Salı, Şubat 26, 2008

Gençlik Başımda Duman

Eski çıtır büyüdü, 28 oldu. Artık yeni bir çıtırımız var. 22’sine taze girdi. Neo-Çıtır. O da bir şeyler yazıyor çiziyor. Hadi ben biraz şoparma, biraz deşarj olma, biraz da onu bunu kışkırtma dürtüsüyle yazmaktayım. Düella da içini organize etmek için yazacakmışmış. İçini organize edeceğine önce evini organize etse iyi olacak. Gene bütün dolapların içindekiler dışarda. Kendileri bomboş. Malzemeleri ortalıkta. Neyse işte. Ben sakinliyim, o organize olsun isterken Neo-Çıtır bu işi daha ciddiye alıyor. Gibi geliyor bana en azından. Kaleminden çıkanları önemsiyor, onları geliştirmeye çalışıyor, eleştirilsin istiyor falan filan. Şarkı yarışması jürisi ağzıyla, güzel bir enerjisi var işte oğlanın. Bir elektrik alabiliyorsunuz. Bir ışığı var. Fakat sanki bu eleman 22 yaşında değil de 32 yaşındaymış gibi davranmaktan da geri kalmadan ha bire aparkatlar indiriyoruz, cık olmamış, cık iyi durmamış diye diye bir hal olduk. Hadi bunlar tokadı olsun işin. Düella'nın en sevdiği tarafı yani İŞ’in. Bu İŞ mayadaki kendini bilmezlik, ikilik ve hipokrisiyle birleşince ortaya şahane bir eser çıktı. Aparkatların üzerinden daha 15 dakika geçmeden hem de.

Bizimki 20 yaşındayken bir aşk romanı yazmış. Daha doğrusu bir chapter yazmış 20 sayfa kadar. Bir telli metot defterine eliyle, mavi tükenmezle. Beyaz Dizi serilerine taş çıkartır, best seller olur cinsten. Onu da tutmuş saklamış. Yüksek sesle ben okudum, beraber güldük. Yazarken bile gülüyorum hala.

Hikaye çok sürükleyici. Üniversiteden yeni mezun kızıl saçlı, yeşil gözlü genç kızımızın acilen iş bulması gerekir çünkü mutfak tezgahının üzerinde ödenmeyi bekleyen faturaları vardır. Citybank’ta (yanlış yazılmış da olabilir, kurgu bir banka da olabilir) işe girmeyi kafasına koymuştur. İş görüşmesine giderken külüstür arabası çalışmayınca 'yapma bebeğim, lütfen’ diye inler(!) İlk maaşıyla ona bakım yaptıracağına söz vermesi üzerine araba çalışır. Bankaya vardığında oldukça gecikmiştir ve çarçabucak arabasını fıstık gibi bir spor arabanın önüne park eder. Görüşmenin olduğu kata vardığında asansörden inerken yere kapaklanır. Önce bir çift siyah pabucu görür gözleri. Kafasını yavaşça yukarı kaldırırken lacivert gözlü esmer adamın gömleğini yırtarcasına duran gelişmiş kaslarını fark eder. Bu adam aslında bankanın genel müdürüdür ve aşağıda önüne park ettiği spor arabanın da sahibidir.

Genel müdür tescilli güzellerle flört eden, karizmatik ama küstah bir adamdır. Genç kızımız ise sade bir güzelliğe sahip, akıllı, çalışkan ve biraz da sakardır. Genel müdürün küstahlığı karşısında kavga gazına da gelir. Hatta okulda gittiği Aikido kursunda öğrendiği birkaç figürü genel müdüre uygulamayı içinden geçirdiği sahnede o kadar ağladım ki gülmekten, anlatamam. Tam da bu tokat mı seri tokat mı, dayak mı kötek mi, diye düşündüğümüz sırada isabet olmuştu yazarın kurguya bu agresif katkısı. Diyorum işte insan 7’sinde neyse 70’inde de o. Hem beyaz dizi hikayesi yazacak kadar naif ol hem de içine kemik çatırtısı koymak isteyecek kadar hırt. Allah seni n’apsın?

