Cuma, Mart 28, 2008

Algıda Değişiklik

Amerika tuhaf bir yer. Yani bana o zamanlar normal gelen herşey şimdi geriye doğru düşündüğümde müthiş tuhaf gelmekte. Mesela, Şükran Günü’nde, Noel’de falan herkes ailesinin yanına gider. Birçoğunun ailesi başka şehirlerde, eyaletlerde olduğundan mahalle sakinleriniz gençse ortalık ıssızlaşır, yaşlıysa yine ıssızlaşır zira zaten herkes hayalet gibi sessiz takılır.

Hiç anladığım şey değildir ama, Amerikalıların ya çıtı çıkmaz ya da evlerinin izolasyonu mükemmeldir. İki pinponun evinde dört yetişkin evladı, bunların dört yetişkin eşleriyle, ikişer üçer veletlerinin misafir bulunmasına rağmen bu kadar ortalığın sütlimanlığı izolasyon olasılığını güçlendiriyor. Ama onu da aklıma sığdıramıyorum zira o kartondan Milliyet evleri misali kontrplak kutularda değil gürültünün, soluğunun bile komşunda duyulması lazımdır sanki. Oysa Istanbul’da gözümle görsem, belki, ama sesini duysam şıp diye tanıyacağım alt kat komşumun bütün dramasını yazabilirim size. Hatta kapısını çalıp o hayırsız oğluyla baş etme taktikleri bile veresi var bu karışkan ruhumun.

Amerikalıların göl manzaralı kocaman balkonları olabilir ama asla balkona çıkmazlar. Türkler sever ya suya bakmayı, bir dönem balkonuma bir kanepe, iki sandalye atmış, bir de küçük portatif televizyon çıkartmış, kendime güzel bir yaşam alanı yaratmıştım. Üstüne bir de telefonda hahahahihihi konuşaraktan bütün siteye Türklerin şamatasını ispat da etmiştim. Binlerce daireli sitede bir ben olurdum balkonda. Ortalık o kadar sessiz olurdu ki sesim yankılanırdı, nereye çarpıp dönüyorsa artık. O yankıdan zaman zaman utanır, içeri kaçardım. Oysa Türkiye'de bana ‘sessiz sakin’ diyebiliyorlar mesela. Herkes cayır cayır, kavga kıyamet ‘iş’ yaparken benim her ses yükselmesinde ayarım kaçıyor. Sesin bana yükselmesi gerekmiyor. Hatta arıza da olması gerekmiyor. Biri telefonda zırta fatura yollama işini, uçak bileti alma işini, ‘hadi yemeğe gidelim’ mızığını biraz yüksek sesli yapsa içim çöküyor. Bunca işin bu kadar velveleli yapılmasına takılıyorum aslen. Hepi topu kargo paketini takip ediyorsun. Bağırmadan. Ne olur. Hatta bu yüzden, yani bağırmadığınız için bu önemsiz şeylere, biraz pısırık algınız da olabiliyor. Ya da paspas. Oysa ben çok önemsediğim şeylere panter kesilirim ki. İş olsun aşk olsun. Burada sesin kadar algın var. Ne kadar yüksekse o kadar yüce. Kargo paketi olsun trilyon dolarlık proje olsun aynı cazdan yapmanız gerek fakat. Bir öncelik ve önem sırası mevzu bahis değildir.

Yine de sanmayın ki ölüyorum mutsuzluktan. Öyle bir şey yok. Hala öğreniyorum fakat. Hala hayret ediyorum çok şeye. Demek istediğim, taş yerinde ağırdır. Buranın sıfatlarıyla oranınkilerin, buranın şartlarıyla oranınkilerin alakası yoktur.

Hem muhabbet ve yemek %80'i ya hayatın. O 80'lik kısım gerçekten efsane burada. Bu akşam mesela, Düella'nın yeni yaşını bir karaoke barda kutlayacağız bin kişi. O hep şarkıcı olmak isterdi. Onu en son düğünümde dinlemiştim çok kısa. Uzun uzun dinlemeyeli ise oldu bir 10 yıl. O zamanlar güney kampüste sahne alırdı geceleri. Körler saz heyetiyle. Nostaljik yıldızımızın yıllara meydan okuyacağını tahmin ediyorum fakat ve bu geceyi iple çekiyorum şahsen.

Pazartesi, Mart 24, 2008

Arabayla Ne Kadar Sürer?

