Pazar, Ekim 31, 2010

Tavuk Suyuna Çorba

Başlığa bakınca yüreğinizi ısıtan, hayallerimin gerçekleştiği güzel bir hikaye yazdım sanırsınız. Aldanırsınız. Ben gerçek tavuktan ve suyuna çorbasından bahsediyorum. Hikaye de kanımı donduran cinsten. Şöyle ki:

Çocuk doğurdum ve evdeyim ya. Benden ev kadınlığı da bekler oldular. Şövalye ve Şövalyegiller. Ya ben de can sıkıntısından bir iki kez öyle hazır çorba falan yapmıştım. Galiba elimi oradan yakaladılar. Sonra Anne Şövalye kolumu da kaptı. Biz evde uykusuzluk ve gaz sancılarıyla uğraşırken böyle gündelik işlerin ucundan tutmak adına bize uğramadan evvel evin market alışverişini yapıyor, getiriyordu, sağolsun.

Pardon, artık ‘biz’ demeyeceğim, ‘ben’ diyeceğim. Zira Şövalye’nin hayatında zerre değişiklik yoktu. Uykusuz kalınca başı ağrıyordu. Başının ağrıması ameliyatından dolayı hepimizi üzdüğünden süper bahanesi oldu. Geçiyor odasında yatıyor adam akşam oldu mu. Ben salonda yat-kalk-uyuyama-ama mutlaka kalk şeklinde zombilere taş çıkartırcasına mor gözlerle yaşıyordum. Şövalye sabahları her zamanki saatinde kalkıp işine gidiyordu. Akşam eve geldiğinde marketten alışverişini yapmış, annesinin getirdiklerini pişirmiş eş buluyordu bir de üstüne bonus olaraktan. Adamın hem çocuğu doğuruluyor hem sofrası kuruluyor. Bunun için emek sarfetmesi gerekmiyor üstelik. Kendimi bildim bileli erkek doğmuş olmak istemiştim. Bu avantajını bilmeden üstelik. Şimdi bin kez daha isterim erkek doğmuş olmayı.

Bir keresinde Anne Şövalye bütün tavuk almış marketten, buzluğa koymuş. Günlerce onu pişirin dedi, durdu. Ben ömrümde bütün tavuk almamıştım. Öyle bütün hayvan alıp parçalamaktan falaz hiç hazzetmem. Hem çok iş hem de zaten vejeteryan olmaya yatkın bünyemi rahatsız da eder bu kafası kopmuş vücutları parçalamak. Dört kiloluk çocuğu çıkararak alt takımları dağıtmışken, totomun üstüne oturamazken, uykusuzlukla imtihan edilirken bir de süt derdine ve mama suçluluğuna düşüp üzerine de hormonlarım yüzünden intihar düşünceleriyle ağlar dururken bütün tavuğu düdüklüde pişirmem üzerine baskılara maruz kalıyordum. Ben bilmem bunu pişirmesini dedim çekinmeden. Bakıcınız pişirsin, dedi. Bakıcımız benden turist. Bebeğe bakmadığı gibi yemek de yapamıyor çıktı. Şimdi 'o bilmez' desem bizim tuttuğumuz yardımcı bu kadar olur diye bir ton laf işiticem diye sustum. (Bu, ayrı bir yazının konusu)

Düdüklüye koy, 20 dakikada olur, dedi Anne Şövalye. Evde bir düdüklü tencere vardı. Birisi hediye getirmişti düğünden sonra ama hiç kullanmamıştım. Saksı niyetine duruyordu uzak rafların birinde. Bir kullanma talimatı vardı. Bir sayfaydı ve resimliydi ama baktım baktım, anlamadım. (Lohusalıkta zeka geriliği de ayrı bir yazının konusu) Anne Şövalye’yi aradım. Sordum bu düdüklü nasıl çalışır. Bilmiyor ben. Anlattı. Çok basitti. Tavuğu koyuyorsun. Üçte ikisi kadar su koyuyorsun. Kırmızı düğmesi yukarı çıkıncaya kadar yüksek ateşte pişiriyorsun. Sonra kısık ateşe alıyorsun yirmi dakika kadar. O kadar. Sonra araya başka laflar girdi. Telefonu kapattım. Tavuğu koydum ama bütün herşeyi unuttum.

