Cuma, Mart 26, 2010

Saçlarım Yerinde Duruyor Mu?

Altı saat uzun bir süreydi ameliyattaki hastamızı beklemek için. Yonc da vardı mekanda. Annesinin de başından geçmiş zaten beyin tümörü ameliyatı. Ortada annesiyle alakalı bir konu yokken dahi konuyu bir şekilde annesine bağlamayı beceren Yonc, bizzat kendi başından geçmiş bu olay karşısında altı saat boyunca Nilay Teyze’den başka bir şeyden bahsetmedi. Nilay Teyze’nin İsviçre’ye taşınan ameliyatı için elde avuçta ne varsa satıp savan ailesine rağmen annesinin kardeşlerini nankörlükle suçlamasını, erken teşhis edilmiş meme kanseri tedavisi esnasında bekleme salonunda kempoterapisini beklerken bir sıkımlık canı kalmış terminal durumdaki ileri derece kanser hastalarının yanında ‘niye beni bu hastalık buldu’ diye ağlayıp feryat etmelerini, sakinleştirilmeye çalışılınılırken ‘hasta olmama rağmen bana kızılıyor’ diye küsmelerini, sülalesinde uzaktan akraba bir albay emeklisi amcanın annesinin trajedisine ağlamadığı için adamcağızı defterden sildiğini bütün detaylarıyla, Şövalye’nin bütün akrabalarıyla beraber dinleyerek öğrendik.

Kocakafa Düella zaman zaman duygusallaşıp ağladı. Onu teselli ettim. İlla ki onunla görüşmek isteyen müşterilerini ekememiş, hastaneye çağırmış. İki saat kadar da iş toplantısı yaptı. Bu duruma da çok sızlandı.

Çıtır ve eşi sevimli çifti pırasalı börekler açmışlardı. Bekleyenlere dağıttılar.
Elyan sessizdi çok. Aklından zaman zaman bir şey geçiyor, akabinde tahtalara vuruyordu.

Altıncı saate doğru bir haber almak uğruna nöroşirurji hemşirelerinden birini bulma umuduyla asansöre bindiğimde Şövalye’nin ameliyatına asiste eden oğlanla burun buruna geldim. Ne oldu, durum nedir, diye sordum bir çırpıda. İyi geçti, dedi. Uyanıyor bile. Hemen asansörü durdurup bekleyenlerin yanına koştum.

Şövalye uyanmış bile! İyi geçmiş! İyiymiş!!!

diye anons eder etmez ellerim ve ayaklarım karıncalandı. Bir sandalyeye attım kendimi. Ağlamaya başladım. Bir sinir boşalması şeklinde hem güldüm hem ağladım. Anne Şövalye ve Düella’yla ağlaya ağlaya kucaklaştık.

Sonra ailecek yoğun bakım katına çıktık. Yirmi saniye kadar ameliyattan yoğun bakıma getirilen Şövalye’yi kapıdan seyrettik. Uyanıktı. Kafasında fileler ve sargılar vardı. Yüzü de şişti ama iyiydi.

Doktoru sadece bir kişinin iki dakika yanına girebileceğini söylediğinde Anne Şövalye ile göz göze geldik. Oğul vs koca. Can vs canan. Kaynana-gelin çekişmesinin en can alıcı noktasındaydık. Kapıdan da olsa görmüştüm, Şövalye’yi. İyiydi ya, iyi olduğunu bilmek bana yeterdi. Siz girin dememe kalmadan ‘eşi girsin’ dedi kaynanam. Kıyamam. Annem olsa çoktaan kimseye sormadan, kimseyle bakışmadan dalmıştı bile odaya. Hemen yeşilleri takıp, hijyenik jeller sürünüp sıra sıra perdelerle çevrilmiş salonun sonunda yatan Şövalye’nin yanına gittim.

Şövalye beyaz ince boruların geçtiği termal bir örtünün altında her tarafı bağlanmış ve her tarafına iğnelere takılarak yatmıştı. Uykuluydu. "Çok iyi görünüyorsun. Geçmiş olsun. Ağrın var mı çok?” diye sordum. Yarı baygın durumdaki Şövalye soruma cevaben saçlarının yerinde olup olmadığını sordu.

Biz aşağıda öldük öldük dirildik. Yemişim saçlarını. Yani narkozdan ayılırken bunları diyorsa bunları düşünerek gitti kesin ameliyata. Sanki lepiska saçları vardı da gitti diye endişe edicez. Adama da kızılmaz ki şu ortamda. Töbe töbe.

-Duruyor tatlım. Hatta neredeyse hiç traş etmemişler.
-Saat kaç?
-Dört.
-Temizlemişler mi?
-Evet, bir şey kalmamış. İyi huyluya benziyormuş zaten tahmin ettikleri gibi.
-Sen iyi misin?
-Ben çok iyiyim. Sen de iyi ol.

Bir yandan hafıza yerinde mi diye ufaktan yoklamak istedim.

