Perşembe, Kasım 25, 2010

Bakıcıyı Kovmak

Halise, gidecek yeri olmadığından bizde 15 gün daha kaldı. Ona bu izni veren Şövalye, ‘aman canım nolcak, yazık kıza’ dedi çıktı işin içinden. Benim paranoyam tavana vurdu. Zaten tembeldi. Şimdi iş ilişkimiz de kalmadığından bu süreçte çocuğa zarar verirse diye gözüme zaten az giren uykular hepten yok oldu. Halise’ye giderse ona fazladan para vereceğimi söyledim. Gitmedi. Halise kovulmuşken bu evde kaldığında Jelibon’u odasında bırakıp tuvalete bile gidemem artık diye hayıflanırken teyzem geldi sağolsun. Halise bu süreçte tansiyonu normal ölçülmesine rağmen tansiyon düşmesinden hasta yattı.

Gitme günü geldiğinde alacak verecek hesabımız yoktu onla ama yine bütün saşkalozluğuyla (artık o mu şaşkal, ben mi, bilemiyorum) izinden döndüğü günü ayın başı ilan ederek bizi borçlu çıkardı. İşe ilk başladığın tarihtir ayın başı. İzinden döndüğün gün değil. İlk işe giriş tarihinden bir ay sonra alırsın maaşını falan dedim ama anlamadı. Ama ben şu şu gün döndüm Gürcistan’dan diyerek pasaportunu burnuma soktu durdu. Lanet olsun diyip çalışmadığı günlerin parasını da verdim. On beş gün ekstradan kalmışlığını da çalışmış ilan ettim. Taksisini de tuttum, onun da parasını verdim. Hala daha çok para istiyordu kapı aralığında. Süper bir işi varmış onu bırakıp bize gelmiş. Biz onu mahvetmişiz. Bir nevi tazminat talebi vardı yani.

N’olur git artık. Git artık Haliseeee! diye bağıran sesim apartman boşluğunda yankılandığında artık zıvanadan çıkmış, Adana adliyesine bağlanmıştık. Konu komşu umrumda değildi.

Ben mi dedim işini bırak gel, diye sana? Hıı? İşin iyiydiyse bırakmasaydın. Ben senle aylar evvel konuştum, tamam dedin. Çalıştığım evde çok iş var. Koca villayi hem temizliyordun hem de çocuğa bakıyordun. Çok yoruluyordun diye bırakmaya karar vermiştin hani? O muydu süper işin? Bu evde ne çocuğa baktın ne ev işi yaptın. Biz de öküz değiliz heralde, senden memnun olsak neden seni gönderelim?

Ben istemiyorum bu parayı, dedi Halise. Parayı attı, vermeyin bişiy, istemiyorum diye trip yaptı, asansöre yöneldi.

Raconu tamamlamak üzere arkasına yarı döndü. “Sen”, dedi.” Annenin ve kaynananın çok lafını dinliyorsun. Çok pişman olacaksın”.

Aslında iyi bir insanmışım ama çok güdülüyormuşum.
Ben? Güdülmek? Annem ve kaynanam tarafından?

Halise’yle geriliyorlar diye annemi sokmadım ben eve. Kaynanamı uzak tuttum. Sırf normal sakin rutinimiz kurulsun, taşlar yerine otursun diye. Bir güdülme vardıysa o da el ayak çekildiğinde Halise’nin iyi bir yardımcı olacağına inancımdandı. Bütün bakıcıların fahişe, alkolik, hırsız, dayakçı psikopat olduğuna dair duyduklarımdan yaptığım genellemelerdendi. Hele de Halise’nin eski çalıştığı evin hanımı her dakika Halise’yi arayıp geri dönmesi için ona diller dökmesi yüzünden– ki ben birkaç kez şahit oldum bu konuşmalara- en iyisinin Halise olduğuna, bununla yaşamaya başlasam iyi olacağına dair fikirlerimdi.