Kum rengi bu dev Pontiac’ın en sevdiğim özelliği -koldan vitesli olması sebebiyle olsa gerek- şoförle yolcu arasında vites kutusu ve el freni bölmesinin olmayışına istinaden resmen uzun bir kanepeyi andıran ön koltuklarıydı. İnsan erken yıllarında feci cahil, cehaletinden çıkışlı şuursuz cesaret sahibi de oluyor. 23 yaşındaydık. Gezip görme iştahımız doruktaydı. Laurence’ın acıklı sesler çıkaran arabasıyla uzun mesafe yola da çıkmıştık işte. Arabanın bozulacağı her halinden belliydi. Bozuldu da. O kadar demişlerdi buna Amerikan arabası alma. Üç bin doların altındaki arabalar genelde yüzünden pahalıya gelir diye. Ne gam. Ucuza büyük araba aşkı minnak Fransız kankamı baştan çıkarmıştı. Yol kenarında kalakalmıştık. Kaputu açtık ama bir şeyden anladığımız yok. Baktık şöyle bir.

Georgia’nın kuzey sınırlarında, South Carolina’ya ramak kalmış bir yerdeydik. Kareli gömlekli, kot pantolonlu, kasketli, kamyonetli bir amca durdu yardıma. Şarkılı güney aksanını anlaması pek zordu ama zaten ileteşecek bir durumumuz da yoktu. 'Arabamız bozuldu’dan başka bir bilgi veremiyorduk. O bir şeyler anlattı. Anlamadık ama kafa salladık. Alet çantasını çıkarıp bir iki tangır tungur yaptı. En azından en yakın tamirciye kadar bizi götürecek yamalar yaptı.

En son döndü, Laurence’a, "Where are you from?” dedi.
"France,” dedi Laurence. “I’m from France”.
“Yeah?” dedi amca. “How long is the drive from here?”


---

*Dördü Bir Yerde'nin son analizinden sonra (http://bankis.blogspot.com/2008/03/end-is-beginning-is-end.html) Amerikan halkının vaktiyle bana yaşattığı dumur ve akabindeki ayma sürecimi buralarda saçmaya karar verdim. Birkaç gün devam ederim.

Cuma, Mart 21, 2008

Memleket Meseleleri

Geçenlerde bir arkadaşın arabasındaydık. O kullanıyor, ben oturuyordum. Trafik de sıkışık. Sırf saatte 0,0001 km daha hızlı akıyor diye hödükçe bizim şeride dalan bir arabaya küfretti. Memleket hıyardan geçilmiyor, dedi. Evet, evet, dedim. Doğru. Geçilmiyor. Sonra arkadaş tuttu emniyet şeridinden saldı kendini. Aman canım, n’olcakmış, diye. Bunu neden anlatıyorum? Bu memlekette haksızlık bize yapılınca herkesi hıyar ilan edip, haksızlığı biz yapınca 'aman canım'lıyoruz diye. Herkes kendine müslüman olduğu gibi herkes kendine de demokrat. Şu son gündem bunu iyice teyit etmekte lakin ben de kime kızacağımı şaşırmış durumdayım.

Büyük partimizin kapatılma davasına kızıyorum çünkü büyük ya da küçük, ne fark eder, herhangi bir partinin kapatılmasına kızıyorum. Büyük partinin bunu demokrasi ayıbı ilan etmesine kızıyorum çünkü aynı partinin küçük partiler kapatılsın istenirkenki kayıtsızlığına da kızıyorum. Büyük partinin tuhaf kanunlara yapışıp olmadık sebeplerle iyi kötü, doğru yanlış, marjinal radikal, ne fark eder, onu bunu dava etmesine, dava edilmesine sebebiyet vermesine, aykırı ilan ettirmesine kızıyorum. Bir yandan aynı kanunların dönüp bu sefer onları tırmalamasındaki tuhaf çelişkiye de kızıyorum. ‘Hukukun üstünlüğü’ ne demek ben bilmiyorum. Burada herkesin hukuku kendine üstün. Kendine yarayan hukuk en üstün olduğu gibi kendine dokunmayan hukuk da bin yaşasın gibi bir şey var. Hem çok yaşa, hem adam sen de, boşver.

