğin şey, o büyüklükte yeni mutfak 35 bin dolar-cık. En azından kapakları biraz zımparalasa, yeniden boyasa bir süre daha idare edecekler. Adam çıkardı o kapakları. Evin bodrumuna taşıdı. Tam 6 ay. Dile kolay tam ALTI ay boyunca kapaklara elini sürmedi. Pınarcağız kapaksız dolaplarda yaşadı. Tabaklar, tencereler açıkta. Altıncı ayın sonunda Pınar bodruma indi, el değmemiş kapakları geri mutfağa taşıdı ve hepsini yerine taktı. Aklının selameti için bunu yapması gerekiyordu. O tabaklar gözünün önünde üst üste içine diziliyordu çünkü.

Şimdi konuyu hediyeye bağlıycam:

Hediye kocaman. Dikdörtgen. Dokundum. Geçen gün bu eve tablo lazım diyip duruyordu. Tablo bu! Dedim. Hatta tabloyla deliği kapatmayı önermişti. Yüreğim hopladı. O delik o kadar yukardaydı ki. Tablo konacak yer değil. Köylü evi gibi demişti annesi. Kapat şu deliği oğlum. Tablo mablo asılmaz o kadar yukarı. Ama inat ya bizimkisi. Yapmıştır dedim. Keşke delikle yaşasaydım. Ağzımı açmasaydım. Ne kadardı ki sanki? Tenis topu kadar hepi topu. Yaşardım ben onlan. Bu dev tepe tablosu. Uff. Şimdi hediyeyi beğenmemek de olmaz. Bu durum erkekleri kadına hediye almaktan soğutur derler. Hoş, bizimki soğusa fena olmaz. Evin içi rahatlar biraz. Ama hediyeyi değil de fonksiyonu beğenmemek konusunda n’apıcaz?

Abi hediyeyi hemen açmamak konusunda da bir titizlik sahibi, sormayın. Eve kadar yüreğim kabardı. Neyse ki paspasmış aldığı. Üzerinde çizgiden çöpten bir adam, bir kadın, bir de kedinin olduğu. Welcome diyen bişiy. Çok sevimli çok da kalite. ‘Dışarda mı kalacak bu?’ dedim. ‘Çalarlar’. Amele, dedi bana. Bana. Bana.

Salı, Ekim 30, 2007

Hafiye'nin Heyheyleri

Ardı arkası gelmeyen seyahatlerim bir yandan düğün hazırlıkları öbür yandan. Hazırlıklar derken, yanlış anlaşılmasın, daha niyet aşamasındayız. Şövalye’ye karar verdirtmeye çalışıyorum. Deveye hendek atlatmaktan beter bir iş takdir edersiniz ki. Bu arada yazacak bin tane şey çıkıyor. Not alıyorum hepsini. Sonra da işte bugünkü gibi bir cinnet geçirip hepsini bir taraf atıp bunun hakkında yazıyorum okuyunca kikirik yapacağınız yerde hoydaa olunuz diye.

Bugün Düella yurtdışından döndü. Zorla gittik oturduk yanına. Uyuyacaktı. Izin vermedik. Bıdı bıdı bıdı. Konu dayandı tabii son günlerin yükselen milliyetçiliği, medyanın gazı, doldur-boşalt bir millet oluşumuza, facebook bayraklarını milyon yapıp sesimizi dünyaya duyurma çabası trajikomedisine falan filan. Bütün bu olanlara birisi cinnet düğmeme basmışcasına kızıyorum. Kızdığım şeylerin listesi kabarık ötesi. Konuşulamayan, tartışılamayan konuların hepsine kızıyorum. 25 yıldır devam eden şeyin bir taktiği, stratejisi olup olmadığını da merak ediyorum. Birisinin de çıkıp neden ‘neden’ diye soramadığına kızıyorum. O kadar kızıyorum ki kızgınlığımdan kendimi ağlar buluyorum. Bunca duygu ne hoş, ne sevimli ne Akdenizli ne oryantal bir tat bir doku da biraz mantık da katsak, biraz öngörü, biraz analiz, rapor, ders alma, örnekler bulma, falan? Benim anladığım vatana hizmet bu. Bir oğlun fedaysa öbür oğlunu da feda etmeden, ey şehit babası, ne olur bir kez oğlunun neden öldüğünü, gerekli donanımda olup olmadığını, doğru konumlandırılıp konumlandırılmadığını sorar mısın?

Sonra bütün dünyanın işi gücü bırakmış bize komplolar kurduğunu sanmamıza kızıyorum. Amerika’da yaşadığımı öğrenen bir polis memurunun orada Türklere nasıl davrandığını sorduğunda genelde Türkleri ve Türkiye’yi bilmiyorlar. Avrupa’daki gibi bir hor görme yok dememle onların bunları pisliklerinden yapıyor olmalarını bağırması bir oldu. Amerikalılar pisliklerinden bilmiyormuş gibi yapıyormuş. Nasıl bilmezlermiş 600 yıllık Osmanlı’yı. Bırak okyanusun ötesini, güzel abicim, senin ayakların Roma İmparatorluğu’nun tam üstünde şu dakika. Biliyor musun onları? Susuyorsun tabii. Polisle tartışmasam iyi olur diyorsun. Hele ki tartışma böyle alakasız bir yöne girmişken. Bir tek tarihimiz var yapıştığımız. Sadece çok partili döneme kadar okutulan hani okullarda. Sonrasını öğrenmeye de geleceğe dair projeksiyonlara baz olmasına da gerek duymadığımız. O tarihi de alırsan elimizden, ne kalır bizde?

