Perşembe, Mart 31, 2011

Cins(i) Düşünceler

Cinsiyet ayrımcılığım olduğundan değil ama Jelibon’un erkek olduğuna çok memnunum. Hamile kalmadan evvel bir erkek çocukla ne yapacağımı bilemediğimden ve de mağazalardaki kız çocuğu kıyafetlerinin şirinliğine ve çeşit çokluğuna hasta olduğumdan hep kızım olsun istemiştim.

Biz iki kız kardeştik hem. Annem kız kardeşleriyle aynı zamanda da en yakın arkadaştı. İşkolikliği yüzünden evde az vakit geçiren bir babadan başka erkek olmazdı evde. Haliyle bol östrojen ortamından gelmeyim. Kadınlı ortam aşinalığımın kolaylığıydı kız çocuk istemem. Bir de annemle itiş kakışı bol da olsa dayanışmalı bir anne-kız ilişkimiz var. Etrafımdaki erkeklerin ise anneleriyle ilişkileri de hep uçlardaydı. Ya anneler hastalık derecesinde dominant ya da ana-oğul iletişimi haftada bir kuru telefon konuşmasıyla telaffuz edilen ‘nasılsın, iyi misin?’den ibaretti. Ben emekli olunca yetişkin kızımla buluşup sohbetler edip sevgililerini, kocasını falan çekiştirmek, onunla alışverişlere ve tatillere çıkmak hayallerindeydim. Erkek çocuklar –genellikle- böyle yapmıyorlar.

Tabii ki evladını kız, erkek fark etmeden sever herkes. Jelibon kız olsaydı da onu en az şimdiki kadar severdim ama artık hayatını bir kızdan daha rahat geçireceğini zannettiğim için erkek olduğuna onun adına seviniyorum. Biraz tuhaf ama bütün bunların farkına yeni varıyorum.

Aslında hep erkek doğmuş olmayı dilerdim ama bu isteğim, önceleri aile ve toplum baskısından uzak rahat rahat gezip tozmak, yine onlar tarafından evlendirilip barklandırılmak baskısından en azından bir 5-10 sene daha uzak durmak istediğimdendi.

Sonraları çifte çubuğa dayalı aile işini devam ettirmekte ya da kurumsal kariyerde tepe noktalarda hep erkeklerin bir el üstünlüğünün olduğunu ve bu hak edilmemiş ama bahşedilmiş üstünlüğün es geçilmesi için erkeklerden çok daha donanımlı olmak için feci uğraşlar vermek gerektiğini görmemdendi. Ne çok haksızlık sandığım bu şeyler, anne olmanın icap ettirdiği daha tipik kadın rollerini gerektirdiğinden beri anlıyorum ki aslında bunlar hiçbir şeymiş. Anne kadın olduğum için beni daha ne zorluklar beklermiş.

Bir daha anne olursam ve bebeğim yine erkek olursa yine hayatı boyunca yaşayacağı -bir kıza göre- nispi kolaylıklar adına sevinirdim. Kızım olursa da hayatını kolaylaştırmak için elimden geleni yapardım. Ama işte kızın hayatını kolaylaştırmak için yapılması gerekenler var ama erkeğin hayatı eğitim ve ekonomik seviyesinden de bağımsız daha kolay.

Bir kere doğurmuyorlar. Kendilerine biçilen görevler sadece çalışıp para kazanmalarından ibaret. Bu kadar. Sadece ev geçindirecek kadar. Bu devirde öyle savaşmak da kalmadı, yollarda telef olmak da. Bin yıl önceki dertleri ile bugünkünün alakası yok. Oysa kadın her devirde suçluluk ve endişe hissinin ve gündelik işlerin tam orta yerinde. Üstüne üstlük gittikçe artan bir kısmı evi de geçindiriyor. Ev de geçinidiren kısmı üstelik işe gittiği için daha suçlu. Evde otursa kısıtlanan hareket alanıyla sıkıntılı. Birini tercih etme hali, her türlü bir vazgeçiş ve kabulleniş sürecinden geçiyor. Hayatı ha bire değişip duruyor. Erkeğe hiç bir şey olmuyor. Mesaiye kalsa, seyahat etse, gezse tozsa da hiç suçluluk ve endişe duymuyor.

