Cuma, Mayıs 30, 2008

Çocuk Disiplini Yöntemleri

Bugünlerde ebeveynler –en azından etrafımdakiler- neden çocuklarını dövmez oldular? Neden bundan çekinir oldular ki? Çocukken her azdığımda annem bir güzel pataklardı beni. Sonradan bu durum hakkında konuşup analiz manaliz de yapmazdık tabii ki. Time-out cezam da yoktu. Time-out’un ne olduğunu da ancak kolejde öğrendim. Kendisi bir ceza çeşidi olur. İzole bir yerde bir süre tek başına, aktivitesiz, stimulansız kalma halidir. Sınıfta azınca öğretmenin yolladığı ufak, loş, boş bir odada dikilirdik işte birkaç saat. Bana hiç de tomastı. Sadece üç time-out bir gün uzaklaştırmaya mı sebep olurdu, öyle yani sarı kart gibi bir şeydi. Kırmızı karta giden yol olması icabıyla huzur bozardı. O zamanlar Adana’nın kebap şişi, döner bıçağı, meydan dayağı meşrebine pek uzak kaldığından anlaşılması güç olmuş olabilir tabii bu Amerikan icadının.

Şimdilerde kimin bebesi varsa evlerinde bir time-out köşesi var. A, etrafı mı pislettin, sütünü mü fırlattın, ablaya mı vurdun, koş bakiym köşene. Çocuk gider. Birkaç dakika sonra, ‘geçti’ diye bağırır. O köşede o kadar çok bekleşilmiştir ki köşenin duvarı kirlenmiştir.

Çocuk büyüyünce köşe cezası odaya kapanma cezasına dönüşüyor. En güzeli. Oh, gelsin dvd’ler gitsin wii’ler, ohh msn chatler. Harika fikir valla. Eliniz değmişken bir de psikologa götürün onları. Götürün ki size ne kadar kötü anne-baba olduğunuzu söylemek yerine dikkat eksikliği ya da hiperaktivite bozukluğu teşhisi falan koysun.

Çocuk dediğine azdı mı biraz acı çektirmek lazım. Böyle yapmazsanız kendi pisliğini toplamasını söylediğinizde size 'hayır’ der çıkar işin içinden. Kaldı ki, bu o kadar da kötü bir şey değildir. Yetişkin hayatını bir küpte veya ışıksız bir ofiste patronlarını zengin etmek için bilgisayar ekranı karşısında rapor yetiştirmek ve sunum hazırlamakla geçireceği için onu geleceğine hazırlamış da olursunuz. Hadi diyelim küçük yaramazın hayatı sizin kontrolünüzde. Onu laboratuar ortamında, harikalar diyarında yetiştirdiniz. Dış dünyaya kontrolünüz yetmediğinden gerçek hayata karıştığında ayarı alacak, o zaman başınız iki misli ağrıyacak. Ama nedir, mesela Finlandiya’da yaşıyorsanız gerçek hayat da steril olduğundan bunu yapabilirsiniz. Yani sözüm gerçek sosyal demokrat ülkelerden dışarı. En kötüsü bizimki gibi müslüman mahallelerde gavur yöntemleridir. 0-10 yaş arası Beyaz Türk çocukları neslinin bu memlekette ilerde neler yapabileceklerini görmeyi heyecanla bekliyorum şahsen.

Bugünün çocukları kendilerini adam sanmaktadırlar. Siz de burada devreye girip gerçekten kuralları kimin koyduğunu onlara göstermelisiniz. Çocuğunu pataklamayı bilmeyen ebeveynler için birkaç tekniği paylaşmak istiyorum:

1- Osmanlı Tokadı: 'Ön uyarı’ manasına gelen bu tokat azıntı devam ederse sağlam köteğin geldiğinin habercisidir. Parmaklarla yanağa değil de elin ayasıyla şakak kemiklerine vurularak icra edilir. El ve kolun omuz hizasında açısız hareket etmesi şarttır. Sarsıntılı bir tokat olması yüzünden çok tesirlidir. Ancak sonu gelmeyecek olduğunu tahmin ettiğiniz ciddi arızalar için kullanınız.