-Çok mu seviyorum?
-Ben?
-Hayır, ben.

-Şapti miymiş?
-Sen?
-Hayır, sen.

Tamam. Günlük tekerlemelerimizi hatırlıyor, oyunu aynen oynuyor. İyi bari.
Şu meşhur unutkanlığı da belki böylece düzelmişti ama onu test edecek ortam yoktu. İki dakika ziyaret sürem çabucak doldu.

Çarşamba, Mart 24, 2010

Ameliyat Başlıyor

Anne Şövalye aradı. Şövalye’nin önden düğmeli pijaması olup olmadığını sordu. Ay bilmiyorum ki, oldum. Şövalye tişörtleriyle yatan bir adam. Ben de tişört koymaya kalkmışım başından ameliyat olacak adama. Kafasını ittir kaktır sokuşturabilecekmişiz gibi. Gidip penye, yumuşak, önden düğmeli ve kısa kollu iki çift pijama almış. Kollar özellikle kısa. Kateterler rahat takılsın diye. Anneler ne çok şey biliyor. Bir de kadına söylemeyecektik ameliyatını.

Ameliyat gününden bir gün önce hastaneye yattık. Şövalye’yi hemen MR’lara, iğnelere başlattılar. O gün Jelibon’un 16. haftasıydı. Dörtlü testlerini bir hafta ertelemiştim ama yine de moral olsun diye o hastanedeki bir kadın doğumcudan randevu alıp ultrasonda görmek istedik. Jelibon erkekti. Fazlasıyla gelişmiş, dört gün geriden gelen velet bir hafta öne gitmişti. Erkek olduğunu ispatlarcasına poposunun ve bacaklarının arasındaki çıkıntının bir deste fotoğrafını bastılar. Öylece uğurlandık.

Kerevit de erkekti. Jelibon da. Kafası rahat adamın oğlu olurmuş zaten. Şövalye’nin kafası rahattı hakkaten. O yüzden nerden çıktı bu tümör, anlamadık. Duyan da çok şaşırdı zaten. Hiç konduramadılar ona. Hani, benim kafamda çıksa kimse şaşırmaz. Bu kaygı düzeyiyle bir yerinde bir yumru çıkması daha kabul gören bir şey sanki.

Şövalye’nin o gün bir dünya ziyaretçisi oldu. Hatta ofisinden otuz kişi birden, hatta ta Bahçeşehir’de oturanlar bile iş çıkışı onca trafiğe rağmen Kozyatağı’ndaki hastaneye uğramış da hemşireler içeri almamışlardı. Şövalye onları koridorda selamlamak durumunda kaldı. Ne kadar çok seveni varmış kocamın. Bana olsa üç kişi belki bizzat gelirdi. Belki elemanlarım çiçek falan yollardı, o kadar.

Geceyi onun hasta odasında geçirdik. Refakatçi yatağını hasta yatağına yapıştırıp el ele uyuduk. O az biraz uyudu ama ben pek uyuyamadım. Ortalık aydınlanmaya başladığında o da uyandı. Sonra ben biraz çaktırmadan ağladım ama gördü; duygularım var diye de sevindi. 7’de annesi ve babası geldi. 8 gibi önlüğünü giydirdiler. Bir de beyaz uzun çoraplarını. Sonra sedyesine koyup götürdüler onu. Giderken ona el salladık asansöre kadar. Gülücükler, öpücükler attık. Kapı kapanır kapanmaz odasına döndük. Anne Şövalye katıla katıla ağladı.

Dayanamayıp aşağıya, giriş katındaki kafeye indim. Düella, Yonc, kardeş Hafiye, Elyan, abi ve elti Şövalyeler ve bir dolu hala, amca, kuzen, hep beraber ömrümün en uzun altı saatinin geçmesini bekledik.



Cumartesi, Mart 20, 2010

Şov Hırsızı

Şövalye ilkokul birin ilk günündeki çocuklar gibi doktorları maaile dolaşmaktan hoşlanmıyordu. Ama biz öyle yaptık. Bir hocaya daha gittik. Artık konumuzu o kadar çalışmıştık ki, o adam da ağzını açmadı. Biz öyle oldu, böyle oldu, dedik. O da ‘evet, doğrudur’dan başka kelam etmedi. Son kez Uğur T’ye gidecek ve ajandasına girecektik artık. Bu randevuya Düella da geldi.

Uğur T, Şövalye’nin kafasını nasıl keseceğini anlattı. Saçın da azmış senin, saçlarının arasında kalırdı iz normalde ama neyse, dedi. Şövalye’nin bütün derdi buydu. Panik oldu. Neresinde iz kalacak, ne kadar derin olacak, ne kadar sürede iz geçecek, diye sormaya başladı. Şövalye’nin estetik dertleri vardı.

