Cuma, Temmuz 31, 2009

Şişko Gelin

Esincan’ı geç tanıdık biz. 25’ten sonra. Bizim mahalleden, okuldan değil. Bizim şehirden bile değildi. Amerika’daydık. Pelinat’ın sınıf arkadaşı imiş. Buldu getirdi, sağolsun. Biz ismi Emre, Tolga, ne bileyim Berk falan olan oğlanlarla çıkardık. O koca koca adam Nuriler, Nacilerle çıkardı. Bunu da bizden beş yaş büyük olmasına verirdim. Ben 25’ken yaşı 30 olmuş insanlar sanki ayrı bir dünyanın insanı gibi gelirdi. Gençlikte birkaç yıl ufuk çizgisi gibi uzak gelir.

Lüle saçlarını hoplata hoplata arabadan inişi, eve yürüyüşü, depresyona giremem, ruhum müsait değil deyişiyle bizden de gençti aslında ama kriz anlarında aniden büyür, koca bir çınar olurdu. Ne güzel çeker çevirirdi kendini, ailesini, bizi. Onu tanıdığımdan beri ne onun ne bizim başımızdan geçmeyen felaket kalmadı. Öyle manita benimle ilgilenmiyor, işimi sevmiyorum, uff sıkıldım vari şeyler değil. Hastalıklar, ölümler. Gerçek felaketler, gerçek acılar geçti. Skandal aldatılmalar, dolandırılmalar. Harbi dişli çarklardan geçtik. O anlarda ulu bilgeydi işte, Esincan. Tapınağında kuru ekmek ve suyla bin yıldır yaşayan bir ermiş rahipti. Alırdı yanına seni. Sormazdı, konuşmazdı. Sen susardın, o atkı işlerdi rengarenk yünlerden. Kazak işlerdi, iki ters bir düz. Yedirir, içirir, besler, büyütürdü ama sahiplenmezdi de. Ne zaman iyileşirsen o zaman bırakırdı.

Tatildeyken aradı. 3 hafta sonra evleniyorum, diye. E, yok mu evlilik diye bin kez sormuş ama sinyal alamamıştık. Pattadanak karar-teklif-aile tanışması faslı geçilmiş. Serin serin düğününü hazırlamış üç haftada. Bir gittik gelin odasına, puantiyeli kısa bir gelinlikle çıktı karşımıza. Etekleri paskırık. Kendi de ekstra paskırtmaktan geri kalmıyordu. Böyle havalandırıp puf diye oturmasını çok sevdiği belliydi. Her fırsatta yapıyordu bu hareketi. Duvağı da yoktu. Yerine beyaz yaprakları andıran bir toka takmıştı. Gebermeyesice.

İmzasını atmış Esincan, dedik. "Ya", dedi Elyan. "Biz giydik öööyle katman katman klasik şeyleri. Bak hatuna".

"İyi de biz öyle insanlarız, Elyanım. Klasikiz. Bu kız böyle bir insan. Hissettiğini de giyinmekten gocunmuyor".

Esincan gelinliğine fonksiyon da kattığını iddia ediyor fakat. Bu paskırık etek toto kapatmakta bire birmiş. Tarihinin en kilolu halindeyken evlendiği için kendine şişko gelin demekte. Fakat kiloların mutluluk getirdiğine de inanmış. Amerika’daki Ruş’tan bu yoruma emaille onay geldi. O da şişkoymuş son zamanlarda ama mutluymuş Pablito’yla. O mutluluğun kilo yaptığını düşünüyor; kilonun mutluluk yaptığını değil. Mutsuzken, depresifken kilo takıntılı ve az yiyen bir insana dönüşüyormuş.

Bu durumda her daim mutlu olduğunu söyleyen Düella’nın kiloları bu pozitif ruh halinden olsa gerek. Ben mi? 17 yıldır kilom artı-eksi 2’den fazla oynamamakta. Düella’ya göre benim hislerim yoktur. O yüzden herhangi bir ruh halinin bedenime de etkisi yoktur.