Sonra eğitimimize kızıyorum. İlkokulda yaşadığım travmalara. Bir dikdörtgen mi üçgen mi ne meselesi vardı. Anlamamıştım da her yanlış cevapladığımda soruyu öğretmenimin beni tahtaya kaldırıp kafama silgiyi tokmaklayışını hatırlıyorum. Sonraki sorularda mecburen yanımdaki arkadaşımdan kopya çekişimi. Ve aslında bu öğretmene çocuğunu verebilmek için ailelerin çırpınışını. 'Şehrin en iyi öğretmeni’nin çocukları sindirmesini. Anlamasa da anlamış gibi yapan nesiller yetişmesine kızıyorum. Bugün hala işte toplantılarda bunları yaşıyorum. Anlat anlat anlat. Anladım diyor. Gidiyor. Bekliyorsun. Adam öyle bir şeyle dönüyor ki hiçbir şey anlamamış. Anlamadım diyemiyor ama. Derse aşağılanır diye belki. O adama da kızamıyorum. Öğretmenime kızıyorum. Ben mesela, çok basit sorular soruyorum anlamadığım yerler hakkında. Bazen birkaç gülüşme çıkıyor sorduğum sorunun basitliğinden ama herkes yine de pür dikkat cevabı bekliyor. Ben bunu Amerika’da öğrendim. Basit sorular sormayı. Bir çocuk gibi, onun kadar basit sorular sorabilmeyi. O kadar aydınlatıcı oluyor ki. O kadar rahat ediyorum ki. O kadar verimli ki.

Sonra gözlemlediğim bir dünya eksik var sektörümde. Raporlar haline getirip binlerce kez sunduğum ta bu işin en üst düzey bürokratına kadar. Çoğunlukla hı hıı deniyor, uzay boşluğuna gidiyor. Bunları sunmaya ısrarla devam ediyorum. Sisyphus’un kaderi gibi.

Amerika’da bütün biriktirdiklerimi buraya getirdim. Yeni işimde yurtdışına bilgi satıyorum, parasını memlekete getiriyorum. Eski ve hala bir şekilde devam eden ikinci işimde yurtdışından bir dünya para kazandırdım, yönlendirdim buraya. Bir yerleri süpürmediğim kaldı. Insan kaynakları da oldum yeri geldi, finansçı da pazarlamacı da. Ne oldu ama? Bugün bir kanka -ismini vermiyorum, o kendini biliyor- bana yeterince çabalamadığımı söyledi bu memleket için. İstesem yaparmışım. İstesem o ısrarla yaptığım sunumları çözümlere kavuştururmuşum. Kendisinin dilinden bir ’sosyal sorumluluk’ lafıdır düşmez ama bir faaliyetini henüz görmedik. Türkiye’de vergi vermeyen bir irtibat bürosunda çalışıyor. Geliri İngilizlerin oluyor.

Tamam ulan, dedim. Atatürk de olucam ben. Bir o kalmıştı. Beş işten vakit kalınca onu da yaparım. Ha, neden? Ben böyle hırt hırt konuşuyorum ya. Duygum eksikmiş benim. Bu memleketin yeterince duygusu var canım kardeşim. Mantığı yok. Bu 'sen yap o zaman’ mantığına da kılım ya. 'Sen yapabilirsin'e de. Herşeyden de ben anlayamam ki! Elimden geleni yapıyorum zaten anasını satiym.

Dip not: Şimdi kankaya öfkeden gelip evde bir saat uzay mekiğinde koştum falan. Hıncımı alamadığımdan bir de yazmaya başladım. Geliri, sermayesi nereye ait olursa olsun her türü ekonomik faaliyetin faydalı ve kutsal olduğuna inanıyorum. Sonuçta ekonomik devinim ve çarpan etkisi (multiplier effect) falan olayı var. Biliyoz. Biraz da ben duygusal ve şapşalca takılmak istedim. Duygu duygu dediniz madem. Nedense biraz şaşkalozlukla geliyor bu Duygu kardeş.

Pazar, Ekim 28, 2007

Alışveriş Hatırası

Hafiye'de büyük değişiklikler var. Ortamı boyalı basına çevirmeye karar verdim. Herşey reyting için. Video falan var aşağıda. Okumaya üşenenler için.

Yalnız bir açıklama yapmak istiyorum. Sesim elektronik kayıtlarda bir tuhaf, bir özenti çıkıyor yahu. Yani birisi benle bu tonla konuşsa topuklayıp kaçmak isteyebilirim. Gerçekte böyle bişi yok. Valla billa yok. 'Hülya Avşar'ın selülitleri de aslında ışığın yansıması. Hı hıı. Tabi canııım, tabii' de diyebilirsiniz. Ne diyim? Magazine yaklaştıkça böyle polemikler olacak artık. Mecburen.