Eşcinselleri ‘üçüncü cinsiyet’ diye asla tanımlamam. Bu yüzden aklıma gelmedi elbette ama yine yukarda anlattıklarıma benzer durumlara sebep olduğu için evladımın ‘gay’ olmasını da istemem. Gay olsun olmasın, onu her türlü severim ve bu halini bir gizlilik, saklılık ya da utanç konusu yapmam. Her türlü onunla gurur duyarım ama gay olduğu için değil, hayatı zorlaşır diye bunu arzu etmem. En azından dünyanın hala büyük bir kısmında kendi gibi olmakta zorlanabileceğini bildiğim bu devirde bunu istemem. Fakat gaylerin bile en azından dönemler devirler geçtikçe hayatı kolaylaşıyor, daha da kolaylaşacak ve gaylikleri saçı kara, gözü yeşil gibi sıradan bir bilgiden ibaret olacak, biliyorum. Hatta içlerinde kadın gibi olmayı tercih edenler belki de ilerde kadınlığın bütün hoş yanlarını alıp biyolojik olarak erkekliğin konforunu yaşayacak. Fakat kadının hayatının kolaylaşabileceğine dair umudum pek yok. Bu mantıkta en kısa çöpü de tersine, erkek hisseden kadınlar çekecektir heralde.

Not 1:
Yazımda bahsettiğim herşey genellemeler üzerine kuruludur. İstisnalar vardır elbette. Süper kadınlar, feminist adamlar, anneleriyle mükemmel ilişkisi olan erkek çocuklar vardır. Hayatı benimkinden çok çok çok daha zor kadınlar da var ve benimki onlara nazaran gül bahçesi, onu da biliyorum.

Not 2:
'Evladım sağlıklı olsun da gerisi mühim değil' lafı basmakalıplaştıysa da hakkaten doğrudur ve katılıyorum. Ben, temel ihtiyaçları karşılanabilen sağlıklı bir ailem olduğu için (çok şükür ve maaşallah) artık kavramlar ve konseptler ve insanlığın halleri üzerine kafa yoruyorum. Temelimiz sarsılırsa (Allah korusun) fokusumun kaymışlığından sanılıp 'oh olsun' olmasın lütfen. Yoksa biz de yiyip içip dua edip seviyoruz elbette.

Perşembe, Mart 24, 2011

Çoğunluk

Doğum iznimde Jelibon’la güneşli havalarda mahallemizin parkına çıkardık hep. Parkta pek anneye rastlanmıyordu. Genelde orada bebekler, çocuklar ve onların bakıcıları ya da bakım görevini üstlenmiş anneanne veya babaanneleri olurdu. Anneanne, babaanneler 60 yaş civarındalardı. Etrafında çocuk olmayan 70 üstü yaşlardaki birkaç ihtiyar da güneşte kemiklerini ısıtır otururdu.

Bir gün parkta yanıma bu 70+ grubundan yaşlı bir teyze geldi. Hayriye Hanım’dan benim Adanalı olduğumu öğrenmiş. Kendi de Adanalı değilse de görev icabı orada senelerce yaşamış. Hemşerim, diye geldi. Kendini tanıttı. 80 yaşındaymış. Emekli biyoloji öğretmeniymiş. Adana’da bilmemne lisesinde öğretmenlik yapmış. Eşi de hakimmiş. Bir abisi profesör doktor bilmemkim, bir başka abisi de milletvekili bilmemkimmiş. Tam bir Cumhuriyet kızı. Türkan Saylan-2. Bir gururlu da bundan. Sülale silme doktor, profesör, üst düzey bürokrat falan ya. Anlatmalara doyamadı gurur duyduğu ailesini. Arada benimkileri sordu. Çiftçiler, dedim ben. Durakladı biraz. Yakıştıramadı. Sınıf atladım sandı sanırım. Bayılıyorum bu Beyaz Türklerin sınıf bilinçlerine.