Gururumu ayaklar altına alarak tekrar Anne Şövalye’yi aradım. Ben unuttum bu düdüklü şeysini, bana tekrar anlatır mısınız, nasıl oluyordu, diye tekrar sordum. Tekrar anlattı. Ama bir baskı daha ekledi. Tavuğun suyuna da bir çorba yapaymışım.

Tavuk pişerken aklıma tavuğun içinde olabilecek organları temizlemediğim geldi. İyice sinirlerim bozuldu. Şövalye’ye mesaj attım. Bu tavuğu yaptım ama sanırım iç organlarıyla pişirdiğimden ziyan oldu, dedim. “Uzaylı mısın, nesin? Köyden canlı tavuk almadık herhalde. Tavuklar temizlenmiş satılır hep”, dedi. Sen misin bunu diyen?

Ben bütün tavuğu düdüklüde pişirip suyuna da çorba yapacak kadın mıydım? Ya sen ne zaman benim böyle domestik gördün? Çocuk doğurdum diye evkadını da mı oldum? Bir bu eksikti. Zaten her yerim acıyor. Uykum var. Tavuğuna da çorbasına da…

Küfür, hakaret, evet ama yaptım mı? Yaptım. Suyuna çorba da yaptım. Her demet. Zalim felek.

Pazar, Ekim 17, 2010

Lohusa Hüznü

Yeni doğmuş bebek tayfasının mideleri ceviz kadarmış. Emiş güçleri de bu cevizi ancak 15-20 dakikada dolduruyor. Biraz ık mık. Biraz gaz çıkartmak için sırtına pat pat. Biraz alt değiştirme. Biraz pış pış. Derken yarım saat geçiyor. Üstüne yarım saat uyuyor. Sonra yeniden uyanıyor. Herşeyi sil baştan tekrar yapıyorum. Bunu tekrar tekrar günlerce gecelerce yapıyorum.

‘Bebek uyuduğunda sen de uyu’ diyorlar. Yarım saatiniz olduğunu bilerek uyumak ne mümkün? O yarım saatte de genellikle ağlıyorum. Hem terliyorum hem ağlıyorum. Gecenin köründe elimdeki moklu bezi mutfağın küçük balkonundaki çöpe atarken karşıma çıkan şehrin ışıklarına bakıyorum. Benim dışımda ne kadar çok şey yaşanıyor, diyorum. Ben burada, yaka düğmeleri her daim açık bu terli gecelikle, dünyadan bihaber aynı mekanik hareketleri yaparaktan ömrümün kalanını geçireceğim gibi geliyor. Biraz daha ağlıyorum. Sonra beşinci kattan aşağıya atlarsam birkaç saniyede herşey bitecek, diye geçiyor içimden. Ya da Jelibon’u Anne Şövalye’ye evlatlık verip dünyanın en öbür ucuna, Yeni Zelanda’ya kaçma hülyaları kuruyorum.

Uyumaya çalışıp başarılı olduğumda da karabasanlar geliyor. Uyanmaya, kalkmaya çalışıyorum, yanımdaki kanepede yatan anneme seslenmeye çalışıyorum ama kıpırdayamıyorum. Anneme bundan bahsettim de başucuma bir Kuran koysam iyi olacağını söyledi. Lohusalara gelirmiş cinler. Aman be, oldum. Şu vakitsizliğimde bunun düzensiz uykudan kaynaklanan uyku felci olduğunu gugıllayarak öğreniyorum. Öğrenmem karabasanları kovmuyor fakat. Ha bire, ha bire bunu yaşıyorum. Kıpırdayabildiğimde de kötü kötü rüyalar peşimi bırakmıyor. Ya bebeği düşürüyorum ya tehlikeli bir yerde bırakıyorum ya beslemeyi unutuyorum. Uyumasam daha iyi, oluyorum.

Dayanıklı bir tipimdir ben. Hem fiziksel hem duygusal anlamda ortalamanın üstünde dayanmama rağmen hayatımda bu kadar zorlanmanın yanından bile geçmemiştim.

