Salı, Ocak 27, 2009

Overdose Adana

Adanalılık son günlerde gözümüze çok sokulur oldu. Dilber Hala’yla başladı, birkaç diziyle devam etti -ki hiçbirini izlemedim fakat duydum, en son da Yemekteyiz Adana’yla taç taktı. Hemşerilerimin aksanları, ‘ekşi’ ve ‘risk’ kelimelerini ‘eşki’ ve ‘riks’ şeklinde telaffuzları, ‘aboo’ları ‘deel mi?’leri, ikinci dakikada birbirlerine ‘canımsın’ hitabıyla başlayan ricaları, çatalın bıçağın tabak etrafındaki lokasyonlarının yanı sıra içe veya dışa dönük olup olmayışlarına çok da önem veriyormuş gibi yapmaları falan da kesmedi beni.

İlk akşamki yarışmacı çorba mönüsüne tarhanayı koymuştu. Dört misafirin ikisi ilk kez tarhana içtiklerini söylediler. Yarışmacı da ‘yuh’ oldu. Nasıl 50 yaşında bir insan ömründe tarhana gibi klasik bir çorbayı içmemiş olurdu. Bu durum benim ilgimi çekti zira ben de tarhana çorbasını ilk kez 20 küsür yaşımda İstanbul’da bir arkadaş annesinden içmiştim. Restoran mönülerinde de tarhanaya pek rastlanmadığından uzun süre bu tecrübeden uzak kalınabiliyor demek ki. Annemin mutfağında tarhana olmazdı. Sonunda 19’luk cinnettin yarışmacı hatun Selbi, bir açıklama yaptı. Tarhanayı Kozan tarafı bilirmiş Adana’nın. Karaisalılar bilmezmiş, diye. Merakıma cevap gelmişti işte. Bu zilliden de bir şey öğrenmeyi başarmıştım. Karaisalıydık biz. Ondan tarhana bilmiyormuşuz. Adana’nın Karaisalı ilçesi dağlıktır, Kozan ise düz ovadır. O yüzden ovalılar bize ‘dağlı’ da der biraz aşağılamaca babında. Dağlılar da ovalıları tembel olmakla kınar. Böyle birbirleriyle itişir dururlar. Demek tarhana bir ovalı yemeğiydi. Şövalye’ye durumu her nedense anlattım. ‘Aman çok mu otantik Adanalı dağlıymış buuu’, dedi ve beni öptü şapır şupur. Sonra da ‘ben de Karaisalıyım’, diye söylenerek dolabı karıştırmak üzere mutfağa gitti.

Geçen gün zaplarken bir programa daha rastladım. Bu sefer yemekli misafirler arasından ‘ileriye dönük, niyeti ciddi’ manita seçiliyordu. Evlilik programı Dest-i İzdivaç gibi bir şeyin Yemekteyiz’le kombiniydi bu. Akşam kardeş Hafiye de dalgasını geçiyordu. Yemekteyiz’de Dest-I İzdivaç’a Var Mısın Yok Musun? diye.

Bu Adanalılıkla dolu günler bunlarla kalmadı fakat. Geçen haftasonu Adanalılar Kültür ve Dayanışma Derneği’nin düzenlediği Adanalılar gecesine katıldık Şövalye’yle. O gitmek istemedi fakat yiyeceği yemekleri düşününce fazla uzatmadı. Şalgam içtim, bici yedim. Rahatladım. Şövalye sadece kebaplarla ilgilendi. Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak tarafından ‘Herşey Adana Demirspor için’ denilerek Fatih Terim’e Adanalı Onur Ödülü verildi. Başlangıç yerinin çok önemli ve hayatta peşini bırakmayacak bir şey olduğunu da böylece öğrendik. Suna Kan ve Yaşar Kemal'e de aynı ödüllerden verildi amma velakin geleneksele dönüşmek üzere ayarlanmış bu gecede önümüzdeki yıllarda kime ne ödül verileceğini kestiremedim
. Kıvanç Tatlıtuğ olabilir mi mesela? Bu arada, Nurhan Damcıoğlu Adanalılığına en şaşırdığım ünlüsüydü ortamın. Ümit Besen'e ise yakıştırdım ama bilmiyordum, taşların yerine oturması babında iyi oldu öğrendiğim.