Geçenlerde Çoğunluk’u seyrettim DVD’den. Sevdim filmi. Düz ve karanlık bir film, eyvallah. Ama sınıf ve köken bilinci açısından bence Türklere güzel bir ayna tutmuş. Filmin bir sahnesinde baba, genç oğluna kız arkadaşı olarak tanıttığı genç kızın aslen nereli olduğunu, ailesinin ne iş yaptığını sordu. Oğlu ise babasının kızı beğenmeyeceğini düşündüğünden genç kızın Vanlı olduğunu bilmesine rağmen bu soruların cevabını bilmediğini söyledi. Baba öğrensin diye ısrar edince sonra sonra itiraf etti Vanlı olduğunu. Babası bu cevap karşısında oğluna kızdan ayrılmasını emretti. Kız, seyirciye alenen söylenmemesine rağmen Kürttü ve köylüydü. Müteahhit babamız kızın kendini merak etmedi. Kökeni yüzünden kızı kafadan reddetti. Oysa ki genç kız, kendi salak ve sığ oğlundan bin kat daha gayretli, başarılı, efendi bir tipti. Entelektüeldi. Ailesinin okumasına karşı çıkmasına rağmen iyi bir üniversite kazanmış ve kendi parasını kendi kazanıp okumaya çalışıyordu.

Bu kadar dramatik olmasa da benzer şeyleri ben de yaşadım. İstanbullu arkadaş aileleriyle ilk tanıştığımda nereli olduğum ve babamın ne iş yaptığı sorularının cevabı pek beğenilmemişti. Bazen arkadaşlarım da kendi ailelerinden arkadaşlığımıza dair ayar yemesinler diye babamın aslında ‘öğretmen emeklisi’ olduğunu ailelerine söyleyerek ‘çiftçi’ mesleğini düzeltmişlikleri olmuştu. Adanalılığım da(yani köylülük algım) mezun olduğum okullar ve toplum içindeki efendi duruşumla kapanmıştı.

Bir keresinde Etiler'de ikamet eden bir arkadaşımın evine gitmiştim. Annesi evdeydi. Evde misafir annenin arkadaşı bir teyze de vardı. Nereli olduğum ve baba mesleğim öğrenildikten sonra misafir teyze, "Bak görüyor musun, kimler nerelerden Boğaziçi'ni kazanmış, bizim oğlan Etiler'de, üniversitenin dibinde ama düzgün bir okul tutturamadı" dedi. Teyze beni yüceltti mi aşağıladı mı, siz düşünün. Bir yandan Amerikan kolejlerini bitirmiş, üniversite mezunu aileye sahip, evde kendine ait bir odası olan, her türlü özel derse ve dersaneye yollanmış, zamanın gençleri arasında 'havalı' bilinen markalarda kotlara kazaklara sahip bir insandım. Benim Boğaziçi'ni kazanmam 'engellere rağmen' değildi. Taşralı olmam engelli olmamla bir tutulmuştu.

İşin ilginci, çiftçilik Adana’da havalı bir cevaptır. Paran yoksa bile mal mülk sahibisin demektir. Emekli öğretmene sümüğünü atmayanlar çiftçiye hasta olabilir. Sanırım Adana’daki sınıf bilinci paraya endeksli. Istanbullu aristokratlarda ise geldiğin memlekete ve eğitim derecene.

Aslında ben parkta tanıştığım yaşlı teyzeyle yaptığım çocuk yetiştirme muhabbetimizi anlatacaktım. Konuyu saptırdım. Artık onu da bir sonraki postumda anlatırım.