O kadar ısrar ettim. Öyle Tetteh’le Metteh’le olmaz bu iş. Asıl reyting bu romanı yayınlamaktan geçer, dedim. Dinletemedim. Bir yanı mahsun, utangaç prenses ya bunun. Küçücük bir yanı canııım, abartmayın. İşte o yanı çok utanıyor olmalı. Madem benim blog da Düella'ya araç oldu. Buradan biraz da siz ısrar edin madem.

Salı, Şubat 19, 2008

İsmi Ne Olsun?

Düella yine çok çalışmaklar içinde debeleniyordu geçen hafta. Oradan da iş seyahatine gitti. Bir haftadır görmüyordum kendisini. Bünye de alıştı kaşınmaya. İşi gücü varsa var, uyandırdım da, kapısına da dayandım da. Bekledim ona buna bağırdı telefonda. Sonra işte klasik, beraberce şaştık saşırdık insanların nasıl oluyor da bu kadar demotive, iş sahiplenmekten uzak ve şapşi olduklarına. Bizim tipik ukala dümbeleği sohbetleri yani. Kuzen dayanamadı, gitti. Karda kışta ancak yürüyerek ulaşsa da arkadaşlarının evinde dvd seyretmede buldu mutluluğu. Çocuk akıllandı tabii. Biraz daha kalsa o da yiyecekti üç beş tokat.

Düella yeni blog açmaya niyetlendi niyetlenmesine de işte isim bulamadık siteye. Bütün önerilerime burun kıvırdı. Bütün akşam ıkınaraktan tavanlara bakıp isim düşündüm. Blogun ismi kendini tanımlayan bir şey olsun ama bu tanımda hoş sohbeti, sivri dili, tokat atma aşkı, çalçenesi, uğrak mekanı oluşu, vesairesi hepsinden izler bulunsun istiyor. Bulamadık, anasını satayım. Düella'yı anlatan ‘üç sıfat bul’ analizinden başladık, Çalıkuşu’ndan çıktık. Hayır, diyorum bana vermeyin böyle challenge’lar. Psikopata bağlıyorum. Hayır, bir nane de çıkmıyor. Pek yaratıcı olduğumu da söyleyemem. Allahın analistinden ne beklersiniz?

Gece eve döndüm. Şövalye’ye anlattım tüm olan biteni. Şaptiler sizi, dedi. Yattı uyudu. Karanlıkta aklıma bir şey geldikçe doğrulup doğrulup Düella’ya blackberry messenger’la yolladım. Allahtan blackberry kullanmaya başladı da telefon masrafımız azaldı. Hem sohbette zaman, mekan tanımaz bir yöntem. Herkese tavsiye ederim. Dün gece Şövalye şağ yanımda ilk REM uykusunu geride bırakırken Düella'yla bizim şöyle diyaloglarımız oldu:

Hafiye: Dayakci.com? iyibirnane.com? seritokat.com?
Düella: Off, bu mudur? Seri tokat mı? Hey allaam, is that me?
Hafiye: (Evet, osun ama farkında değilsin) E, yaratıcılık bu kadar benden.
Düella: Seri tokat. Hmm.
Hafiye: Ya aynen. Bir kenarda dursun. Yine düşünmeye devam edelim
Düella: Yazma isteğim kaçtı.
Hafiye: Hoppalaaa.
Düella: En iyisi senin siteden anket yapalım. Millet de bu minvalde şeyler söylerse ben bir daha kimseyle görüşmiyim
Hafiye: Seri tokat sitenin içeriğine uygun olabilir bari. Bir de animasyon koyarız. Bir el, bir o yanağa şaplak atar, bir bu yanağa. Şak şuk, şak şuk...
Düella: Şakşuka nasıl? Şaka da şukaaa
Hafiye: Tokat hissi şakaşuka’da var. Şakşuka’da değil. Bir de bol ’ş’ harfi var. Türkçe karakter zorlaması. İsmi saksuka.com falan olucak. Hem şakşuka da sen değilsin ki. Bak seritokat.com. Söylenişi çok güzel.
Düella: Off, yat hadi manyak

Beş dakika sonra bir daha mesaj attım, ’bu son, bu son’ diyerekten. ”Kuruttun beni kadın, tam bir görev insanı” dedi ve siteden de yazmaktan da vazgeçtiğini tekrar deklare etti.