Düella da “Aman canııım. Bu yaştan sonra kime beğendireceksin kendini, olsun kafan yamuk kalsın” dedi. Yerine “zekasında falan bir sorun çıkmaz, di mi doktor bey?” diye sordu. Düella’nın entellektüel dertleri vardı. Şövalye onun bu dertlerine normalde ne kadar katkıda bulunuyordu, o ayrı mevzu. Ama tümörünün alınmasından sonra adamın sivri zekalı birine dönmesi umuduyla sormuş olabilirdi.

Ben de huyu suyu ve unutkanlığı konusunda tekrar değindim. Benim de davranışsal dertlerim vardı. Sessiz direniştir kocam. Ben de cadılaşıyorum bu huyuna tepki olarak. Ama Şövalye her şeyi on dakika içinde unuttuğu için ‘50 First Dates’ gibi bir hayatımız vardı. Her gün sil baştan. Tümörü unutkanlığına sebep oluyorduysa mesela, artık her şeyi hatırlayan birine döndüğünde biz mümkün değil, geçinemezdik.

Dönüş yolunda Şövalye ölmek üzere olan bir adam olduğundan oraya buraya şuraya gidip, onu bunu şunu yemeyi önerdi. Düella da ölürse eğer çocuğuna baba olacağını ve sırf bu yüzden ölmese iyi olacağını hatırlattı.
Hastaneye yatmamıza üç gün vardı. Önümüz haftasonuydu. Toplaşıp kırlarda mangallar yakıp Şövalye’nin son arzularını yerine getirdik. Adam ölümüne sucuk ve pirzola yedi. Benim de son arzulara ayak uydurma çabaları neticesinde yeme içme konusundaki tüm hamilelik titizliğim dağıldı. Pre ve post hastane süreçlerinde mecburen junk food yemeye başladım. Artık kimse benle ve Jelibon’la ilgilenmiyor, aç mıyız tok muyuz, doktor randevumuz nasıldı, ikililer dörtlüler nasıl çıktı diye umursamıyordu. Şövalye alenen şovumuzu çalmıştı.

Perşembe, Mart 18, 2010

Üç Buçuk

Başka doktorlara da gitmek isteyen Şövalye’nin kalan beynini de yedim. Tamam, git ama şimdi üçüncü doktor ameliyat gerekmez dese, tamam diyip oturacak mıyız? Bu adam iyi işte. Başka doktora gitsek bile ajandasına girseydik ya ameliyat için. Sonra fikrimizi değiştirirsek değiştirirdik ?

Arada Düella’ya da haber verdim. Bu da ameliyat diyor ama bizimki başka doktorlara da gidecekmiş, diye. Düella yine klasik bana kızdı. Şövalye’nin hayatıymış da, tabii ki gidecekmiş de. Ben nasıl böyle atlıyormuşum da ameliyat kararına da.

Abicim, kocaman bir şey var adamın kafasında. Sağ tarafının damarları o şeyin etrafından dolanıyor. Sol tarafı gıcır. Bir nane var işte. İnkara ne gerek var? Bu adam da en iyisi. Başka beyin cerrahları bile ona yönlendiriyor. Daha n’apabiliriz ki?

Yine bana çemkirilindi. Benim düşen bebek Kerevit için gitmediğim kadın doğumcu kalmamışken nasıl olur da Şövalye’yi iki doktorla bırakırmışım. Şövalye de normalde Düella’yla takışır didişir. Haydiiii, bir kaynaştılar bunlar, ben düşman oldum. İnsan kendi hayatından kendi sorumluymuş da, ben karışamazmışım da, bu Şövalye’nin vereceği kararmış da. Da da da.

Ben kimseyi iki doktorla bırakmıyorum bir kere. Adamın ajandasına bir girseydik diyorum. Sonra yine kimi görürse görsün Şövalye. Kaldı ki Kerevit’e hamileliğim boyunca kanama episodları yaşadığımda x bir hastaneye koşturuyordum. Nöbetçi doktor kimse, adını bile o dakika öğrenip ona görünüyorduk. Maksat ultrasona girip Kerevit yaşıyor mu diye bakıp merak gidermekti. Hiçbiri dünyanın top bilmem ne jinekologu değildi. Çoğu da uyuzdu hatta. Şimdi bunu gündeme getirip konunun çarpıtılmasına ne gerek varsa? Zaten herkes çemkir çemkir çocuğuma. Kimse istemiyor onu. Şövalye de istemedi hiç. Ben hep ittir kaktır becerdim ne becerdiysem. Jelibon doğsun büyüsün de bu yazıları okuyup onu çok muhtemelen çikolataya ve oyuncağa boğup hayatı harikalar diyarı gibi gösterecek adamın aslında ne kadar inkarcı ve umursamaz olduğunu anlasın.

Yine aracılar ricacılarla bir üçüncü doktordan daha randevu aldık iki gün sonra, sabahın 7’sinde. Adamın 8’deki ameliyatının hemen önüne. Hemen akabinde bir başka doktordan daha. Aynı gün içinde beyin cerrahı manyağı olalım da Şövalye ikna olsun diye.