Pazar, Ekim 21, 2007

Bavullar Kapanırken

En son nişanımda ‘Bilsen bilsen sen bilirsin. Benim doğum saatim ne?’ diye teyzemi kıstırdım. Annem gece 10 gibi doğdun, çok uzun ve zor bir doğumdu, saatlerce doğumda kaldım der; babam yok canım, akşamdı, 8 falan olmalıydı der. Annem acılarının o kadar kısa olmadığını iddia eder, babam aksini söyler, ohoo, bu böyle sürer giderdi. Anneme kalsa Başak yükselen, babama kalsa Aslan yükselen bir insan oluyordum. Aslanlık yanımdan geçmez. Başak belki. O kadar titiz değilsem bile hani var bir köle ruhluluk bünyede. Teyzem de demesin mi, hayır, güneş henüz batıyordu diye. Doğum tarihimde, doğduğum koordinatlarda güneşin kaçta battığını araştırdım hafiye hafiye. Bu durumda yükselenim Yengeç. Bir bilinmezi veya kayıp bir şeyi ararken en mutluymuşum. Aradığım şey önemli bir şey olmak durumunda değilmiş. Hafiyelik işte. Yıldız haritamdaki evlerin mevlerin yeri bayağı değişti böylece. Anlamları da. Bitap düşmek benim kaderimmiş mesela. Çok iş, çok yorgunluk, çok az getiri. Ha pek hayırsız ama çok doğru. Şöyle ki:

Ben buraya alışverişe geldim sanıyordum ama paso çalıştım, paso süründüm. Unutmuşum bu Amerikalıların ne kadar erken horoz olduklarını. Sabah 8’de toplantı mı başlar be? Otelde kalmiyim, bana kiralık araba verin yerine dedim. Pelinat’a konuşlanıp laklak yapıcaz hesapta. Pelinat’ın eviyle toplantı arası 1,5 saatti. İlk gün bir de höngür höngür tropikimsi yağmurlar inmesin mi? Her sabah 7’de evden çıkıyorum. Düzenli olarak yarım saat gecikiyorum. Israrla ve gözlerine baka baka. Şirin şirin özürlenerek. N’apiym? Akşam eve en erken 10’da giriyorum. Alışveriş için çok geç haliyle. Sabah 4’e kadar laklak. 2,5 saat uykuyla yeniden aynı terane. Uykusuzluk, hazımsızlık, günde üç saat yol, jetlag, alışveriş takvimimin ağır ilerlemesinin verdiği endişe, Şövalye’nin devamlı değişen düğün mekanı önerileri, Şövalye’nin devamlı değişen hangi arabayı alsa fikirleri birikti birikti Pelinat'ın tonton yeğeninin zıplangaçının bir köşesinde çökercesine uyuyakalmamla neticelendi. Dönüşe-iki-gün-kala’yı da Nuşin’in (Pelinat’ın ablası) evinde uyuyarak geçirdim. Abla bana pijama niyetine bir tişört verdi. Annecim! Ortaokuldaki tişörtüm. Amerika’ya taşınırken Istanbul’da bırakmıştım. Pelinat’tan ablasına, sonradan o da Amerika'ya taşınan ablasından bilimum eyaletlere taşına taşına varlığını sürdürmüş. 17 yılda bir tülbent inceliğine gelmiş ama elden çıkmamış. İşte, Nuşin de bir yengeç. Stokçu ruh. Benim gibi. Mesela beş paket diş ipi varken altıncısını, yedi adet deodorantı varken sekiz ve dokuzuncusunu alır mı insan? Ben aldım. Ayakkabı stokunu sayamıyorum bile. (Yeni aldığım 11 çift ayakkabıyı Esincan'a ithaf ediyorum)
Wal-Mart kapısından da geçtim bir gece vaktiydi. Alışveriş tuttu elimden benim. O ne azamet. O serinlik ve nemli kutu kokusunu içime çekerlen gözlerim doldu adeta. Çok özlemişim. Ne güzel ki 24 saat açık. Toplantı geç bitse kimin umrunda? Gece 4’e kadar kaldık mı içerde? Dışarısı 30 derece, biz içerde hırkalarımızla Dayquiller, Nyquiller, vitaminler, pişik kremleri, Türkiye’de var olduğu söylenen ama bir türlü rastlayamadığım pişirme yağı spreyleri, kurutma makinesi yumuşatıcısı gibi şeyler neyse de kağıt mendil bile almaya neden meylettim, bilemedim.

Ne yaptıysam son gün yaptım. Bir fırtına gibi estim. Malları toplayıp Pelinat’a döndüm. Küçük odasına yaydım. Bavulumu o yaptı allahtan. Bana kalsa sabaha kadar yığının ortasında oturur, yerleşemiycem diye ağlar dururdum. Bavulları kapattık. E, tartmak da lazım. Hınca hınç oldular. Tartısı yokmuş! Yani bir insan bu kadar kilo takıntılı olup nasıl tartı sahibi olmaz? Tartı manitasıymış. Bir tutup kaldırıyor şak diye biliyormuş ağırlığını bavulların. Hay allaam. El yordamına göre limitteyim kısacası. Her ihtimale karşı Pelinat’ı yanımda götüreceğim limana. Fazlalık varsa düğünüme (?) gelirken getirmek üzere ona vericem.

