Cuma, Nisan 23, 2010

Acılarım Heveste

Şövalye bir hafta on gün kadar daha annesinde kalmaya devam etti. En son iş arkadaşlarının, kocaman kocaman patronlarının onu Anne Şövalye’nin evinde ziyarete geldiklerinde, annenin Şövalye’nin yanaklarına yapışıp tontonum benim, oy oy oy, diye mıncırması sayesinde bizimki eve döndü. Anneye kendini fazla kaptırırsan 35 yaşında da olsa olacağı buydu. Yine yani ben bir şey yapmadım. Herşey kendiliğinden gelişti.

Ayrı kaldığımız günlerde ben bir de trafik kazası geçirdim. Duran trafikte adamın biri arkamdan bir daldı. O sırada dudaklarımı mı yalıyordum nedir, ısırmış olmalıyım. Ağzımdan kanlar geldi. Çarpmanın etkisiyle önümdeki arabaya da dokundum. Ağzımdan sızan kanı görünce bir yerime bir şey oldu ama acısını henüz idrak edemedim sandım. Önümdeki aracın şoförü kendi aracındaki hasarı anlamak için arabasından inmişti. Baktı bir şey yok, bana döndü. İyi misiniz, diye. Camımı indirir indirmez, ‘ben hamileyiiiim’ diye bağırdığımı hatırlıyorum. ‘Benim karım kadın doğum doktoru’ dedi ve aracındaki karısını çıkardı getirdi.

Yani allah belamı da çaremi de senkronik olarak veriyor sanırım. Hamile bir kadının kaza yaptığı aracın içindeki kişinin jinekolog olma ihtimali nedir yoksa?

Doktor geldi, tansiyonuma, nabzıma, ağzımdaki yaraya falan baktı. Dudaklarımı ısırmışım da kanamış. Bebek de suyun içinde zaten ona da bir şey olmaz, al bu ağrı kesiciyi, bir şeyin yok, dedi rahatlattı. Arabamın arkası haşat olmuştu. Sürülemezdi. Polis geldi, formlar doldu. Bizim şirketin araç sorumlusunu aradım. O da geldi. Aracı çektirdiler. Şövalye de babasıyla çıktı geldi. Beni birkaç gün evvel ayrılmış olduğum anne Şövalye evine geri götürdüler. Şövalye bu durumu fırsat bilip kuzudan ayrılanı kurt kapar psikolojisi denedei üstümde. Yeniden orada kalmaya başlamam için. Hiç oralı olmadım. Evime geri döndüm.

Şövalye ta başından beri ameliyat izine taktığından devamlı aynalara bakıyor. ‘Sağlıklı günlerimde’ ile başlayan cümleler kuruyor. Yara izinden korkacaklarını düşünüp çocuklardan kaçıyor. Beni de sıklıkla annesiyle kıyaslayıp gece uyanırsa annesinin hemen ‘neyin var’ diye çıkıp geldiğini, hiç bana benzemediğini, benim ise hiçbir şey duymadığım konusunda şikayetleniyor. Düella Şövalye’yi şanslı buluyor, yine çalışmamanın bir yolunu bulduğunu, evde kek yiyip oturmasına rağmen durumun ona patlamıyor olduğunu söyleyerek hasedini ifade ediyordu.

Salı, Nisan 20, 2010

Adımı Deliye, Kendimi Rahata

Şövalye’nin katı bir diyeti vardı. Yağsız, tuzsuz, şekersiz takılması gerekiyordu en az bir hafta sonraki kontrolüne kadar. Karmakarışık bir tarifeye gore, değişik saatlerde günde 30 küsür de hap alıyordu. Anne Şövalye ona özel yemekler pişirdi. İlaçlarının haftalık planını çıkarıp buzdolabına astı. Saatleri kurup her alarmda neyi ne kadar alması gerekiyorsa oğluna verdi. Bana kalsa Şövalye’yi evimizdeki salonun kanepesine yerleştirip başına bir evde bakım hemşiresi bırakıp gündüzleri ben işe gidecektim ama anne engel oldu. Zaten kafadan anneydi ve feci sahipleniyordu oğlunu. Kişi olarak da ultra metodik ve güvenilir olduğundan hayatta gözünü arkada bırakmayacağın biriydi.

E, tamam, dedik ve Anne Şövalyeler’e taşındık. Evleri genişti, müsaitti; böylece benim de ayrı bir odam olabildi. Şövalye’yle beraber uyumama izin yoktu çünkü o neredeyse oturur biçimde yatıyordu ve belki ben gece uykumda kafasına falan geçirirdim, mikrop, bakteri taşırdım. Ne olur ne olmaz diye ilişmedim. İliştirilmedim.

Şövalye ilk haftayı da akşamları ortaya çıkan migren ağrılarıyla geçirdi. Böylece işten döndüğümde ağrılı Şövalye’yi buluyor ve sanki o bütün gün acı çekerken ben işe güce gidip dünyevi meselelere gömüldüğüm için kendimi suçlu hissediyordum.

