Park yeri buldum. Yukarı çağırsam mı, emin değilim. Bir kahve içmeye çıkmanın farklı çağrışımları var ya, hani. Kuru teşekkür yetmez, geliyor. Bocalama anı. Motorunu hala kapatmamış. Gitmesi gereken bir yer vardır belki.
Uzun boylu, sportmen bir abi. Hareket halinde olmadığı için üzerindeki kalın giysiler rahatsız ediyor olmalı. Yakasının çıtçıtlarını açıyor. Kaskının penceresini kaldırıyor. Gişelerdeki kadar gösteriyor kendini gene.
Kumral gibi sanki. Genç ama çıtır değil. Yine de yaş tahmini güç. Karanlıkta çok da anlaşılmıyor. Tekrar teşekkür ettim. Rica etti. Robocop sesli. Mekanik. Genizden. Gidesi var gibi. Hem canım, ne alakası var şimdi? Gelse, ne konuşucaz, nasıl sonlandırıcaz? Hırlı mı hırsız mı? Belki de evli ve çocuklu. Parmakları eldivenden göremedik, yüzük kontrolü için. Pek geçerli bir analiz değil ya, bu alyans takılmayan memlekette. Hem evliyse sana ne be kızım? Ne önemi var şövalyenin medeni halinin? Hem hem hem evde bir de kardeş var. Örnek mörnek olcaz. Anne yarısı cinnetleri boşa gidecek. Ya yaa. Kuruntu. Daral. Baş baş, yaptım. Pansiyona girinceye kadar bekledi. İçeri girdiğimde motorunun uzaklaşma seslerini duydum.
Bu bir ‘Axe’ anıydı. Gerisini bana bıraktılar. Yalan oldu tabii. Malaksın kızım, sen...
Duş aldım. Hava sıcak. Uyunmuyor. Sıcak olmasa da uyuyamam ya, bilirsin. Insomnia. Maya ekşi.
Özlem’in kırık ve sadece en yüksek devirde çalışan vantilatörü jaluzileri takırdata takırdata dönerken bir ses: bip biiip. Mesaj.
“İyi geceler”
Şövalye'den! Kurtarma anından önce yine yanlış bir yerlere sapıp yitmeyeyim diye numaralarımızı vermiştik birbirimize.
Keşke biraz daha uzun soluklu bir şey yazsaydı da gramer testine tabi olsaydı otomatikman, çaktırmadan. Bağlaç olan ‘de/da’ları da ayırabiliyorsa tamamdı bu iş yani. (Yurdum insanı Kopenhag kriterlerini esnetti, ben bunu esnetemedim. Arızayım, biliyorum)
“Sana da”
Şövalyenin neye benzediğine, nasıl biri olduğuna dair silsileli düşüncelerle uyumaya çalıştım. Hepten hiçten olmadı. E, ne ki bu şimdi? Herif karizma kasıyo. Ben de alet oluyorum. Bin yaşına geldin be, Hafiye. Yuf yani. Kitabını yazdın. Yine de bir merak bir merak. Einstein bile tanımladı bu halini*. Delisin.
*Einstein's definition of insanity: doing the same thing over and over again and expecting a different result.
Perşembe, Ağustos 24, 2006
Çarşamba, Ağustos 23, 2006
Bir İstanbul Şaşkını
İsmi lazım değil bir Afrika ülkesinin meclis başkanı tarafından önce ‘benim gibi güzel bir baayan’ın nasıl oldu da bekar kaldığı üzerine kıstırıldığım, sonra da zannımca arıza bulamayınca (yok elbette, kapa çeneni!) beşinci karısı olmaya layık görüldüğüm dün gece nihayet yemekten kalkarken elektrikler kesildi. Dediler bana, şoför verelim, taksiyle git falan. Dinlemedim. ‘Ahahahay’, yaptım, bir de üstüne. Ben ki tek başına ıssız interstatelerde (Amerikan otobanı) yüzbinlerce miller yapmış bir özgür kadınım, tomas bana, diye bir de ayak çaktım mı? Çaktım. Aferin bana. Neyi unuttum? Burada tabelaların bir referans olarak kullanılmasa daha iyi olacağını.
E-5’te ilerledim. Levent çıkışına girdim. Sol şeritin üstündeki okta Levent, diyor. Solda kaldım. Ne oldu? Levent yerine köprüye çıktım! Birinci köprüye. OGS, KGS, bişi bişi bişili olana. Geçtik mecburen karşıya. (Bilmeyenlere anlatayım: birinci köprüden artık nakit geçiş mümkün değil. Ancak kartlı veya otomatik geçiş sağlayan kontör dolumlu aletlerle mümkün) Geceyarısı. Minik kırmızı elbiseli yine ve yeniden ürkek değilse de beceriksiz kadın gişelerde çekti sağa. Çıtırla Levo demişti geçenlerde, gişeler yanında OGS satıyorlarmıştı uyanık abiler. Hiç bir allahın kulu yok minibüs-ofisli bir abiden başka. O da pek bir beyefendi. Uyanık olsa işimiz görülse ya!
Hafiye: Benim OGS’m yok. Bu konuda bişi de bilmiyorum. Satın alabilir miyim?
Abi: Nasıl olmaz? 34 plakalı arabanız. Nerde yaşıyorsunuz siz?
Hafiye: Bu konuya hiç girmesek? Hikaye uzun ve trajikomik. Araba da kiralık.
Abi: A, kiralık araba için arabanın ruhsatı, imza sirküleri, hede hödö lazım
Hafiye: E, ben geçiyorum o zaman. Nolcak?
Abi: Ceza yersiniz ve üç gün içinde cezayı gelip buradaki (arkasındaki köprü karakolunu işaret edip) bankaya ödemeniz gerek
Hafiye: Başka yere ödenemiyor mu?
Abi: Hayır
Ya uffff. Kim gelcek buraya tekrar üç gün içinde???? Onu o zaman düşünürüz diyip geçsem gişelerden geri dönüşü bilmiyorum. Karşıyı Çıtır bilir, o da açmaz telefonunu. Bir iki numara daha, derken...
Tır tır tır modern-zaman-şövalyesi çıktı geldi karşı yakadan. KGS’sini getirdi. Geçtim. Kendisini takip edip pansiyona döndüm. Escortla eve döndüm yani! Süper havalı. Bakalım daha kaç yüz bin insan sayemde uykusuz her gece, yorgun ölesiye olacak. Göreceğiz.
E-5’te ilerledim. Levent çıkışına girdim. Sol şeritin üstündeki okta Levent, diyor. Solda kaldım. Ne oldu? Levent yerine köprüye çıktım! Birinci köprüye. OGS, KGS, bişi bişi bişili olana. Geçtik mecburen karşıya. (Bilmeyenlere anlatayım: birinci köprüden artık nakit geçiş mümkün değil. Ancak kartlı veya otomatik geçiş sağlayan kontör dolumlu aletlerle mümkün) Geceyarısı. Minik kırmızı elbiseli yine ve yeniden ürkek değilse de beceriksiz kadın gişelerde çekti sağa. Çıtırla Levo demişti geçenlerde, gişeler yanında OGS satıyorlarmıştı uyanık abiler. Hiç bir allahın kulu yok minibüs-ofisli bir abiden başka. O da pek bir beyefendi. Uyanık olsa işimiz görülse ya!
Hafiye: Benim OGS’m yok. Bu konuda bişi de bilmiyorum. Satın alabilir miyim?
Abi: Nasıl olmaz? 34 plakalı arabanız. Nerde yaşıyorsunuz siz?
Hafiye: Bu konuya hiç girmesek? Hikaye uzun ve trajikomik. Araba da kiralık.
Abi: A, kiralık araba için arabanın ruhsatı, imza sirküleri, hede hödö lazım
Hafiye: E, ben geçiyorum o zaman. Nolcak?
Abi: Ceza yersiniz ve üç gün içinde cezayı gelip buradaki (arkasındaki köprü karakolunu işaret edip) bankaya ödemeniz gerek
Hafiye: Başka yere ödenemiyor mu?
Abi: Hayır
Ya uffff. Kim gelcek buraya tekrar üç gün içinde???? Onu o zaman düşünürüz diyip geçsem gişelerden geri dönüşü bilmiyorum. Karşıyı Çıtır bilir, o da açmaz telefonunu. Bir iki numara daha, derken...
Tır tır tır modern-zaman-şövalyesi çıktı geldi karşı yakadan. KGS’sini getirdi. Geçtim. Kendisini takip edip pansiyona döndüm. Escortla eve döndüm yani! Süper havalı. Bakalım daha kaç yüz bin insan sayemde uykusuz her gece, yorgun ölesiye olacak. Göreceğiz.
Salı, Ağustos 22, 2006
Alaylı Olamamak
Hastabakıcı turist rehberi Hafiye, Evan’ın kolundan serumunu çekip oteline yerleştirdikten sonra nihayet akşam dokuz buçukta muhitine varır. Dikine park yerleri doludur, yalnızca bir araçlık paralel park yeri müsaittir. Esnaf heyecanla ayakta, 90. dakikada penaltı atışına kilitlenmişcesine bekleşir. Nefesler tutulmuştur. Nınınınımmm. Hafiye’nin sağ dikiz aynası, öndeki arabanınkiyle hizaya gelecek şekilde yakınlaşır. Sağa kırar, arka kapıdan itibaren sola kırar ve goooool!!! Ustalık kokan hareketlerle park etmiştir. Zafer kazanmış komutan edasıyla arabadan çıkar. Lale devri kapanan esnaf şaşkınlığını üzerinden atamaz atamaz bakarken Hafiye, sıradan-bir-gün adımlarıyla eve yönlenir. Kapıdan içeri girer girmez, sol dizini yere indirirken sağ kolunu göğe kaldırır. ‘Yessss’, der. Balkona çıkar ve parkeserine gururla bakarken bir bira dahi kaldırır şerefine.