Pazartesi, Mart 21, 2011

Siyah Süt ve Anneliğin Cilası

Elif Şafak’ın Siyah Süt’ünü okumamıştım. 2007’nin sonlarında piyasaya çıktığı ilk dönemde roman hakkında gazetelerde okuduğumca lohusalık depresyonunu anlatan ‘karanlık bir roman’ olması yüzünden bilinçli olarak kitabı okumaktan kaçınmıştım. Ama o dönemlik bir şeydi bu. Yayınlanma tarihi 3-5 ay öncesine ya da sonrasına denk gelseydi okurdum muhtemelen. O dönemde evlilik hazırlıkları ve iki işte birden çalışmanın yarattığı vakitsizlik de buna sebepti. Sonra aradan zaman geçti, unuttum romanın varlığını.

Jelibon 3 aylık olmuştu. Yeni yeni haftada bir iki kez birkaç saatliğine dışarı çıkmaya başladığım zamanlarda bir Pazar akşamı Şövalye’yle D&R’a girdik. Dolanıyorduk. Kitabı gördüm. Açıp okumaya başladım. Ayakta bir çırpıda on sayfayı okumuştum bile. Nasıl da aynen anlatıyordu anneliğin ilk zamanlarını. Kopuk askısı düğümlenerek bağlanmış kirli geceliğinin askısını, yıkanmamış saçlarını, uykusuzluğunu ve özür diler gibi utanarak silik ve ezik bir modda bebeğini hayatına sokma halini... Zaten Elif Şafak’ın üslubuna hastayım. İçerik de benim yaşadıklarım olunca koşa koşa kitabı aldım, eve gelip bir çırpıda okuyacağım diye kitaba gömüldüm. Ama 30 sayfa kadar sürdü bu merak. Sonra roman tıkandı kaldı.

Geri kalan 200 sayfada yazarın lohusalık depresyonundan eser yoktu. Beni kitaba çeken şey aslında bir dergi makalesi olabilecek kadar kısa kalmıştı. Romanın geri kalanı yazarın bekarken nasıl göçebe ve kitaplar arasında kaybolmuş bir hayat yaşadığı, nasıl da aklında evlilik yokken evlendiği ve nasıl da aklında çocuk yokken anne oluverdiği üzerineydi. İçindeki parmak kadınların oluşturduğu İçimden Sesler Korosu üzerinden anlattığı iç dünyası ve anne olmaya giden yol hikayesi de çok zorlama, yüksek dozda popüler psikoloji öğesi geldi bana.

Altı parmak kadın vardı Elif Hanım'ın içindeki koroda. Hepsinin adları da karakterlerini yansıtıyordu: Akılcı çabuk çözümler üreten Pratik Akıl Hanım, üretkenlik ve kariyer düşkünü Hırs Nefs Hanım, ulu bilge ve ermiş kişilik Can Derviş Hanım, kitap ve felsefe kurdu Sinik Entel Hanım, daha sonraları ortaya çıkan kadınsı ve vamp Saten Şehvet Hanım ile ev hanımı Anaç Sütlaç Hanım. Bu kadınların ilk dördü yazarımızın hayatının büyük bir bölümünde egemenlik kurmuşken evlilik ve bebek ile son ikisi gözükmeye başlar. Saten Şehvet Hanım yine de en belli belirsiz ortaya çıkanıdır bu kadınlar içinde. Asıl çekişme ilk dört ile Anaç Sütlaç Hanım arasında çıkar. Yazarımız romanı süresince orta yaşına kadar varlığını dahi bilmediği, benliğinin dehlizlerinde kapalı tuttuğu Anaç Sütlaç Hanım’ın aslında kötü olmadığını, içindeki bütün kadınları sevdiğini anlar ve nihayetinde içindeki kadınlar kardeş kardeş yaşamaya başlar.