Bu arada kaynata Şövalyeler’e de durumu anlatmak lazım gelir, dedim. Şövalye direndi. Ameliyat olsun, herşey iyi geçsin, iki gün sonra söylermiş. Endişelendirmemeliymişiz onları da. Eğer onlara söylersem benden boşanmakla tehdit etti beni.
Kendi çocuğumun kafasında tümör olsa ve bana söylenmese ne kadar sinir olacağımı düşündüm. Hem Allah korusun Şövalye’nin başına bir şey gelse kendi başınıza iş yaptınız olur, suçlu ben olurum bu sefer. Zaten beraber yemeğe de çıkacaktık ertesi akşam. Önden gittim söyledim. Ameliyat gerektiğini ama korkulacak bir durum olmadığını, isterlerse ertesi sabahki randevularına bizimle gelmelerini ve durumunu doktordan kendi kulaklarıyla duymalarını söyledim.

Anne Şövalye biraz ağladı. Baba Şövalye bir beyin cerrahı arkadaşlarını aradı. O da Uğur T’yi tavsiye etti.
Şövalye gelince konudan bahsetmemeye karar verdik. Yemeğe oturduk.
Gece evlere dağılırken sabah bizi 6:30’da evden alacaklarını söylediler. Şövalye çaktı durumu. Kızdı kızdı kızdı. Ben gelmiyorum, dedi. Benle de küstü.

Şövalye'yi öptüm okşadım. Yalvardım, malvardım. Ertesi sabah Dr NP’ye gittik hep beraber. Hastayla beraber en fazla iki kişi alabiliyorlarmış muayene odasına. İçeri kanuni olarak en yakını olduğum için beni aldılar. Bir de babasını. Hoca 60'larında tombul bir adamdı. Kibar konuşuyordu. Biz de saygılıydık. Ameliyat, dedi anında. Ne duyacaktıysak başka?

Sonra soru-cevap fasıllarına geçildi. Riski nedir, diye sordum ben de. Klasik.
Sanki bu soruyu sormamamız gerekiyormuş gibi terslendim hemen. Gelen giden bana çemkiriyor, ha. Çocuğun kafasını açıp, beynini kaldırıp altından tümör temizleyeceksin. Ucunda ölüm kalım var, felç var. Tabi sorucaz heralde. İnsan camlarını sildirecek kadına bile daha çok soru soruyor. Alla allaaa.

“Yau”, dedi. “Ben şimdi bel fıtığı ameliyatına giricem. Bel fıtığı der önemsemezsin ama her fıtık ameliyatında bile benim g.tüm üç buçuk atıyor, adamın o sinirine mi girdim, bu damarını mı çektim, diye,” dedi.
Hem de yumruğunu yan gösterip avucunu sıkıp bırakarak g.tünün üç buçuk atmasının animasyonunu bize izleterek. Sonra da kendi işinin zorluklarından, sabahtan akşama kadar hastanede olmasından yakındı.

Bu adama ameliyat olmayacaktık. Uğur T’de iletişim bozukluğu var diyorduk, hale bak, gelen gideni arattı. NP’den sonra adam gözümde iyice büyüdü. En azından muhabbeti kendine çevirmedi. Deli mi ne?

Çarşamba, Mart 17, 2010

Kısa Muayene

Şövalye laf olsun, rock olsun diye değil; gerçekten AN’ı yaşıyor. Onun için geçmiş yok, gelecek de yok. Şimdi mutluysa tamamdır. O yüzden sevmediği yeşillikleri, sebzeleri sırf elli sene sonra hayatta olabilmek için yemez. Onun için yemeği yediği anda aldığı haz önemli. Bunun ona kolesterol ya da diyabet olarak döneceğini asla düşünmez. Belki de kolay kilo da almadığındandır, kimbilir. Onun için işte ameliyatına yollanana kadar zerre endişe duymadı. Doktor randevularına kasmadı. Sıkıcı işler diye.

Cerrah kankası başta olmak üzere birçok sağlıkçıdan beyin cerrahı Uğur T. adını almıştık. İlkin ona kastık. En erken randevuyu iki hafta sonraya alabildik diye araya tanıdıklar sokuldu ve iki gün sonra güç bela göründük kendisine. Muayeneye gitmeden önce adamı çılgın gibi gugıllamıştım. Gazi Yaşargil’in ekürisiydi. Dünyanın en iyi 50 beyin cerrahı arasına girmişti ve o kulübe giren en genç elemandı. Havalı yurtdışı üniversitelerinde paso sunumlar, konferanslar veriyordu. Hakkında bir de Amerikan gazetesinde çıkmış bir haberi okuyunca saygı dozu yükseldi.