Laboratuar demokrat faresi olaraktan ben herkese kızıyorum. Ukala dümbeleği olaraktan da diyorum ki çekilin şaptiler, ben yazayım şunları yeniden. İsteyen türban taksın, isteyen yemeni, isteyen toka, isteyen peruk. İsteyen muhafazakar İslam’ı yaşasın istemeyenin dini imanı olmasın. Herkes ne istiyorsa onu yaşasın, yaşadığı her neyse ekmeğini, itibarını, makamını etkilemesin. Yeter ki öldürmesin, dolandırmasın, kandırmasın, çalmasın çırpmasın, doğayı, çevreyi, asayişi bozmasın. Özü bu yani. Gerisi magazinden başka bir şey değil. Bu kadar mı zor yani, allaam? Deli olucam. En aklı başında, en okumuşu bile işin özünden uzak, ha bire son halinin bir kertesinden alıyor değerlendirmeye. Normalde bunu ben yaparım. Kel alaka bir ucundan tut ve sündür harekatını yani. Laf salatasına sebebiyet veriyor da yazacak bir şeyler çıkıyor diye. Millet benden yetenekli bu konuda. Sakızı bol. Sündür sündür çiğne. Yutmadan ağzını oyala.

Memleketin bir yemeği güzel bir de muhabbeti. Başka da bir şeyi işe yaramaz. Ben söyliyim. Unutanlara not ba’bında.

Çarşamba, Mart 19, 2008

Blog Kardeşliği

Dün akşam bir ilki gerçekleştirip bizi bizden başka birilerinin de ka’ale aldığının ispatı http://bankis.blogspot.com/ 'dan Melontheroad'la tanıştık. Kavun Kız’ı al, liseye koy, olur yani. O derece çıtır duruyor bizim Çıtır’dan bile büyük olmasına rağmen. Birbirimize fiziksel olarak hiç benzemiyoruz. O sarışın ve minik, ben esmer ve zebellayım ama hatunla toprak çıktık. Daha bir ısındık. Kütüklerimiz aynı ilçede. Üç beş nesil öncemiz beraber at koşturuyordu Çukurova’da muhtemelen.

Herbert ve Horatio’yla ilgili de müthiş dedikodular yaptık. Ne Herbert’in mavi boncukçuluğu kaldı ne Horatio’nun şoparlığı. Farkında olmadan onlara koyduğum taşların güzelliğinden gözlerim doldu hatta. Girl Power’ın temelleri çoktan atılmış canım. Düella evinde parti verecek yakında. Hepsini davet edip bir röntgenlerini alacağız bakalım. Kavun Kız’ı bu şapşilerle bir başına bırakmaya niyetimiz taze bitti. Düellonun başına gelenler ve diğer blog olay örgülerine dair açıklamaları yaptık, soru işaretlerini temizledik. Başımıza gelenler, blogda bahsi geçen vakalar gerçek efendim. Evet, biz birbirimizle kavga da ediyoruz. Herkes ateş parçası, arada yumruklar kavuşuyor, n'apalım. Yazdığım herşey doğru fakat magazincilerin paragraftan cümle çekip yayınlamasına benzer bir durum olabilir. Genelde olayda takıldığım şey olayın bütünü olmuyor zaten. Bir yerinden yakala ve oradan sündür mantığında ilerlediğim için ve bunu tüm etrafıma da yaptığım için geçmişim arızalarla dolu.

Yalnız kim nerde çalışıyor, nereden mezun, ne iş yapıyor gibi detayları tanışmadan biliyorduk. Blogu yakından takip edip arada geri sarıp okuyunca kimi şeyleri, herşey birbirine bağlanıyor. Bu anlamda tehlikeli bulundu bu blog işleri de kim buna bizden başka bu kadar mesai harcar bilemedim. Hepimiz psikopatız, hepimiz hafiyeyiz valla.

Cuma, Mart 14, 2008

Alışveriş Alerjisi

Alışverişe çıkmaktan, en beteri de bir alışveriş merkezine gitmekten nefret ediyorum. Ayaklarım o kadar geri geri gidiyor ki bir şey almayı becerebilsem de hayrı olmuyor. Bir pantolon almıştım mesela Akmerkez’den. Baktım her daim yüksek topuk giymiyorum, ‘paçası kısalsa iyi olur’a geldi. Bir ay kadar evde bir torbanın içinde, paçasının yapılması için götürülmeyi bekledi. Sonra Şövalye’ye dedim sen bunu götürüp kısalttırsana. O da saçma buldu mağazaya gidip ‘karımın pantolonunu ucundan acıcık kısaltır mısınız?’ demeyi . Haklı çocuk.