Özetle, anneliğin paketlendiği gibi bir güzellik olmadığı, aslında ne kadar da zorlu olabildiğini anlatmaya çalışmak yerine Elif Hanım'ın nasıl yollardan geçerek anne olduğunun hikayesini okudum. Evet, Elif Şafak’ın diline ve üslubuna hayranım ama romanın kurgusunu parmak kadınlar üzerine kurmasını çok basit ve sıradan buldum. Olgun yaşına rağmen canlı ve enerjik tiplerin 'içlerindeki çocukları öldürmemişliklerine' bağlamaları gibi gınalıydı bütün kurgunun temeli.

Neticede Siyah Süt'ü (tersine bir niyeti olmasına rağmen) yine de anneliğin cilalanması olarak algıladım ben. Hiç ummadığınız bir kişi bile anne olabilir. Evet zorlanır ama kotarır. Sonuçta iyi de olmuştur. Bilinçli olarak anneliği reddedenler dahi onun anneliğini ‘iyi ki’ler. Üstelik yazarımız artık çocuk da yapmıştır kariyer de. Edebiyat konulu bir davete gittiğinde omzunda kusmuk lekesini fark eder ama ‘olsun’dur; yazar buna aldırmaz, yüzü ışıl ışıl ışıldayarak davete katılır. (Sooo cheesy) Bu da Hollywood romantik komedi klişesi değildir ne nedir? Otobiyografi dediğin romandaki bu öğeler bana romanın gerçek değil de ‘kurgu’ hem de kötü bir kurgu olduğuna iyice inandırır. İlk otuz sayfada anlattığı lohusalık halleri ise o kadar çarpıcı ve doğruydu ki o kısmın (kitabın sonrasıyla alakası olmadığı için) sonradan yazılmış ve önceden (belki de hamileyken) yazdığı anne olma süreci hikayesinin önüne monte edilmiş olduğu kuşkusunu uyandırdı bende.

Kaldı ki içimizde farklı karakterler olduğuna inanmıyorum. Bu karakterlerin içimizde bu derece çatışabildiğine de. Akıllı bir insansanız durumlara adapte olursunuz. İçinizde bir Anaç Sütlaç Hanım olduğu için ve onun sizi ikna ettiği için değil; anne olduğunuz için yeni durumunuzla barışık yaşayabilmeniz için anaç olmayı öğrenir ve ona adapte olursunuz. Ortam bunu gerektiriyorsa gaddarlığı da, kaypaklığı da, eşkıyalığı da, prensesliği de, cici kızlığı da içinizdeki sesler korosuna koyarsınız. Mecburiyetlerinizi, bilinçli ya da bilinçsiz tercihlerinizi ya da başınıza geleni romantikleştirmeye ve yüceltmeye gerek yoktur.

Annelik de başa gelen bilinçli ya da bilinçsiz bir tercih ya da mecburiyettir. Yine aynı şekilde hayatınızda yer alan ve iyisiyle kötüsüyle yaşadığınız, bilinçli ya da bilinçsiz tercih ettiğiniz ya da mecbur kaldığınız mesleğiniz, eşiniz, yaşadığınız şehriniz gibidir. Annelik konusunda emek verdiğiniz şey bir insan olduğu için önceliği ve etkisi elbette inanılmaz yüksektir ama bütün tercihlerinizle yaşama ve baş etme biçiminiz aslında birbirine benzer. Elif Hanım'ın da bu romanında anlattığı şekliyle, içindeki değişik seslerdeki farklı bakış açılarını konuşturup tartarak, kendisine anlamlı gelen birinde uzlaşarak hayatındaki değişikliklere adapte olduğuna bana çok 'chesy' ve zorlama gelse de inanmayı istiyorum. İstiyorum ama olmuyor.

Çarşamba, Mart 16, 2011

Hafiye Hanım'ın Kaybolan Gündüz Düşleri

Blogumu takip edip de beni seyrek görenler beni gördüklerinde şaşırıyorlar. “A çok iyisiiin. İyi gördüm seni” duyduğum en fiks yorumlar. E iyiyim, tabi. Niye bu kadar şaşırdınız?