İlk doktor kontrolüne babasıyla gitti. İyileşir bulmuşlar ki diyetini bozmamış olmalarına rağmen hastaneden kaçıp iskender yemeyi başarmış. Eve geldiğinde annenin tuzsuz çorbasını sırf o çakmasın diye yedi. O günden sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Şövalye hastalığını ve ağrısını şımarık bir çocuk gibi kullanmaya başladı. Annesine çaktırmadan ziyaretçilerin getirdiği börekleri, kekleri yiyor, bütün gündüzü internette sohbetle, geyikle geçiriyor, ben akşam eve geldiğimde ah uf’a başlıyordu. Bense giderek şişen hamile ayaklarımı kaldırıp oturacak bir ortamım bile olmadan bütün akşamı kumaş pantolon-gömlekle kaynatalarımla oturarak geçiriyor, gümbürdeyen sifon sesi bütün dairede yankılanıyor diye geceleri artık sık sık gelen tuvaletimi tutuyor, sabahları kendime kahvaltı hazırlarken ses çıkarıp ahaliyi uyandırmayayım diye akla karayı seçiyor, en nihayetinde bir şey yemeden evden çıkıyordum.

Hamileliğimin ilk üç ayında etimi, sütümü, balığımı, A’dan Z’ye bütün vitaminlerimi bile milligram milligram hesaplayıp beslenirken Şövalye’nin hastalığı süresince tost ve dürüm yemekten ve sporu bırakmaktan ister istemez biraz hızlıca kilo da almıştım. Aslında hala normal sayılırdı. 18 haftalıktım ve 4 kilo almıştım ama bu da bana çok görülüyordu. Akşam evde herkesin tabağına üçer köfte konurken bana iki tane konuyor, bu kadar erken bu kadar çok kilo almamın doğru olmadığı söyleniyordu. Son üç aya kadar hiç kilo almamam gerektiği hakkında sanki karşımda Ebru Şallı konuşuyormuşçasına nutuklar dinliyordum.

Her sabah misafir yatağımı hiç özenmediğim kadar özenerek toplamama rağmen akşam döndüğümde onu yeniden askeri nizam jiletliğinde, üzerine bozuk para atsan zıplatır kıvamda yapılmış buluyordum. Normalde hamile değilken bile bacaklarımın altına yastık koyup uyumama rağmen istediğim yumuşaklık ve yükseklikte bir yastığım da yoktu. İç çamaşırlarım tükenmişti ve donlarımı yıkansın diye kaynanamın sepetine atamıyor, akşamları duş alırken elimde çitiliyor, çaktırmadan kaloriferin üstünde sabaha kadar kurutuyordum. Her şeye ama her şeye Şövalye’ye iyi bakılsın diye dayandım ama rutin bir gebelik kontrolüm çıkışında cinnet geçirerek tası tarağı toplayıp evime döndüm.

Rutin kontrolden çıkmış, Şövalye’yle beraber bir şeyler yemiştik bir büfede. Öğleden sonra da detaylı ultrasona girecektik. Benim iş günümdü ve iki doktora gitmek gibi bir problem yüzünden ofise gidemeyecektim. Ofiste bir mesele vardı ve blackberry’mden mailler atıp durmam gerekiyordu. O esnada Şövalye başka bir şey yemek isteyip istemediğimi sordu. İstemem, dedim. Sonra arada bir iki defa daha sormuş sanırım, ben koptum duymadım. Mailime konsantre olmuştum. Sen Şövalye, bunu saygısızlık olarak gör, kalk git. Ben de arabaya gitti sanıp tıngır mıngır büfeden çıktım. Arabanın yanına gittim baktım yok. Meğer taksiye atlayıp annesine dönmüş. Arabamın anahtarını da yanına alarak üstelik. Annesinin evi önümdeki yokuşta. Yağmur yağmaya başladı. Bende de altı kayan babetler var.Taksi falan geçmez. Ağlaya ağlaya, duvarlara tutuna tutuna yokuştan inip anahtarımı alıp, eşyalarımı toplayıp, 'delirdin mi sen'ler arasında evime döndüm. 5 aylık hamileydim. Bir buçuk aydır bir bavulda, sağda solda yaşıyordum. Hormonlarım tepemdeydi, ellerim ayaklarım şişiyordu. İstemeden sağlıksız besleniyordum. Üstelik ofiste yeni bir projenin içinde inanılmaz yoğun çalışıyordum. Üstüne de çalıştığım için, kilo aldığım için, cevap vermiş olduğum soruya tekrar cevap vermediğim için ha bire eleştiriliyordum. Tam bir Kakılmış olmuştum. Buna dur deme zamanı gelmişti.

Şövalye de domuz gibiydi. Her anlamda öyleydi. İyiydi, ağrıları bitmişti. Yarası kapanmıştı. Annesinin konforlu, börekli evini pek sevmiş, gak dese su gık dese kek getirilmesine pek hasta olmuş, beni ve Jelibon’u unutmuş, evine dönmeyi reddeder olmuştu. Serzenişlenmenin de faydası yoktu. Her seferinde ‘ama ben ölüyordum ya’ diyerek konudan sıyrılıyordu. Ölmeye yaklaşmış olduğu için şımarma hakkı kazanmıştı.