Gel zaman git zaman o torbanın ortalıkta sürünmesine sinir oldum. Bir gün torbadan çıkarıp giydim. Şövalye’den de paça boyunu iğnelemesini istedim. Ölçsün de götürsün bari diye. Evde iğne ne gezer? Kaldığım otellerden yürüttüğüm iğne iplik kitlerini tıktığım zulalardan çıkarıp Şövalye’nin eline tutuşturdum. İğnelerin incelik ve kısalıklarıyla Şövalye’nin beceriksizliği birleşince ölçü almada muvaffak olamadık. Şövalye bu halimizi de saçmalık olarak nitelendirip ısrarla artık iki dakika karşıya geçip şu pantolonu mağazada ölçtürüp biçtirmemi dikte etti . Yine haklı çocuk. Birkaç gün içinde ancak kıvama geldim. Ha gayret götürdüm, giydim, ölçtürdüm. Geri alamadım bu sefer de, iyi mi? Aradan iki hafta daha geçti. Zaman aşımından pantolona el koysalar yeridir hani. 1,5 aydır aynı pantolonla uğraşıyorum. Fiziksel bir uğraşmadan bahsedemeyiz, doğru ama ruhumun bir yanı buna düzenli olarak mesai harcayıp yoruluyor.

Akmerkez bize taş atımı mesafede. Hatta binamızdaki satılık dairenin ilanında ‘Akmerkez manzaralı’ olduğu yazıyordu. Sırf bu yüzden iki katı kira ödüyoruz ama akşamları balkonumuzda ışıklarını seyre çıkıp rakı sefası yapıyoruz. Töbe töbee. Normal kadınların alışverişinden öte yaşamlarının da merkezi olan bu bina benim için evime yaklaştığımı gösteren bir nirengi noktasından ibaret. ('Landmark' demek istemiştim ama araya ha bire İngilizce kelimeler sıkıştırıp ukala durmayayım diye sözlüğe baktım, 'nirengi noktası' dedi. ‘Nirengi’ kelimesini ömrümde ilk kez duyuyorum, öyle diyim). Anormal bir kadın olduğumdan değil. Amerika’da ömrüm alışverişte geçti. Can sıkıntısındandı belki. Başka eğlence yoktu. Kafa rahattı. Ne biliym? Burada alışveriş merkezi alerjisi gibi bir şey oluştu bende. Biraz da ondan bu internetten alışverişleme gazı. Girdiğim mağazadaki ürünleri çoğunlukla pahalı buluyorum. Türkiye’deki fiyatlara hala alışamadım. (Kendini alıştırmazsan alışamazsın işte) Satıcıların ‘buyrun ne bakmıştınız?’ diye dibimde dolanmalarından da hoşlanmıyorum. İndirim günlerindeki izdiham da beni göçertiyor. Kesin dönüş zamanı 20 adet kot pantolon istifleyerek gelmişim mesela. Sadece 2’sini giyip dursam da kalan 18’inin varlığı da boğucu. İşte bütün bu bunaltılar yüzünden alışveriş merkezlerine gidesim gelmiyor. Duvarımızdaki deliğin ruhuma verdiği hasara benzer bir sıkıntı içimde büyüyor da büyüyor.

Yeri gelmişken, duvar konusunda da şöyle bir gelişme oldu: Baktım Şövalye kapatmıyor deliği, ben de kağıt yapıştırdım üstüne selobantla. Daha kitsch bir görüntü olamasın da rahatsız olsun diye abi. Olmadı ama. Olamadı. Adam yine de tınmadı. Bütün o atmosfer odaklı çiçekler, böcekler, güzellikler arayışı da ev kapsamı dışında çıktı adamın. Hafiye’nin şansına.

Çarşamba, Mart 12, 2008

Gittigidiyor'un Ürün İadesi

18 Şubat 'ta Gittigidiyor.com'dan meric2006 isimli satıcıdan bir elbise satın aldım. Ürünün sayfasında iade kabul etmediğini belirten bir ifade yoktu. Sıkı bir Gittigidiyor.com müşterisiydim ve o ana dek iade etmek isteyeceğim bir durum olmadığı halde ne olur ne olmaz diyerek iade almayan satıcıdan asla ürün almıyordum.