2- Seri tokat: Mesela markettesiniz ve sizinki onu isterim, bunu isterim diye tutturdu. Önce küçük, sıradan bir tokat atın. Beş saniye kadar bekleyin ki ağlamaya başlasın. Ağlamaya başlayınca biraz daha şiddetli vurun. Ağlama devam ederse tokadın şiddeti artarak devam etmeli. Tokat-viyak-tokat-viyak-tokat...şeklinde. Burada amacımız ağladıkça daha çok dayak yediğini ve yiyeceğini çocuğa anlatmak.

3- Oklava: Annemin favorisi olan oklavalar hala çalışan anne mutfaklarında bulunur mu bilemedim. Bulunmuyorsa da bulundurun fakat en iyisi bile 3-4 seansta kırılır. Önden toplu almakta fayda var. Sırt ve bacak kötekleri için idealdir.

4- Terlik: Tüm zamanların favorisi. En ideali ağır plastikten yapılma olanlardır. Eskiden her yaz mutlaka alınan poliüretan tabanlı Esem terlikler bu iş için idealdir. 38 numara kırmızılarının mazisi bende derindir.

5- Çimdik: Tek elle, iki parmakla yapıldığından kalabalıkta çaktırmadan da yapılabilir. Etraftakiler çocuğunuza işkence ettiğinizi anlamaz. Pratiktir. Arabayı kullanırken dahi tek elinizle arka koltuğa uzanıp bacakları sıkıştırıp yolunuza devam edebilirsiniz.

6- Kafaya tokmak hareketi: Çocuğunuz öğrenme güçlüğü çekerse bu hareketi deneyin. Her okuyamadığı harfte veya anlamadığı cümlede kafası kapıymış da siz de kapıyı çalıyormuş gibi yapabilirsiniz.

7- Baston: Eğer düşünüp taşınıp ancak bin yaşına geldiğinizde çocuk sahibi olursanız bastonunuzu da disiplin aracı olarak kullanabilirsiniz. Çocuk koşarken bastonla çelme takabilir, kalkmaya çalışırken arbedede üç beş kez ittirebilirsiniz de.

Çarşamba, Mayıs 28, 2008

Cennetten Çıkma

Geçen gün Yeşilköy sahilde oturduk Yonc ve Elyan’la. Yemek yedik. İşte işten güçten bahsettik. Kimin işyerinin olayları en şaka gibi diye yarıştırdık. 30 küsürlerinde ancak evlenebilmiş biyolojik saati de ilerlemiş taze evli kadınlar olaraktan çocuk konusunu da konuştuk haliyle. Hep konuşuyoruz bunu zaten. Konuşmakla kalıyor. Kimi bu düttürü dünyaya çocuk getirmek istemez, kimi çocuğa bakacak sabır ve enerjiyi bulamaz, kimi pahalı bulur. Hepsine de verecek cevabım var. Belki doğuracağın çocuk kansere çare bulacak, yok işte işe güce daha çok enerji harcıyorsun, Allah rızkını verir misali gitmesin kardeşim özel okula üç yaşından itibaren. Bak bize. Özel okula mı gittik? Kötü mü olduk? (Şeyyy, ben gittim. Ama ailem tutturmuştu. 10 yaşında ben kendi kendime yazılmadım heralde. En azından ilkokula falan özel gitmedim)

Çocuk yetiştirmenin zorluğunu biliyorum. Etrafımda yaşantılarını gözlemlediğim çok anne var. Özellikle ilk zamanlarında hayatın bütün akışı tamamen çocuğun etrafında kuruluyor. Bu etraf oldukça düzensiz, uykusuz, yorgun ve bol tuzaklı, kaotik bir etraf. Bilincimizin doruklarda olduğu şu yaşlarda ve konumlarda elalemin doğal halinde dangıl dungul yuvarlandığı bu yoğun kaos ortamına biz girsek mi girmesek mi bilemiyoruz. Özeti bu.