Hafiye, zaferini iki araç arasına paralel parketmeyi teorik olarak anlatan web sitelerine borçludur. Biraz baktı, analiz etti, olay bitti. Her mutlu anına limon sıkmaya meyilli bünyesi ekşisini gene buldu velakin. O, hiçbir zaman bir alaylı olamayacaktı. Teorisini, analizini, nedeni, niyesini iyice kavramadan hayata geçiremeyekti hiçbir şeyi. Etrafında onca insan, abidik ülkelerdeki şantiyelerde olsun tarlada, çiftte çubukta toprağa bata çıka olsun, sezgisel mezgisel, ampirik mampirik yordam öğrenirken, o sadece okuyarak yolunu bulacaktı. Hafiye’nin fistanı bile alaylı olamazdı (bkz Saçlardan Korkmak)
Hafiye bugünlerde çok oturur, çok çay içer, yudum yudum özgeçmişine dair alaylılardan ince alaylar dinler. Mesela, teşekkür eder. Karşılığında neden teşekkür aldığını anlamamış cevaplar duyar. Yanlış batılılaşmış naif tanzimatçılardan biridir o. İdealler süper ama realite zayıftır, yani kağıt üstü süper ama altı bağlar gazelidir. Memleket gerçeklerine aykırıdır. Onca ameleliğine rağmen hem de. Tuhaf, di mi? Oysa su götürmez Türklüklerini alaylı gözler göremez. Konduramadıklarından mı, nedir? Bilirsin, o pek münzevi değildir.Kokusunu alırsın tez zamanda.
Hafiye, zaferini iki araç arasına paralel parketmeyi teorik olarak anlatan web sitelerine borçludur. Biraz baktı, analiz etti, olay bitti. Her mutlu anına limon sıkmaya meyilli bünyesi ekşisini gene buldu velakin. O, hiçbir zaman bir alaylı olamayacaktı. Teorisini, analizini, nedeni, niyesini iyice kavramadan hayata geçiremeyekti hiçbir şeyi. Etrafında onca insan, abidik ülkelerdeki şantiyelerde olsun tarlada, çiftte çubukta toprağa bata çıka olsun, sezgisel mezgisel, ampirik mampirik yordam öğrenirken, o sadece okuyarak yolunu bulacaktı. Hafiye’nin fistanı bile alaylı olamazdı (bkz Saçlardan Korkmak)
Hafiye bugünlerde çok oturur, çok çay içer, yudum yudum özgeçmişine dair alaylılardan ince alaylar dinler. Mesela, teşekkür eder. Karşılığında neden teşekkür aldığını anlamamış cevaplar duyar. Yanlış batılılaşmış naif tanzimatçılardan biridir o. İdealler süper ama realite zayıftır, yani kağıt üstü süper ama altı bağlar gazelidir. Memleket gerçeklerine aykırıdır. Onca ameleliğine rağmen hem de. Tuhaf, di mi? Oysa su götürmez Türklüklerini alaylı gözler göremez. Konduramadıklarından mı, nedir? Bilirsin, o pek münzevi değildir.Kokusunu alırsın tez zamanda.
Pazartesi, Ağustos 21, 2006
Rakı Güzel, Kebap Güzel...
Birleşik Devletler’in güneyi gibi dünyanın en kıpırtısız yerinde dünyanın en kaosları beni bulurdu. Hatırlarsın. Istanbul’da en azından tezat olmazdı. Olursa Istanbul’a yakışırdı zaten. Beklediğin taşın başına düşmesi çok koymuyor adama. Gerçekten. Hani koptuk oralardan, konduk buralara ama oranın kaosu ellerini üzerimden çekemedi yahu. Şöyle ki:
Eski işten bir arkadaşım, Evan, geçen hafta dedi ki, Italya’da toplantım var. Haftasonu Istanbul’a geleyim. Pazartesi döneyim. Uyar mı? Dönerken herkeslere ‘beni ziyarete gelin, anacım’, demişiz. Gelme, denmez. Ayıp. Geldi. Haydi Hafiye gene Dolmabahçe Sarayları, Sultanahmetler, Ayasofyalar takıldı bu haftasonu. Bi kanka sağolsun, bizim için abisinin vedalı tekne turuna da yer açtı, Evan içine boğaz havası da çekti Cumartesi gecesi. Evan gıcır. Ben sabır. Bilirsin, iyi çocuktur çok ama sıkar beni nedense. Yedi yıldır işinden bıktığını söyler, şikayet eder, hep istifa etmek üzeredir. Sonra artık süpermodel gibi hatunlarla çıkmaktan sıkılmıştır, mesela. Bunları dinlemekten bay gelir işte. (Yalanı ve mübalağayı sevmediğimi belli ettim burada. Takdir et beni)Yoksa en demokrat, en liberal Amerikalıdır o. Çok da enteldir. Aman neyse, iki günde Evan-aşımından ölmeyiz ya.
Pazar gecesi Levo’yla aldık bunu Yüzevler’e götürdük. Adana’nın en şanlı kebapçısının Etiler şubesi. Ortam koko. Mehmet Okur falan yan masada, o derece yani. Hoş, onu da Levo söylemese farketmezdim ya, neyse. (Farkedince de bişi olmadı zaten. Bana bişi ifade etmiyor ama ortamın kokoluğu açısından önemli bir detay. Bugün boş konuşma günüm, idare et) Evan Adana kebabı yedi işte. Yanında acılı ezmeler, sumaklı soğan salataları, içliler falan da yedi. Rakı da içti. Elbette.
Evan şu dakika hastanede, anacım. Sabah banyoda iptal oldu. Zorla havalimanına getirdim. Dura dura. TEM’lerde kusa kusa. Tutturdu İtalya’ya gitmem gerek. Yanlış bilet kestirmiş zaten. E, Türkler de becerip düzeltemedi. Gidemedi. Şimdi yukarda, havalimanı hastanesinde serumlar bağlı. Oradan alıp bitişikteki Airport Otel’e yerleştiricem. Italya yalan oldu. Sabah Amerika’ya dönecek. Yani...’ne kestim koç, ne yedim hiç’ günlerim geri geldi. Bir aşağı bir yukarı, ne iş yapabildim ne endişe giderebildim. Şirkettekiler de helak oldu.
A yani. Yüzevler’den koko bir kebapçı mı var memlekette? Sokaktan tantuni dürüm yaptırsaydık heralde çoktan mefta olmuştu. Kebap geni eksikliği böyle bişi olsa gerek...neme gerek. Bu son. Bir daha Amerikalılara sadece sezar salatasından, McDonalds'dan başka bir şey yedirilmeyecek. Budur.
Eski işten bir arkadaşım, Evan, geçen hafta dedi ki, Italya’da toplantım var. Haftasonu Istanbul’a geleyim. Pazartesi döneyim. Uyar mı? Dönerken herkeslere ‘beni ziyarete gelin, anacım’, demişiz. Gelme, denmez. Ayıp. Geldi. Haydi Hafiye gene Dolmabahçe Sarayları, Sultanahmetler, Ayasofyalar takıldı bu haftasonu. Bi kanka sağolsun, bizim için abisinin vedalı tekne turuna da yer açtı, Evan içine boğaz havası da çekti Cumartesi gecesi. Evan gıcır. Ben sabır. Bilirsin, iyi çocuktur çok ama sıkar beni nedense. Yedi yıldır işinden bıktığını söyler, şikayet eder, hep istifa etmek üzeredir. Sonra artık süpermodel gibi hatunlarla çıkmaktan sıkılmıştır, mesela. Bunları dinlemekten bay gelir işte. (Yalanı ve mübalağayı sevmediğimi belli ettim burada. Takdir et beni)Yoksa en demokrat, en liberal Amerikalıdır o. Çok da enteldir. Aman neyse, iki günde Evan-aşımından ölmeyiz ya.
Pazar gecesi Levo’yla aldık bunu Yüzevler’e götürdük. Adana’nın en şanlı kebapçısının Etiler şubesi. Ortam koko. Mehmet Okur falan yan masada, o derece yani. Hoş, onu da Levo söylemese farketmezdim ya, neyse. (Farkedince de bişi olmadı zaten. Bana bişi ifade etmiyor ama ortamın kokoluğu açısından önemli bir detay. Bugün boş konuşma günüm, idare et) Evan Adana kebabı yedi işte. Yanında acılı ezmeler, sumaklı soğan salataları, içliler falan da yedi. Rakı da içti. Elbette.
Evan şu dakika hastanede, anacım. Sabah banyoda iptal oldu. Zorla havalimanına getirdim. Dura dura. TEM’lerde kusa kusa. Tutturdu İtalya’ya gitmem gerek. Yanlış bilet kestirmiş zaten. E, Türkler de becerip düzeltemedi. Gidemedi. Şimdi yukarda, havalimanı hastanesinde serumlar bağlı. Oradan alıp bitişikteki Airport Otel’e yerleştiricem. Italya yalan oldu. Sabah Amerika’ya dönecek. Yani...’ne kestim koç, ne yedim hiç’ günlerim geri geldi. Bir aşağı bir yukarı, ne iş yapabildim ne endişe giderebildim. Şirkettekiler de helak oldu.
A yani. Yüzevler’den koko bir kebapçı mı var memlekette? Sokaktan tantuni dürüm yaptırsaydık heralde çoktan mefta olmuştu. Kebap geni eksikliği böyle bişi olsa gerek...neme gerek. Bu son. Bir daha Amerikalılara sadece sezar salatasından, McDonalds'dan başka bir şey yedirilmeyecek. Budur.
Cuma, Ağustos 18, 2006
Şıracının Şahidi
Bunların 5 +1 evleri vardı Şişli’de. Salon aslında bir dans pistiydi. Eskinin biz diyelim müzikholünden, siz diyin pavyonundan bozma bir ev. Dev evde kalan 5-6 adam. Net sayıyı ben de hatırlamıyorum. Onların da hatırladıklarını sanmıyorum. Hatırladığım şey evdeki telefondu. Telefon, evden de yaşlıydı ve parmağını delikli rakam dairelerine sokup numarayı çevirdiğin cinstendi. (Amerikancada buna ‘rotary phone’ denir ama Türkçesini bilmiyor ben). Telefonun bir başka işkence fonksiyonu da kablosundaki temassızlık yüzünden neredeyse ahizeyi telefona yapıştırmak durumunda eğilip büküldüğünüz konuşma halleriydi. Tahayyül edebildin mi, bilmiyorum.