Az önce oturduk Pelinat’la laptoplar kucakta. Internette dolanıyoruz. Bana feysbuktan bir arkadaşını gösteriyor listesinden. ‘Bunu tanıyor musun?’ diye soruyor. ‘Yoo’, diyorum. ‘Kim?’ O da bilmiyormuş. ‘E, ne işi var listende?’ dedim. Ya işte friend request yollamış. Reddedememiş. Bakmış aynı üniversitedenler, iki üç de ortak arkadaşları var. Tanışıyor olmalıyız, diyor. Öyle selam verdiğini arkadaş ekleyen bir tipe benzemiyor kızcağız. Kesin vaktiyle muhabbetleri vardı. Bizim balık hafıza unuttu. Ya da hiçbir zaman öğrenemedi. Bir haftadır nostalji yapıyoruz zaten. Bu hikayesini anlatmadan geçemiycem. Bir gün elinde mikrofon, ardında kameraman bir eleman bizimkini yolda durdurur. O dönem Oya Aydoğan’la Banu Alkan feci kavgalıdır ve magazin dünyasının gündemini oluşturmaktadırlar. Eleman bu kavgada Oya Adoğan mı haklı, Banu Alkan mı diye bizimkine sorar. Bizimli de ”Oya Aydoğan kim?” diye bütün samimiyetiyle sorar. Bilmez. Bilse de unutur ki. Daha sonra bu mini anket yayınlanırken Pelinat’ın bu samimi sorusu, ”Oya Aydoğan da kim oluyor ki? Kendini ne sanıyor ki?” şeklinde çarptırılarak yansıtılır halkın nabzı olarak. Bizim kel alakayı bile bu kadar alet ettilerse ben Hülya Avşar’a falan inanıyorum valla.
Çok uykum var. Çok saçmalıyorum. Bu gece uyumayıp uyku hapıyla uçakta uyumayı hedefliyorum. İner inmez işe gidicem çünkü. Karşılığı az mı az olan çok mu çok işim ve birkaç gün içinde bir uzak seyahatim daha var. Olsun ama yeni cicilerimle ofise dönüşüm muhteşem olacak. Millet yüksek belli pantolonlarıma kahkahalarla gülmekteydi. Umarım bu alışverişimde Törkiş modasına uyguna yaklaşmışımdır.

Pazartesi, Ekim 15, 2007

Kızınız Hafiye'yi Oğlumuz Şövalye'ye İstiyoruz



Beni babamdan istediler. O da verdi gitti. Böylece bu yüzüğe genelgeçer bir açıklamam da oldu diyordum ki yüzükler çoğaldı. Parmaklarıma sığmaz oldu. Hangisinin nereye takılacağı konusunda da bir konsensüs olamadı. Şöyle ki:

Bir tektaşım vardı ya hani, söz mü, teklif mi, nişan mı ne olduğu belli olmayan ama evlenecek bir adamı buldum’u simgeleyen. Onun üstüne bir de isteme seansı akabinde kullanılmak üzere kırmızı kurdele ucunda duran, adetin yerini bulduran altın yüzükleri değiş tokuştuk. Üstüne bir de Anne Şövalye beş taşlı alyans taktı. Şimdilerde Barış Manço gibi dolaşmaktayım. Bir de her kafadan bir yorum çıkmakta. Hayır düz alyans sağ ele, tek taş sol ele, yok beş taş sola değil sağa. Ama üste halka, alta beştaş. Şövalye de tam tersine, bir altın halka takıcak hepi topu. En modern tipli en mat beyaz altından bir yüzük aldık kendine. Takmamak için ne bahaneler, yarabbim. Yok parmağına takmasa da boynuna kolye yapsa olur muymuş, cüzdanında taşısa olur muymuş, parmağına yüzük biçimli dövme yaptırsa olur muymuş diyerekten yaratıcılığın sınırını zorlamakta. En son biçimsiz parmaklarını bahane etti de sıkıyor diye takmamaya karar verdi. Bahaneler adı üstünde bahane. Adam utanıyor evli olmaktan. Hiç karizmatik diil tabii onun gibi outdoor bir abinin halka takıp kıçını kırması. Arkadaşları takmıyormuş efendim. Tamam dedim, evli arkadaşlarıyla bir sosyalleşme öncesi. Gidip bakalım. Çoğunluk takıyorsa takacaksın. Tamam, dedi. Bir baktık hepsi takıyor. Bu sefer senede bir tesadüfen karşılaşırsa sus pus yanyana oturduğu ve de üstelik benim arkadaşımın kocası olan Oğuz’u ‘arkadaşı’ ilan etti. O takmıyormuş efendim.