Fatih Terim baş misafiriyle geceden aynı anda fakat ayrı ayrı çıktık. Onu 34 FT plakalı mercedesinin şoförü karşıladı. Beni de camı kırık arabamızı parasızlıktan otoparktan çıkaramayan kocam. Cüzdanını evde unutmuş. Gece kıyafetine uygun minik çantama cüzdan sığmadığından yanıma sadece ehliyet ve atm kartımı almıştım ben de. Bende de para yoktu yani. Şövalye’ye atm kartımı verdim; gidip bir yerden para çeksin de parktan arabayı alabilsin diye. Ama iş bu kadar uzamasın, ben bir hemşerimden borç alayım gitsin istemiştim aslında ama bizimki çok çekinir böyle şeylerden. O yüzden sonsuz gözüken ciplerle ve yılan arabalarla teker teker mekandan ayrılan hemşerilerime bay bay derken
onlarca dakika atm aramaya çıkmış kocamı beklemek durumunda kaldım.

Perşembe, Ocak 15, 2009

Yemeyenin Malı

Yılbaşı geldi geçti sevgili blogcular. Öyle PR’cı, reklamcı kızlara olduğu üzere Network’tan kazaklar, Lancome’dan kozmetik setleri felan gelmedi bana. Yerine yedi adet ajanda geldi. Türklerin ajanda tutkusunu anlamıyor ben. Hangi ara organize ve dakik ve günleri planlı olduk böyle, ben kaçırmışım. Yazığı günahı bir yana, saykoya da bağlıyorum bunlarla ben. Mesela, Mart’ın 17’sinde elimin altında yeni ajanda bulsam ve ajandayı sadece defter niyetine kullanacak da olsam gidip Mart’ın 17’sine yazılar kondurmam icap ediyor. Bu sefer de önde bomboş kalmış 75 sayfaya üzülüyorum. Herşeyden üzüntü çıkarabiliyorum, napiym. Bari normal defter gibi yapsalar şu ajandaları da uzun vadede de stok yapıp kullansam bunları ben.

80’li yıllarda yılbaşlarında –en azından Adana dolaylarında öyleydi- bir moda başlamıştı. Bütün esnaf duvar takvimi yaptırır, dağıtırdı. Bunlar ikişer ay takviminden altı adet resimli posterimsi kuşe kağıttan oluşurdu. Her sayfasında ayların mevsimlerinin temalandığı manzara resimleri olurdu. Ocak-Şubat’ta karlı bir manzara resmi, Mart-Nisan'da erken bahar, Mayıs-Haziran'da ilk yaz, Temmuz-Ağustos'ta yaz, vs şeklinde. Resimlerle ay tabloları arasındaki orta yerde de Falan Filan Ticaret yazardı. Telefonu ve adresiyle.

Sene sonlarında babam bu takvimlerden paket lastiğiyle tutturulmuş rulolar halinde dolu dolu getirirdi. Bunları açıp ispirtolu kuşe kağıt kokusunu içime çekmeye bayılırdım. Birkaç gün içinde bir bakardık 20-30 tane olurlardı. Üç odalı bir evin bu kadar takvime ihtiyacı olmadığından en güzelini odama, ikinciyi de mutfağa asardım. Mutfaktaki annemin olurdu. Üzerine kabul günlerini işaretlerdi. Geri kalanları da özenle yırtar, dörder parçaya ayırır, çalışma masamın çekmecesine istiflerdim. Karalama kağıdı olaraktan resim arkası boş alanları kullanmak için. Test çözerken işlemlerimi de o kağıtlara yapardım. Kalemin kağıdın kaygan zemininde kaymasına da bayılırdım.

Şövalye pintiliğin dünyanın hiçbir yerinde işe yaramadığına dikkatimi çekiyor. Zavallı Asyalılar yemeyip içmeyip paralarını Amerika’nın dev yatırım bankalarının fonlarında biriktirmişler. Al işte, bu krizle hepsi batmış. Ona inanmıyorsam The Economist'e inanaymışım.