Ben yine de vazgeçmedim ve uyuyana kadar bu konuyu düşündüm. Güzel bir şey çıkarırsak yazmaya başlar, diye. Bana neyse? Ne, hakkaten? Ne?

Bir de siz düşünün. Benim gibi sol beyinli bir tiplemede bitmesin bu mücadele.

Pazartesi, Şubat 18, 2008

Aile Planlaması

Ottan moktan sebeplerle, bazen sebep dahi yokken bana çiçekler yollayan Şövalye bu sevgililer gününde bu faaliyette bulunmamıştı. Ofisteki kızlara sırasıyla buketler yağdı. Direktörümüz kalpli pastalar yolladı falan. "Ee", dedi, iş arkadaşının biri. "Nerde senin çiçekler? Hıı? Abicim, erkekler böyledir. Evlenene kadar. Hihohaa."

Zırt, esemes yolladım.
Şövalye, benim çiçeklerim nerde? Evlilik çiçeği öldürüyor mu?
Zırt telefon.
Şövalye istifa edecekmiş. Ona kıl olmuş. Buna kıl olmuş. Hem benim de öyle çiçek istememem lazımmış. İstenir miymiş. Çok ayıpmış.

Ofiste her kime kıl olduysa artık, hıncını esemesimden aldı. Boşanmaya bile kalktık. Kapattık. 15 dakika geçti. Tekrar telefon. Boşanmak istemiyormuş. Ama ben hala istiyordum. Nazlandım tuzlandım. Sonra ikna oldum. Neyse, hala evliyiz.

Akabinde, öğle yemeğine çıktık takımca. IT’den bir arkadaş bizi görmüş, masamıza geldi. Karısının karnı burnunda. Ben hamilelik nasıl, doğum normal mi olacak, hangi hastanede olacak, bebek odası tamamlandı mı, gibi sorular sorarken Şövalye’ye yolladığım esemesin müsebbibi iş arkadaşı futbol muhabbeti açıyordu ısrarla. Ben neler hissettiğini sorarken, o birtakım futbolcuların transferlerine dair yorumlarını istiyordu.

Bebek daha önemli bir gündemdi anlaşılan eleman benim sorularımla daha çok ilgilendi. 38 yaşında baba oluyormuş ama bilseymiş bu hissin bu kadar güzel olduğunu daha erken evlenir, daha erken baba olurmuş. "Sen de elini çabuk tut", dedi.
"Biz daha geçen ay evlendik", dedim.
O da evleneli bir yıl olmamış ama işte çocuğu doğuyormuş. Ne varmış.

Bebek zamanlaması geyiğine iyice dalmıştık ki muhabbetlerin kamberi iş arkadaşı lafa girdi. “Boşver tavsiyeyi mavsiyeyi sen. Ben Hafiye’yi tanıyorsam bebeğin ne zaman doğacağını planlamış, bir business modelini bile oluşturmuştur çoktan. Sen hiiiç nefesini tüketme” dedi.

Hiç alakamın olmadığı, asla özel muhabbetler yapmadığım bir iş arkadaşımın beni bu şekilde tanımasının nasıl mümkün olduğuna takılmış durumdayım. Daha geniş anlamda etrafıma bıraktığım algıyı çok merak ediyorum. Çok saklı olduğumu sanıyordum. Anlaşılan değilim. Nedir beni ele veren o ipuçları yahu? Meraktan ölücem.

Cuma, Şubat 08, 2008

Hastayız Biz

“15’er dakika sürecek”, dedi hemşire iki şişe serumu getirirken. Biri antibiyotik diğeri ateş düşürücüymüş. “Siz şöyle uzanın”
Kolumu sıyırdım. Avucumu sıktım. Hemşire dirseğimin içinde iğneyi batıracak damar ararken Şövalye’nin suratı kireç oldu ve fena oluyorum diyerek kaçtı gitti.
Florence Nightingale’deki acil serviste yüksek ateşle pişerken kolumdaki serumla tek başıma yatakaldım.
Sabahtan beri Şövalye’nin işten çıkıp beni doktora götürmesini de burada tek başıma kalayım diye mi beklemiştim? Yanımda geldi getirdi ya buraya kadar. Koca mı, koca işte. Buna da şükür.