Bir iki didiştim. Sonra bıraktım. Benim takıntım bir başka takacak şey bulana kadar sürüyor, malum. Amaaan, dedim. Takmazsan takma. Neyse allahtan şu feysbuk çıktı da relationship status’umuzda nişanlı olduğumuzu deklare ettik. Arkadaşları da böylece duydu nihayet. Diğer türlü beş çocuklu aile babası olsa millet bekar sanacak. Listesinde ta ilkokuldan beri bütün eski manitaları gülümsemekte en janti, en bikinili pozlarıyla. Bari bir stoper görevi görür bu resmiyet- diye düşünüyorum en azından. Hoş, bunlar kadınları kamçılaya da bilir. İsterlerse buyursunlar alsınlar. Akacak kan durmasın bari. Erkenden. Ben de ekliycem eski manitaları diyorum. Ekleee, diyor. Adamın umru değil. A, bir de..nişanda çok beğenmiş beni. Saçımı fönletmiş, makyaj yapıp topuklular giymiştim çünkü. Ne zaman bunları yapsam kokoş sevmiyorum, sevmiyoruuummm diye yırtınıyordu. Daha neyi sevdiğinin farkında değil.

Neyse efendim, nişandan sonra İstanbul’a döndük. İşteki bekar kızlar kurdelemden bir parça getirmemi istemişlerdi. Bilmiyordum böyle bir gelenek olduğunu ama anlaması zor değil. Gelin teli, gelin ayakkabısı altına yazılan isim muhabbeti gibi bir şeydir diye. Hayır, efendim. Yediler kurdeleyi. Minik minik kırpan suyla beraber yuttu kurdelemi. Bağırsakları düğümlenecek kadar çok kurdele yutmuş olmalarına rağmen ben ilk kez şahit oluyordum böyle bir şeye.

İlişkiye resmiyet gelmesi tuhaf bir hal imiş. Nişandan sonra bayram geldi ya. Şövalyegiller’e ziyaretler Şövalyegiller’le yemekler, davetler tam iki gün sürdü. Çekirdek aile dışındaki akrabalar tarafından sorguya çekildim. Şimdi birkaç işte birden çalışıyorum ya. Evliliğe nasıl vakit ayıracağımı sordular. Akşam yedi ile dokuz arası dedim. İçimden. En iyi hangi yemeği pişirdiğimi sordular. Fırında karnıyarık dedim. Şövalye’ye ‘bir fırınımız bile yok’ bakışları atarken. Euee, biz pratik şeyler pişiriyoruz. Ne gibi? Euee, Marmaris Büfe’den ıslak hamburger ve dilli kaşarlı tost gibi. Evimiz küçük ya. Çocuğumuz olunca ne yapacakmışız. Başka eve çıkarız. Bir de dünürcü gelirken getirdikleri gümüş tepsinin modelinin devamı gümüş çatal bıçak ve gondol takımını almam önerisi var. Annem o tepsiyi bulaşık makinesine koymamamı, bulaşık süngerinin telli kısmını dokundurmamamı, üzerine bardak koyarken çizilmesin diye dikkat etmemi söylediğinde dahi içim şişmişti. Bu kadar fonsiyon dışı bir alet neden bu kadar değerli diye.

Bizim ev ve gümüş takımlar. Böyle bir tezat olamaz. Şövalye cimrilikle karışık IKEA katalogu hayranlığıyla 9,95’e perde almıştı da ikinci haftada kafamıza inmişti. Öyle kırık dökük durmaktalar hala camda. 29,95’lik halımızın üstündeki 19,95’lik sehpanın üzerinde 1,499’luk bir gümüş gondol hayal ediyorum da. Kayınvalidem-to-be bize geldiğinde kriz geçirecek diye bir korku sardı içimi. Şövalye bişi olmaz diyor ama hep sonradan patlıyor onun bişi diil’leri. Mesela, ben bizimkilerle biraz kavga ettim, iki gün küstüm. Chamonix’de dağlarda kendi kendimize evlenme fikrini kabullendiler. Bu fikri yayan kendisi olmasına rağmen annaane mürüvvet görsün diye düğün salonları bakıştırıyor şimdi. Olan benim aile içi sözlü şiddetime oldu.

Şimdilerde hem organizasyon şirketi kiralamak gerektirmeyen hem de hiiiiiç klişe olmayan, yani maytap püskürükleri arasından nikah masası tahtına yürütülmeyen, fiyonklu sandalye kılıfları olmayan, pasta keserken ’Love and Marriage’i çalmayan ortamlar sunan bir düğün salonu arıyor. Daha en az birkaç yıl arar. Ben böyle diyince de bana çemkiriyor. Fikrim varsa söyleyeymişim. Bana farketmez dedim ya. Merdiven boşluğunda bile olur dedim ya. Yetmiyor adama. İlla düğününde prenses olmak isteyen bir yetişkin Barbie istiyor bu adamlar. İstesen suuuç, istemesen suç.