Ürün elime geçtiğinde elbisenin bedeninin yanlış ifadelendiğini ve yaka modelinin resimdekinin aynı olmadığını farkettim. Markalı bir ürün olduğu için sahte olabileceğinden şüphelendiğim halde gerçekten de yaka kısmının da tuhaf ve resimdekiyle alakasız durmasından dolayı 24 saat geçmeden ürünü satıcının adresine kargoyla geri yolladım. Sahte marka durumundan çok da emin olmadığım için kimseyi rencide etmek istemediğimden hileli ürün olarak raporlamadım ve bedeni yanlış diyerekten onay da vermedim. Durumu Gittigidiyor.com'a da bildirdim.

Ben de okuyucularımı tanıyorsam ‘internetten elbise mi alınır’ diye bıdıbıdılayacağını biliyorum. Markasını ve kesimini bildiğim bir elbiseyi alırım. Daha önce defalarca yaptım ve hep de memnum kaldım çünkü. Çok spesifik elbise modelleri oluyor bana çünkü. Elbisenin sadece bedeni tutmasa –ki çok da tuttuğunu söyleyemeyeceğim- yine iade etmez, birine hediye ederdim ki vardı iş arkadaşlarımdan talibi zaten. İş ki elbisenin yakası olsaydı. Fotoğrafta usturuplu bir şeydi, gerçeğini Paris Hilton bile giyemez, öyle diyim size. Elbisenin yakası alenen yoktu çünkü. İçine tişört giyilebilir türden de değil üstelik. Kokoş bir elbiseden bahsediyoruz.

Satıcı iade isteğime önce mırın kırın etti. Kargoladığınız adres doğru değil dedi, fakat kargo size geri dönerse bana geri yollayın tekrar, dedi. Sonra kargo gelince haber vereceğim demesine rağmen iade aldığını kendisi onaylamadı. Yerine Gittigidiyor.com'un Destek Hattı elbisede ter lekeleri olduğunu, elbisenin kullanıldığını ve bu yüzden satıcının iade almak istemidiğini söyledi. Ben de bu sefer asıl hikayeyi anlattım. Elbisenin sadece üç dakika denenmek amaçlı giyildiğini ve zaten üzerime olmayan bu ürünü giymiş olamayacağımı, ürünün aslında fotoğrafındaki ve açıklandığı gibi de olmadığını söyledim. Bu sefer de Destek Hattı yetkilisince tutarsızlıkla suçlandım.

Birincisi, satıcı iade almadığını söyleseydi zaten bu ürünü almazdım. İkincisi, ürün %100 açıklandığı gibi olmamasına rağmen hile bildirecek kadar agresif olmadığımdan tutarsızlıkla suçlandım. Üçüncüsü, satıcının ifadesinin benim ifademden daha yeğ tutulmasındaki sebebi anlamıyorum ve Destek Hattı elemanının benle bu tarzda konuşmasını hiç profesyonel bulmuyorum. Destek Hattı satıcıyla anlaşmazsam bu işin çözülmeyeceğini ifade etti fakat satıcının anlaşmaya niyeti olmadığında bu işin nasıl çözüleceğine dair bir süreçleri de yoktu. Param bloke olarak onlarda kalıyordu ve hatta da bu yüzden bu işten en karlı onlar çıkıyordu.

Hadi dedim satıcıyla uzun uzadıya konuşayım, dertleşeyim. Türkler böyle anlaşıyor madem. Bunu yapar yapmaz yumuşadığım falan mı sanıldı nedir, kabalığın, çamurun bini bir para oldu. Alenen yakası olmayan bir elbiseyle memeler dışarda alem yapmışlığıma geldi olay. Elbisede buram buram ter kokusu varmışmış da, nasıl satarmış da bu ürünü bir daha. Biraz ağlak, biraz öfke. Bu yani. Konuşa konuşa geldiğimiz yol bu.

Satıcıya paramı istemediğimi fakat satıştaki başka bir ürününü alabileceğimi önermiştim. İki hafta daha zaman geçmesine rağmen ne üründen ne satıcıdan ne gittigidiyor'dan, kimseden haber çıkmadı. Tekrar Destek Hattı'na sordum. Probleme çözüm önerisi olarak ürünün satıcıya iadesinin ancak ürünün yarısının parasının benden kesilerek mümkün olacağını söylediler.