Cuma, Temmuz 24, 2009

Konfor Alanı

Fethiye’ye gittik geçen hafta. Lykia World’e. Bir hafta tatil köyü ortamı. Ben tatil köyünden hazzetmem. Şövalye sever. Beni rahat bırakacağı umuduyla onun isteklerine razı oluyorum artık. Yoksa alternatif olarak Barcelona Marcelona dedi. Aman aman, dedim. Her gördüğü müzeye, binaya, sokağa girmek isteyeceğine ve illa beni de yanında sürükleyeceğine tatil köyü yeğdir, dedim. Bana bir ağaç gölgesi yeterdi neticede. Bir yere konuşlanırdım. O da gider artık yamaç paraşütü mü yapardı, yelkenle açılır mıydı, kaya tırmanışı mı yapardı. Ne yaparsa yapardı. Bensiz oyalanabilirdi yani. O yüzden kırk satır vs kırk katır seçeneklerinden bunu seçtim.

Yanlış yapmışım.

Adam 2000 metrelik Babadağ’dan aşağıya atlamam için günlerce baskı yaptı. Paraşütle atlarsam ne olacakmıştı, du bakiym, ıhhmm, hah, konfor alanımdan çıkacakmıştım. Ben kıpırdamak dahi istemezken dangıl dungul bir kamyonetin arkasında tozlu topraklı, çalı çırpılı ve virajlı rampalı dağ yolunda 42 derece sıcakta bir saat yolculuk yapacaktım. Kalan enerjimi de sümüklü bir üniversite öğrencisi oğlana bağlanmış bir oturakta iki bin metreden aşağıya uçarken güven sorunumla cebelleşmek için harcayacaktım. Karşılığında da konfor alanımı genişletecektim. Bu konfor alanı lafını da hep içimdeki çocuk'a benzetirim. Yeni yetme popüler psikoloji klişeleri. Sevmiyorum kardeşim. Dağlara tırmanmayı ve oralardan aşağıya uçmaları sev-mi-yo-rum. Sevmek ayrııı konfor alanı ayrı. O zaman sevmediğim ciğer yemeğini yiyince de konfor alanımdan çıkıcam. Ya da sevmediğim adamı öpünce. Ya da sevmediğim kürkü giyince. Laf mı bu yani?

Sevmediğimi denemeden bilemezmişim.

Mesleğim icabı bir dönem evimdeki yatağımdan çok uçak koltuklarında uyuduğum halde hala uçmaktan tedirgin oluyorum. Sonra, mesela Alex, Ontario gölüne karşı nefis manzaralı 46. kattaki dairesinin balkonuna keyifli koltuklar atmış. Çıkamadım bile. 46 ne demek? 5. kattan yukarısı beni bozar. Yükseklerden bakarken başım dönüyor. Panik oluyorum. Bu durumda yamaç paraşütü yapmayı sevmeyeceğimi kestirebiliyorum. Durumlar arasında bir benzerlik kurabildiğimden. Sevip sevmediğini denemek için illa ki onu yapmak gerekmez. Sen neden türban sevmiyorsun? Kafana türban mı taktın ki? diye soruyorum hani anlasın diye.

Fakat Şövalye’den makuliyet beklenemez. Yedi bitirdi beni. Ben de sırf sussun diye nispeten daha az emek gerektiren, dağa taşa çıkmadan hemen oracıkta binilebilen uçan bota bindim. Minik bir zodyak botun tepesinde bir delta kanat var. Arkasında da pervaneli motor. Önde pilot, arkada ben sudan kalkıp birkaç yüz metre yükselip Kelebekler, Cennet, Kabak, Ölüdeniz üzerinde uçup geri suya konarak turumuzu tamamladık. Sevdim mi? Hayır. Şövalye sustu mu? Hayır.

Ertesi gün zodyakla koyları dolaşcam da dolaşcam diye tutturdu. Ben keyifli olur sanmıştım. O, zodyakı süren kişi olarak rahattı. Bense yükselen ucuna yerleştiğimden zıplaya zıplaya, zıpladıkça vücuduma darbeler ala ala bir saat geçirdim. Yavaş sür diyorum. Alet yavaş sürülünce keyifli olmazmış. Hızlı sürünce ben darbeler, tekmeler içinde. Zaten deniz de tuttu. Eeeh, oldum. Be ne be? YETEEEEEER, BİR DAHA SENLE HİÇBİR ŞEY YAPMIYCAAAAM! diye bağırdım.