Neyse, gel zaman git zaman, küçük beylerin kimi evlenir, kimi askere gider, kimi artık palazlandığı için tek başına oturmaya karar verir, kimi Amerika’ya mastıra gider, vs. Yavaş yavaş evden çıkarlar. Önce çıkanlar ‘nasılsa son çıkan evsahibine haber verir’; son çıkan ise ‘nasılsa öncekiler haber vermiştir’ mantığıyla hareket eder. (Yakında yayınlamayı düşündüğüm ‘Alışamadım’ isimli eserimde Türklerin iletişim sorunu ana tema olmaya adaydır; hep birlikte göreceğiz.) Ersin, arabasını satmış, parasını fonlar alsın satsın diye bankacı Taş’a teslim etmiş, askere gitmiştir. Daha evvel Taş’a birkaç kez uyarı mektupları cinsinden şeyler gelir ama kaale almaz. Ta ki maaşına haciz konana kadar. Telaşla aradığı insan kaymaklarından, ödemediği kira borcuna dair mahkemenin haciz kararını uyguladıklarını öğrenir. Henüz askerde üçüncü gününde, ortamına adapte olamamış Ersin’e telefon eder ve paralarına el koymak durumunda olduğunu çünkü kira borcu ödeyeceğini bildirir. Bu işe bozulan Ersin, ödemek yerine mahkeme kastırır. Ayakları her daim masada duran ve argo el kol hareketlerinde usta, malın gözü bir avukatla konuşulur.
Avukat: (Parmaklar içe bükülmek suretiyle avucunun içini Ersin’e ileri geri göstererek) Sizden o paraları çatııır çatırrr alırlar, ooolum.
Ersin: Ama ama ama...yapabileceğimiz bir şey yok mu?
Avukat: Sen git o evi morospularla, mezevenklerle doldur. Evsahibinin başına bela olsunlar. Adam kurtulmak için paradan caysın. Tek çaren o.
Ersin’in o sektörde de tanıdıkları vardır ama Taş’ın sağduyusuna yenik düşer. Evsahibi kiranın üstüne eve zarar verdikleri için de suçlar bizimkileri. Haklıdır sahip aslında. Evarkadaşlarının biri çok fena aşık olmuştur. Aşkını odasının duvarlarına, tavanlarına yazmıştır. Evsahibi boya badana masrafından yılmıştır. Ersin mahkemede- bu sefer- yalan söylemeyi becerir. “Valla billa yazı yazmadık duvarlara, Hakim Bey” der; fakat -bu sefer de- işe yaramaz. Öyle ya da böyle avukat haklı çıkar. Kira borcunu çatır çatır öderler. Hem de ekibin geri kalanına ulaşamadıklarından beşe değil, ikiye bölerek.
Sen onları tanımadığından bu hikaye sana anlamsız gelebilir. Ben gülmekten ağladım oysa. Trajedilerimize kahkaha atmayı kaçırmışım. Arayı çok açmış olsam da yetişmeye çalışıyorum işte koşar adım.
Neyse, gel zaman git zaman, küçük beylerin kimi evlenir, kimi askere gider, kimi artık palazlandığı için tek başına oturmaya karar verir, kimi Amerika’ya mastıra gider, vs. Yavaş yavaş evden çıkarlar. Önce çıkanlar ‘nasılsa son çıkan evsahibine haber verir’; son çıkan ise ‘nasılsa öncekiler haber vermiştir’ mantığıyla hareket eder. (Yakında yayınlamayı düşündüğüm ‘Alışamadım’ isimli eserimde Türklerin iletişim sorunu ana tema olmaya adaydır; hep birlikte göreceğiz.) Ersin, arabasını satmış, parasını fonlar alsın satsın diye bankacı Taş’a teslim etmiş, askere gitmiştir. Daha evvel Taş’a birkaç kez uyarı mektupları cinsinden şeyler gelir ama kaale almaz. Ta ki maaşına haciz konana kadar. Telaşla aradığı insan kaymaklarından, ödemediği kira borcuna dair mahkemenin haciz kararını uyguladıklarını öğrenir. Henüz askerde üçüncü gününde, ortamına adapte olamamış Ersin’e telefon eder ve paralarına el koymak durumunda olduğunu çünkü kira borcu ödeyeceğini bildirir. Bu işe bozulan Ersin, ödemek yerine mahkeme kastırır. Ayakları her daim masada duran ve argo el kol hareketlerinde usta, malın gözü bir avukatla konuşulur.
Avukat: (Parmaklar içe bükülmek suretiyle avucunun içini Ersin’e ileri geri göstererek) Sizden o paraları çatııır çatırrr alırlar, ooolum.
Ersin: Ama ama ama...yapabileceğimiz bir şey yok mu?
Avukat: Sen git o evi morospularla, mezevenklerle doldur. Evsahibinin başına bela olsunlar. Adam kurtulmak için paradan caysın. Tek çaren o.
Ersin’in o sektörde de tanıdıkları vardır ama Taş’ın sağduyusuna yenik düşer. Evsahibi kiranın üstüne eve zarar verdikleri için de suçlar bizimkileri. Haklıdır sahip aslında. Evarkadaşlarının biri çok fena aşık olmuştur. Aşkını odasının duvarlarına, tavanlarına yazmıştır. Evsahibi boya badana masrafından yılmıştır. Ersin mahkemede- bu sefer- yalan söylemeyi becerir. “Valla billa yazı yazmadık duvarlara, Hakim Bey” der; fakat -bu sefer de- işe yaramaz. Öyle ya da böyle avukat haklı çıkar. Kira borcunu çatır çatır öderler. Hem de ekibin geri kalanına ulaşamadıklarından beşe değil, ikiye bölerek.
Sen onları tanımadığından bu hikaye sana anlamsız gelebilir. Ben gülmekten ağladım oysa. Trajedilerimize kahkaha atmayı kaçırmışım. Arayı çok açmış olsam da yetişmeye çalışıyorum işte koşar adım.
Perşembe, Ağustos 17, 2006
Boşanma Şahidi
Dün akşam kimler yoktu ki! Ersin, Taş, Yılankaya ve tabii ki vazgeçilmezim Java. Taş’ı mezuniyetten hemen sonra bir kez görmüştüm. O zamandan beri adamın başına gelmedik kalmadı ama bütün buluşma çabalarımı nafileye çeviren kendisidir. Şimdi şöyle:
Asmalımescit’te bir tahta masadayız. Ersin ve benden başkasılar işsiz. Taş, risk yöneticisiyken, havalı bir bankacıyken tarih masterına, Yılankaya da mühendisken, havalı bir danışmanken motosikletle dünyayı dolaşmaya başlamış. Java malum...zaten hiçbir şey değilken hiçbir şey olmaya devam etmiş. Abiler Akbillerini ve sırt çantalarını gösterip eğlendiler. Ha, kafalar da kel olmuş. Toplu taşımada pasoları mutlaka soruluyor. E, amca öğrenci olmak da zor. Ersin bombabomba.com lacilerle geldi aramıza. İki şirketin birden genel müdürü olmuş, göbeğinden belli. Türkiye’nin en büyük ağda distribütörü. Mallarını kendi üzerinde de deniyor. Kollarının kimi yerlerinde kılsız alanlar göze çarpıyor. Zirzopların bekar evlerini garsoniyer niyetine kullanma planları yaparken bana bıyık altı gülüyor. Kızınca şaka, diyor. 4 aylık hamileler, n’aber?
Yokluğumda yaşanmışların en babası Taş’ın boşanma duruşması için Ersin’in şahitliği, bir sonrasında evsahibiyle yine bir başka mahkeme hikayesi. Bunları anlatmadan geçemicem.
Taş boşanırken Ersin’i şahit yazar. Mahkemede hakim karşısında Ersin dut yemişe döner. Sonradan açılsa da bir işe yaramaz. Ersin, hakime Taş ailesinin anlaşamadığını söyler. Hakim açıklık getir, der.
Ersin: Euuee. İşte hatun kapris yapıyor çok
Hakim: Geeç, geç kaprisi maprisi. Taş eşini dövüyor mu? Eşi, Taş’a ‘mezevenk’ diye bağırıyor mu, mesela?
Ersin: Eueee eueee. Yok, dövmüyor.
(E yani, o zaman anlaşıyorlar demek, adam boşamazsa ya?)
Ersin: Şeyy, benim yanımda pek kavga etmiyorlardı galiba
(E o zaman neye şahitlik ediyosun?)
Hakim: Çekil git, otur şuraya. Töbe tööbeee
Diğer şahit çıkar. Tanıklığı sırasında Ersin oturduğu izleyici sandalyesinden fırlar. Suyun kaldırma gücünü bulmuş gibidir.
Ersin: Bir keresinde evlerinde kırık cam gördüm!!!
Hakim: Sus ulan. Sana 50 kere sorduk, bi cevap veremedin doğru dürüst. Tanıklar konuşabilir sadece. Sus, otur yerine.
Ersin’e rağmen sağ salim boşanılır ama Ersin’e rağmen evsahibinden yırtılamaz.
Bugünlerde hem taksitçi ve fakat nihayetsiz Hafiye bu hikayenin gerisini getirir mi, bilinmez.
Asmalımescit’te bir tahta masadayız. Ersin ve benden başkasılar işsiz. Taş, risk yöneticisiyken, havalı bir bankacıyken tarih masterına, Yılankaya da mühendisken, havalı bir danışmanken motosikletle dünyayı dolaşmaya başlamış. Java malum...zaten hiçbir şey değilken hiçbir şey olmaya devam etmiş. Abiler Akbillerini ve sırt çantalarını gösterip eğlendiler. Ha, kafalar da kel olmuş. Toplu taşımada pasoları mutlaka soruluyor. E, amca öğrenci olmak da zor. Ersin bombabomba.com lacilerle geldi aramıza. İki şirketin birden genel müdürü olmuş, göbeğinden belli. Türkiye’nin en büyük ağda distribütörü. Mallarını kendi üzerinde de deniyor. Kollarının kimi yerlerinde kılsız alanlar göze çarpıyor. Zirzopların bekar evlerini garsoniyer niyetine kullanma planları yaparken bana bıyık altı gülüyor. Kızınca şaka, diyor. 4 aylık hamileler, n’aber?
Yokluğumda yaşanmışların en babası Taş’ın boşanma duruşması için Ersin’in şahitliği, bir sonrasında evsahibiyle yine bir başka mahkeme hikayesi. Bunları anlatmadan geçemicem.
Taş boşanırken Ersin’i şahit yazar. Mahkemede hakim karşısında Ersin dut yemişe döner. Sonradan açılsa da bir işe yaramaz. Ersin, hakime Taş ailesinin anlaşamadığını söyler. Hakim açıklık getir, der.
Ersin: Euuee. İşte hatun kapris yapıyor çok
Hakim: Geeç, geç kaprisi maprisi. Taş eşini dövüyor mu? Eşi, Taş’a ‘mezevenk’ diye bağırıyor mu, mesela?
Ersin: Eueee eueee. Yok, dövmüyor.
(E yani, o zaman anlaşıyorlar demek, adam boşamazsa ya?)