On yıl önce beyninde ender bir tumor bulunan Jacob’u ailesi artık 80’ine merdiven dayamış Yaşargil yerine yine en az onun kadar meşhur Dr Grant’e ameliyat ettirirler. Grant tümörün sadece %10’unu temizleyebilir. Aile bu sefer Arkansas’taki Yaşargil’in kapısını çalar. Yaşargil ikinci uğrak olmasından yana serzenişte bulunur ama Jacob’ın tümörünün %80’ini temizlemeyi başarır. Bu, durumu uzun sure idare edecektir. Fakat kalan %20’nin zaman içinde yeniden büyüme ihtimali vardır. Yaşargil, on yıl sonra yeniden ameliyat olması gerekebileceğini, öyle olursa Türkiye’ye gidip Uğur T’ye görünmelerini söyler. Aradan on yıl geçer. Jacob artık üniversite öğrencisidir. Tümörü de zamanla yeniden büyümüştür. Aile toplanıp Istanbul’a gelir. Uğur T, tümörün %97’sini temizler. Bu rakam tümörün artık ameliyat seviyesinde büyümeyeceğinin de garantisidir. Bu tümör temizleme oranları cerrahların skoru gibi bir şey sanıyorum. Bu oranlarla değerlendiriliyorlar hep.

Yurdum cerrahlarının böyle başarılarını okumak gururumu okşadıysa da çocuklarının ölümden döndürüldüğü Istanbul’dan Amerika’ya dönen ailenin Türk Hava Yolları uçağınından sağ çıkmayacaklarını düşünmeleri ve bu konudaki endişelerini de kaleme almaları ayrıca dikkat çekiciydi. Yani, yurdumun yarı-tanrı cerrahlarının bizi hayata bağlarken türlü dandikliklerle anında öbür tarafa gidebileceğimizi de tekrar hatırlamış olduk.

Uğur T’yi randevu saatimizden bir buçuk saat sonra ancak görebildik. Yanında iki asistanının adeta öl dese ölecek pozisyonda yanında durduğu, fazla konuşmayan kumral bir adamdı. Ameliyat şart, dedi. Meningioma olabilir, dedi. Önündeki kafatası maketinde beyni çıkardı altını gösterdi. Burada, dedi. Göz çukuru kemiğini de kazırız biraz, temizleriz yani. Olur, dedi. Gel yat haftaya, üç güne çıkarsın. Dördüncü gün işine gidersin, dedi.

Adamın rahatlığı biraz su serpti serpmesine de pek göz kontağı kurmayan, elini gevşek sıkan ve mır mır konuşan hali pek de güven veremedi. Hani şöyle biraz heybetli dursa, hallederiz koçum, dese, sırtımıza pat pat yapsa sanki daha iyi olacaktı.

Riskini sordum. Tipimden anladı sanırım gugıl düşkünlüğümü.
"Şimdi internetten okuduğunuz oranları falan bana sormayın. Her ameliyat kadar riski var işte", dedi.

Ben de sorumu çevirip sordum bu sefer.
“Peki sizin şimdiye kadar yapmış olduğunuz ameliyatları düşük, orta ve yüksek riskli olarak üç gruba ayırsak, Şövalye’nin durumunu ‘düşük risk’ grubuna sokarsınız demek mi oluyor bu?”

Hoca sıkıldı.
“Evet”, dedi. “Düşüğe koyarım”.

Uyuz olmasın diye şoparma taktiğini denedim.
“Peykiii”, dedim. “İnsanın huyu değişir mi beyin ameliyatlarından sonra? Bu durum efsane mi, gerçek mi?”

Pek eğlenmedi. “Bunu ben bilemem” diye belli belirsiz gülerken asistanı da bize kapıyı gösterdi.

Girmemizle çıkmamız beş dakika sürmedi. Hazretleri bize bu süreyi yeterli görmüştü. O da haklıydı aslında. Sırada muayene bekleyen bir dünya insan vardı ama Şövalye beş dakikada ikna edilebilecek bir adam değildi.

Pazartesi, Mart 15, 2010

Kadere Bak

Düella ağladı, ben onu yatıştırmaya çalıştım kafasına pat pat vurarak. Yani bu soğukkanlılığımın da suyu çıktı. Kriz zamanlarında şu metin görüntü de ne uyuz, hakkaten. O da beni uyuz buldu zaten. Ben azıcık koyvermeye kalktığımda da bu sefer, ‘vay bencilsin de Şövalye için değil de kendin için üzülüyorsun’ diye beni azarladığından hı hı, dedim durdum yanında. Kassan suç, salsan suç. Sonunda hakkaten 'en kötü durumda hayat nasıl olur'u konuşmadık mı? Konuştuk.

Her daim en kötüye hazırlıklı, tedbirli, güveni düşük ama kaygı düzeyi yüksek bir insanım ya. Kendimi kocanın terk etmesine, ne bileyim aldatmasına, başka bir kadına gitmesine falan bir şekilde hazırlamışım. Başıma gelse, tamam biraz travma falan olur belki duygu durumuma gore ama ne bileyim, üç gün ağlarım, sonra bela okur yürürüm neticede. Okuduğum belalar da hep tutar. Hiiiç şaşmaz. Sonradan oh bile çeker rahatlarım icabında.