Halise’ye tek çıkışan annem ve kayınvalidemdi tabi. Kovulmasının tek sebebi onların bana Halise'yi kötülemesi olmalıydı. Onlardan farklı olarak işimi lütfenlerle, teşekkürlerle görmeye çalıştığımdan karşılıksız bırakılmış isteklerimin hesabını tutmadığımı sanıyordu. Halise’yi bize öneren kızcağıza da Halise’nin bütün ailesi yüklenmiş, işsiz kalmışlığından onu sorumlu tutmuşlardı. Kız beni arayıp Halise’nin normalde asla tembel olmadığını, bizim ona fazla yüz verdiğimizi söyledi. Verdiğim yüzden utanmalı mıydım? Bana deseydin o zaman emir ve kırbaçlarla çalışmam gerektiğini. Hoş, çalışmazdık o zaman onunla. Daha iyi olurdu hem.

Emek yoğun iş yapan elemanlara kibar muamele yapıp karşılığında enayi yerine konan ‘küçük bey’ naifliği de vardı belki üzerimizde. En çok da Şövalye’nin. Şövalye Halise’ye özel sağlık sigortası bakınıyordu. Bizim odamızdan da büyük odasının penceresi çift değil de tek kanatlı diye ayıp olduğunu düşünmüştü. Odasındayken hep yatağının üstünde oturmak zorunda kaldığından salonumuzdaki berjerlerden birini onun odasına koymuştu. Çocuğunu emanet ettiğin birine sunmadığın insani ortam dönüp seni en can alıcı yerinden vurmaz mıydı? Hangi noktada yüz veriyor olunurdu? Hangi noktada gaddar? Hangi noktada kalmak idealdi?

Halise’nin son raconuyla kışkırıp niyeeaaah çekip ona saldırmak istediysem de Şövalye engel oldu. Sen bilirsin, almazsan alma, be. Benden günah gitti, diyip kapadım kapıyı. En uyuz olduğum şeydir tartışma tıkacı bu bırakıp gitmeler.

Şövalye arkasından koşup zorla verdi eline parasını ve bir elli dolar daha fazlasını.
Sadakamız olsun, diye açıkladı. Jelibon’la oynamışmış o kadar.
Sadaka kendini geçindirecek imkanı olamayana verilmez miydi?

Bu hikayeyi kime anlattıysam enayiliğimizle eğlendi. Bir tek Düella, beni her türlü gaddar buldu. O kimseyi kovamaz çünkü.

Biz de gaddarca kovduk sayılmayız aslında. İki hafta notice’i, tazminatıyla, grevde dahi aldığı ücretiyle olmayan sosyal güvenliğini yarattık da gönderdik.

Halise gitti. Ben bir hafta boyunca rüyalarımda onunla kavga ettim. Şimdiye kadar onlarca bakıcı değiştirmiş insanların psikolojisini anlamaya çalıştım.
  
Yeni hayatımdaki yeni dertlere nasıl alışacaktım?

Cuma, Kasım 12, 2010

Halise Hadisesi

Bir arkadaşımın çocuk bakıcısının arkadaşı olan bir başka bakıcı Halise ile ben daha 7 aylık hamileyken anlaştık. Doğumdan bir iki hafta önce bizde başlayacaktı. Azeri kökenli Gürcü’ydü. Daha evvelden bir ailede 4 yıl çalışmış. Sessiz, sakin, şeker bir kızcağızdı. 9. ayıma yaklaşırken çeşitli sebeplerden dolayı çalıştığı yerden en az bir ay daha ayrılamayacağını söyledi. Hım, mım, oldum ama iyi peki dedim. Söylediği tarihte zaten bebek iki haftalık olacaktı. Evde de annem olacaktı. Sorun olmazdı. Sonra aniden çıktı ilk konuştuğumuz vakitten bile önce geldi. Olsun dedik, başladık.

Kafalar karışıyor

Hamileliğimin son haftasıydı. Evdeydim. O da eve geldiğinin ertesi günü parmağını kapıya sıkıştırdı. Tırnağı morardı. O kadar çok mızıklandı ki yazık dedik, sigortası da yok, devlet hastanesine de gidemez. Özel hastaneye götürdük. Röntgenler, muayeneler derken yüklü bir miktar ödedik. Doktorlar bir şeyi olmadığını söyledi. Tırnak düşebilirmiş ama kırığı çıkığı yokmuş. Her gün parmağım diye ağlamaya devam etti. Bir başka doktora tekrar götürdük. O da aynı şeyleri söyledi. Halise haftalarca parmağı konusunda ağladı durdu. İş de yapamıyordu. Karnım burnumda ona yemek yaptım, ortalığı temizleyip topladım. Oruç tutuyor diye ilaçlarını almayıp ağrıyor diye ağlamaya devam edince sinir krizi geçirdim ama belli etmedim. Bebek doğsun, ağrısı diner zaten o zamana, diye bekledim.