İlk serum 15 dakika sürmedi. Şapşi hemşire damarıma inen borunun birine sekiz çizdirmiş. Sıkışan borudan sıvı geçemeyip sıkışıyordu. Yattığım yerden kalkıp durumu düzeltememek de sinirlerimi bozdu.
Ya neden herkesin her işinin sadece arızalı tarafını görüyor bu gözler? Hay allahım.
Vakit de geçmez böyle. Damlayamayan bir serum. Öksürüklü ciğerler. Ağır grip. Yüksek ateş. Kayıp koca.
Ha gayret telefonuma uzanıp Düella'yı aradım.
O da pek kocakafa bu aralar. İşyerinde sabahlıyor. Son durumumu anlattım ona.
Tek başına acilden ben arıyorum onu. O beni aramıyor.
Gönlünü gün edeni sevmez sevda ister hep onu üzeni.
Ben onu merak ediyorum. O beni etmiyor.
Şövalye’yi çekiştirdim ona. Klasik.
Dedim yarın bir gün doğurursam sen gel benle doğum odasına. Bizimki bir iğneye fena oluyorsa doğum görse kendisi hastanelik olur kesin.
Doğumu bırakır onunla ilgileniriz artık.
Tamam, dedi o da. Sever öyle kan görsün, acı görsün.

Sonra Şövalye geldi. Biraz hava almış, kendine gelmiş.
Çikolata da almış. Doktora çaktırmadan bana yedirme tribinde. Yasak falan değil de sanki yasak bir iş yapıyormuşuz gibi çaktırmıyoruz. Bu da bizim eğlencemiz işte. Evcilik oynar gibi.
Zaten hastayken kilo alan tek insan olarak tarihe geçicem.
Moralim düzelsin diye adam dayadı muzlu rulo, dayadı börek çörek.
Ben diyorum sebze çorbası, o diyor boşver.

Eve geldik. Ben düzeldim. Şövalye hastalandı.
Bu hafta evde nöbetleşe işe gidemeyip nöbet tuttuk.
Yalnız Şövalye hastayken çok isyankar çıktı. Su içmiyor, terleyince üzerini değiştirmiyor.
Ateşi de çok çıktı. Damarını delecekler diye korkusundan doktora da gitmedi.
Siberkondriyakım ya, internetten baktım. Ateş düşürmek için soğuk kompres yapmak işe yararmış. Kafasına, ensesine buzlu torbalar tuttum.
Bağırdı, çağırdı. Her seferinde annesini aramakla tehdit ettim. Sustu.

Çarşamba, Şubat 06, 2008

Venedik Civarındaki Adalar

Venedik’te lokal tatlar bulmak adına civardaki adalara gidelim dedik. Balıkçılar yaşarmış oralarda. Ne güzel de ben istemedim tur mur almak. Turlar uyuz eder beni. Şövalye istedi.

Murano-Burano ve Torcello mi ne üçlü ada turu. Bir grup İspanyolla bir tekneye bindik. İlk durak el yapımı cam eşyalarıyla ünlü Murano adasıydı.


Biz adanın normal limanına değil de hangar gibi bir yerin iskelesine yanaştık. Hoop, hangardayız. Bir cam atölyesi burası. İçerde camdan atlar, kuşlar yapan bir amcayı seyrettik üç dakika kadar. Sonra bizi üst kata aldılar. Kocaman bir mağazayı zorla dolaştırdılar. Tuvalete kaçtım. Kapısında söylendim durdum. Bir kumpastı bu tur. Paramızla zorla camdan zımbırtılar almaya getirilmiştik tur kisvesi altında. Tabii ki suçlu Şövalye’ydi.