Çocuk yetiştirmekten bahsederken çocukken yediğimiz dayaklardan da konu açıldı. Hesabı ödemiş ve kalkmak üzereydik oysa ki. Travmalarımızı dışa vurasımız gelmiş olmalı ki iki saat daha oturduk yeni kahveler söyleyip. Ne acılı çocukluklar yaşamışız yarabbi. Mesela benim 13 yaşıma kadar annemden yemediğim sopa kalmamıştı. Her sopanın sebebi de birbirinden tuhaftı. Yemeğimi yemezsem, sofrayı kaldırmazsam, sakarlık yapar da bir şey kırarsam, ev işlerine yardım etmezsem mesela anında çimdik-tokat-terlik üçlüsü vücudumda yerini alırdı. Taze pişirdiği sıkmayı (Çukurova’ya has sacda pişirilen acılı, soğanlı peynirli dürüm) yemek istemedim diye sıkmanın açıldığı oklava sırtımda kırılmıştı jübilemde. Oklava kırıldığı için, oklavasız kalmıştık da dağ başındaki evde, bir süre sıkma yiyememiştik Allahtan.


13’ümde tombalak bir kız çocuğuydum. Regl olmaktan feci korkuyordum. 1.60 boylarında 72 kiloydum. Ergenleşiyordum. İri cüssemden de utanıyordum. Zaten senelerdir annem de boğazımı keseyim diye söyleniyordu. Söylenmekle de kalmayıp şişkoluğumla alay ediyordu. E, ben de işte artık yemiyordum. Sevmediğimden değil vallahi. Olsa şimdi bir tepsi sıkma yerim patlayana kadar. Diyet yapıyordum. Neyse işte, durum şudur ki ben o gün sırtımda kırılan oklavanın sebebini hala anlayabilmiş değilim.

O yıllarda kızların ebeveynleriyle en büyük sorunu oğlanlar idiyken benim davalarım hep böyle eften püften ve de çoğunlukla anlamlandıramadığım şeylerden olmuştur. Velhasıl benzer travmalardan paylarını almış arkadaşlarıma bakıyorum. Hepsini çok seviyorum. Hepsi iyi insanlar. Başarılılar. Ne bileyim, keşke böyle çocuklarım olsa. Ebeveynlerinden bir fiske dahi yememiş arkadaşlarım da oldu. Onlar da iyiler hoşlar ama çok da içten yanmalı hırs insanları olduklarını söyleyemeyeceğim. Potansiyellerini zorlamama halindeler. Bu onları huzurlu yapıyor ama hedefe kilitlenememe sorunları olduklarını söyleyebilirim. (Mesela Dak)

Birkaç aydır
ted.com'a giriyorum. Geçen yazımın yorumuna da Ted’den bir link bırakılınca tavsiye etmek aklıma geldi. Orada yazarın biri yaratıcılığın formülünü analizliyordu. Çocukluk travmalarını yaşama tutunma çabasına sebep oldukları için yaratıcılıkta önemli bir katalizör olduklarını anlatmıştı. Tamam hiçbirimiz sanatçı üstat falan değiliz de, yine de yaratıcı yöntemlerle tutunma mücadelesindeki asıl sebep anne tokadı olabilir mi? Çok takdir de ediyorum bu mücadeleyi bir yandan. E, o zaman çocuk yetiştirmede eski usule yeni nüanslarla devam edebiliriz sanki. Öyle çocuk nereye biz oraya da olmayacağımız için cennetten çıkma ürünümüzle çocuk yetiştirmek de kolaylaşır da belki doğurmaya karar veririz iyice tohuma kaçmadan.

Çarşamba, Mayıs 14, 2008

Dizi Senaryosu Yazmak

Pazartesi günü Çağan Irmak’ın yeni dizisi başlamış Kanal D’de. Çağan Bey’in dizileri genelde tutar diye Düella’yla pansiyonda oturup dizinin senaryosunun matematiğini çıkaralım dedik. Hani biz de dizi yazıcaz ya büyüyünce. Dersimizi çalışalım niyetine. Çıtır da elektrik faturalarının otomatik ödendiğini sanan bir insanken yanılarak karanlıkta kalmış bir birey olarak sığınmış pansiyona.