Uykusuz bırakmak bir işkence çeşididir ya hani. İşkencede en azından duygusal anlamda endişe edeceğin bir şey yok. Mal gibi uyandırılıp duruyorsun o kadar. Burada uyku-uyanıklık arası bebeğinin başına bir şey getirmemeye de çalışıyorsun. Endişeden geberiyorsun. Kadınların bu zorlu kaderinin bir sebebi olmalı diyorum. Sabah oluyor. Mesela televizyonda Sabahın Sedası oluyor. Bu kadının da bir oğlu vardı, diyorum. 20li yaşlarında olmalı. Kazık kadar. Ama yine de endişeden nefes alınamaz olmalı. Yani ne yer ne içeri geçsek bile, hızlı araba, uyuşturucu kullanır mı, üniversitesini bitirir de düzgün bir hayat kurar mı kendine, diye düşünüyor olmalı şu an diyorum. Ama tüm bunları düşünürken nasıl saçlarını savurup göbekler atıp ekranlarda gülümseyebildiğini anlayamıyorum. Ben saçımı taramadan tepeme toplamış, süt, kusmuk ve yağlı meme kremi izleriyle dolu geceliklerle ömrümü bu kanepede geçireceğimi sanarken bir gün normal hayata dönebileceğim fikrinden de gittikçe uzaklaşıyorum.

Bu kadar zor olmasa. Jelibon daha çok uyusa ya da öyle bir şeye ihtiyacı olmadan sakin durabilse mesela. Ben de bu esnada onun kirpiklerini saysam. Saçlarını okşasam. Parmaklarını seyretsem saatlerce. Sevsem. Sevemedim diye suçlanacağıma sevmeye vaktim kalsa da sonra değerlendirsem hislerimi.










Cuma, Ekim 08, 2010

Sütüm Yok

Doğumun ertesi gününde de sütüm yoktu. Doğumdan sonra totomun üstüne oturamaz, hormonlarım yüzünden devamlı terlerken, uykusuz ve yorgunken, eş dost hastaneye akın ederken sütsüzlük yüzünden ağlayan çocuğa içimin parçalandığı yetmiyormuş gibi tuttuk bir de onu sünnet ettirdik. Kanlı et parçasını da eşantiyon olarak yollamamışlar mı? Dakikalarca ağladım canı yanmış mıdır, diye.

Bir kere ben sünnet ettirme konusunda çok emin değildim. Yani bu vücut onun, kendisi karar versin onunla ne yapacağına, diye liberal demokrat bir anne olarak düşündüm. Bir de zaten tıp dünyası sünnetin ne kadar sağlıklı olduğu konusuna yeniden şüpheyle yaklaşmaya başlamışken fena olmazdı. Ama çocuk arkadaşları arasında rencide olur, eşin dostun baskısına dayanamaz yaptırırsın, bu sefer aklı erer de travma olur, bir günlük bebekken pek de hissetmezmiş dediler, kanıma girdiler. Çocuğum baygın baygın dönmüştü sünnet operasyonundan. Meme verdim biraz huzur bulsun diye ama faydasızdı.

Açlıktan artık avaz avaz bağırdığında bebek hemşirelerinden yardım istedim. Geldi biri. Çocuğu kucağına aldı. Tulumunu düzeltti. Tekrar mememe koydu. Emzir, dedi. Emzirirsen sütün gelir.

Sekiz saattir emziriyorum dedim. Bak, damlası yok. Mememde de ağlıyor çocuk.
Mama vermemiz gerekir o zaman, dedi.
Verin, dedim
Doktora sormalıyız, dedi.
Sorun, dedim.

Bir türlü soramadılar ya da doktor izin vermedi, bilemiyorum ama Jelibon’la artık yorgun düşüp beraber uyumuşuz aynı yatakta. Ya üstüne yatsaydım çocuğun?

Hastaneden çıkışımıza kadar mama konusu havada kaldı. Doktor verebilirsiniz, dedi de rahatladık. Bu iri bir bebek, dedi. Çok da talepkar. Yanlış da durmuyor memede. Sütün gelir birkaç güne. O zamana kadar mama verebilirsiniz, dedi.

Gönül rahatlığıyla şu çocuğu kucaklayamamış, mırıl mırıl uyutamamıştım. Eve döndüğümüzde de psikopatça emzirdim. Saat başı hastane tipi en baba pompalarla dakikalarca pompaladım. İki hafta boyunca bunu yaptım. İlk günler bir damla dahi çıkmayan süt ikinci hafta biberonun dibini ıslatacak kadar geliyordu. O da çok azdı.

Devlet sağlık ocaklarını annelerin peşine salmış. Doğumda topladıkları topuk kanlarını tahlil ettirtiyor, ne güzel, ne faydalı. Ama 'ilk altı ay sadece anne sütü vermelisiniz' konulu hemşire ezberleri ve ısrarları sayesinde Jelibon’a her mama verişimde bana zehir veriyormuşum gibi hissettirdiler. Zaten annelik suçlulukla karışık yetersizlik hissinden ibaret bir şey. Sütüm yok diye iyice doldurun beni. Aferim.

