Salı, Nisan 20, 2010

Adımı Deliye, Kendimi Rahata

Şövalye’nin katı bir diyeti vardı. Yağsız, tuzsuz, şekersiz takılması gerekiyordu en az bir hafta sonraki kontrolüne kadar. Karmakarışık bir tarifeye gore, değişik saatlerde günde 30 küsür de hap alıyordu. Anne Şövalye ona özel yemekler pişirdi. İlaçlarının haftalık planını çıkarıp buzdolabına astı. Saatleri kurup her alarmda neyi ne kadar alması gerekiyorsa oğluna verdi. Bana kalsa Şövalye’yi evimizdeki salonun kanepesine yerleştirip başına bir evde bakım hemşiresi bırakıp gündüzleri ben işe gidecektim ama anne engel oldu. Zaten kafadan anneydi ve feci sahipleniyordu oğlunu. Kişi olarak da ultra metodik ve güvenilir olduğundan hayatta gözünü arkada bırakmayacağın biriydi.

E, tamam, dedik ve Anne Şövalyeler’e taşındık. Evleri genişti, müsaitti; böylece benim de ayrı bir odam olabildi. Şövalye’yle beraber uyumama izin yoktu çünkü o neredeyse oturur biçimde yatıyordu ve belki ben gece uykumda kafasına falan geçirirdim, mikrop, bakteri taşırdım. Ne olur ne olmaz diye ilişmedim. İliştirilmedim.

Şövalye ilk haftayı da akşamları ortaya çıkan migren ağrılarıyla geçirdi. Böylece işten döndüğümde ağrılı Şövalye’yi buluyor ve sanki o bütün gün acı çekerken ben işe güce gidip dünyevi meselelere gömüldüğüm için kendimi suçlu hissediyordum.

İlk doktor kontrolüne babasıyla gitti. İyileşir bulmuşlar ki diyetini bozmamış olmalarına rağmen hastaneden kaçıp iskender yemeyi başarmış. Eve geldiğinde annenin tuzsuz çorbasını sırf o çakmasın diye yedi. O günden sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Şövalye hastalığını ve ağrısını şımarık bir çocuk gibi kullanmaya başladı. Annesine çaktırmadan ziyaretçilerin getirdiği börekleri, kekleri yiyor, bütün gündüzü internette sohbetle, geyikle geçiriyor, ben akşam eve geldiğimde ah uf’a başlıyordu. Bense giderek şişen hamile ayaklarımı kaldırıp oturacak bir ortamım bile olmadan bütün akşamı kumaş pantolon-gömlekle kaynatalarımla oturarak geçiriyor, gümbürdeyen sifon sesi bütün dairede yankılanıyor diye geceleri artık sık sık gelen tuvaletimi tutuyor, sabahları kendime kahvaltı hazırlarken ses çıkarıp ahaliyi uyandırmayayım diye akla karayı seçiyor, en nihayetinde bir şey yemeden evden çıkıyordum.

Hamileliğimin ilk üç ayında etimi, sütümü, balığımı, A’dan Z’ye bütün vitaminlerimi bile milligram milligram hesaplayıp beslenirken Şövalye’nin hastalığı süresince tost ve dürüm yemekten ve sporu bırakmaktan ister istemez biraz hızlıca kilo da almıştım. Aslında hala normal sayılırdı. 18 haftalıktım ve 4 kilo almıştım ama bu da bana çok görülüyordu. Akşam evde herkesin tabağına üçer köfte konurken bana iki tane konuyor, bu kadar erken bu kadar çok kilo almamın doğru olmadığı söyleniyordu. Son üç aya kadar hiç kilo almamam gerektiği hakkında sanki karşımda Ebru Şallı konuşuyormuşçasına nutuklar dinliyordum.