Yurtdışında evlenmek sanki klişe değil. Bütün sosyete, magazin dünyası birkaçıncı evliliğini böyle yapıyor. Kaldı ki dönünce anneler görsün diye bir ufak parti de verirmişiz. Bunun adı ’düğün’ işte bildiğin. Niye iki parçaya ayrılayım? Paris’te evlenicez diye kış günü gelinliğimle yağmur altında taksi ararken, üzerime sular fışkırırken düşünüyorum da. O dakika olmaz bu nikah. Sırf ’farklı’ olucaz diye zatürre olmanın ne alemi var?

Baba Şövalye su altında evlenin bari, dedi. O da yapıldı. Havada da evlenildi. Paraşütle atlanırken. Ben zaten gıcık oluyorum böyle yapanlara. Evlenmenin kendisi klişeyken yöntemine ali cengiz yapıcaksın da n’olucak? E, o zaman niye evleniyorum diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Çünkü ben sıradışı olmaya çalışmıyorum. Kaldı ki evlenmek bir dünya şeyi pratikleştiriyor. Mesela, tek başıma bu minnak evi ancak kiralayabilirken evliyken çift gelirle güzel, geniş bir daire satın alabiliriz. Ne bileyim, gecenin bir vakti susadığımda kocam bana su getirebilir, hastalandığımda bana bakabilir. Eskisi gibi belimi kırdığımda evde saatlerce yardım beklemem gerekmez. Çocuk yapıp ya bakımını ya geçimini, en iyi ihtimalle ikisini birden onun üstüne yıkabilirim. En şahanesi çocukla beraber kendimi bile yıkabilirim. Tek başıma TV karşısında kucak tepsisinde bir düdük salata yemek yerine daha özenli sofralarım olabilir. Akşamları çene çalabilmek için Düella'nın insafına- yani moduna veya yeni arkadaşlarıyla buluşmamış olmasına- kalmam. Ayrılsak bile, ’yaşadıklarımız güzeldi ama buraya kadarmış kendine iyi bak’ gibi ’medeni’ takılmak yerine mahkemede donuna kadar heeerrr bir şeyini alıp hıncımı çıkarabilirim. Yani. Daha ne olsun?

Durumumu özetlersem: Resmi nişanlıyız. Bu kışa da evlenmeyi planlıyoruz. Daha doğrusu Şövalye planlıyor. Benim şimdi işim çıktı da Dallas’a gitmem gerekti. Bu uzuuun uçak yolculuğu sayesinde bu uzun yazıyı yazabildim. Bir hafta burdayım. Bomboş iki bavulla geldim. Yanıma yedek çamaşır bile almadım. 75 kilo malla dönücem inşallah. Dolar da bu kadar yerlerde sürünürken bir alışveriş furyası beni bekler. Neyse, işte Şövalye bu bir hafta süresince günde beş kez değişen kararlar alır, debelenir. Ben döndüğümde bir cinnet, iki telefon, bir salon ayarlarım görmeden etmeden. Artık maytap mı olur, fiyonk mu olur, papyon sosis tabağı mı olur, çiçekler ne renk olur umrumda olmadan. Ne varsa ondan.

Perşembe, Ekim 04, 2007

Kız İsteme

Şövalyegiller beni istemeye gelecek demiştim geçen gün laf arasında. İşte bu yüzden Anne Hafiye'yi ekstrem telaşlar içinde her akşam mutlaka beni ararken buluyorum. Benim de ya iki ayağım bir pabuçta oluyor ya da öfkem burnumda. Bu telaşını anlayamaz olup aldırmazlığa seyirtince bana gıcık oluyor. Anlamsız geriliyoruz. Dünürcüleri ilk akşam yemeğe mi alsa yoksa hemen 'dakka 1' samimiyet yapmasa mı, kız evi naz evi olsa mı diye bana soruyor. Bu İstanbulluların da bir tipik adeti yok ki, canım. Canın ne istiyorsa onu yap, diyorum. Sonra sonra acaba boncuklu bir bluz mu giyse, şöyle yaldır yaldır diye de sordu. Canın ne istiyorsa onu giy, diyorum. En sonunda bana da karıştı. Satın alırken ne gibi bir ruh halinde olduğumu bugün asla anlayamadığım, ışığa göre kah mavi kah eflatun tafta olması yetmiyormuş gibi, boncuk işlemeli bir üste, koskocaman paskırık ve de saray merdivenlerinden alt kattaki salona kuğu gibi inerken arkamdan süzülsün diye upuzuuun tutulmuş kuyruklu bir eteğe sahip olan elbisemi giymemi istedi benden. Hem de Şövalye damat adayı kotla çıkar gelirken. Az önce bavulumu yaptım ve en fazla siyah kumaş pantolonun üstüne bir edepli gömlek yapabildim ki o bile ağır kaçacak damada. Artık annem debdebesiz bavulu gördüğünde beni kolumdan tutup Adana fotoğraf stüdyolarının vitrinlerinden hülyalı bakan taze nişanlı kızların elbiselerinin satıldığı mağazalara sürükler mi, bilemem. Keşke bir gün önceden gitmeseydim. Sanki napıcaksam evde, annemin telaşının orta yerinde?