Hiçbir maceradan zevk almazmışım. Keyfini kaçırırmışım. Hatta da ona bağırıp çağırıp onu etrafa rezil de ediyormuşum. Sesimi bile rüzgar götürdü be. Doya doya bağıramadım. Göğe, denize rezil oldu heralde.
Kimsenin beni düşündüğü yok. Sadece sessiz bir ağaç gölgesi, buzlu limonata veya diyet kola, biraz kitap ve internetinde dolaşabileceğim bir blackberry hayal etmiştim. Mütemadiyen bölündüm. Hatta da son günümüzde, sadece son günümüz olduğu için köyün birbirinden on beşer dakika uzaklığındaki bütün havuzlarına, üstelik de benimle beraber girmek gibi enteresan bir hedefe çalışan Şövalye bütün enerjimi çekti attı.

Salı, Temmuz 21, 2009

Kerevit'in Nesi Vardı?

Herkes tatilde. Kimse bir satır yazıp çizmiyor. Haliyle, bana da ‘aa, artık hiç yazmıyorsuuun’ vari laflar bile gelmiyor. Benim de düşükten beridir ilgi alanım değişti. Pek değişkendir kendisi zaten. O yüzden şaşırtıcı bir durum değil. Eskiden farkına bile varmadığım vücut ağrı ve hareketlerini öğrenip not edip bunları araştırıyorum. Jinekolojiden genetik bilimine, diş eti rahatsızlıklarından hiçbir yola varamadığımda bari fal tutmak adına astrolojiye açıldım geldim.

Önce bebeğin patoloji sonuçları geldi. Normal insanda 23 anadan, 23 babadan olmak üzere toplam 46 kromozom varken bizimkinde bir ekstra set daha varmış. 69’muş. 3 ful set kromozom anlamına gelen triploidi deniyor bu bebeklere. Hamileliklerin %2-3’ünde triploidi görülürmüş. O da bizi bulmuş. Özetle Kerevit mutantmış ve zaten doğamaz ve yaşayamazmış ve iyi ki de erken haftalarda gitmişmiş. Bu durumda benim evde kıpırtısız yatmam yalanmış. Ki zaten bu yalanı içten içe biliyordum. Böylece kasıklarım neden ağrıyor ve neden kanıyorum diye yüzlerce sayfa tıbbi makaleyi sadece ve sadece entelektüel (?) gelişimim adına okumuş oldum. Hal böyleyken tahmin edebileceğiniz üzere yeni obsesyon alanım genetik bilimi oldu.

Aslında Kerevit’i test ettirerek ilk gebelik haftalarındaki düşüklerin çoğu kromozom bozukluğundandır savını ispat etmekten başka bir şey yapmamış olduğumu biliyorum. Ama kader buymuş diyip merakımıza doyup Kerevit'i tahlilletmeseydik bendeki arıza nedir’in peşinde birkaç yıl daha, birkaç yüz doktor daha giderdim ben. 'Arıza benim elimde olmayan bir şeyden miydi?’ konulu çalışmamızın ikinci aşamasında trilyonda bir ihtimale karşı Şövalye’yle kendi kromozomlarımızı da test ettirdik. Bu süreçte söylene söylene de olsa, cehennemin dibindeki doktorlara giderken köprü trafiğinde saatlerce beklememizin tek sebebinin takıntılarım olduğunu bağırıp çağıraraktan da olsa benle doktorlara gelen ve kanlar veren Şövalye en nihayetinde benim otis çıkacağımdan emindi. Otis’ten kastı otizmdiyse bu kromozom bozukluğuna işaret etmezdi. Şövalye de yine kromozomla mromozomla alakasız olmasına rağmen bana psikopat demeye çalışıyordu sanırım kendi lügatınca ama neticede ikimiz de normal çıktık.

Triploidi zaten ille de kendini tekrar etmeyen bir kaza imiş. Büyük çoğunlukla iki spermin tek yumurtayı döllemesiyle oluşurmuş. Doktordan bunu duyan Şövalye çok erkek olduğunu düşünerek havalara girdi. Bense işimi bozduğu için ona uyuz oldum. Aslında ne havalara girecek ne de uyuz olunacak bir durum var. Nadiren miyoz bölünmesini yapamayıp 23 değil de 46 kromozomda kalan yumurta veya sperm de buna sebep olabiliyormuş. Kimi araştırmalar yumurtanın miyoz bölünemediği, anneden iki, babadan da bir set kromozomla üç sete ulaşan triploidinin daha erken haftalarda düştüğünü, kimileri tersine, baba kaynaklının daha erken düştüğünü ispatlıyordu. Tıbbın olduğu gibi genetiğin de bu aşamasında bir fikir birliği yoktu. Son gittiğim doktor ise diğerlerinin tersine, iki haftalık kanamayı da buna bağladı. Vücudun iyi bir polismiş. Hemen yakalayıp atmış işte, dedi.