Hani yazıyormuşum ya böyle ‘Genç Werther’in acıları’ model. Beni mahfolmuş, bitmiş sanıyorlar. Hatta beni dışarda bile gördüklerine şaşırıyorlar. Tamam, eskisinden daha az dışardayım ama ölmedim yahu. Yazdım öyle şeyler, evet. Daha da yazarım hatta. Ben retrospektif olarak sinirleniyorum, geriye dönük acıklanıyorum. Geçmişe sünger çekerim çekmesine. Sildim mi bir kalemde. Fakat üzerine düşünmekten beni kimse alıkoyamaz. Taş yerinde ağırdı. Yaşadıklarım o zaman zordu. Şimdi ya işler kolayladı ya uykumu alır oldum da bir kendime geldim ya da kısacası alıştım.

Hala alışamadığım şeyler var. Mesela eskiden bazen kendimi dağ başında bir kulübeye kapatmış kitaplar okur, yazılar yazdığıma dair gündüz düşleri kurardım. Geçin müzik kulağını, enstrüman çalıp şarkı söylemeyi, müzik bile dinlemememe rağmen belki bir rock star olacaktım. Turnelere çıkıp konserler verecektim. Orta yaşa gelip bunlara hiç yeltenmemiş olabilirim. Geç kalmış da. Ama öyle düşlerdim ve bunlar hoşuma giderdi. Zaten kıt ve gerçekçi hayallerimle yeterince sıkıcıydım. Üç dakikalık afyonlarımı da yitirdim. Artık bir iki kare resim bile gelemiyor gözümün önüne. Annesin sen, diyorum. Bunları unut artık. İnziva da olamaz turne de. Yerine rüyalarımda çocuğumu elimden düşürmüş, denizde boğulmuş, trafik kazasında ölmüş falan görüyorum. En iyi ihtimalle şizofren olmuş, uyuşturucu kullanmış, serseri olmuş görüyorum.

Bunlar da geçerse daha da iyi görünebilirim belki.

Salı, Mart 15, 2011

Apartman Akrebi

Yonc’a bayılıyorum. Hikayelerine de. Anlattığı çoğu hikaye, aslında sıradan olayların abartılıp twist edilerek enteresan hale sokulmasından ibaret olsa da onları dinlemeyi seviyorum. Hikayeleri boyunca benliğinin bütün kötücül hallerini pervasızca ortaya koyuşuna da hastayım. Her ne kadar Düellacı olsam da ıssız adaya düşsem yanıma Yonc’u alırım.Ömür boyu eğlence garantisi kendisi. Hoş, Yonc da ıssız adada hikaye üretmek için kalabalıklardan beslenemez, o ayrı.

Beşiktaş’ta kendince bir ıssız ada kurdu Yonc. Kocasından ayrı. Annesinden ayrı. İlk kez yalnız takılacaktı. Çok kısmet olmadı. Akrabalar doldu boşaldı. Duvarından sular sızdı, su boruları patladı, hamamböcekleri bastı. Mutfaktaki havalandırma borusuna kuşlar yuva yaptı. Zaten gölgesinden bile korkan Yonc gece kuşların çıkardığı çıtırtılar yüzünden yattığı odanın bile panjurlarını kapatıp kapısını kilitleyip yorganını tepesine çekerek uyudu yazın pişerek. Kendinden on yaş küçük kuzeni evini haftasonu alemin ilk ve son durağı yaptığı için haftasonlarını gündüz onunla beraber playstation oynayarak geçiriyordu.