Bu durumla en çok babam eğleniyor. Hala evleneceğime inanmıyor. Beni kim n'aapsınmış. Kadınlık bilmezmişim. Zaten yüzyıllardır beni alacak birinin çıkamayacağını, es kaza saf bir oğlan düşürebilirsem de ona peşin peşin nasihat vereceğini söyler dururdu. Sonra eniştesi ona arkasından söylenmesin diye. Oğlum, diycekmiş. Henüz geç olmadan kaç kurtul. Bu kız senin önüne bir tepsi börek koyamaz, çocuklarına tiril tiril bakamaz, her işini kendin yaparsın. E, bu kızla o zaman n'aparsın? Diycekmiş. Gerçekten o diyeceğini iddia edip durduğu şeylere bu kadar yaklaştıkça merakım da artmakta. Bakalım nasıl getirecek punduna.

Hala ne zaman ve ne formatta evleneceğimiz konusu muallak. Daha doğrusu her gün değişen kararları(?) var Şövalye'nin. Geçen gün Pansiyon'a da yaptı aynı yamuktan. Her hoşuna giden şeye atlıyor. A, bir baktım Baltalimanı'nda kiralık villa aramaya çıkmışız. Neymiş, cümbür cemaat oturacakmışız. Hem adam başı kira masrafı ucuza gelirmiş hem de şık olurmuş, havuzu varmış, bahçesi varmış. En alt katı da ofis yapıcaklarmış. Ne iş yapacakları da meçhul. Kardeşim, evleniyor muyuz, öğrenci hayatına geri mi dönüyoruz belli değil. Millet bayramda Barcelona'ya, Sharm'a felan gidiyor. Bizimki Istırancalar'da çadır kurup kamp yapalım, diyor. Ben çadırda madırda kalamam, dedim. Ayılar, kurtlar tebelleş olur. Tuvaletin sorun, yemeğin sorun. Aaa. Biraz uzadım bunların muhabbetten ama baktım iş çığrından çıkıyor el koydum artıkın. Adama güzel ortam göster gelsin zaten. İyi kaçırmadılar bunu küçükken çikolata falanla kandırıp.

Noel süsleriyle bezeli şirincik karlı sokaklar görebilsin diye Fransa'nın dağlarında 15 Aralık gibi evlenmeyi düşünüyoruz bugünlerde. Ama yarın ne düşünürüz, bilemem. Şimdilik bu fikre ben de yakınım; tarihi yakın diye zira, yoksa ne Fransa'yla ne dağla işim olur. Sonuç odaklıdır Hafiye. Merdiven boşluğunda bile evlenebilirim, hiç tomas. Diğer türlü allah muhafaza bahara, yaza falan kalırsa bizim iş, gına gelebilir, cinnet geçirebilir ve ayrılabiliriz. Ha bire değişen bir ajandaya bir yedi sekiz ay daha dayanır mı bu plan-proje-taahhüt ruhum, gözüm kesmiyor. Ondan.

Pazartesi, Ekim 01, 2007

Sisyphus'un Görevi*

Neredeyse bir aydır yokum buralarda. Olduğumda da evde değildim. Yine de bir şekilde evde abdal çalmış, çingene oynamıştı. (Kimsenin etnisitisine laf yok. Çukurova'da darmadağın, karmakarışık ortamlar için böyle derler)

Mesela yatağın üstünden bir dünya zımbırtıyı yere atıp uyuyorum. Sabah aynı dünya zımbırtının üzerinden atlayarak, kimileri ayağıma takılarak, sivri olanları ayaklarımı keserek, kimilerinin üstüne basıp kırarak, en nihayetinde hepsini yeniden yatağın üstüne atarak güne başlıyorum. Küçücük çamaşır sepetine sığamayan kirliler kurutma makinesi üzerinde devleşmişler. Oradan da taşıp küçük odadaki masada partilemekteler. Bir makine dolusu başka çamaşır grubu da çamaşır sepetinin içine tortop edilip, sığsın diye hatta üzerine basılarak tıkıştırılmış. İçinden bir kot pantolun çektim. Koskoca pantolunun bir lastik top ebatında ve formuna nasıl geldiğini anlamaya çalıştım. Kafama silah dayasan beceremem yahu.

Çamaşır kurutma zımbırtısının düzeneği de açılmış. Üzerindeki en az on kilo çamaşırdan dengesi şaşmış. Bu demir aletten nefret ediyorum. Bir kere odanın yarısını kaplıyor. Çamaşırlar tellerin şeklini alarak kuruyor. Sonra işin yoksa herrr bişiyi ütüle. Bir de boşuna mı aldık kurutma makinesini? Tişörtler falan mis gibi ütüye ihtiyaç duymadan çıkıveriyor içinden. Kırk defa söyledim, açılmasın bu diye. Yok. Yine açılmış. Şövalye çevre bilinci söylemiyle karışık elektrik tasarrufu etmek istediğinde, bir de ben de yoksam ortalıkta, kesin çıkarıyor bu çamaşır asma aletini ortalığa. Çıkarıyor ama çamaşırlar kuruyunca toplayıp kaldırmıyor, çıkardığı yerde bırakıyor. E, madem öyle ben de bunu atmaz mıyım?