Gel zaman git zaman isyan etmeye başladım. Gözüm iyice açıldı. Birileri kadınların üstüne oynuyor. Ez, boz, uğraştır, kötü hissettir onları diye. Bu kadar fiziksel çilenin üstüne bir de pişman olsunlar, diye.

Konu hakkında okumadığım makale, bilimsel araştırma da kalmadı. Uykusuzluğumun arasında bunu da yapabildim. Takmıştım bir kere. Gerekirse bu memeler parçalanacaktı da öyle rahatlayacaktım.

Mama alanlar ile anne sütü içen bebekler arasında yapılan karşılaştırmalar hep anne sütünden yana çıkarken annenin eğitim durumu, ailenin sosyo-ekonomik durumu gibi faktörler de katıldığında ikisi arasında fark kalmıyordu. Sağdan soldan zamanında anne sütü emmemiş arkadaşlarım çıkınca içim biraz daha rahatliyordu. Düella da Esincan da mahallenin ineklerinden beslenmişler. Gayet de kocakafalar. Bir başka tanıdık amcamızı –ki meşhur ve de yaşını başını turp gibi almış bir doktordur kendisi- köylük yerde doğumda annesini kaybedince inek sütüne koyunun iç yağını katıp içirmişler.

Ama sonra acaba bu hikayeler ‘sigara içmesine rağmen yüz yaşına kadar yaşadı’ gibi istisnalar mı diye düşünüyordum. Jelibon hayata boş memelerim yüzünden 1-0 mağlup mu başlıyordu?

 

Perşembe, Ekim 07, 2010

Doğumun Detaylı Hikayesi

Sabah 9’da evimizin dibindeki hastanemize yürüye yürüye gittik. 30 Ağustos resmi tatili sebebiyle hafta içi olmasına rağmen polikliniklerde sadece nöbetçi doktorlar vardı. Nöbetçi kadın-doğumcu iki santim açıldığımı söyledi. NST’te de sancılar ancak yirmilerde geziniyordu. (NST, annenin kasılmalarını ve bebeğin kalp atışını ölçen bir alet. Kasılmaların tavanı zannediyorum 100 civarında) Sancımın ve açılmamın az olduğunu söyleyerek eve gitmemi önerdi. Doğuma daha iki gün bile olabilirmiş. Sancım az ne demek, oldum. Ağrıyor yahu. Hem de totomdan beni ikiye ayıracaklar gibi ağrıyor. Totodan mı doğuruluyor, nedir.

Kendi doktorum da telefonla katıldı bu sohbete. Bu sancılar yeterli değil, dedi. Gerçek sancıda öyle oralarda dolanamazsın, dedi. Ben ısrarla biraz kafeteryada bekleyip yeniden NST’ye bağlanmak istedim. Bu arada nasıl canım tatlı istiyor, nasıl anlatamam. Ne zaman acı çeksem tatlıya saldırmamdan olsa gerek kafeteryada mozaik pasta, profiterol, tiramisu, ne varsa yedim. Tekrar NST’ye bağlandım. Sonuç yine aynıydı. Doktor sancılar beş dakikada bire inmeden gelmemizin anlamsız olacağını söyledi. Hastaneye erken yatmak da moralimizi bozabilirmiş. Kös kös eve döndük. Hastaneye yatmadığımızı gören annem evde sancı mı çekilir, diye yine başlandı söylenmeye.

O gün sabah 11’den akşam 7’ye kadar sekiz saat boyunca sancıları sıklaştırmak için ne gerekiyorsa yaptım. Powerturk, MTV ne varsa açıp dans ettim. Yürüdüm, zıpladım. Bütün sancıların sıklığını ve süresini kaydettim. Uzun süre on dakikada bir kaldık. Sonra uzun süre sekizde. Artık her sancıda kıvranmaktan beter oluyordum. Sancımı duyan eve de geliyordu üstelik. Tam seyirliktim. Totomu ovuşturmaktan totom da morarmıştı. Sonunda altı dakikayı görmüştük. Evdeki gazeteleri, dergileri de kapıp çıktım dışarı. Şövalye gazeteleri almamın saçmalığından bahsedip onları elimden alıp eve geri bırakmaya çalışırken apartman boşluğunda ona bağırdığımı hatırlıyorum. “Bir kere de itiraz etme, etmeee!” diye. Niye yanıma gazete, dergi aldığımı bilmiyordum. Sanırım hastaneye gittiğimizde yine yetersiz sancı diyecekler ve bu yalancı sancılar da bitecek de ben de belki biraz yatarak vakit geçireceğimi düşündüğümden aldım onları yanıma. Ama her ne olursa olsun canım burnumda-pardon totomdayken- neden yanıma gazeteleri almışım da bu çok saçma bir hareketmiş de konuşmasını yapasım yoktu. İstersem yanıma takım elbise bile alırdım. O dakika kimse ne yaptığımı sorgulamamalıydı.