Ersin: Şeyy, benim yanımda pek kavga etmiyorlardı galiba
(E o zaman neye şahitlik ediyosun?)
Hakim: Çekil git, otur şuraya. Töbe tööbeee
Diğer şahit çıkar. Tanıklığı sırasında Ersin oturduğu izleyici sandalyesinden fırlar. Suyun kaldırma gücünü bulmuş gibidir.
Ersin: Bir keresinde evlerinde kırık cam gördüm!!!
Hakim: Sus ulan. Sana 50 kere sorduk, bi cevap veremedin doğru dürüst. Tanıklar konuşabilir sadece. Sus, otur yerine.
Ersin’e rağmen sağ salim boşanılır ama Ersin’e rağmen evsahibinden yırtılamaz.
Bugünlerde hem taksitçi ve fakat nihayetsiz Hafiye bu hikayenin gerisini getirir mi, bilinmez.
Pazartesi, Ağustos 14, 2006
Hatır Bünyeye Karşı - 1
Tutturdu. Cumartesi sabahı benle ‘Afrika Dansları’na gel, diye. Hem Cumartesi hem de sabah da olsa, tamam, dedim artık. Haftasonu maftasonu farketmez, öyle uzun uzun uyuyamam, bilirsin. Hem onu mu kırıcam? Dayanamam. Nerde ve tam olarak kaçta, peki? On buçukta Galata’da olucaz. Tamam.
Sağdan soldan duymuştum. Cihangir dolaylarında küçük tiyatrodur, orkestradır, sanatçı arkadaşlar apartman dairelerinde gösteriler yapıyorlarmıştı ufak seyirci gruplarına. Hani sandım ki bu Afrika Dansları şeysi de öyle bir şey. Yani bir nevi Off-Broadway. Off-Beyoğlu. Ancak o saate yer ayarlanabilmiş sandım. Sabah gider, izleriz. Öğlene çıkar, güzel bir yemek yeriz. Gerisini de gerisinde planlarız, dedim. Ne kadar naif bir düşünce.
Sabah sabah Afrika dansları kursuna gitmişiz meğer!!!
Hatır uğruna mecburuz, dansedicez artık. Ekip küçük. Tahta boncukları ve afroya yakın kıvır saçlarıyla New York’tan taze dönmüş bir hatun hoca, sevgilisi üstü çıplak taşovski zenci Sean, form tutmak ümidinde iki abla, aradığı bünyevi ifadeyi İstanbul’da da yakalayabilme ihtimaline karşı heyecanlı bir Çıtır ve dünyadan bihaber dışarı kılığında bir Hafiye.
Hoca önce bir yarım saat yoga-pilates yaptırdı. Orada ben bitmiştim zaten.. Sonra bir buçuk saat figürler figürler. Öyle adabıyla giyinmediğim için pantolonumun çıtçıtları, fermuarları, çeşitli sarkangaç zımbırtıları bacaklarımı deldi geçti. Sutyenin kopçası porttu*. Bunlar neyse. Dans diye öğretilen şey poponun her daim çıkık durması icabetli zıp zıp figürler bütünü. Tek tek neyse ama hayatta biraraya getiremiyorum figürleri. Kareografi fiyaskosuyum. Hoca sonunda dayanamayıp beni ve form tutmak isteyen ablanın birini ayırdı. Diğerleriyle devam etti. Sonra bize tekrar ayrıca yeniden gösterdi. Biz yine adım kaçırarak, şaşırarak, asenkronize asenkronize zıpladık. Ekibin geri kalanı tarafından 'önemli olan katılmaktır'-vari alkışlandık. Nihayet bitti. Çıkıyoruz.
Ders ücreti 20 YTL’ymiş. Hiddetim burnumda, acım kaslarımda. Bir de üstüne para mı vericem? Çıtır ısmarladı artık. Adını ‘ısmar’ koymasak daha iyi olacaktı ya, neyse. Kelimenin pozitif bir anlamı var sanki çünkü.
Devamı sonra.
*Size Adanaca öğretmeye devam ediyorum. Yine bir Adanalıya soruverin.
Sağdan soldan duymuştum. Cihangir dolaylarında küçük tiyatrodur, orkestradır, sanatçı arkadaşlar apartman dairelerinde gösteriler yapıyorlarmıştı ufak seyirci gruplarına. Hani sandım ki bu Afrika Dansları şeysi de öyle bir şey. Yani bir nevi Off-Broadway. Off-Beyoğlu. Ancak o saate yer ayarlanabilmiş sandım. Sabah gider, izleriz. Öğlene çıkar, güzel bir yemek yeriz. Gerisini de gerisinde planlarız, dedim. Ne kadar naif bir düşünce.
Sabah sabah Afrika dansları kursuna gitmişiz meğer!!!
Hatır uğruna mecburuz, dansedicez artık. Ekip küçük. Tahta boncukları ve afroya yakın kıvır saçlarıyla New York’tan taze dönmüş bir hatun hoca, sevgilisi üstü çıplak taşovski zenci Sean, form tutmak ümidinde iki abla, aradığı bünyevi ifadeyi İstanbul’da da yakalayabilme ihtimaline karşı heyecanlı bir Çıtır ve dünyadan bihaber dışarı kılığında bir Hafiye.
Hoca önce bir yarım saat yoga-pilates yaptırdı. Orada ben bitmiştim zaten.. Sonra bir buçuk saat figürler figürler. Öyle adabıyla giyinmediğim için pantolonumun çıtçıtları, fermuarları, çeşitli sarkangaç zımbırtıları bacaklarımı deldi geçti. Sutyenin kopçası porttu*. Bunlar neyse. Dans diye öğretilen şey poponun her daim çıkık durması icabetli zıp zıp figürler bütünü. Tek tek neyse ama hayatta biraraya getiremiyorum figürleri. Kareografi fiyaskosuyum. Hoca sonunda dayanamayıp beni ve form tutmak isteyen ablanın birini ayırdı. Diğerleriyle devam etti. Sonra bize tekrar ayrıca yeniden gösterdi. Biz yine adım kaçırarak, şaşırarak, asenkronize asenkronize zıpladık. Ekibin geri kalanı tarafından 'önemli olan katılmaktır'-vari alkışlandık. Nihayet bitti. Çıkıyoruz.
Ders ücreti 20 YTL’ymiş. Hiddetim burnumda, acım kaslarımda. Bir de üstüne para mı vericem? Çıtır ısmarladı artık. Adını ‘ısmar’ koymasak daha iyi olacaktı ya, neyse. Kelimenin pozitif bir anlamı var sanki çünkü.
Devamı sonra.
*Size Adanaca öğretmeye devam ediyorum. Yine bir Adanalıya soruverin.
Cuma, Ağustos 11, 2006
Özlem'in Yerine
Geçen hafta Levo’nun doğumgünündeyiz. House Café- Ortaköy. Bir dolu insan. Levo tanıştırıyor beni ortama:
Levo: Euee, Amerika’dan arkadaşım. Yeni döndü.
Biri: A, sen de mi New York’taydın?
Hafiye: Hayır. Atlanta’daydım.
Biri: ?
Levo: Ama ben Türkiye’deyken tanışmıştık.
Hafiye: Aslında Levo’yla Amerika’da eşzamanlı pek yaşamadık
Biri: ??
Levo çabuk ve etkili bir çare bulur:
Levo: Yauu. Özlem var ya hani dünya turuna çıkan..
Biri: Hıı.
Levo: Hafiye işte Özlem’in yerine bakıyor.
Evet. Özlem’in evinde, Özlem’in eşyalarıyla, arkadaşlarıyla, ortamıyla böyle tanışıyoruz. O eczaneye gitti. Dönecek yakında. Ben duruyorum dükkanda. Dükkanın ışığını gören geliyor. Ama mesela, ben daha ikramperverim, allah için. Kahve yoksa çay, hiç olmadı bir bardak kolayı ellerimle getirip koyuyorum önlerine. Özlem gibi, ‘Mutfağa git. Ne varsa onu yap. Gelirken bana da getir’, diye emirlemiyorum. Henüz.
Bu ikame yorumunu daha derinlemesine işledi Mutlu: "İkinizde de müthiş bir sosyal zeka var ama ikiniz de iki uca kolaylıkla gidebiliyorsunuz." Yani diyor ki, aynı anda hem kakara kikiri hem de karanlık olmak gibi bir hadisemiz varmış. Vaaay. Ben bunu hiç düşünmemiştim. Aklım sonradan yetiştiği için anında cevap veremeyip 'sosyal zekayla duygusal zeka farklıdır' diye sms attım. Şişti sanırsam. Bu kadar analize şişmese şaşardım.
Özlem’in küçük odada geceleri kitap okur vaziyette uyuyakaldığı yatağına uzandım dün. Tersine, memlekete döndüğümden beri hiç kitap okumadığımı farkettim. İkirciklendirdi bu durum beni. Cadde kızlarına dönüşme yolunda olduğum fikriyle panikledim. Sıkıntıyla diğer yana döndüm ki ne göreyim? Kalorifer vanasında kurumuş bir sakız. Dağıldı sıkıntı. Güldüm çok. Alem kadınsın, Özlem.
Artık kendimi analiz etmek istemiyorum, Özlem. Sen de vazgeç. Gel, dedim. Özledim.
Levo: Euee, Amerika’dan arkadaşım. Yeni döndü.
Biri: A, sen de mi New York’taydın?
Hafiye: Hayır. Atlanta’daydım.
Biri: ?
Levo: Ama ben Türkiye’deyken tanışmıştık.
Hafiye: Aslında Levo’yla Amerika’da eşzamanlı pek yaşamadık
Biri: ??
Levo çabuk ve etkili bir çare bulur:
Levo: Yauu. Özlem var ya hani dünya turuna çıkan..
Biri: Hıı.
Levo: Hafiye işte Özlem’in yerine bakıyor.
Evet. Özlem’in evinde, Özlem’in eşyalarıyla, arkadaşlarıyla, ortamıyla böyle tanışıyoruz. O eczaneye gitti. Dönecek yakında. Ben duruyorum dükkanda. Dükkanın ışığını gören geliyor. Ama mesela, ben daha ikramperverim, allah için. Kahve yoksa çay, hiç olmadı bir bardak kolayı ellerimle getirip koyuyorum önlerine. Özlem gibi, ‘Mutfağa git. Ne varsa onu yap. Gelirken bana da getir’, diye emirlemiyorum. Henüz.