Ama eşin ölmesi nasıl bir düğümdür yahu? Şu hayatta hala en içimi cızlatan şeydir, yaşlı çiftlerden birinin eşi öldüğünde öyle bir başlarına kalmaları. Hayata da karışıp biraz kafalarını dağıtamazlar emekli ve yorgun halleriyle. Bir tanecik kabakla doyup bütün gün çiçek sulayıp gazete okumaları da bana çok dokunur. Vancouver’a giderken uçakta Up’ı (Yukarı Bak) seyretmiştim, hani şu Oscar alan çizgi filmi. Ne olduğunu da bilmeyip izlemiştim de Ellie’yle Carl’ın ne tatlı bir hayatları vardı da sonra Ellie öldü. Yaşlı Carl bir başına kaldı. Hiç ummazsınız ama ben ağla ağla mahvoldum. Yol da uzun. Bütün yol boyunca Carl'ın matemi aklıma geldi geldi ağladım.

Düella’ya dedim kaderimde genç yaşta karnımda çocuğumla dul kalmak da var belki de, diye. Sonra bu kasveti dağıtmak gerekti. Biz yine o zaman default senaryomuza bağlandık. Düella çocuğuma baba olur. Yonc da bekar hayata döner. Hep beraber olursak Ulus’ta villa alacak paramız olur; dadılar, kahyalar tutar hep beraber mutlu mutlu yaşardık.

Arada trafikte kalmış Şövalye’nin uf puff mesajlarına bak Düella ağlıyor, yazık falan dedim, sevindi. Değerimi anladınız, diye devam etti. Ona yaptığımız bütün kötülükler için pişman olma vakti gelmiş artık.
Düella bir düşündü ve ‘Ya Şövalye'nin huyu değişirse ameliyattan sonra?’ dedi. Öyle olabiliyormuş beyin ameliyatlarından sonra. Sinirlilik, huysuzluk falan. O zaman dul olmaz, ‘boşanmış’ olurdum ve yine default senaryomuzu yaşardık.

Sonra işte Şövalye ‘ölümlü dünya madem' diyerek Marmaris Büfe’den ıslak hamburgerler, yengenler, sosislilerle eve geldi. Herşey normalken de zaten bunlarla beslendiği için bir şey değişmiş değildi. Tek fark benim junk yemesine bu sefer bıdı bıdı yapmamam oldu.

O gün birkaç cerrah hoca ismi bulduk. Hepsinden en acil randevuları aldık.

Pazar, Mart 14, 2010

Teşhis ve Risk

Doktor MR filmlerini ışıkla panoya taktı. Uzun uzun baktı. Hımladı. CD’den de detaylarını inceledi. İçerdeki odada Şövalye’nin gözünü, ensesini, dengesini muayene etti. Sonra dönüp filmler üzerinde tümörün yerini gösterdi, tipini anlattı. Anlaşılması zor değildi. Ömrümde ilk kez beyin MR çıktısına bakan bir insan olarak bana bile sağ gözünün arkasındaki parlak kütle çok aşikardı.

Göz basıncın yüksek, dedi. Kütle şah damarını da ittiriyor üstelik. Şanslısın ki fark edildi. Yoksa birkaç yıl sonra beyin kanaması geçirebilir, saksı olabilirdin.

-Yani? Alınması mı gerek?
-Alınması şart.
-Hemen mi?
-Hadi hemen şimdi diyemem ama en geç 1-2 ay içinde alınsa iyi olur.
-İyi huylu mudur?
-Epidermoid olduğunu sanıyorum. Çok enderdir ama iyi huyludur.
-Neden olur?
-Eğer oysa doğuştandır. Kalıtsaldır. Anne karnında cilt hücreleriyle beyin hücreleri aynı yerden büyürler. Bazen birkaç cilt hücresi beyin içinde kalır, zamanla orada büyümeye devam eder.
-Ameliyatın riski nedir?
-Yüzde 1 ölüm riski, yüzde 5 de felç riski var ama bilemeyiz tabii açmadan.
-Felç olursa ne tip bir felçten bahsediyoruz?
-Sol tarafı tutmaz.

Risk rakamları düşük gibi dursa da bu tip tümörler beyin tümörlerinin sadece binde 5’iymiş. Popülasyonda görülme olasılığı birkaç yüz binde bir iken bizi bulduysa yüzde 5+1 de yeterince korkutucuydu.

Yonc’un annesinin 20 yıl evvel Gazi Yaşargil’e olduğu zorlu ameliyatı daha taze dinlemiştim. Yonc da artık lazerlerle tümörleri tedavi ettiklerini söylemişti. Yani annesi bugün hasta olsa aslında lazerle takılacak, kafasının açılmasına gerek kalmayacaktı. Onu da sordum.

Lazer büyümeyi durdurucu olabiliyor ama küçük tümörlerde kullanıyoruz bu yöntemi. Sizinki oldukça büyük, diye cevapladı doktor.