Apartmanın kapısına indiğimde yürüyemeyeceğimi fark ettim. Ağrıdan geberiyordum. Üç adımlık yola arabayla gittik. Hastaneye acilden girdik ama kimse doğuran kadını acilden saymıyor memlekette. Şurda bekleyinler yirmi dakika sürdü. Acıdan ağlarken ses çıkarmamaya çalışıyordum, Şövalye de gözyaşlarımı siliyordu. Doğum katına çıkarıldım. Şövalye yatış işlemlerimle ilgilenirken hemşireler bana hastane gömleği giydirdi. NST’ye bağlandım. Ay alet durduğu yerden kayar, hemşire gelmez, ağrım tavan yapar. Artık salmıştım kendimi. Biraz da kattaki hemşirelerin huzurunu kaçırıp biraz benle ilgilenmeleri için bildiğiniz bağırıyordum. O kadar alışık olmalılardı ki cool cool salınmaya devam ettiler. Kateterden kaçışım yoktu. Elimi bin yerden deldiler. Damarlarım zor bulunuyor bahanesiyle. Nedense memlekette hemşireler süper iğne vuruyor aslında ama herkesin damarı zor bulunuyor. Sancımdan kıvranırken kıpırdamadan bekleşip delinmek de zordu be. Ben bağırdıkça hemşireler sancılarımın kırklarda olduğunu ve daha uhuuu bin beter ağrıyacağımı söyleyip moral verdiler. Hastaneye gireli bir saat olmuştu. Nöbetçi doktor geldi ve beş santim açıldığımı bildirdi. Epidüral alabilirmişim anlamına geliyordu bu. İçime sular serpildi ama epidural mutluluğuna erişmem için doktorların raporlar yazıp çizip, bana lağmanlar yapılıp, anestezistin bulunup, konuyu bana anlatıp onaylatması falan gerekiyordu. Bu da en az bir saat sürdü.

Epidural harika bir şeydi. Kızgın kumlardan serin sulara varıştı.

Rahatlamışken suni sancıyı da dayadılar ki açılmam hızlansın. Olsun, nasılsa hissetmiyordum. Sonraki iki saat boyunca açılmam hızlanmadı. Epidüralin etkisi de aniden geçti. O esnada kimseler yoktu. Şövalyegiller ve annemler nasılsa bekleşiyoruz diye kafeteryaya inmişti. Bir tek Yonc vardı yanımda. Ben çığlık çığlığa bağırıyordum. NST’de dur durak bilmeyen tavan yapmış sancılar dakikada biri gösteriyordu. Tek hatırladığım Yonc’un iki elinin tüm parmaklarının hepsinin birden ağzında, bana dehşetle bakıyor olmasıydı. Ha bire koridora koşturup doktor, hemşire kimi olursa kolundan tutup paylıyor, azarlıyor, bana yeni bir epidural iğnesi yapılması için kıyametleri koparıyordu. Sonradan öğrendiğime göre doktorlar Yonc’u azarlayıp korkulacak hiçbir şey olmadığını; paniğiyle kendi işlerini yapmalarına engel olduğunu söylemiş ve bizimkilerden Yonc’a hakim olmalarını istemişlerdi. Ama Yonc’un ortalığı velveleye vermesi işe yaramış, ikinci epidüralim yapılmıştı.

Epidüral ne harika bir şeydi hakkaten de.

Doktorum gelmiş ve fakat doğum ilerlemediği için daha sabaha ancak gelir bebek diyerek gitmişti. Hatta arada sezaryen olayım diye bebeğin yüzü ters demiş, doğum anında epidüralsiz kalmalısın bak daha da ağrıyacak demiş, elinden geleni yapmıştı beni korkutmak için. Hatta bebek Zafer Bayramı’nda doğar istersen bile demişti, ne alakaysa. Benim için bunun hiçbir önemi yoktu. Hatta tam tersine, 31’inde doğsundu ki bayram günü arkadaşları tatilde falanken doğumgünü organizasyonu yapması zor olmasındı. Hem o kadar sancı çekmiştim, şimdi vazgeçemezdim. Sezaryen dediğin gününü alıp gidersen makbul. Hem cefa çekip hem ameliyat olmak istemedim. Gideceği yere kadar gitsin dedim. Bir yandan merak da ediyordum bu ağrının nereye varacağını. Şaka gibi bir şeydi.