Bu ikame yorumunu daha derinlemesine işledi Mutlu: "İkinizde de müthiş bir sosyal zeka var ama ikiniz de iki uca kolaylıkla gidebiliyorsunuz." Yani diyor ki, aynı anda hem kakara kikiri hem de karanlık olmak gibi bir hadisemiz varmış. Vaaay. Ben bunu hiç düşünmemiştim. Aklım sonradan yetiştiği için anında cevap veremeyip 'sosyal zekayla duygusal zeka farklıdır' diye sms attım. Şişti sanırsam. Bu kadar analize şişmese şaşardım.
Özlem’in küçük odada geceleri kitap okur vaziyette uyuyakaldığı yatağına uzandım dün. Tersine, memlekete döndüğümden beri hiç kitap okumadığımı farkettim. İkirciklendirdi bu durum beni. Cadde kızlarına dönüşme yolunda olduğum fikriyle panikledim. Sıkıntıyla diğer yana döndüm ki ne göreyim? Kalorifer vanasında kurumuş bir sakız. Dağıldı sıkıntı. Güldüm çok. Alem kadınsın, Özlem.
Artık kendimi analiz etmek istemiyorum, Özlem. Sen de vazgeç. Gel, dedim. Özledim.
Çarşamba, Ağustos 09, 2006
Istanbul Roller, Ben Coaster
“Bak baştan söyliyim. Bebek Yokuşu’ndan beni hiçbir kuvvet çıkaramaz. Kaptırıp gideceğim garantiyse sorun yok ama önümde zınk duruyorlar. Sonra kayar mayarım. Yarım debriyaj, el freni, gaz senkronizasyonu, o bu. Dayanamaz bünye”, dedim Hisar’dan Çıtır’ı evine bırakmak isterken nasıl bir rota izleyeceğimize dair tartışırken. Aşiyan’dan çıkmaya karar verdik. Yalnız Boğaziçi’nin kapısından aşağı BÜMED’e inen yokuşu taşlamışlar çıkık çıkık. Eski Romamsı duruyor. Görünüş pek nostaljik lakin takır takır yokuş aşağı inerken bir yandan da çene çalmak olamadı. Dilimi ısırdım birkaç kez. Bu çok şeyi aynı anda yapma yetimi mi kaybettim, nedir?
Hisar’ın arka sokaklarında ilk posta kaybolduk. Çıtır’ı evine bırakmak üzere bu seferki engelimiz Uçaksavar’ın aşağısında bir yerde hööö bir yokuşu çıkmak idi. Ya uff mevkiyi bilemiyorum. Ben sadece sürüyorum arabayı. Bazen insanlar TEM trafiğime çareler olmak için işte atıyorum Bağcılar’dan çık, E5’e bağlan, sonra Kağıthane’den tekrar TEM’e girersin gibi laflar ediyor. Hiç kaale almıyorum. İşe giderken havalimanı işaretini, dönerken de Kadıköy/Ankara işaretlerini takip ediyorum sadece. Oklar beni nereye götürürse. Bazen biri arıyor. Şöyle diyaloglar yaşıyoruz:
-Nerdesin, Hafiye?.
-Yoldayım. TEM’de.
-Neresindesin?
-Eueee...Bilmeeem. Karşımda iki tane mavi yüksekçe apartman var mesela. Bildin mi?
-Hay...uff
-Salla
-E, mecburen
Ne diyordum? Hööö yokuş işte. Bebek’ten kaçıp buna tutulduk. Tam olarak yerini bilmiyorum. Çıtır önceden uyarmıştı. Ben bir kaptırmak. ‘Aaaaaaa’, diye de bağırıyorum bir yandan tırmanırken. Caponya’da binemedik ama burda roller-coaster efektini yaratmak mümkün böylece. Aaaaaaa! Çıtır’ı gülmekten hıçkırık tuttu. Tarif edemez oldu yolları. Üç-hık-üncü-hık-sol-hık. Kontrolcü kişiliği bundan rahatsız. Araba kullanmayı bilmediğimi sanar oldu iyice. Yaya geçiyor, yavaşla. Kırmızı yanacak, bekle, gibi uyarılar uyarılar.
Neyse, Çıtır'ı evine ulaştırdım. Dönüşümü de tarif etti. Yalnız gerçekten kaşıntılıyım. Hani başıma gelen her ama herrrşeyden ben sorumluyum. Kabul artık. Kardeşim, paşa paşa git di mi tarife uygun. Yok, acaba su sokak buraya bağlanır mı, o mu bu mu derken kendimi Levent içlerinde bir dassdaracık sokakımsıda buldum. Arabam zor sığıyor. Bütün sokağı kaplıyorum. A, bir de ne göreyim. Bir güvenlik görevlisi çıktı karşıma kollarını çaprazlayarak sallıyor. Giremezsiniz, niyetine. Durunca da ‘geri git’, niyetine kışkışladı elleri. Anarya* yaparsın da..sokağın bittiği yerde yamuk yumuk park edilmiş araçların arasından anarya çıkmak. Olmadı tabii ki. Bir abi koşturdu artık. Verdim arabayı. Çıkarsın diye. Şirket arabası. Çalınırsa çalınsın. Hehe. Fakat geceyarısı. Karanlık bir yol. Mini etekli yalnız bir kadın. Ürkek değilse de beceriksiz.
Aldım cebi elime. 1 ve 5’i tuşladım. Abi saldırırsa 5’e basıcam, 155’e tamamlanacak da telefon sinyallerinden yerim tespit edilecek de kurtarmaya gelecekler. Diye. Güya. Amerika’da 91’i tuşlayıp her an 1’e basmaya hazır koşmaya çıktığım vakitlere dayanmışım. İşte Amerika’dan kalma alışkanlıkları, diyorum, terketmek acılı mı olacak acısız mı olacak, kanlı mı olacak kansız mı olacak, hep beraber göreceğiz.
*Anlamını Adanalılar’a sorun.
Hisar’ın arka sokaklarında ilk posta kaybolduk. Çıtır’ı evine bırakmak üzere bu seferki engelimiz Uçaksavar’ın aşağısında bir yerde hööö bir yokuşu çıkmak idi. Ya uff mevkiyi bilemiyorum. Ben sadece sürüyorum arabayı. Bazen insanlar TEM trafiğime çareler olmak için işte atıyorum Bağcılar’dan çık, E5’e bağlan, sonra Kağıthane’den tekrar TEM’e girersin gibi laflar ediyor. Hiç kaale almıyorum. İşe giderken havalimanı işaretini, dönerken de Kadıköy/Ankara işaretlerini takip ediyorum sadece. Oklar beni nereye götürürse. Bazen biri arıyor. Şöyle diyaloglar yaşıyoruz:
-Nerdesin, Hafiye?.
-Yoldayım. TEM’de.
-Neresindesin?
-Eueee...Bilmeeem. Karşımda iki tane mavi yüksekçe apartman var mesela. Bildin mi?
-Hay...uff
-Salla
-E, mecburen
Ne diyordum? Hööö yokuş işte. Bebek’ten kaçıp buna tutulduk. Tam olarak yerini bilmiyorum. Çıtır önceden uyarmıştı. Ben bir kaptırmak. ‘Aaaaaaa’, diye de bağırıyorum bir yandan tırmanırken. Caponya’da binemedik ama burda roller-coaster efektini yaratmak mümkün böylece. Aaaaaaa! Çıtır’ı gülmekten hıçkırık tuttu. Tarif edemez oldu yolları. Üç-hık-üncü-hık-sol-hık. Kontrolcü kişiliği bundan rahatsız. Araba kullanmayı bilmediğimi sanar oldu iyice. Yaya geçiyor, yavaşla. Kırmızı yanacak, bekle, gibi uyarılar uyarılar.
Neyse, Çıtır'ı evine ulaştırdım. Dönüşümü de tarif etti. Yalnız gerçekten kaşıntılıyım. Hani başıma gelen her ama herrrşeyden ben sorumluyum. Kabul artık. Kardeşim, paşa paşa git di mi tarife uygun. Yok, acaba su sokak buraya bağlanır mı, o mu bu mu derken kendimi Levent içlerinde bir dassdaracık sokakımsıda buldum. Arabam zor sığıyor. Bütün sokağı kaplıyorum. A, bir de ne göreyim. Bir güvenlik görevlisi çıktı karşıma kollarını çaprazlayarak sallıyor. Giremezsiniz, niyetine. Durunca da ‘geri git’, niyetine kışkışladı elleri. Anarya* yaparsın da..sokağın bittiği yerde yamuk yumuk park edilmiş araçların arasından anarya çıkmak. Olmadı tabii ki. Bir abi koşturdu artık. Verdim arabayı. Çıkarsın diye. Şirket arabası. Çalınırsa çalınsın. Hehe. Fakat geceyarısı. Karanlık bir yol. Mini etekli yalnız bir kadın. Ürkek değilse de beceriksiz.
Aldım cebi elime. 1 ve 5’i tuşladım. Abi saldırırsa 5’e basıcam, 155’e tamamlanacak da telefon sinyallerinden yerim tespit edilecek de kurtarmaya gelecekler. Diye. Güya. Amerika’da 91’i tuşlayıp her an 1’e basmaya hazır koşmaya çıktığım vakitlere dayanmışım. İşte Amerika’dan kalma alışkanlıkları, diyorum, terketmek acılı mı olacak acısız mı olacak, kanlı mı olacak kansız mı olacak, hep beraber göreceğiz.
*Anlamını Adanalılar’a sorun.
Çarşamba, Ağustos 02, 2006
Saçlardan Korkmak
Java’dan kurtuluş yok. Ablasını havalimanına bırakmaya gelmiş. Garibandır diye yedirdik, içirdik artık. Öğle saatinde de gelmiş. Yüzsüz. Oturur oturmaz tokat atmaya başladı:
-Saçlarını, mesela, şöyle şöyle kestirmelisin. (Ellerini yukarıdan aşağıya kısa ve sert hareketlerle indiriyor. Katlı kesim tarif ediyor zannımca) Korkutmalı insanı.
-Saçlardan nasıl ve neden korkar ki insan?
-Ya, kızım, anlamıyorsun. Saçların çok düz.
-E, benim saçlarım düüüz.
-O anlamda değil. Saçların hareketli değil. Saçların. Çok doğal yani. Üniversitedeki gibisin ya. Çok doğalsın.
-Ee? Bu problem mi? Ne güzel.
-İşte o yüzden korkmuyor erkekler senden.
-Ya ben saçlarımdan korkan bir erkek istemiyorum. Manyak mısın?