Kapıdan içeri girmemle Çıtır’ın ciddi, sakin profesör sesi bilmemne management projesinin getirisi götürüsü falan diyordu. Düella da karşısına geçmiş miş gibi yapıyordu. Onun bir ifadesi vardır. Siz bilmezsiniz. Sanki dişleri bir kilit de tırnağı anahtarmış gibi döndürür parmağı ağzında. Seni dinliyorum ve önemsiyorum ama aklımdan bir hinlik de geçiyor demektir o. Bu hareketten sonra genellikle tumturaklı yorumlar yapar. Dedim bırakın bu ne ya? Konferansa mı geldik? Bunu niye konuşturuyorsun böyle bilmiş bilmiş? Dizimiz nerede? Kağıtlar kalemler çıksın, notlar alıcaz.

Çıtır görsel yönetmenimiz olduğu için dizideki görsel mesajları bulup not almak onun göreviydi ama Londra’daki manitasıyla dizi sırasında Skype sohbetini tercih edince biz onu katip bilip söyledik, “Yaaaaz. Salondaki büfenin üstündeki aile fotoğraflarına zum. Mutlu aile mesajı.”. “Yaaaaz. Kırılmış kurabiye adama zum. Aldatan kötü baba. Parçalanmış aile mesajı,” diye. Diyaloglar karakterlerin yaşından ve tecrübesinden beklenmeyecek kadar olgun, tuhaf, iyi dikilmemiş, oturmamış geliyordu. Konu desen aldatılan kadın çocuğuyla doğduğu Ege kasabasına döner şeysi. Babam ve Oğlum'la Aliye kırması. Sonu belli. Ne bileyim, bize bir olmamış geldi. Belki ilk bölüm garipliğidir. Zamanla geçer.

Dizinin orta yerinde Kuzen Larry geldi. O tam anlamadı aslında ne yaptığımızı. Diziye dair notlar alırken görünce bizi yardım etmek istedi meşrebince. 'A, bu adam çok kötü rol yapmış. Yazsanıza. Deniz aslanı gibi, ne tipsiz' dediğinde kaç dakika güldük hatırlamıyorum.

Sonra da cıvıdı zaten herşey. Çözecek matematik falan yoktu. Vardıysa da çözüverdik hemen bitti. Dümbelekçe olacak ama matematik profesörüne dört işlem göstermek gibi bir 'geçelim’ hissiyatından bahsediyorum. Lost değil, ne bileyim David Lynch filmi de değil ki izlediğin, izleri birleştirip evrekaya ulaşasın. Bir bilgelik, bir mesaj kaygısı da yok. Biz böyle pffftt yaptık ya, kesin tutar bu dizi. Ben söyliyim şimdiden. Biz de bütün tembel dümbelekliğimizle fakir fukara hayatımıza devam ederiz. Ya zaten ben hep söylüyorum, biz yazamayız böyle nabız tutan hikayeler. Çıksa çıksa sit-com çıkar bizden. Seinfeld tarzı daha çok. O da niş olur miş olur ama bizden ve uğraştığımız tuhaf ve de anlatılması zor hallerden ancak öyle bir şey kotarılabilir.

Salı, Mayıs 13, 2008

Cennet Mekanı*

Handan Hanım bakıcı kadının kolunu destek alarak üçlü kanepenin sağına yerleşti. Salon henüz dolmamıştı. Nermin Hanım’ın kızının telaşlı sesi mutfaktan duyuluyordu. Çatal bıçak sesleri arasında ne dediği anlaşılmıyordu.