Annem doğumdan evvel bize geldi. Halise’ye uyuz oldu. Halise yemek, temizlik veya ütü yapmak istemiyordu. Bu konuda ısrar eden anneme de ters cevaplar verip ortalık gerilince annem evden gitti. Tam annem gitti, ev boşaldı, bebek 10 günlükken Halise vizesi için 10 günlüğüne memlekete gitmesi gerektiğini söyledi. Henüz o ayki maaşını almasına vakit vardı ama o ayın üstüne yokluğundaki sürenin de parasını önden alması gerektiğini söyledi. Memlekettekiler para bekliyormuş. Verdik. Şu gün döneceksin ama bak dedik. İnşallah, dedi. Döner mi dönmez mi belli değildi. Memlekete gitmeden memleketteki yeğenlerine alışveriş yapması gerekiyormuş. 5 yıldır burada olmasına rağmen İstanbul’u hiç bilmiyor, toplu taşımayı kullanamıyordu. Yeğenlerine oyuncaklar falan alması için Şövalye onu alışverişe çıkardı. Bavulu da yokmuş, içine yiyecek koymaması şartıyla bizimkileri verdik, Aksaray’a otobüsüne bırakıldı. Bu süreçte milyon kez telefonumdan Gürcistan’ı aradı ve geldiğine geleceğine planlar yaptı bin kişiyle.

Tembeliz galiba

İki haftalık bebeğe günlerce yalnız baktım. Uykusuzluktan ölüyordum. Ağlamaktan ve terlemekten bitap düşmüştüm. Süt olsun diye sadece malt ve hoşaf içerek günleri geçiriyordum. Halise zamanında geldi gelmesine ama yolda çok yorulduğu için ertesi iki gün ful uyudu. Bebek artık sıklıkla mama yiyordu. Gün içinde Halise’ye emanet edip yan odada uyumaya çalışıyordum ama bebek her uyandığında Halise annesiii, uyandı buuu, diye Jelibon’u bana getiriyordu. E, ben de taze anne saflığıyla aman da tontonum diyip Jelibon’u bağrıma basmamla Halise ortadan kayboluyor, odasında televizyon seyretmeye dalıyordu. Ömründe bir daha  televizyon görmeyecekmişcesine televizyon seyredebiliyordu.

Bir gün önce pişen yemeği mutlaka atıyor, bizim yediğimiz yemeği yemeyip kendine ayrıca yemek pişiriyordu. Kırkımız çıkmadan eve misafir almamıştık ama kırk günü eve dayılar gelmişti. Halise misafire çıkmadı. Kimsenin servisini yapmadı. O hengamede odasında televizyonunu izlerken arada gelip kendine makarna yapmaya çalışmış ama dalıp unutmuş, makarnanın kaynayan suları yerlere dökülmüştü. Gidip azarladım onu ilk kez. Telefon gelmiş, çok önemliymiş. Ona dalmışmış gibi beni daha da öfkelendiren bahaneler sıraladı.

Bütün ailesi de Istanbul’da çalışıyordu. Hepsinin koordinasyon merkezi Halise’ydi. Ne kendi telefonu ne ev telefonumuz susmuyordu. Ev telefonunu normalde kullanmazdık ama bir gol yemeyelim diye sınırsız tarifeye geçtim diye Şövalye söylenip durdu. Oysa Halise günde en az 2 saatini ev telefonunda geçiriyordu. Başka tarife bizi paklamazdı.

Haftada bir temizliğe biri geliyordu bize. Halise’den beklenen gündelik temizliklerdi ama yere bir süpürge tutmasını isteyen kaynanama temizlikçi kadının daha sık gelmesini söylemiş, bardakları raflara gelişigüzel dizdiğinde ‘bu evde çocuk var, böyle detaylarla uğraşamayız’ demişti. Kaynanam da usul usul Halise’ye yol vermemiz gerektiğini söylemeye başlamıştı. Şövalye ise Halise’ye acıyor, anneleri işe karıştırmamamız gerektiğini söylüyordu.