-Hem bu ne böyle üstündeki?
-Nesi var?
-Böyle krem gömlek falan.
-Corporate ortam. Mecburen.
-Yok. Pembeler, maviler giymelisin.
-Çocuk yuvasında çalışmıyorum, Java.
-Bi de Yargıcı’dan şöyle boncuk boncuk, çıngıl çıngıl kolyelerden al, tak. Bu ne böyle? Küpe mi bu. Bir damla. Şöyle omuzlarına inenler var ya. Süreyya küpeleri. Onlardan takmalısın
-Corporate. Alo. Türkbükü değil burası. Bi karizmamız var. Hem zaten bıkmışım bu muhabbetten. İsmi lazım değiller sağolsun. Bu ne ya? Hem ben classy bi kadınım. Grace Kelly gibin. Süreyya sizin gibilerin olsun. Bakıp bakıp korkun. (Sessizlik) Hem hem..Rahşan’ın bir tutam kınalı tavuk saçı çok mu hareketliydi de senelerce korktun?
-(Bıldırcın gülüşü) Sen var ya sen. Hem safsın hem cadı. Bu en kötü kombinasyon.Ya şeytan ve cadı olacaksın ya da saf ve uysal.
Bari, sonunda hikmetli bir laf etti. Sonra ne iş yaptığımı öğrendi. Akabinde de, “E, biz şöyle bir şirket kuralım. Size destek verelim. Çok canavar çocuklar var elimde. Komisyon alalım. Bir 10 bin dolarınızı alırız”, cümlesini kurdu. Çok aşina. Çoook.
-Sen gideli ne kadar oldu?
-Yedi sene
-Sanki hiç gitmemiş gibisin. (Ona da aşina geldi anlaşılan)
-Seviyom seni
-Ben de seni.
-Yine gel
-Gelmem mi, bedava yemek...
-Defol
-E haydi, madem. Baş baş.
-Saçlarını, mesela, şöyle şöyle kestirmelisin. (Ellerini yukarıdan aşağıya kısa ve sert hareketlerle indiriyor. Katlı kesim tarif ediyor zannımca) Korkutmalı insanı.
-Saçlardan nasıl ve neden korkar ki insan?
-Ya, kızım, anlamıyorsun. Saçların çok düz.
-E, benim saçlarım düüüz.
-O anlamda değil. Saçların hareketli değil. Saçların. Çok doğal yani. Üniversitedeki gibisin ya. Çok doğalsın.
-Ee? Bu problem mi? Ne güzel.
-İşte o yüzden korkmuyor erkekler senden.
-Ya ben saçlarımdan korkan bir erkek istemiyorum. Manyak mısın?
-Hem bu ne böyle üstündeki?
-Nesi var?
-Böyle krem gömlek falan.
-Corporate ortam. Mecburen.
-Yok. Pembeler, maviler giymelisin.
-Çocuk yuvasında çalışmıyorum, Java.
-Bi de Yargıcı’dan şöyle boncuk boncuk, çıngıl çıngıl kolyelerden al, tak. Bu ne böyle? Küpe mi bu. Bir damla. Şöyle omuzlarına inenler var ya. Süreyya küpeleri. Onlardan takmalısın
-Corporate. Alo. Türkbükü değil burası. Bi karizmamız var. Hem zaten bıkmışım bu muhabbetten. İsmi lazım değiller sağolsun. Bu ne ya? Hem ben classy bi kadınım. Grace Kelly gibin. Süreyya sizin gibilerin olsun. Bakıp bakıp korkun. (Sessizlik) Hem hem..Rahşan’ın bir tutam kınalı tavuk saçı çok mu hareketliydi de senelerce korktun?
-(Bıldırcın gülüşü) Sen var ya sen. Hem safsın hem cadı. Bu en kötü kombinasyon.Ya şeytan ve cadı olacaksın ya da saf ve uysal.
Bari, sonunda hikmetli bir laf etti. Sonra ne iş yaptığımı öğrendi. Akabinde de, “E, biz şöyle bir şirket kuralım. Size destek verelim. Çok canavar çocuklar var elimde. Komisyon alalım. Bir 10 bin dolarınızı alırız”, cümlesini kurdu. Çok aşina. Çoook.
-Sen gideli ne kadar oldu?
-Yedi sene
-Sanki hiç gitmemiş gibisin. (Ona da aşina geldi anlaşılan)
-Seviyom seni
-Ben de seni.
-Yine gel
-Gelmem mi, bedava yemek...
-Defol
-E haydi, madem. Baş baş.
Salı, Ağustos 01, 2006
Rastgele
Bip biip. Mesaj geldi. ‘En öndeyiz. Sahnenin solunda. Gel’, diyor Java. İlk kez halka karışıyordum bir konserde. Alışmak rahata, fena bir şey. Ihh-pardon-afedersiniz, derken bir yerde tıkandım. İlerleyememe noktamda kızın biri elindeki sigarasını sağa sola sallayarak, ‘Burada durabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun’ladı beni dublaj Türkçesiyle. Konserdeyiz. Binlerceyiz. Nasıl yani? Ben durmasam boşluğumu bir milisaniyede dolduracak yığınlara baktım. Haklısın, dedim ya. Kah o beni, kah ben onu ittirerek kaldım orada inat. Zaten konserlerde de bir eğlenememe gelir üstüme. İzlemeyi severim. Kalabalığın ortasından sahneye baktım işte. Etten duvarlar zıplarken sahne boğaza paralel değil de dik olsa daha iyi olmaz mıydı ki, diye düşündüm. Falan yani. Çekilmem. Hiç.
Çıkışta bari Java, dedim. Bul beni. Önce Binboa’nın önü, dedi. Sonra tekne, dedi. En sonunda cadde, dedi. Ulaştığım her noktadan Java’yı arıyorum. Bir başka noktaya yönlendiriliyorum. Ha, bir de azar işitiyorum üstüne. A, bir baktım Dilo ve Emre. Kurtarıcılarım diye boyunlarına sarılıp Java’nın yüzüne kapadım telefonu. Taksi bulmak mümkün değil. Otobüs ya da herhangi bir başka taşıt. Unutun. Araba ummuştum ama meğer Dilolar da motorla gelmişler. Motor dediysek, scooter.
Java’ya Bebek’e gidiyoruz, oraya gel, dedik. Ültimatom. Bizi gördüğündeki dehşet anında şunları döktü ağzından: Anaaa, koca koca müdürler, direktörlersiniz bi de.
Niye mi? Scooter’a 3 kişi bindik çünkü! Kuruçeşme’den Bebek’e, dondurma yemeye tır tırr. Tehlikeli de olsa hayatımın en samimi, en eğlenceli, en manzaralı yolculuğunu yaptım ki! Java’nın bize atfettiği ‘koca koca’ sıfatlarını da geçelim. Kendisi bir işsiz güçsüz, ipsiz sapsız olduğu için bizi bir şey sanıyor. Ama dedim ona da. Bak ne hoş abisin. Eğitimin de güzel. Bi de elin ekmek tutaydı yazılırdık sana. O da intikamını yaşlı ve şişko olduğumu söyleyerek aldı. Bu artık kanıksadığım bir tokat. Buranın olayı da bu galiba. Allahtan Özlem kırmıştı o üçlü koltuğun yaslanma kolunu. Bilmeden oraya oturan Java’nın kafasına üç dikiş gerektiren hareket benden çıkmak zorunda kalmadı. Allahın sopası yok!
Çıkışta bari Java, dedim. Bul beni. Önce Binboa’nın önü, dedi. Sonra tekne, dedi. En sonunda cadde, dedi. Ulaştığım her noktadan Java’yı arıyorum. Bir başka noktaya yönlendiriliyorum. Ha, bir de azar işitiyorum üstüne. A, bir baktım Dilo ve Emre. Kurtarıcılarım diye boyunlarına sarılıp Java’nın yüzüne kapadım telefonu. Taksi bulmak mümkün değil. Otobüs ya da herhangi bir başka taşıt. Unutun. Araba ummuştum ama meğer Dilolar da motorla gelmişler. Motor dediysek, scooter.
Java’ya Bebek’e gidiyoruz, oraya gel, dedik. Ültimatom. Bizi gördüğündeki dehşet anında şunları döktü ağzından: Anaaa, koca koca müdürler, direktörlersiniz bi de.
Niye mi? Scooter’a 3 kişi bindik çünkü! Kuruçeşme’den Bebek’e, dondurma yemeye tır tırr. Tehlikeli de olsa hayatımın en samimi, en eğlenceli, en manzaralı yolculuğunu yaptım ki! Java’nın bize atfettiği ‘koca koca’ sıfatlarını da geçelim. Kendisi bir işsiz güçsüz, ipsiz sapsız olduğu için bizi bir şey sanıyor. Ama dedim ona da. Bak ne hoş abisin. Eğitimin de güzel. Bi de elin ekmek tutaydı yazılırdık sana. O da intikamını yaşlı ve şişko olduğumu söyleyerek aldı. Bu artık kanıksadığım bir tokat. Buranın olayı da bu galiba. Allahtan Özlem kırmıştı o üçlü koltuğun yaslanma kolunu. Bilmeden oraya oturan Java’nın kafasına üç dikiş gerektiren hareket benden çıkmak zorunda kalmadı. Allahın sopası yok!
Cuma, Temmuz 28, 2006
Spora da Başladım
Depresyona da iyi gelir diye yeniden parkurlara kondu naçizane uçan adımlarım. Yanıma bir de geyik buldum hem de bu sefer. Mutlu! İlk gün hiç abartmadık. Ortaköy’den Hisar’a kadar koştuk sahil boyunca. Sonra da geri döndük. 9 km kadar bir mesafeydi. Şimdi koşuyoruz ya. Çıplak tene bi fanila bi don. Bi de pabuçlar. Maksat bünyeye spor yaptırmak. Paraya pula rağbet etmemişiz. Hacılar gibi turluyoruz. Ama yolda çok şey var dikkat dağıtan. Midye tavacı, mısırcı, dondurmacı, helvacı...Ohoo, her gördüğünden can çekiyor. Mutlu yanına 1.5 yetele para almış sağolsun. Su alırız, diye düşünmüş. Mantıklı. O koskoca bi profesör. Durduk midye tavacının önünde. Bulduğu her paraya atlayıp bakkala koşan çocuklar gibiyiz. Terlemiş avuçlarımı açıp bir buçukluğu gösteriyorum tavacıya.
-Birader, buna ne olur?