Başındaki mevlüt örtüsünün ucundaki oyalara gözü takıldı. Minik leylak oyaları kırk yıl evvel kendisi işlemişti örtünün bir yanına boydan boya. O zaman bile çok zorlanmıştı işlerken. O vakitlerde yakını iyi görmez olmuştu. Kırk yıldır eksiliyorum, diye düşündü. Eksilmek için, her geçen gün daha güçsüz olduğunu bilerek yaşamak için uzun bir süre olduğunu fark etti. Leylak sırası bir yerde boşalmış mı ne? İyice sökülmeden örtüye yeniden dikmek lazım, dedi içinden telaşla. Akıl defterine not eder gibi tekrarladı da. Unutmayayım bunu. Aslında sökük kalsa da olur diye de geçirdi aklından hemen. Belki de zaten son kez takıyordu örtüyü. Nermin de gitti. Son arkadaşı da gittiğine göre başka ölüm sırasız olurdu. Allah korusa ama yine de olsa cenazeye, duaya gidemezdi. Bu merdiveni inemez, o merdivenleri çıkamazdı.

Nermin’le bu koltukta ne çok vakit geçirmişlerdi. Evden çıkmaları iyice zorlaştığından beri karşı kapılarda karşı komşulardan öte can yoldaşları da olmuşlardı. Her kuşluk ve her ikindi vakti bu koltukta birbirlerine eskileri anlatmışlar, uzak memleketlerdeki torunlarını, torun çocuklarının yaramazlıklarını gururla anlatıp durmuşlardı.

Genizden gelen sesiyle hoca Kuran okumaya başladığında gözleri yanındaki sehpanın üzerindeki çerçevelerden siyah-beyaz bakan Nermin Gelin'e, Paşa Bey Damat'a, madalyalara, fonda gri duran kırmızı bayraklara takıldı. Gözleri boşaldı, boğazı düğümlendi. Leylakları örtüye dikmemeye karar verdi.

Çarşamba, Mayıs 07, 2008

Kendine Ait Hayat

Kimi insanlar rutinlerinin değişmesine tahammül edemezler. Geçen gün Esincan’la da onu konuşuyorduk. Herkesin dilindeki ‘kendine ait hayat’ alanından. Amerikalıların meşhur ‘space’inden yani. Mesela bir arkadaşı ona hadi gel, buluşup muhabbet edelim, sağa sola gidelim dese, yok çamaşır yıkamam lazım, yok kışlıkları kaldırmam lazım, yok evi temizlemem lazım, zırt dizisi izlemem, pırt kitabı okumam, tırt mp3’ü indirmem lazım falan diyemezmiş. Bütün bunlar nasılsa başka zaman, boş ve gereksiz bir akşam, plana programa gerek kalmadan yapılabilirmiş. Bu durumda benim bir hayatım yok mudur, diye sorguluyor. Daha doğrusu başkalarının ‘hayatım’ diye sahiplendiği bu gündelik ritüelleri ve onların programlı akışı ona tuhaf geliyor. Herkesin kutsal emanet gibi yapıştığı ve başkalarını bundan fellik fellik uzak tuttuğu ‘kendine ait hayat’ hepi topu bir çizelge midir, diye.

Ben de biraz Esincan gibiyim. Bizim kendimize ait hayatlarımızda ancak teslim günü yaklaşmış ciddi bir proje, feci trafik ya da 48 saatlik uykusuzluk gibi şeyler sevdiğim birine kapıyı kapayabiliyor. Ne yalan söyleyeyim, bu rutin işler bazlı sebepler biraz bahane gibi de geliyor.


Amerikalılar da böyleydi (genelliyorum). Onların bu gündelik rutinlerini, çok daha keyifli geçirilme ihtimali olan alternatifler pahasına önemsemelerini hiçbir zaman anlamadım. Mesela Pazartesi sabahlarının klasik sorusu olan ‘haftasonu neler yaptın?’a ben ‘hiiiç’ cevabını verirken onlar ‘arabamı yıkadım, çimleri biçtim, kardeşimle telefonda konuştum, televizyonda maç izledim’ cevabını verirlerdi. Ben de benzer şeyler yapmışımdır aslında ama bütün bunlar benim için ‘hiç’ken onun için iletmeye değer aktivite mi oluyordu, ne bileyim. Ancak arkadaşlarla sağa sola gitmişsek, seyahat etmişsek raporlamaya değer buluyordum ben şahsen.