Şövalye vizite ücretini falan öde
rken ben dışarda hastanenin önünde bir banka oturdum. Oturamadım battı. Yürümeye başladım. Nereye gittiğimi de bilmiyordum. Bir tarafım beyin cerrahlarının en babasını araştırmak için sağa sola saldırmamı söylerken diğer tarafım kilitlenmişti.

Şövalye koşup arkamdan yetişti. Beni yatıştırmak istedi sanırım ama 'artık bana iyi mi davranacakmış buuu? Beni sevdiğini mi anlamış?' gibi cümleleri art arda sıralaması beni travmamdan kurtarıp çözüm odaklı tarafımı harekete geçirmişti. Şakanın sırası değil diyip hoca referansı bulsun diye Düella’yı aradım.. Sonra birkaç doktor arkadaşımızı aradık. Şövalye’nin liseden bir arkadaşı taze beyin cerrahıydı. Bir devlet hastanesinde çalışıyordu. Raporlarını bana getir, buranın heyetine sokayım dedi. Hastanedeymiş de hazır. Şövalye’yi oraya yolladım. Bu güzel havada şehrin öbür ucundaki hastaneye raporlarını götüresi olmayan Şövalye’ye bir cinnet daha yapıp Düella'ya gittim.

Normalde kim gelirse gelsin koltuğundan kalkmayan Düella kapılara bile çıkmış, çeşmelerini de açmıştı üstelik.

Cumartesi, Mart 13, 2010

İnat Beyinde Başlar

Aylar önce Şövalye’ye bir mesele yüzünden kızmıştım. Kızarken de biraz öfkeyle gardrobun kapağını kapamışım. Kapak yamuldu. Bizim evde hiçbir şey tamir edilmediği için yamulduğuyla kaldı tabii. Berlin’deyim. Zaten buz gibi havada bin tane toplantıya koşturuyorum. Bizimki bana mesaj attı. Bu gardobu da kırdın da, hiç hoşuma gitmiyor da, hede hödö.

Hikayenin eskiliği bir yana, hamileyim de. Hamileleri üzmemek, yormamak gibi genel bir yaklaşım vardır toplumlarda. Ne zaman hamile kalsam kuzu Şövalye canavar kesiliyor. Yolda yürürken Obama’ya rastlasa bile on dakika sonra unutup, kimdi o? diyebilecek adam beş ay önceki kızgınlığıma takıp bundan sonra sakin biri olmam konusunda bana trip yapıyordu. Bir kere beni niye kızdırdığını hatırlarsa haklı olduğumu tekrar ve tekrar ispatlayacağım haberi yok. Ona sakin diyenlere de yeterin diyesim var haliyle. Sessiz direniştir kendisi. Sakin olan inadı.

Dedim yeter. Bana bir daha mesaj atma. Senle dönene kadar konuşmuyorum.
Ertesi gün bir dünya şşşş, bak ne diycem içerikli mesajlar attı messenger'dan. Hiçbirine yanıt vermedim.
Döndüm, hiçbir şey yokmuş gibiydi. Eski muhabbet.
Ertesi sabah uyandık, kahvaltı yapıyoruz.

Şövalye: Burnumdaki deviasyon için tomografi çekmişlerdi.
Hafiye: Eee?
Şövalye: Doktor beyninde bişi gözüküyor, dedi.
Hafiye: Eeeee?
Şövalye: Beyin MR’ı çektir, dedi
Hafiye: Çektirdin mi?
Şövalye: Evet.
Hafiye: Eeeee?
Şövalye: Ya bilmem, çok işim vardı gidip almadım. Bişi olsa arar, söylerlerdi heralde.

O dakika kalkıp MR’ını aldık hastaneden. Bir dünya MR yığının arasından günlerdir teslim alınmayan dosyayı çıkarttık. Hiç kimsenin kontrol edip bizi aramışlığı falan yoktu tabii ki. Bir ön tanı vardı dosyasında rapor niyetine. Beyninde 4,5 * 2,2* 2,6 cm büyüklüğünde bir kütleden bahsediyordu. Teratoma, meningioma ya da epidermoid falan olabilirmiş. Kulak burun boğazcısına koşturduk hemen. Adamı beklerken deliler gibi blackberry’mden bu tip tümörleri gugılladım. Doktor, “Beyninde tümor gözüküyor”, dedi. “Bir beyin cerrahına görünmenizi tavsiye ederim”.

Cumartesi’ydi. Hastanede muayene için beyin cerrahı yoktu. O hastaneyi bu hastaneyi aradım ve Maslak’ta bir beyin cerrahı hocadan iki saat sonraya randevu alabildim.

Şövalye, hava güzel diye cerraha gitmek istemedi; onun yerine gezmek tozmak istedi. Pazartesi öğreniriz nasılsa, dedi. Bu güzel günü mahvetmek istemiyormuş. Anı yaşamalıymışız konulu şeyler attı tuttu. Bir de ben Berlin'deyken onunla konuşmadığıma uyuz olup karşılığında doktora gitmeme konusunda inat etti mi? Tam oldu.