Bir çokoprens bir de sakız olur. Demedi tabii.
-5 tane midye olur.
Para bitti orada beş midye onbeş saniyede. Su mu içemedik. Kuruduk. Dal dal eve döndük. Akşama vatka kralı, sosyete dulu, butik işletmecileriyle bir balık bir boğaz yaptık. Amsterdam’a gidiyorlar koşmaya. Dedim yurtdışına tövbe ben. Karadeniz olsun, Marmara olsun ya. Mutlu gidiyor ama. O bir profesör. Gider. Tatili bol.
Neyse. Hergün koşamam. Bir gün ara verdim. Öbür gün işten önce işe başladıysam da akşamına koşcaz diye Mutlu’yu kıstırdım. Yine don paça çıktık. Pek bir azimliyiz. Bebek’e inicez. Oradan sol tarafa kaptırıcaz işte. İndik de. Koştuk da. Hisar’dayız. Dayanamadım. “Ya ben acıktım”,dedim. Tost yiyelim,dedi. Paramız yok ki, dedim. Varmış.
Mutlu öngörüsü yanına bu sefer tam 35 YTL almış. Oturduk Kale’ye. “Mutfak senin. İstedigini ye” dedi. Bir koca ayran da içtik mi yanına. Şiştik tabii. Koşamadık. Yürüdük biz de madem. Olsun, o da spor.
Bebek’e geldik. Aa, Mini Dondurma! Ya iki toptan bişi olmaz. Olmaz. Üzerine fıstık. Banalım topları çikolataya da, tamamdır.
Yokuştan yukarı çıktık. Marketten su alıcaz. Sular soğuk değil diye attık buzluğa. Bekliyoruz soğusun ama dayanamayıp bir kola açtım, çşloss. Lık lık.Hıçkırık. Gözlerimi açınca karşımda şişe şişe acılı şalgamlar gördüm. A, dedim alcaz. Alcaz. Kola şekerli geldi. Tuzlu içeyim. Ver şalgam. A, bu şalgam susattı. Uzat suyu.
Eve varıncaya kadar paracıklar da bitti. Davuldan farksız dalağımı, acıyan karnımı, nerede dinlendirsem bilemedim. Duş biraz rahatlattı ya. Hemen bozmak lazım. Gecenin köründe Yeniköyler’de çay eşlikli kaşarlı simitlerle cila da yapıldı.
Yarın yine koşucaz. Bu sefer yeminle yanımıza para almak yok. Taam mı, hemşerim hocam? Amerikan disipliniyle yoğrulmuştuk, hani? Hemen Adana özüne bağlandık. Çukurovalılık dominant genler olmalı illa ki de bu kadar saman alevli olduğuma inanmak istemiyorum. Bari bi süre..cik.
-Birader, buna ne olur?
Bir çokoprens bir de sakız olur. Demedi tabii.
-5 tane midye olur.
Para bitti orada beş midye onbeş saniyede. Su mu içemedik. Kuruduk. Dal dal eve döndük. Akşama vatka kralı, sosyete dulu, butik işletmecileriyle bir balık bir boğaz yaptık. Amsterdam’a gidiyorlar koşmaya. Dedim yurtdışına tövbe ben. Karadeniz olsun, Marmara olsun ya. Mutlu gidiyor ama. O bir profesör. Gider. Tatili bol.
Neyse. Hergün koşamam. Bir gün ara verdim. Öbür gün işten önce işe başladıysam da akşamına koşcaz diye Mutlu’yu kıstırdım. Yine don paça çıktık. Pek bir azimliyiz. Bebek’e inicez. Oradan sol tarafa kaptırıcaz işte. İndik de. Koştuk da. Hisar’dayız. Dayanamadım. “Ya ben acıktım”,dedim. Tost yiyelim,dedi. Paramız yok ki, dedim. Varmış.
Mutlu öngörüsü yanına bu sefer tam 35 YTL almış. Oturduk Kale’ye. “Mutfak senin. İstedigini ye” dedi. Bir koca ayran da içtik mi yanına. Şiştik tabii. Koşamadık. Yürüdük biz de madem. Olsun, o da spor.
Bebek’e geldik. Aa, Mini Dondurma! Ya iki toptan bişi olmaz. Olmaz. Üzerine fıstık. Banalım topları çikolataya da, tamamdır.
Yokuştan yukarı çıktık. Marketten su alıcaz. Sular soğuk değil diye attık buzluğa. Bekliyoruz soğusun ama dayanamayıp bir kola açtım, çşloss. Lık lık.Hıçkırık. Gözlerimi açınca karşımda şişe şişe acılı şalgamlar gördüm. A, dedim alcaz. Alcaz. Kola şekerli geldi. Tuzlu içeyim. Ver şalgam. A, bu şalgam susattı. Uzat suyu.
Eve varıncaya kadar paracıklar da bitti. Davuldan farksız dalağımı, acıyan karnımı, nerede dinlendirsem bilemedim. Duş biraz rahatlattı ya. Hemen bozmak lazım. Gecenin köründe Yeniköyler’de çay eşlikli kaşarlı simitlerle cila da yapıldı.
Yarın yine koşucaz. Bu sefer yeminle yanımıza para almak yok. Taam mı, hemşerim hocam? Amerikan disipliniyle yoğrulmuştuk, hani? Hemen Adana özüne bağlandık. Çukurovalılık dominant genler olmalı illa ki de bu kadar saman alevli olduğuma inanmak istemiyorum. Bari bi süre..cik.
Çarşamba, Temmuz 26, 2006
İstanbul, Muhabbetler Beşiği
-Herşey ama herrşey. Şu anda durmaya hazırlanan belediye otobüsünün ciyaklayan freni ve kalkarken tıslaması, mesela. Yan odada çalan telefon. Telefona cevap veren ince sesli kibar Türkçeler. Sallama demli çaylarda nedense ağır eriyen şeker. Sıcaklığı az olmalı. Ondan.Paşa çayı seven bünyeme bir nimet. Ama şu şekerin erimemesi. Ona dair düşünceler silsileniyor. Uzun uzun. Çıkıdık şıkıdık kaşıkla beraber. Herşeyi duyuyorum. İçime süzüyorum. Çok az tortu kalıyor geriye. Herşey kaydoluyor. Arşivler arşivler.
-Ne zamandır bu böyle?
-Son bir senedir belki- dozu artıyor. Sonra mesela ben. Sevmem bu kamera çok oynasın yerinden. Çok huzursuz eder beni. Her şehir değiştirdiğimde bir kısa devre yapar illa ki.
-Senin gibi seyahat etmeyi seven biri için tuhaf bir yorum.
-Değil. Belki de. Belki de doğama aykırı işte yaşadıklarım. Evden dışarı çıkmayan bir sürü kedili kızkurusu olmam icabetmiştir. Belki de inadına içimi dinlemediğimden, tercih edilmesi gereken bu olduğundan, daima gerekeni yapan görev adamlığımdan.
-Ya göründüğün gibi olmak ya da olduğun gibi görünmek?
-Alçakgönüllülük babında birşey o. Durumumla ilgisi yok.
-Başka anlamlara da çekebilirsin.
-Hayır. İstemiyorum. Çünkü o zaman disipline bağlanıyoruz. Ya görüntüme ya olduğuma müdahaledir bu.
-Kendini anlamaya mı çalışıyorsun?
-Bir kitap okuyup ya da bir yorum dinleyip aymam söz konusu değil. Anlamaya değil, anlamlandırmaya çalışıyorum.
-Bir yere vardın mı?
-Yok. Patinaj yapıyorum. Sürekli ıkınma halindeyim ama hiçbir şey doğuramıyorum. Sanki birşeyin saplanmasını bekliyorum. O şey beni yaracak ve filmler ortalığa dağılacak. Mutlu ya da mutsuz, farketmez, bir nihayet olacak.
-Uyku, yemek düzenin nasıl?
-Bir düzenden bahsedemeyiz. Ama bundan fiziksel rahatsızlık duymuyorum. Bunların düzenine dikkat etmek de çok anlamsız geliyor. Daraldığım anlarda bunları yapmak suçlu bile hissettiriyor bana kendimi.
-Nasıl suçlu?
-Sanki doğurmaya yoğunlaşmam gerek sadece gibi bir şey. Onun dışında herşey mübah. Cezai.
-Depresyondasın.
-Biliyorum. Bunun bu kadar basit bir açıklaması olmasından da rahatsızım.
-Depresyonun ne olduğunu biliyor musun?
-Bilmediğim beş vakit namaz. Ahahaa. İçine kapanma, kederli algılar, üzüntü, nedensiz ağlamaktan göz çıkarma hali. Bunu yenmem için de daha çok sosyalleşmem, spor yapmam falan gerek. Bir kulübe üye olmalı, sevmeli, sevilmeli, erken yatıp erken kalkmalıyım. Hatta verin boş reçeteyi, yazayım kendime bir SSRI.
-Bilinçli hasta gibisi yok.
-Bunların hepsini yapıyorum zaten.
-E, o zaman?
-Ama düşünün ki mayam bozuk belki. Hiç yok mu örneği? Sağlığına, sıhhatine, ruhuna çok özenli bir insan ölümcül bir hastalığa yakalanamaz mı erken yaşta? Pek tabii ki istatistik konuşursak ihtimal azaltırız ama sıfırlayamayız.
-Önce istatistikleri zorlayalım biz. Sen de beni zorlama, bakiym.
-Benim olayım zorlamak.
-Belli oluyor. Yordun beni gönülçelen.
-Sen de mi, Brutus?
-Başkaları da mı var?
-Okyanusta bir damlasınız, desek?
Sonra Çıtır’a anlattım durumu. Sağolsun kolunu attı. Yine, yine! “Yardımcı olamaz ki doktorlar buna. Sen onlardan daha parlaksın.”
Sadece bizden daha parlak biri mi cilalayabilir peki bizi? Hemmmen o anda hızır gibi atlamadım düşünmeye. Önlüklü bir delikanlı bahçeyi suluyordu. Çalılardan seken üç beş damla tenime çarptı, yukarı çıkardı. Boşverdim. Boğaziçi Pastanesi’nin aşina huzuruna daldım. Sonra Çıtır’ın tuhaf evliyagil abilerine. Alternatif eğitim gönüllüleri mi ne? O ne be? Yok yok, o bildiğimiz 'Home Schooling' insanları da değil. Sonra bir de neydi? Özel-hassas insan doğduklarına inanan narinler. Hani şu içlerinde çocuk varmış da, çocuk büyümemiş de, büyümesine izin vermemiş de, cart curt bu çocuğa atıfta bulunup duran tipler gibi geldi kulağa. Bir dolu tip türedi. Depresyon felan hiçbişi. Valla biz en normalleriyiz.