Akıl da biraz kıt sanırım

Halise ne çamaşır makinesini ne kurutma makinesini ne bulaşık makinesini ne de mikrodalgayı kullanabiliyordu. Hepsini otomatik bir noktaya ayarlattım. Çamaşır beyaz mı, hassas mı, bulaşık bardak mı tencere mi yoğun diye fark etmeden hepsini o ayarda yıka sen, diyordum. Buna rağmen kurutma makinesinin suyunu boşaltmayı unutuyor, renklilerle beyazları karıştırıyor, boyalarını birbirine aktırıyordu.

Halise’nin okuma yazma bilmediğini öğrenmemle beraber anksiyetem doruğa çıkmıştı. O yüzden şehir içinde otobüse binemiyordu. Bir de her seferinde şehrin uzak bir yerinden bir başka uzak yerine gitmeye çalışıyor, bize izin öncesi rotasını planlatıyordu. Otobüse binmeyen ve nadiren bilmediğimiz semtlere yolumuz düşen insanlar olarak iett.gov.tr’den aktarmalı deli rotalar çalışıyorduk.

Jelibon’un mamasını 90 ml’den 120 ml’ye çıkarmaya çalışıyorduk. Her 30 ml için bir ölçek mama koyuyorduk biberona. 90 için 3 konuyordu hep. Peki 120 için kaç ölçek koyacağız, diye sorduğunda beni yeniden ateş basmıştı.

Halise saate bakmayı da bilmiyordu. Bir keresinde Jelibon mamasını yemişti, gazını çıkarmaya çalışıyordum. Bir sonraki beslenmesinin saatini kestirebilmek için Halise’ye saati sordum. Cevap olarak büyük 7’nin üstünde, küçük 2’nin dedi. En son sanırım 5 yaşındayken annemle bu minvalde bir diyalogu yapmıştım. Halise daha da ileri giderek Cumartesi ne zaman oluyor? şeklinde tuhaf sorular soruyordu. Ben anlamıyordum. Günlerden Perşembe’ydi. "İki gün sonra oluyor", dedim. O, "nasıl yani?" diye tekrar sordu. İyice şaşmıştım. “Yani kaç kez yatıcaz”, dedi. “Ha, şimdi yatcaz kalkcaz, bir daha yatcaz kalkcaz. O zaman Cumartesi olacak” dedim. Anladı. Halise’nin zaman kavramı yoktu. O güneşin doğuşu ve batışına göre takılıyordu. Ama nedense kalkma saatleri güneşin doğuşuyla olamıyordu. Geceleri asla kalkmam, gece kalkarsam gündüz kalkmam, demişti. Ama gündüz de kapısına bangırdatmasak 11’e kadar uyuyordu. Sabahları 9’dan önce uyanmaması için benle pazarlığa oturduğunda ancak Halise’den vazgeçmemiz gerektiğine vardım.

Neden?

Halise bize geleli 2.5 ay olmuştu. Peki neden başka bakıcı denemek için bu kadar uzun beklemiştim?

Çünkü o kadar kabus hikayeler duyuyordum ki bakıcılara dair, Halise melek kalıyordu yanlarında. Çocuğa sakinleştirici iğne yapanlar, alkol alanlar, hırsızlık yapanlar, çocuğu dövenler, fuhuş yapanlar… Halise sabahlara kadar namaz kılıp bizim için dua ettiğini söyleyip ertesi gün bizi perişan edip bütün gün uyusa da dindarlığı itibariyle haram ve zinadan uzak duran aile kızı tipliydi. Çocukla da arası iyiydi. Yani onunla oynamayı seviyordu. Hoş, ben ve Şövalye de oynayıcıydık. Bakıcımız eksikti ama olsun diyordum. Çocukla arasının iyi olmasını yeter sanıyordum. Hem derdimi kime anlatsam -beni öyle tanıdıklarından belki de- pimpirikli sanıyorlardı. Kimse mükemmel değildi. Halise’yle anlaşmanın yollarını bulmalıymıştım.

Peki ne yaptım?