Torcello’da in cin top oynuyordu. Adadaki bütün evler satılıktı. Vaktiyle Hemingway’in kaldığı bir otel-ev de kapalıydı. Bir saatimiz vardı fakat 15. dakikada iskeleye geri dönmüştük bile. Şövalye her yerde olduğu gibi burada da ev alma fikrine kapıldı. O iskeleye asılmış ev ilanlarına bakarken ben 45 dakika boyunca dergi okudum bari. Allahım, ne sıkıcı. Hep Şövalye’nin yüzünden.

Burano’yu çok sevdik. Tam bir balıkçı ada köyüydü. Düğün, cenaze ve doğum ilanlarını astıkları bir meydan vardı. Öyle aman aman ilan yoktu. Bir avuç yerdeki bir avuç insandan ne kadar çıkarsa o kadar. Sokaklarında çocuklar top oynuyordu. Tonton teyzelerin bigudiden çıkma kahverengi kıvrık kısa saçları pencere önünde sallanan koltuklarında bir görünüp bir kayboluyordu.

Hadi iyisin dedim Şövalye'ye, neyse ki burası geldiğimize değdi de yırttın bu geceki çenemden.



Salı, Şubat 05, 2008

Venedik-Roma Treni

Venedik-Roma treninde bizim yerimizi yanında iki kızıyla seyahat eden İtalyan bir teyzeye de satmışlar. Teyze arıza çıkardı. Şövalye’ye anlamadığı halde nasıl bıdır da bıdır konuştu. Allaam, şu kadın sussun yeter ki diye kaçtık gittik. Kondüktörün bize gösterdiği düdük yere oturduk.

Türkiye’de ne arızaysa 'elalemde de arıza, hııı hadi bakiym', yapıp kötü hali o kadar kötü değilmiş gibi gösteren bir zihniyet vardır ya. 301’e benzer yasalar mesela, Almanya’da Portekiz’de, Danimarka’da falan da varmış diye bas bas ispatlıyordu kanalın biri geçen gün. 'Onlar kendini köprüden atsa, sen de mi atıcan?' da denebilir bunlara. Tabii onlar için bu sadece 'bir yasa var uzakta’dan ibaret. Sormak lazım en son kim ne zaman yargılanmış bundan diye. Yasaymış. Yemişim yasasını. Kendini asla iyi ifade edemeyen bir millet, hele de yazılı olarak asla ve kat’a ifade edemeyen bir millet, neden yazılı dursun ister kuralları ben anlamadım. Hepsine de çok güzel uyuluyormuş gibi. Yasa da kesmez, anayasaya da yazmak gerekir. Anayasaya bakıp giyinicez ya artık. Belki dişlerimi nasıl fırçalamam gerektiğini, tırnaklarımı ne renge boyamam gerektiğini de söyler belki bana anayasa. Başucu kitabı yaparım. Hayatı kullanma kılavuzu.

Bilet satışı hatasından çıktık işte geldik yine aynı muhabbete dadandık. İtalyanlar da şaptilikte bizden geri kalmadıkları halde nasıl oluyor da onlar müreffeh biz değil geyiğine. En azından adamlar tarihi binalarını yıkıp yerlerine çirkin binalar dikmemişler. 500 yıllık apartmanlarda oturmaktan gocunmamışlar. Şimdi yan gelseler turizmden istiflerler parayı. Ocak’ın ortasında dahi dağ taş turist kaynıyordu ortamda. Belki de tembellikten yapmadılar, kim bilir? Keşke biz de tembel olsaydık.

Türkiye’de görev yapan bir batılı yönetici ortamdaki enerjiden bahsediyordu geçende. Hani Batı’da asla olmayan cinsten bir enerji. Ben de aynen farkındayım bu enerjinin fakat maalesef çoğu izolasyonsuzluktan havaya karışıyor bu ‘enerji’nin. Uzay boşluğuna. Herkes bir uğraş didiş içinde koçlar keserken sofralara ancak hiçler kalıyor. Enerji kaybı. Kaybı bile değil, zararı hatta. Bazen büyük uğraşlarla bindiğimiz dalı da kestiğimiz oluyor. Allah boy vermiş; gerisini koyvermiş gibi. Bir neyi niye yaptığını bilmemedir, nelere sebep olacağını öngörememedir gidiyor. Deli olucam. Balayında mıyım, stres mülakatında mı belli değil.