Neticede yine her kafadan bir ses çıktı ve fakat bütün doktorların ağız birliği ettiği tek bir şey oldu. O da kafama takmamam gerekliliği. Kafaya takmamaya çalışmayı bile bir takıntıya dönüştüren Hafiye'yi bilmez bilmez konuştular. Kafaya takmayı bıraktığımda, hiç ummadığım anda bebek sahibi olurmuşum. 'Hiç ummadığım an' bir efsanedir. Zaten yamuk olan hormonlarım iyice sapıttığından ovüle olup olmadığımı termometreyle ölçerek güne başladığım şu saatten sonra ancak damarlarımdan düzenli afyon basarsanız bu takmama ulviyetine erişebilirim. O da belllki. Başka türlü mümkün değil. Siz de benim bu halimi takmayın bir zahmet. Kime ne zararım var canım? Aa.

Pazar, Temmuz 05, 2009

Montreal'de Babalar Günü

Sokaktan gümbür gümbür müzik seslerini fışkırdığı bir şehir çıktı burası. Şurda üç beş gün güneş yüzü görüyor sabiler, o üç beş günde de sokaklarını partiye çevirmeye kasmışlar. Festivallerin birkaçı bir arada çıkıyor. Rock festivalinden moda festivaline, Mini Cooper'ların 50. yılı partisinden Budweiser partisine adım başı bir kutlama bir coşku. O adımların hepsi de aynı cadde üzerinde. Yürü yürü oradan da bay geldi. 

Caddeyi kesen bir sokağa bir podyum döşemişler. Birtakım modacıların defileleri oluyordu. Manken oğlanlar zenci dansçı erkek donları üzerine giydikler gömleklerle havalı ve seksi yürüyorlardı podyumda. Yanımdaki üç beş 15'lik kızın manken oğlanlardan özellikle bir tanesi geçerken çılgınca bağırmasından o abinin en popüler olduğuna kanaat getirdim. 

Benim patron yurtdışında bizi suşiye boğar. Yine yeniden suşi yiyorduk son akşam. Telefonuma bir mesaj geldi. Numara belli değil. Uzun soluklu yabancı bir numara. "Babamızı kaybettik". 

Telefon biraz elimde durur gibi yaptı. Sonra kolumla beraber yere düştü. 
Işık hızıyla parçaları birleştiriyordum: 

Kardeşim Lüksemburg'da artık. Ha bire değişen telefon numaraları var. Lüksemburg'dan Kanada'daki Türk telefonuma böyle tuhaf bir numara düşüyor olmalı. Neden mesaj atsın ki? Neden aramıyor ki? Babamın bir şeyi yoktu. Kalp krizi geçirmiş olmalı. Bu gece gidebilir miyim ki? Atlantik ötesine uçulmaz bu saatte. 

Bi dakka yahu, bu mesaj +44'le başlıyor. İngiltere numarası. Alex beni aradığında da Kanada numarası olmasına rağmen +44 diye çıkmıştı. Hatırlıyor musun? Evet, evet. Ama onun babası neden kaybolsun ki? Tamam, kanserdi ama erken teşhisti ve daha çok yeniydi. Sonu kaçınılmasa bile birkaç yılı var dememiş miydik? Hem daha iki gün önce güle oynaya Alex'le konuşmamış mıydı telefonda? Yatmıyordu. İleri safha falan değildi. 

Titreyerek geri aradım numarayı. Alex bir doğumgünü partisinin orta yerinde kitlenmişti. Abisinin mesajını bana forwardlamıştı. Ne yapacağını, ne diyeceğini, neden olduğunu, hiçbir şeyi bilmiyordu. Babalardan binlerce mil uzakta bir babalar günüydü. Ben de söylenecek kelimeleri bilmiyordum.