Halise’ye feci uyuz olan annem Adana’dan bize kimsesiz bir kadıncağız yollamaya çalıştı. Bu kimsesiz kadını bulmak için her yere haber saldı. Sonunda bir tane buldu. Kendisinin çok beğendiği kadını ben de göreyim diye Jelibon’u Halise’ye de bırakamadığımdan kaynanaya teslim ederek indiğim uçağın bir sonrakiyle geri dönmek üzere kalkıp Adana’ya gittim. Annemin bulduğu teyze Dilber Hala’nın tıpkısının aynısıydı. Yani eli çok becerikli ve çocuk konusunda da çok tecrübeliydi, belliydi ve referansları çok sağlamdı. Bana uyardı uymasına da Şövalye’nin asaleti bu Dilber Hala şivesi, görüntüsü ve tavırlarını kaldırır mıydı, bilemedim. Kadıncağız kimsesiz olmasına kimsesizdi ama konu komşuyla kaynaşık, çenebaz bir tipti. Komşularımı yolda görsem tanımadığım ve eve gelen gidenin de pek olmadığı Istanbulum’da kesin sıkılırdı. Bizde sıkılabileceğini söyledim de hatta. Niye anam, bir gomşun yoh mu? Çalarık kapısını, biz de allahın kuluyuk, o da zaar. Bir çay koyarık, sohbetleşirik. Gaynanan gelmiyor mu? Onunla otururuk, dediği için işte bu iş olamazdı.

Anne Şövalye’nin süper titiz bir arkadaşı bir ajansa danışarak bulduğu bakıcılarından memnun kalmış, numarasını verdi. Bir başka arkadaşım da başka bir ajansı önerdi. Halise’nin bir izin gününde her ikisini de aradık. İlk ajans adayları yarım saat içinde arka arkaya evimize yolladı. Ikincisi ertesi gün ofiste randevu verdi.

Konuştuğumuz adayların hepsi zaten yemeği, ütüyü, gündelik işi yapıyor ve gece kalkıyorlardı. Hepsi okuma yazma biliyordu. Hepsi de İstanbul’da nereye nasıl gideceğini biliyor, hatta da merkezi bir yerde oturuyoruz diye ekstra memnun oluyorlardı. Bir tanesi Amerika’da bile bakıcılık yapmış, bayağı İngilizce bile biliyordu. Yani hepsi Halise’den iyiydi. Peki hangisini seçecektik?

Genç mi olmalı teyze mi olmalı? Genç olanın telefonu durmaz, evde sıkılır, evlenip gidebilirdi. Teyze ise çocuk hareketlendiğinde ardından koşamayabilirdi.

Bir adayın referansına kendisiyle görüşmeden önce telefon ettik. Pek iyi şeyler demedi. Nedir diye sorduk. Meğer evde üçüz varmış. Dört odalı evde anne, baba, üç çocuk ve üç bakıcı. Bakıcılar birbirine girermiş. Allahım, ne hayatlar var, dedim. Halime şükrettim. Şükretmeli miydim? Uykusuzluktan geberiyordum. Evden ayakkabısız çıkacak kadar dalgındım. Anksiyeteden kalbim dışarı çıkacak gibiydi. Nasıl bir yola girmiştim? Bu ön dişlerinin hepsi altın olan ve böylece fark edilerek sınır dışı edilme ihtimalleri tavan yapan Türkmenleri mi on yedi kardeşiyle beraber yaşamak istemediğinden yatılı çocuk bakan yurdum genç kızlarını mı seçmeliydik?

Şövalye ise prezentabl, dil bilen, matmazel gibi bir şey istiyordu. Dedim o dediğinin maaşı bizimki kadar. Evde oturucaz o zaman. Bir ara onu da düşündüm. Ben oturmayacaktım elbette. Ben oturamazdım ama Şövalye otururdu. Hem o iş hayatından pek haz da etmiyordu. Çocuk bakmayı tontonla oynamak sanıyordu. Sansındı. Böylece ihale ona kalabilirdi.

Anne Şövalye’yle ikinci ajansa toplu görüşmeye giderken ilk ajans bize birini daha yolladı. Yoldaydık. Yolda buluştuk. 50’li yaşlarında bir teyzeydi. Bulgar göçmeniydi. O da acemiydi mülakatlar konusunda. Şunu yaparım, bunu yapmam demiyordu. Tatlı tatlı gülüyordu. Anne Şövalye’nin kanı kaynadı ona. Eskiden dedeye bakan Bulgar Şirin’e benziyormuş. Ay o çok iyiymişti, bu teyze de ona çok benziyormuştu.

Tamam, dedik. Hayriye Teyze'ye karar kıldık.

Teyze derken…Jelibon’a teyze. Bize ancak abla. Şurda 50 yaşımıza ne kaldı?