Adam asla okumaz bu makaleleri. Ben okur, ona özet anlatırım. Oradan duyduğunu bana satıyor. Hadi Amerikalılar kazandıklarını biriktirmeyerek zamanında har vurup harman savurarak bu krizi hak etmişler ama pinti Japonlar ve Almanlar hiç kokoluk yapmadıkları halde onlar da eşit mahvolmuşlar.


Neymiş?
Yemeyenin malını yerlermiş.
Şövalye'den bilge notlar size.

Çarşamba, Ocak 07, 2009

Öğretmen Çocuğu

Dün gece Pelinat, Evo ve ben Pansiyon’da yuvarlanıyorduk. Pansiyon’un sahibi Düella uzun zamandır evine uğramıyordu. Yerine biz bakıyorduk. Ta ki en son iki gün önce sabaha karşı işe giderken görülen Düella pattadanak içeri girip hepimizi şaşırtıncaya kadar. Kararmış, iki büklüm ve yorgun haliyle tam bir James Brown’du. Çökerken pelerinini yetiştirdik fakat encore yapamadı. Direk koltukta uyudu. Dar koltuklarına sığamayan sağ kolu için de fiskos masasını kendine çektirip kolunu ona dayayarak sayıklaya sayıklaya uyuyakaldı. 24 saattir açmış da. Yemek çağırdık ve hatta Pelinat ona elleriyle uykusunda Ayvalık tostu bile yedirdi. Yeter, dedi. Çenesi yorulmuş. Bir kahve koyduk önüne. Biraz dikleşti.

Evo Türkiye’yi herkesten iyi çözmüş. Idiot’s Guide’dan doktora tezine terfi etmiş. Son tez konusu da mülakatlar. Bir tanesine girmiş geçen gün. Mülakatı kendi ve bir iş arkadaşı yapıyormuş. Görüşmeye gelen hatun daha önceden de başvurmak istemiş ama kocasının işi için yurtdışına gitmek zorunda kalmış da sonradan da kocası desteklememiş de falan da filan da anlatmaya başlamış her nasılsa. "Neyse", demiş Evo’nun iş arkadaşı. "Şimdi destek sırası kocanda o zaman. Ehue". 'Aynı koca değil', demesin mi hatun? Manasız geçen birkaç saniyeden sonra sadede gelinmeye çalışılınmış.

Evo Türklerin mülakatlarda neden ’too much information’ verdiklerini anlamıyor. Az önce örneğini verdiği durumda mülakatı yapılan hatun ille de söylemesi gerekiyorduysa kişisel sebeplerden daha önce başvurmadım diyip geçemez miymiş? Mülakatı yapanların da neden bu kadar konuştuklarını anlamıyor. Asıl mülakat yapılan kişinin en çok konuşması, mülakatı yapanın sadece soruları sorması gerekmez miymiş?

Bir gözü ancak yarım açılabilen Düella aslında insanların mülakatlarda işe en uygun kişiden ziyade kanka olabileceği kişiyi aradıklarından söz etti. Kendisinin de mülakatı yapan olarak çenesinin düştüğü çok olmuş. "Zaten gelenler tıfıl, sümüklü oğlanlar. Bir soru soruyorsun, iki cümlede cevabı bitiyor. Zaman geçsin diye ben konuşuyorum. Ahaha". Zaman hızlı geçiyorsa da konuşuyordur zaten. Güneşi Koç, ay burcu İkizler. Zodyak’ın en konuşkan kombinasyonuna sahip insan.

A, dedim. Bana da mülakatımda bizim patron babamın mesleğini sormuştu. Üniversite, mastır bitmiş üstüne 10 yıldır çalışıyordum. Öğretmen, demiştim babam. Çok beğenmişti patron cevabı. ’Öğretmen’ cevabı doğru cevap. Bunun doğru olduğunu yeni mezun olduğumda gittiğim mülakatlarda öğrenmiştim. Öğretmen cevabına herkes mutlu oluyor.

Önce bir güldük buna. Sonra bir baktık, odadaki herkes öğretmen çocuğu!
Hikmeti menkul bir şey olmalı ki Düella bundan sonra işe öğretmen çocuğu almaya karar verdi. 'Öğretmen çocuğu'nda idealizm, efendilik ve çalışkanlık vaadi varmış.
Kimbilir, belki de böylece devrilinceye kadar çalışması gerekmez.