İstemediği hiç ama hiçbir şeyi yapmadığını söylemiş miydim? Kimin iyiliği için olursa olsun. Yapmaaaz. Ama bir cinnet herşeyi çözdü. Hastanenin önünde ufak bir sinir krizi geçirdim. Sakin bir insan olmam konusunda uzun nutuklara yine ve yeniden başladıysa da bebeğe bir şey olmasın diye zorla benle doktora geldi bari.

Salı, Mart 02, 2010

Bir Şey Diyeceğim

Bu sefer dedim ki Jelibon’u (karnımdakinin adı) kimseler öğrenmesin 12 hafta doluncaya kadar. Madem racon buydu. Nazar değerdi falan. Kerevit’in (düşen bebek) düşmesinin sebebi nazar olamazdı, zira üç set kromozomluydu kendisi. Yani daha döllenme anında hasarlıydı. Öyle 6. haftada Ayşe Fatma duydu da nazarları değdi durumu teknik olarak imkansızdı. Daha ben bile hamileliğimi bilmezken olan bir olaydan nazar çıkarımı yapmak mantığıma tersti ama hadi peki, dedim. Sustum.

Düella inanmadı üç ay boyunca suskun kalacağıma ama ben sustum Allah için. Sustuğum halde olay çok yerinden patladı.

Jelibon’u öğrendikten dört gün sonra Ruş nişanlandı. Ağustos’ta düğün yapıcam DC’de, dedi. Hayııııır, oldum. Nisan-Mayıs gibi yap. Ağustos’ta gelemem. Nedenmiş? İşteee’ymiş. Olamadı tabii. Dedim ya erken yap ya da burda evlen. O zaman 8 aylık bir devken Amerika’ya gelemem ve senin düğününü görmem şart. Böylece Ruş, Jelibon’u öğrendi.

Beraber yumurtlama günlerimizi takip ettiğimiz bir iş arkadaşımla aynı gün hamile kalmayı becerdik. O bana çot diye söyledi durumunu ama yanımda hamilelikten bahsetmemeye, konudan kaçınmaya çalıştı 1-2 hafta böyle ben üzülmiyim diye acılar çekti. Baktım ona da yazık, dedim salla, ben de hamileyim. Gerginlik bitti.

6. haftada iş seyahati için BKAÜ’ye gittim. Oradaki iş arkadaşlarımın evlerinde kediler köpekler gırlaydı. Alkol ve sigara da. Akşam iş yemeği esnasında üzerime türlü hayvan atladı. Toksoplazma negatif. Dokunmamam lazım hayvanlara, ciyaaak kalkın üstümden diye kendimi atıp, normalde arada bir benim de içip onlara eşlik edebildiğim sigaradan öğüre öğüre tuvalete koşturmaktan ve önüme konan alkollü içkiyi ısrarla reddetmekten millet anladı. Hamile misin, allaaaşkına söyle, allaaaşkına denirken, diilim denebilir miydi ki? Evet dedim, rahatladım. Sigaralar söndü. Kedi köpek hapsedildi.

Sonra haftasonu oraya Yonc geldi. Her yemek yiyişimiz olaydı. Şirazemden çıkmışçasına hamburger-patatesi güpletirken durumumu tuhaf bulduğunu söyledi. Ben normalde hiç kalorili yemekler sipariş vermez, hamburger yesem de yanında kızarmış patates yerine domates falan istermiştim. Şoförümüzün ter ve ucuz parfüm karışık kokusundan öğürmekten bitap düştüğümde ona durumu açıklamak zorunda kaldım. Yonc da öğrendi böylece.

Şövalye 5. ve 7. haftada çekilen Jelibon’un ultrason fotosunu salonumuzda duran çerçeveli gelin-damat fotomuzun önüne sıkıştırmış. Öyle bir sevimlilik yapmış. Ben de dokunmadım. Yedinci haftada bir akşam evde ağır uyku bastırmış yatarken çottadanak Çıtır geldi. Gelir gelmez TV’nin yanında duran Jelibon fotosunu gördü. Bu neeee, diye heyecan yapıp koşturup sarılmasın mı? Çıtır da öğrendi. Hatta aynı durumu 11. haftada Elyan da yaşadı. O geldiğinde Jelibon’un fotosu 9 haftalıktı. Bir an onu Kerevit sandı. Töbe tööbe, dedi. Gaza gelelim de bebek yapalım diye koymuşuz sanmış. Hiç konduramadı, e daha birkaç gün önce beraberdik ve Jelibon’u söylememiştik. Elyan akşamına Esincan’a anlatmış durumu. Ertesi gün Esincan aradı Ankara’dan. Eyooo, sizde Jelibon varmış, diye.


10. haftada Evo’yla buluştuk. Yonc da gelecekti. Gelir gelmez selamlaşırken de ‘bakiym göbeğine, büyümüş mü?’ dedi. Böylece Evo da öğrendi. Biz Evo’yla bir saat kadar sohbet etmiştik Yonc gelmeden ama Jelibon konusu geçmemişti. Neyse artık.