Ürünün fiyatı 129 YTL idi. Elbiseyi kullanarak(!) iade ettiğim için cezam da yaklaşık 65 YTL. Alırken ve iade ederken olmak üzere iki kez de 15 YTL'lik kargo ücreti ödedim. Neticede iade kabul alan bir satıcıdan aldığım ve 24 saat içinde de iadesini gerçekleştirdiğim, üstelik de sahte olması kuvvetle muhtemel bu ürünü satıcıya iade edip 80 YTL de ceza ödeyeceğim bir senaryo dayatıldı. Neden gittikçe daha çok mağdur edildiğimi gerçekten anlamadım. Kamera şakası gibi geliyor bana.

Yurtdışındayken senelerce Ebay'in de sıkı müşterisiydim. Ebay ismine güvenerek burada da devam ettiğim bu web alışverişinin burada bu ciddiyetsizlikle konumlandırılmasına gıcık oldum. Türkiye'de internet alışverişinin neden geride kaldığını artık daha iyi anlıyorum. Bir daha asla Gittigidiyor.com'dan alışveriş yapmayacağım gibi kimseye yapmasını da tavsiye etmem. Gittigidiyor'dan geçen yıl 1.000 YTL üzerinde alışveriş yaptım. İnternetten alışverişi çok da pratik bulurum üstelik, fakat bütün bu olan bitenden sonra bir daha internetten ürün almaya çok çekiniyorum açıkçası. İlk kez bir ürünü iade etmek istedim. Başıma bu geldi. İyi oldu, belki de ders almam gerekiyordu. Gelen malı kabul ettiğiniz sürece internetten alışverişin bir sakıncası yok sanırım. Biraz da ne çıkarsa bahtınıza. Gelen şey sunulan şey olmasa da almak zorunda olmanız kandırmaca değildir de nedir?

Herşey bir yana, Gittigidiyor’un platformdan başka bir şey sağlamadan, yani birtakım kurallar, korumalar, yönetim ilkeleri, proses, adı her neyse o ‘sistem’ dediğimiz şeyden olmadan bu kadar başarılı olmasını anlamıyorum. Yani 'artık' anlıyorum. Yeni teknoloji ortamlarında da başarılı olmanın eski usullerden farklı olmadığını, yani düzene müzene dayanmadığını, herşeyin göle maya çalarak ama o mayanın da alternatifsizlik ya da en iyi ihtimalle tüketicinin bilinçsizliği yüzünden bir şekilde tuttuğunu ve bu yoğurtların benim gibi saf salaklardan başka kimseyi ekşitmediğini artık öğrendim. Bütün naifliğimle web sitelerinin sağ üstündeki ‘ebay’ ibaresini görünce kendimi Amerika’da sandım galiba.

Bu vesileyle Şövalye olsun Düella olsun girişimciliğe girişen herkese sesleniyorum: Bırakın plan mlan yapmayı. Duymak istemiyorum. Bu memlekette müşteriyi dövsen gene de para kazanıyorsun. Hiç kasmaya gerek yok. Salın gitsin ya.

Just Do It yani. Do whatever.

Salı, Mart 04, 2008

Çok Muhabbet Tez Ayrılık

Aslında bir daha Düella’dan bahsetmeyip intikamımı ondan bu şekilde almayı planlıyordum ama okuyucularıma neden böyle davrandığımı da açıklamam gerekmekte. Şimdi efendim, olaylar şöyle gelişti:

Cuma akşamı iş çıkışı Düella bize geldi. Aslında bizde buluşup dışarı yemeğe gidecektik ama gelmesiyle dışarı çıkmaktan vazgeçmesi bir oldu. Yemeksepeti’nden pizza söyledik eve artık. Çok vır vır ettim diye Victoria’s Secret pijamalarımdan uzak duruyor artık. Şövalye’nin eşofmanını giydi, koltuğu yatağa çevirdi ve salona kuruldu. Bu kurulum 24 saat aralıksız sürdü. Tuvalete bile oldukça cimri davranarak gitmek dışında bir kıpırtı göstermedi. O koltukta konuştu, muhabbet etti, Lost seyretti, Lost’un Bermuda Şeytan Üçgeni gibi bir sırrı olabileceğini düşünüp üçgeni internette araştırdı, blog yazdı. Çaylar, kahveler, salepler, tostlar yedi. Adeta orada yaşadı.