Her sabah misafir yatağımı hiç özenmediğim kadar özenerek toplamama rağmen akşam döndüğümde onu yeniden askeri nizam jiletliğinde, üzerine bozuk para atsan zıplatır kıvamda yapılmış buluyordum. Normalde hamile değilken bile bacaklarımın altına yastık koyup uyumama rağmen istediğim yumuşaklık ve yükseklikte bir yastığım da yoktu. İç çamaşırlarım tükenmişti ve donlarımı yıkansın diye kaynanamın sepetine atamıyor, akşamları duş alırken elimde çitiliyor, çaktırmadan kaloriferin üstünde sabaha kadar kurutuyordum. Her şeye ama her şeye Şövalye’ye iyi bakılsın diye dayandım ama rutin bir gebelik kontrolüm çıkışında cinnet geçirerek tası tarağı toplayıp evime döndüm.

Rutin kontrolden çıkmış, Şövalye’yle beraber bir şeyler yemiştik bir büfede. Öğleden sonra da detaylı ultrasona girecektik. Benim iş günümdü ve iki doktora gitmek gibi bir problem yüzünden ofise gidemeyecektim. Ofiste bir mesele vardı ve blackberry’mden mailler atıp durmam gerekiyordu. O esnada Şövalye başka bir şey yemek isteyip istemediğimi sordu. İstemem, dedim. Sonra arada bir iki defa daha sormuş sanırım, ben koptum duymadım. Mailime konsantre olmuştum. Sen Şövalye, bunu saygısızlık olarak gör, kalk git. Ben de arabaya gitti sanıp tıngır mıngır büfeden çıktım. Arabanın yanına gittim baktım yok. Meğer taksiye atlayıp annesine dönmüş. Arabamın anahtarını da yanına alarak üstelik. Annesinin evi önümdeki yokuşta. Yağmur yağmaya başladı. Bende de altı kayan babetler var.Taksi falan geçmez. Ağlaya ağlaya, duvarlara tutuna tutuna yokuştan inip anahtarımı alıp, eşyalarımı toplayıp, 'delirdin mi sen'ler arasında evime döndüm. 5 aylık hamileydim. Bir buçuk aydır bir bavulda, sağda solda yaşıyordum. Hormonlarım tepemdeydi, ellerim ayaklarım şişiyordu. İstemeden sağlıksız besleniyordum. Üstelik ofiste yeni bir projenin içinde inanılmaz yoğun çalışıyordum. Üstüne de çalıştığım için, kilo aldığım için, cevap vermiş olduğum soruya tekrar cevap vermediğim için ha bire eleştiriliyordum. Tam bir Kakılmış olmuştum. Buna dur deme zamanı gelmişti.

Şövalye de domuz gibiydi. Her anlamda öyleydi. İyiydi, ağrıları bitmişti. Yarası kapanmıştı. Annesinin konforlu, börekli evini pek sevmiş, gak dese su gık dese kek getirilmesine pek hasta olmuş, beni ve Jelibon’u unutmuş, evine dönmeyi reddeder olmuştu. Serzenişlenmenin de faydası yoktu. Her seferinde ‘ama ben ölüyordum ya’ diyerek konudan sıyrılıyordu. Ölmeye yaklaşmış olduğu için şımarma hakkı kazanmıştı.

4 yorum:

gezicini dedi ki...

haklısınız diyorum. hamilelik zor zanaat. ama emin olun sonrası çok daha zor zanaat. babanın yardımı olmadan ben yapamazdım sanırım.
çok geçmiş olsun ve kolay gelsin.
sevgiler
gorki

Murtaza dedi ki...

ama en heyecanli yerinde kesmissin?

alex dedi ki...

Eeee sonra ne oldu? Sovalye piliyi pirtiyi toplayip bir nevi "burnu surterek" eve mi dondu? :) Sovalye ve kaynananlar okumuyor mu yahu bu blogu Kakilmis? :)

Yesim Arpat dedi ki...

Şövalye okuyor ama okuduğu şeyleri hafızada tutma süresi beş dakikayı geçemediği için okuduktan sonra bana mıkmık yapma ya da saldırıya geçme gibi aksiyonları alamıyor. Ben bütün bunları sözlü olarak zaten her dakika söylendiğim için biraz da bağışıklık kazanmış durumda.

Kaynanamlar tabii ki de okumuyor :)