Şövalye Pelinat dışındaki bütün arkadaşlarımı ‘anormal’ bulur. Yonc’u da. Ama bu Yonc’u arabamızın terkisine atıp haftasonları takılmaktan beni alıkoymaz. Yonc telefonunu açarsa tabii. Telefona cevap verme oranı %20’yi geçmez nitekim. Hem Yonc, Jelibon’u da çok seviyor. Çocukluyuz diye bizi dışlamıyor. Oğlan çocuklarını ve özellikle fırlama olanlarını çok sevmesi de buna bir sebep. Jelibon’un en sevdiği (ve tabii ki en beyin şaapıcı melodiler çıkaran oyuncağını) da Yonc almış olduğu için ekstra da gurur duyar bundan. Jelibon’un favori teyzesi olma yolunda önemli bir adım sayar. Yonc herkesin en favorisi olmak ihtiyacı içinde bulur kendini. Hoş, bunun için emek harcamaz. Sadece bunun böyle olmasını ister de ister. Bu isteğinde hak görür.

Bu Pazar bize evindeki son arızayı anlattı. Kuzeni akrep bulmuş evde. Her türlü börtü böceğe rastlamışlardı ama akrep son noktaydı. Sokulmaları ihtimaline karşılık yakındaki Acıbadem’e kaldırılmaları için tertibat bile yapmışlar. Şimdi biz duyunca yok canım, atıyorsun, akrep diildir o, dedik. Çatalavrattır o kesin, diye düşündüm. Küçükken Adana’da apartman yanlarındaki boş arazilerde oynarken çatalavratı akrep sanardık. Çocukça bir heyecanla akrep görmüş olmayı havalı sanıp ‘akreeeep, akreep gördüm’ diye bağırışırdık. Yonc da heyecanlı hikaye merakı itibariyle veletlik döneminde kaldığından bundan kuşku duymam doğaldı. Bu böceğin isminin İstanbulcasından emin olamadım fakat. Karafatma olmasın, dedim.

Değilmiş. Resmini çekip gugıllamışlar. Gerçekten akrepmiş. Meğer apartman akrebi diye bir şey varmış ve Beşiktaş-Fulya civarı apartmanlarda çok yaygınmış. Apartman akrebiyle mücadele konusunda uzmanlaşmış böcek ilaçlamacıları bile varmış. (Ben de gugılladım. Yonc hikayelerine gerekli reality check tamamdır)

Yonc’un evi hızla fear factor stüdyosuna dönüşürken “E heralde çıkarsın oradan 3 ay sonra kontratın bitince”, dedim. O kadar çok dinledim ki bu canavara dönüşmüş evinin hikayelerini. Gına gelmiş olmalı sandım.
“Yoo”, dedi. “Sanmıyorum. Niye çıkayım ki?”

Moral bozukluğu kaynağı olması beklenen bunca hikaye karşısında bu yok sayış. Bu da çok Yonc. Ona münhasır. Sanki yaşadıklarımız aslında yalandı. Yoktu.


PS. Tünelin birinden girdim bloga. Format ayarı yapamadığım gibi resim de ekleyemiyorum. Birisi bana yardım etsin.

Perşembe, Mart 10, 2011

Kapalıyız

Almanya'dayım. Sonunda bloguma girdim. Antin kuntin tünellerle bağlanmaya üşeniyordum. Ne komik. Kendi günlüğümü bana kapattılar, elalem görmeye devam ediyor.

Kahrolsun mahkeme kararınca kapatılmalar.

Digitürk'e blogların kapatılmasına sebep oldukları için kızmıyorum. Bu zart zurt internet sitelerini kapatmalara, pire için yorgan yakmalara ve benim kendimle iletişimimi koparmalarına uyuz oluyorum.

Digitürk'e bu devirde şifreli yayından para kazanacağını sandığı için kızıyorum. Yayın hakkını yüzlerce milyon dolarlara ihaleleyen akla da kızıyorum. Yok kardeşim. Artık iletişim, basın, yayın ya bedava ya da bedavaya yakın. Ancak yayınının yanında, önünde dönen reklamından para kazanırsın. Bununla barış artık. Devir böyle.