Üç dükkanın ikisinin ayakkabıcı, birinin dondurmacı olduğu Roma bünyeye biraz olsun iyi geldi bari. Layt layt takıldım. Oh be.

Pazartesi, Şubat 04, 2008

Venedik'te Balayı

Oda hamam gibi oluyor diye pencere kındırık uyuyorduk bu Venedik otelinde. Taş köprü merdivenlerinden bir indirilip bir çıkarılan tekerlekli el arabalarının tak tak tak sesleriyle uyanıyorduk her gün. Şehirde yaşam tam bir işkence. Burda oturuyorsav evine masa alsan sorun. Bir kasa meyve alsan sorun. Eline, beline, tabanına kuvvet. Bisiklet bile kullanılamıyor.

Bir güzel koku geliyor burnuma. Şövalye’ye sokuluyorum. Koku çoğalıyor sanki. Bu adam kek gibi, kurabiye gibi kokardı da börek gibi koktuğunu hiç bilmezdim. Uyku sersemi miyim? Aç mıyım? N’oluyor? derken o da bana döndü, ‘Bu güzel koku da ne?’, diyerekten, soraraktan.

Ayıldık baktık dışarı. Çapraz altımızda bir pizzacı var. Fırınını yakmış, kokusunu da sokağa salmış. Sabah sabah canımız çekti, çok fena. Gidip yiyemiyoruz da.. Bu dibi yanık, ince çıtır ekmekli pizzaların malzemeleri üzerlerinden düşüyor. Tadı da ehhh. Ben İtalyan yemeklerini İtalya dışında seviyorum, diyim. Amerikanize edilmiş Çin yemeklerini özgün Çin yemeklerinden daha çok sevdiğim gibi. Hatta özgünü mümkünse yemiyim. Pizza dediğinin, mesela, bence hamuru yumuşak olur, kalın olur ve bol domates soslu olur. Öyle ki malzemeler hamura gömülü olur. Dilimi eline aldığında kayıp gitmez.

Hava soğuktu. Dolaş dolaş kara sulu bacaklarla daha da soğuk oluyordu. İkide bir bir kafeye gidesim geliyor. Şöyle yayılayım, ısınayım, bir dergi falan karıştırayım. Sen Starbucks istiyorsun, diyor Şövalye. İlla Starbucks olması gerekmiyor, canım. Bir koltuk veya rahat bir sandalye. Bir de kahve. Yok. İtalya’da Starbucks yok. Muadili yayılmalık lokal kafeler de yok. Varsa yoksa ayakçı birahaneleri gibi ayakta iki tek espresso attıkları düdük dükkanlar. Hayır, ayakta duracaksam kahve içmem zaten. Kahve içmek bahane. Dinlenmek şahane bana. Dinlenemedim. O oldu. Ağla ağla dolandım bu açık hava müzesi şehirde.

Dolayısıyla Venedik’e bayıldım, diyemem. Enteresan bir yer, evet, ama ben müze sevmediğim için her yeri müze gibi olan bu şehri de sevmedim. En düşük sezonda gittiğimiz için belki de ortalığın sessizliği de bu müze hissine katkıda bulunmuştur ama cıvıltılı olsaydı da sevmezdim muhtemelen. Zira turistten, turizmden başka hiç kimsenin, hiçbir şeyin olmadığı yerleri sevmiyorum. Öyle lokal insanlarla kaynaşayım, otantik yerler göreyim derdim yoktur. Kaynaşmak becerebildiğim bir şey değil zaten. Onu Düella yapar. Gözlemlemektir benim derdim. Etrafı seyretmektir. Gerçekten orada yaşayanların ne hızda yürüdüklerini, hangi caddede buluştuklarını, neler giydiklerini, süpermarketlerini, o sene hangi model ayakkabının moda olduğunu, trafik polislerinin tipini, duruşunu, okul çocuklarının üniformalarını merak ederim mesela. Aradığım antrolopojik tatları bulamadığım gibi Şövalye de beni sanat ve tarih düşmanı ilan etti durdu.


Neyse ki Roma gerçek yaşantısıyla daha başarılıydı.