Güneyde yaşamanın etkisi de olabilir tabii şimdi Amerika’dan Sex and the City kankaları bir laf etmeden ben bu yolu da tıkayayım.

Pazartesi, Mayıs 05, 2008

Sekiz Dakikada Meditasyon

Midem gaz yapıyor. Simetikon bazlı anti-gaz haplarından alınca düzeliyor ama hap almadan önce mesela, her akşam istisnasız en az beş aylık hamileyim.

Sonra sırtımın alt tarafında, belimin civarında bazen çok şiddetli ağrılarım oluyor. Bunun için çok kez doktor kapısını aşındırdım. Hatta MR’lar falan bile çektirdim binlerce dolara da domuz gibi olduğumu öğrenmek için. Doktor Simit’e de danışmıştım da ‘evlen geçer’ demişti. Evlendim ve geçmedi işte.

Etrafımda meditasyon yapan insanlar var. Kime dertlerimi anlatsam detoks diyor meditasyon diyor. Ben de meditasyonu yogayla özdeşleştirip olabilir diyordum ama yoganın zayıflatanından, popo, göbek küçülteninden isteyip 'ommm’ları ve ayak sevmelerini istemeden. Hımk mımk gülerim ben. Bir de asla düşünmeden duramam. Tilkiler ölmez. Fakat internette karşıma çıkan çakra testinde* kök ve göbek çakralarımın tıkalı olduğunu ve bunun da bel ağrılarına ve gazlara falan sebep olabileceğini öğrendiğim gibi Çıtır’a 'beni meditasyona götür’ diye yapıştım. O da eğer gülmezsem beni beraberinde götürebileceğini söyledi. Şimdi ona bu sözü vermenin ağırlığını tartmakla meşgulum. Tutulmayacak sözü vermiyim, çocuğu da ortamında rezil etmiyim diye.

Geçenlerde Hemşo da geldi Paris’ten o da demez mi meditasyon diye. Sen de mi Brutus, olmadım değil. Adanalı bir hırttır kendisi. Böyle egoyu bırakmaklar, sakinlemek dizginlemekler ona göre değil. Allah allah demeye kalmadı yeni hobisini açıkladı. Krav Maga isimli İsrail askerlerinin savunma taktiklerinden oluşan bir yakın dövüş sporumsusu. Sporumsu, çünkü kuralı yok. Isırmak, çırmalamak, saç çekmek, belden aşağı vurmak falan serbest. Ha, tamam, şimdi Hemşoluk oldu. Kavga gürültü mevcut yani. Adam böyle medite oluyormuş. Nasıl gözleri parlıyor anlatırken, şaşarsınız. Fight Club olmuş. Kavga ederek ermiş. Çıtır tabii daha pasifist, sufi, Mevlanavari bir yerde dururken Hemşo dayak arsızı olmuş. Her ikisi de meditasyon diyor yaptıklarına. Bana da serotonin salgıladığım sürece ne yaparsam adı meditasyon olacakmış gibi geliyor madem.

Derken Hemşo bildiğimiz anlamda bağdaş kurup oturmalı ve konsantre olmalı meditasyonu denediğini ve bunun için de Most American Form of Meditation isimli bir kitaptan faydalandığını söyledi. Oradan çektiği kelimeleri kullanarak konuşan Hemşo beni derin düşüncelere sevk etmedi değil. Efendim, Hemşo 'Aha! moment’ ını bir türlü bulamamış bu normal meditasyonda ama Krav Maga esnasında birkaç kez 'Aha!' olmuşmuş.