Cumartesi, Nisan 03, 2010

Analar Çeker Yükü

Doktorumuz hastalığı üzerine konuşmadığı gibi Şövalye'nin ameliyatı üzerine de pek konuşmadı. İyi geçti, dedi; o kadar. A, bir de 3-4 güne çıkar, demişti. Şövalye yoğun bakımdan çıktı. Normal odasına geçti ama 3-4 gün içindeki taburculuk beklentilerimiz suya düştü. Şövalye korkunç ağrılar çekiyordu. Ağrının sebebini ameliyata bağlayamadılar. Migren tipi olduğunu söyledi bir nörolog. Şövalye ışıktan ve sesten rahatsız oluyordu çünkü. Karartma yapılmış hasta odamızda elimdeki derginin sayfasını dahi çevirmeye tedirgin olarak dokuz gün geçirdik. Bu süreçte Anne Şövalye hep oradaydı. Hastanede uzun kalmamamı tavsiye eden doktorum sebebiyle akşamları Anne Şövalye refakat ediyordu. Ben de böylece Ataşehir’de yaşayan kankalarda, biraz Yonc’da biraz da Çıtır’da kaldım geceleri.

Yonc’un aslında annesi Nilay Teyze Ataşehir’de oturuyor. Yonc, kocaya uyuz olup annesine yerleşmişti o ara. Yonc, uzun zamandır mutsuzdu. Şövalye de ameliyattan sağ salim çıkınca özel hayat meselelerine dalabildik de oturup uzun uzadıya konuşup strateji geliştirebildik. Nilay Teyze hiç bizim yanımızda durmadı. Gitti küçük odada dizisini seyretti özellikle bizi yalnız bırakarak. Benim annem olsa her lafı dinler, gayet burnunu sokar, onu yap bunu yap diye söylenir dururdu.

Ertesi sabah Yonc işe erken gitti de biz Nilay Teyze’yle keyif çayı içtik kahvaltıda. Ona ne düşündüğünü sordum Yonc konusunda. Çok üzüldüğünü söyledi. Kızının evliliğinin geldiği noktaya değil de kızının üzüldüğüne çok üzülüyormuş. O nasıl mutlu olacaksa öyle yapsınmış gibi çok baba laflar etti gözleri dolaraktan. Ben de şimdi biraz üzülmesinin ömür boyu sürecek bir mutsuzluktan daha iyi olduğunu ve bu süreçte kızının üzülmesine çok takılmamasını tavsiye ettim ama kadıncağızın hali çok dokundu bana.

Çok dokunaklı yerlerde barınamam ben. Kalktım Şövalye’nin yanına geldim. Onun da gece boyunca ağrısı çok şiddetlenmiş. Anne Şövalye kapı önünde ağladı, ağladı. Ona da, “Geçecek, geçmek zorunda. Bir sürü gugılladım bu ameliyat sonrası ağrıları. Tıp makaleleri bile okudum. Geçici olduğu yazıyor. Lütfen üzülmeyin,” dedim.



Bütün annelere üzülmemelerini, evlatlarının ruhi ve fiziki ağrılarının geçici olduğunu söylemiştim.

Ağrısıyla sızısıyla da olsa Şövalye’nin taburcu oluşunun ertesi gün işe giderken yolda radyoda Emre Aydın’ın yeni çıkan albümünün hit şarkısını çalıyoruz dedi DJ. Nakaratı şöyleydi:

Bak burdayım, ölmedim hala
Tutunuyorum uçurum kenarına
Senin için, unutmak için.
Annem için, annem için.

Annem için kısmını nasıl içli söylüyor oğlan. Böyle genç ama acı çeken, acısından intihar noktasına gelmiş bir oğlan çocuğunu anlatıyor sanki şarkı. Ramak kalmış kendine kıymasına ama annesi üzülmesin diye bir tereddütte gibi. Ben bir üzül, bir ağla. Araba gider, şarkı çalar, ben ağlar. Sanki Jelibon büyümüştü, acı çekiyordu ve benim elimden bir şey gelmiyor gibiydi. Ben nasıl kotarırım bu durumu? Hasta olsa, dersleri kötü olsa, ıspanak yemeyi reddetse çaresini bilirim gibi geliyor ama böyle hayata karıştığında içi acısa ne yaparım?

Şu on günde akıttığım yaşı ömrümde akıtmamışımdır. Neyse ki çoğunu kimse görmedi. Artık yumoş bir insan oldum denebilir mi? Aslında bir şeyler hissediyorum gerçekten, empati de kurabiliyorum galiba ama hissettiğim şeyler sevinç, hüzün, kucaklamak, öpmek gibi davranışlara dönüşmüyor. Böyle yumruk yumruk boğazıma diziliyor. Buz gibi serin duruyorum. Eskiden sağda solda böyle taşıp ağlamazdım da. O kısmı hormonlardan olsa gerek.