Özetle dolaplarda atılması gereken kutular, çantalar maksimum yer kaplayacak şekilde yer alırken büyün giysiler evin her yerinde değişik formlarda yuvarlanmaktaydı. Bir aydır olmayan haftasonuma da bunlarla uğraşmak üzere başladım yani. Uğraş didin. Ancak dört saatte çamaşırlar ortadan kalktı.

Gündeliğe hangi kadını alsam kaçıyor. Kimi köyüne geri dönüyor, kimi sigortalı iş buluyor. Ev hepi topu 60 m2. Acaip merkezi bir yerde. Ben evde yokum. Evde halı yok, perde yok, avize yok, buzdolabı boş, yemek pişmediğinden mutfak her daim gıcır. Camları da silmenize gerek yok diyorum zaten. Bir tek çamaşırları katlayıp ütüleyip yerlerine yerleştirme işi var. O kadar. Gelen kadın en fazla üç saatte işini bitirip dönebilir. Milletin taa şehir dışındaki üç katlı ve oymalı kakmalı mobilyalarla dolu evlerine bile aynı paraya gidiyorlarmış. Deliricem yahu.

Şövalye hep bir kadın bulacak da bulacaktı. Bulmadı.
Kardeş hep eşyalarını toplayacak da toplayacaktı. Toplamadı.

Cinnet 'geliyorum' dedi ve de geldi nitekim. Açtım telefonu. Önce Şövalye'ye bağır bağır bağır. Bir dinlence günüm vardı, onda da çamaşırlarınıza boğulduk beyfendi. Hani kadın bulacaktın? Hani? Haniiii? Beyza'nın çok para isteyen kardeşiyle pazarlık yapıcam dedin üç beş lira için bütün haftasonum maaafoldu. Bohuuuu, diye de bir ağla üstüne.

Sonra kardeşe bağır bağır bağır. Evde hiiiç bir eşyasının olmadığını iddia etmesin mi? Hemmen topladım. Bir koca bavul, dört koskocaman dev torba dolusu eşyasını kapının önüne koydum. Madem sana ait değil, bana da değil. Hah, hadi bakiym, diye. Çıktı geldi. Topladıklarımı açıp ayıklamasın mı?

-Aa, bu benim mi?
-Evet senin. Bak, senin bedeninde.
-Bee, bunun tarihi geçmiş mi?
-Bak üstüne. Hadi ama. Hadi amaaa.

Şövalye de döndü o arada, canım ne yapmışmışım ki, yapmasaymışım, çıkıp dolansaymışım. Kardeşi de geriyormuşum.

"Beyfendi", dedim. "Bakınız, bu dolapların içini tamamen boşaltıp düzenlerinde yapısal değişiklikler yaptım. Mesela eskiden içi boş olarak şurada duran bu çantanın kapladığı alanla şimdi içinde eskiden ortalıkta dolanan zırt malzemelerini taşıyarak burada bulunması arasında en az yirmi santimetreküplük bir hacim kazanımı söz konusu. Sonra mesela..."

Kafasını yastığa gömdü ve bir daha plan proje duymak istemediğini haykırdı.
A, bi de makbule geçmiyor, iyi mi?

Nasıl yurdum erkeği askerden yırtmak için yurtdışında master peşine düştü, ben de ev işi yapmamak için kariyer yaptım diyebilirim. Bir de maalesef yaptığınızın asla anlaşılmadığı ve takdir edilmediği ama yapmadığınızın fazlasıyla sorun yarattığı bu işleri hayatım boyunca yönetemediğim gibi içimde huzursuzluğuyla yaşadım durdum. Bundan böyle evden çalışıyor olacak olmam yüzünden ev işlerini de üzerime almam icap ediyor-muş gibi duruyor ya. İşte ona da feci takığım. Sırf bu yüzden daha az paraya plazalarda sabahlayana kadar çalışabilirim. Dönüp dolaşıp bana yapışıyor bu işler yahu. Bir çare diyen çıkar mı aranızdan? Ya da gündelikçisini bana paslayan?

* Pek az iş Sisyphus'un görevine sonsuzca tekrarlanan ev işleri kadar benzer. Temiz olan kirlenir, kirlenen temizlenir, tekrar ve tekrar, gün be gün. Ev kadını, zamanın dışındadır; o hiçbir şey yapmaz, sadece şimdiyi sürükler."
-Simone de Beauvoir

Sysphus fanilere verilen ilahi sırlara ihanet ettiği için Tanrılar tarafından yuvarlak bir taşı bir tepeye taşımakla cezalandırılmıştır. Tepeye ulaşan taş, Sysphus'un bütün çabalarına rağmen, tepeyi aşmamakta ve aşağıya geri yuvarlanmaktadır. Bunun üzerine Sysphus taşı tekrar tepeye taşımaktadır. Bütün amacı ve görevi taşı tepenin öbür tarafına itmektir ama, bunu bir türlü başaramamaktadır. Ölmesine bile izin verilmemektedir Sysphus'un. Bu görevi tekrarlamasından başka yapacağı birşey yoktur.