Kitabın ismi aslında 8 Dakikada Meditasyon. 'Meditasyonun en Amerikanı’ ise tagline’ı sadece. Amerikalı Amerikalı herkesin bildiği ama ifadeleyemediği veya ifade etmeye yeltenmediği şeyleri kategorize etmiş, numaralandırmış ve hap niyetine vermiş. Tibet’te bin sene daha geçse 8 dakikada meditasyon teknikleri, mutlu olmanın 20 kuralı, sağlıklı iletişimin 35 yolu falan gibi pazarlama taktikli, kısa yoldan harikalar yaratabileceğimizin gazı verilmezdi heralde.

Kitabın kendini bilmesi erdemliliğine de hasta oldum. 'Meditasyonun en Amerikanı’ lafını kitap için Time’daki bir eleştiride kullanmışlar ilk. Aslında ufaktan bir ayar da var bu lafta ama çok beğenip reklamın iyisi kötüsü olmaz diye düşünüp aynen kullanmış olabilirler tabii. O kısmını anlamadım. 8 dakikayı da Amerikan televizyonlarındaki iki reklam kuşağı arasındaki süreden yola çıkarak belirlemişler. Modern toplumun ortalama bireyinin şartlandırıldığı konsantrasyon süresi olaraktan yani. Yazarı da hatta "Eğer sekiz dakika CSI seyredebiliyorsanız meditasyon da yapabilirsiniz" diyor dahil edici bir tavırla.

Bir başka kulvardaki arkadaşım ise hipnozu irdelemekte. Bu konuda da kafam meditasyon konusundaki gibi epey karışık.


* Bahsi geçen çakra testinin linki burada: http://www.eclecticenergies.com/chakras/chakratest.php

Cumartesi, Mayıs 03, 2008

Herkes Raymond'ı Sever

Herkesin sevdiği dizileri, filmleri ortaya döktüğü bu blog günlerinde ben de akıma uyaraktan en sevdiğim dizi olan Everybody Loves Raymond'ı (ELR) açıklamak isterim.

İki yıl evvel Gözde'nin televizyonsal anlamda commitmentphobic (bağlanma fobisi sahibi) olduğumu teşhis etmesinden de anlaşılacağı üzere öyle konu takibi gerektiren ve her hafta belli saatlerde ekran karşısına geçme zorunluluğuna sevk ettiren dizi izleyiciliğinden uzak duruyorum. ELR de bu fobime dokunmadan geçinen bir sit-com şovu.

Özetle dizi, Long Island'da yaşayan Ray Barone isimli İtalyan kökenli Amerikalı bir spor yazarı ve ailesinin etrafında gelişen olayları anlatmaktadır. Ray, karısı Debra, kızları Ally ve ikiz oğulları Michael ve Geoffrey'le beraber yaşar. Ray'in ebeveynleri ve abisi Robert, Ray ve Debra'nın hayatlarını zehir edercesine yaşantılarına müdahildirler. Ray, bu zehiri şikayetler silsilesi olarak karısı Debra'dan da devamlı dinlemektedir. Özellikle Debra, Ray'in pasif-agresif annesi Marie'yle sık sık sıkıntılı anlar yaşarken Ray de bütün bu sorunların ve didişmenin ortasında yerini alır. Abisi Robert da Ray'in daha çok sevilen evlat olduğunu düşünerekten arıza çıkarır. Babaları Frank duygularını belli etmeyen sert ve vurdumduymaz bir adamdır.

Sorunlar yumağı olarak ilerleyen dizide arızalar çoğunlukla Ray ve Debra'nın yatak odasında başlayan durum değerlendirmeleriyle başlar. Yolun karşısında yaşayan Ray'in ailesiyle araya mesafe koymak da pek mümkün değildir. Robert dizinin ilerleyen bölümlerinde Debra'nın arkadaşı Amy ile evlenir. Amy'nin de ailenin tuhaf dinamiğine alışması zor olur.

Cumartesi günü sabahın yedisinde işi gücü olmadan uyanan bir insan olarak kendimi bu diziye vurdum. Aşağıdaki klibi yeniden izlediğimde 'kendi kendime kahkahalar atmayalı ne kadar olmuş yahu' da dedim hatta.