Yonc ortalığı birbirine katarken bir an doğurduğumu sandım. İçimden bir şey çıkmaya çalışıyordu. “Bir şey geliyor. Bir şey geliyor” diye hemşirelere seslendim ve bir şey geldi. Pofff diye suyum patladı yatağa. Kovalarca sarı suyun ortasında kalmıştım. Hemşireler karga tulumba beni kaldırarak örtülerimi değiştirdiler. Sonra Yonc saat başında gelip açılmamı kontrol edeceğini söyleyen doktorun gecikmesini fırsat bilip ortalığı yeniden birbirine kattı. Nöbetçi doktor geldi. On santim açılmıştım ve doğum başlamıştı.

Apar topar ameliyathaneye indirildim. Yolda annemleri gördüm. Onlar da sabahlayacaklarını sanarken gece yarısına doğru koşturularak doğuma alınışımdan bir şeylerin ters gittiğini sanıp paniklediler. Herkesin suratında panik görüyordum. Ben ne hissediyordum, bilmiyordum. Devamlı acı çekmekten, orama burama bir şeyler takılmasından artık kendimi koyvermiş, olacaklar olsun olmuştum.

Doğumhane tadilattaymış. Ameilyathanede doğuracaktım. Ameliyathane buz gibiydi, haliyle. Üşümeye başlamıştım. Yeşil gömleklerin altından elektrik süpürgesi hortumu gibi bir şeyle sıcak hava üflettiler vücuduma. Doğurma masası da yoktu. Bir dünya yastıkla dümdüz ameliyat masasını biraz dikleştirip beni yarı oturur pozisyona soktular. Odada en az on kişi vardı. Bana kendilerini tanıtan bir dünya doktor ve hemşire. Hepsi ameliyat insanlarıydı. İlk kez doğum görüyoruz burda, a maa, dediler merakla. Doktorum hala yoktu. Çok yakın olan evinden koşarak içeri daldığında nöbetçi doktor ıkınmamı söylemişti bile.

Şövalye kapıda bekliyordu, 'o da gelsin' dedim doktoruma. O benden de şaşkındı. Geldi ama yanımda durdu. Doğum anına fazla kapılmadı. Yüzümü okşadı, elimi tuttu falan. Beş kez ıkınmıştım. Sonuncusunda Jelibon öyle usul usul değil, bildiğiniz fırlayarak çıktı. Onu alıp yan masada ağzına burnuna borular sokup içini temizlediler. Sonra yüzünü yüzüme yaklaştırdılar. Adam burnumu emmeye çalıştı. Esmer ve kıvırcık saçlı gibiydi. Kan revan içinde değildi. Düzgün ve sağlıklı gözüküyordu. Mutluluktan mı rahatlamaktan mı artık bilemiyorum ama biraz ağladım. Sonra bebeği yukarı çıkardılar. Şövalye de gitti. Ben dikilmek üzere yarım saat daha kaldım. Bir süre sonra bir hemşire geldi ve Jelibon’un apgar testinin 9 küsür olduğunu ve 4 kilo tartıldığını söyledi. İyiydi bizimki çok şükür. Toramandı.

Yukarı çıktığımda artık kimse benle ilgilenmiyor, herkes Jelibon’a bakıyordu. Daha ne olduğunu anlamadan Jelibon’u kucağıma verdiler emzirmem için. Adam yüz yıldır bu anı bekliyor gibi yapıştı. Emdi emdi emdi. Lakin ne emdi bilemiyorum. Kabus devam ediyordu. Tam da tahmin ettiğim gibi sütüm yoktu. Çocuk ağlayıp duruyordu. Hemşireler emzirirsen sütün gelir, dedi. Saatlerce emzirdim ama gelmedi. Jelibon ağladı ağladı uyudu. Ben de uyudum. Ara ara uyandığımda Şövalye’nin hastanenin beşiğinde uyumakta olan Jelibon’u izlediğini görüyordum. Son 48 saatin en güzel anı buydu.