Şövalye maaşlı işinden istifa etti ve arkadaşlarıyla yeni bir iş girişimine girişti. Bunu yapacağını biliyordum elbet. Düğün sonrasına ayarladı ki annemler beni işsiz adama vermekten imtina etmesin diye. Bu durumun ağır bir hali kaldı üstümüzde. Daha doğrusu benim üstümde. Neden? Çünkü planlar değişti. Ev almamız ertelendi. Çünkü evin geliri belli değil oldu. İyi tarafından bakarsam bana da fırsat çıkmış oldu, evi ben geçindiriyorum havalarına girip günlük işleri ona yıkıyorum. Eve gelince de ‘ay bi yarım saat konuşmayalım, beni kendi halime bırak, biraz kafa dinlemek istiyorum’ falan diyebiliyorum. Fena diil yani. Sevdim bu aile babasının ev hanımı karısını ittirip kaktırma halini. Hoş, bizimki rahatsız olmaya başladı sanırsam. Corporate işi olmaması para kazanmadığını göstermiyormuş. Bana her harcamamızı EFT’lemeye başladı. Dedim yapma. Ben söylenebilme hakkını tercih ediyorum. Para mara istemiyorum. Parasıynan söylenmek istiyorum.

Gece bir ara ben lafcambazı oynamaya dalmıştım, ev halkından izole olmuştum. Düellocu’nun sesi yavaş yavaş yükseldi; yükseldiği yerden de paldır küldür devam etti bir saat kadar. Şövalye’nin yeni işinden çağrışan bir memleket meselesini tartışıyorlardı. Düella da tüm amazonluğuyla neredeyse orada can verme uğruna Şövalye’ye laf anlatmaklardaydı. Şövalye laftan anlamaz ki. Hem adamı bağıttırır hem de ‘aa adam bağırıyor’ diye tuhafsar. Düella o kadar boğaz patlattı ama Şövalye’ye sorsak aklında sadece Düella’nın ses tonu kalmıştır. Kulağındaki titreşimler falan. Adamın içerikle alakası yok. Onun derdi atmosfer. Çiçekler olsun, tatlı diller, güzel kızlar ve adamlar, hamaklar, tatiller, çayır çimen kelebekler, tonton tatlı bebekler, mırıl mırıl sohbetler olsun. İşinin parası, pulu, kariyer olanaklarından ziyade ofisinin manzarası, dekorasyonu, iş arkadaşlarının tipi falan daha önemlidir onun için mesela. Tam terazi burcu insanı. Düella da çıkmış gelmiş, üzerinde kantin kokusu, kriz çözmekten düğüm olmuş amele haliyle Şövalye’ye halkını savunmakta. Umarım Şövalye’nin lakabındaki tezatın farkındasınızdır. Kendisi Şövalye’den ziyade bir prens. Yordu işte Düella’yı. 'Aman aman. Hadi seni öpüyor möpüyor, kalbini kazanıyor; ben başağrımla kalakalıyorum' diyerek gitmelere kalkıştı. Yalvar yakar ikna ettik. Oturdu.

Gerçekten gitme zamanı geldiğinde işte saçını başını düzeltmesini falan söyledim. Ben derim hep böyle şeyler. Höööytt, diye daldı. Bana manipülatif, dedi. Şövalye’yi de, kardeşimi de manipüle ediyormuşum. Ama kendini edemezmişim. Buna izin vermezmiş. Bir süre görüşmeyelim, dedi. Tamam dedim ben de. Uyuz uyuz ayrıldık. O evine gitti, biz de goralı yemeye giderken Düella'ya da hak verme tribine giren Şövalye’yi kıstırdım bu sefer. Ben ne yapıyorum sana, ha? Ben seni manipüle ediyor muyum? Bak doğruyu söyle bak söylemezsen daatırım burayı, falan diyordum ki çıktı geldi bizimki. Hiçbir şey söylemedi. Öyle oturdu yanımızda arkadaşıyla buluşuncaya kadar.

Bu kadar çok vakit geçirince aynı tıkışık ortamda ister istemez hırtlaşıyoruz işte. Yine durumdan karlı çıkan Şövalye oldu. Düella’dan soğumamı derinden temenni eden insan olaraktan bu işte İngilizvari bir parmağı olduğunu düşünmekteyim.