Ohh, bi çay alabilir miyim? Demli olsun.
-Ne zamandır bu böyle?
-Son bir senedir belki- dozu artıyor. Sonra mesela ben. Sevmem bu kamera çok oynasın yerinden. Çok huzursuz eder beni. Her şehir değiştirdiğimde bir kısa devre yapar illa ki.
-Senin gibi seyahat etmeyi seven biri için tuhaf bir yorum.
-Değil. Belki de. Belki de doğama aykırı işte yaşadıklarım. Evden dışarı çıkmayan bir sürü kedili kızkurusu olmam icabetmiştir. Belki de inadına içimi dinlemediğimden, tercih edilmesi gereken bu olduğundan, daima gerekeni yapan görev adamlığımdan.
-Ya göründüğün gibi olmak ya da olduğun gibi görünmek?
-Alçakgönüllülük babında birşey o. Durumumla ilgisi yok.
-Başka anlamlara da çekebilirsin.
-Hayır. İstemiyorum. Çünkü o zaman disipline bağlanıyoruz. Ya görüntüme ya olduğuma müdahaledir bu.
-Kendini anlamaya mı çalışıyorsun?
-Bir kitap okuyup ya da bir yorum dinleyip aymam söz konusu değil. Anlamaya değil, anlamlandırmaya çalışıyorum.
-Bir yere vardın mı?
-Yok. Patinaj yapıyorum. Sürekli ıkınma halindeyim ama hiçbir şey doğuramıyorum. Sanki birşeyin saplanmasını bekliyorum. O şey beni yaracak ve filmler ortalığa dağılacak. Mutlu ya da mutsuz, farketmez, bir nihayet olacak.
-Uyku, yemek düzenin nasıl?
-Bir düzenden bahsedemeyiz. Ama bundan fiziksel rahatsızlık duymuyorum. Bunların düzenine dikkat etmek de çok anlamsız geliyor. Daraldığım anlarda bunları yapmak suçlu bile hissettiriyor bana kendimi.
-Nasıl suçlu?
-Sanki doğurmaya yoğunlaşmam gerek sadece gibi bir şey. Onun dışında herşey mübah. Cezai.
-Depresyondasın.
-Biliyorum. Bunun bu kadar basit bir açıklaması olmasından da rahatsızım.
-Depresyonun ne olduğunu biliyor musun?
-Bilmediğim beş vakit namaz. Ahahaa. İçine kapanma, kederli algılar, üzüntü, nedensiz ağlamaktan göz çıkarma hali. Bunu yenmem için de daha çok sosyalleşmem, spor yapmam falan gerek. Bir kulübe üye olmalı, sevmeli, sevilmeli, erken yatıp erken kalkmalıyım. Hatta verin boş reçeteyi, yazayım kendime bir SSRI.
-Bilinçli hasta gibisi yok.
-Bunların hepsini yapıyorum zaten.
-E, o zaman?
-Ama düşünün ki mayam bozuk belki. Hiç yok mu örneği? Sağlığına, sıhhatine, ruhuna çok özenli bir insan ölümcül bir hastalığa yakalanamaz mı erken yaşta? Pek tabii ki istatistik konuşursak ihtimal azaltırız ama sıfırlayamayız.
-Önce istatistikleri zorlayalım biz. Sen de beni zorlama, bakiym.
-Benim olayım zorlamak.
-Belli oluyor. Yordun beni gönülçelen.
-Sen de mi, Brutus?
-Başkaları da mı var?
-Okyanusta bir damlasınız, desek?
Sonra Çıtır’a anlattım durumu. Sağolsun kolunu attı. Yine, yine! “Yardımcı olamaz ki doktorlar buna. Sen onlardan daha parlaksın.”
Sadece bizden daha parlak biri mi cilalayabilir peki bizi? Hemmmen o anda hızır gibi atlamadım düşünmeye. Önlüklü bir delikanlı bahçeyi suluyordu. Çalılardan seken üç beş damla tenime çarptı, yukarı çıkardı. Boşverdim. Boğaziçi Pastanesi’nin aşina huzuruna daldım. Sonra Çıtır’ın tuhaf evliyagil abilerine. Alternatif eğitim gönüllüleri mi ne? O ne be? Yok yok, o bildiğimiz 'Home Schooling' insanları da değil. Sonra bir de neydi? Özel-hassas insan doğduklarına inanan narinler. Hani şu içlerinde çocuk varmış da, çocuk büyümemiş de, büyümesine izin vermemiş de, cart curt bu çocuğa atıfta bulunup duran tipler gibi geldi kulağa. Bir dolu tip türedi. Depresyon felan hiçbişi. Valla biz en normalleriyiz.
Ohh, bi çay alabilir miyim? Demli olsun.
Pazar, Temmuz 02, 2006
Izin
Bir New York yapmam gerek. Pasaport islemleri. Sonra Turkiye. Hafta ortasini bulurum heralde. Ne bilgisayarim var ne baglantim. Agustos'a kadar da olmayacak muhtemelen. Japonya izlenimlerini de kagida dokturup artik atariz buraya gec de olsa.
Biliyorum, bensizlik zor ama yazariniz mecburi izinde. Yillik izin de degil bu, ne olsun adi? Hmmm...Donemlik, omurluk izin. Bir daha bu kadar izin yapamam heralde. El etek cektim herseyden. Bir de kendimden ceksem.
Cek. Cek. Fisimi lutfen.
Biliyorum, bensizlik zor ama yazariniz mecburi izinde. Yillik izin de degil bu, ne olsun adi? Hmmm...Donemlik, omurluk izin. Bir daha bu kadar izin yapamam heralde. El etek cektim herseyden. Bir de kendimden ceksem.
Cek. Cek. Fisimi lutfen.
Cuma, Haziran 30, 2006
Sonunda Son Kez Atlanta
Meraklariniz icin tesekkur ederim. KupKup'u arayamadan terkettim Caponya'yi. Son dakikada yer oldugunu haber aldigim Houston ucagina bilet alip kosturmam icabetti. Sonra orada da kaldim. Kal gelmemisti. Ama kaldim. Uyudum. Hep uyudum.
Otel odasinda, aklimda Mrs Dallowayler, Olmeye Yatan Ayseller. Hikayelerin benzerligi ve hikayelerin kapsami.
Gozlerim agriyor.
Otel odasinda, aklimda Mrs Dallowayler, Olmeye Yatan Ayseller. Hikayelerin benzerligi ve hikayelerin kapsami.
Gozlerim agriyor.
Cuma, Haziran 23, 2006
Tokyo Umurlari
Zeynep Oral elime su dokebilir miymis? Siz Japonya'yi benden dinleyin.
Kupkup ve Sayuri isimli bir hanim arkadasi sabah nefis bir hareketle Rifat'in- achtebahn ya da rollercoaster, kendi uydurdugumuz Turkcesiyle, 'eglence treni'- planini bertaraf etti. Yagmur yagarsa aleti calistirmazlar diyerekten. Ne yagmur yagdi ne bir sey ve tren yerine tapinaklar, bahceler gormeye gormeye gittik.
New York'ta basimiza gelen, o gittigimiz yerin tadini cikarmak yerine cilginca fotograflarini cekmek illetine yine yakalandik. Rifat'a kitaplarimi guvendim de ta Japonya'ya getirdim hani benim yerim yok, o yazin Turkiye'ye tasisin diye ama fotograflarimi guvenemiyorum. Guven dedigin sey azar azar gelisiyor. O da bana guvenemiyor anlasilan, makinelerimizi degistirdik. Ben onu cekiyorum, o beni. O artist, ben ondan artist. Digital kamera cikti, mertlik bozuldu, kimse turist degil, herkes artist. Sayuri onunde poz poz resim cektigimiz tahta oymanin ta 1300'lu yilllara uzanan hikayesini anlatmak icin kendini helak ederken biz coktan bir baska mizanseni yaratmaya kosmus oluyorduk.
Susilerimizi de yedikten sonra Rifat hediyelik esyalar dukkanindan kendine karatecilerin, aikidocularin kafasina bagladigi bantlardan aldi. Duz, beyaz bir bez, uzerinde 'bir numarayim' yaziyor Japonca. Kendimizi cekik dunyasina da rezil ettikten sonra sehre donerken trende karsimiza oturan herhangi bir Japonun seyahati boyunca ne yapacagini tahmin etme oyunu oynadik. Ya beyaz ve de mutlaka kapakli ve ucundan bir cizgi film karakterinin maskotu sarkan cep telefonlarini cikarip kucuk ekranina kitleniyorlar, ya uyuyorlar ya da cizgi roman okuyorlar. Dorduncu bir secenek asla yok.
Aksama Rifat'in Alman is arkadaslarini da saflarimiza katarak Tayland restoranina gitmek uzere oteline geldigimizde Rifat'in buram buram sucuk kokan odasinda tarifsiz bir jetlag7e yenilerek uyuyakaldim. Onlar gitti, ben kaldim. Gece uyandigimda hala donmemislerdi. 32. kattaki Tokyo manzarasini pencerede bacaklarim karnima cekili izleyerek Lost in Translation tribi yaptim. Donduklerinde onlar uykulu ben cin gibiydim.
Boyle agir(?) hikayeler bizi bozar. Bizim tayfaya magazinsel haber lazim. Soyle ki: Sayuri, Rifat'in Japonya seyahatlerinde arkadasi oluvermis ama sabah saatlerinde alenen Rifat'a yazan kiz bunun gun icindeki saklabanliklarindan sonra ondan sogudu. Son dakikada da kendini aksam planindan cikardi. Bakalim bugun ne olacak? Bildiricem mutlaka.
Kupkup ve Sayuri isimli bir hanim arkadasi sabah nefis bir hareketle Rifat'in- achtebahn ya da rollercoaster, kendi uydurdugumuz Turkcesiyle, 'eglence treni'- planini bertaraf etti. Yagmur yagarsa aleti calistirmazlar diyerekten. Ne yagmur yagdi ne bir sey ve tren yerine tapinaklar, bahceler gormeye gormeye gittik.
New York'ta basimiza gelen, o gittigimiz yerin tadini cikarmak yerine cilginca fotograflarini cekmek illetine yine yakalandik. Rifat'a kitaplarimi guvendim de ta Japonya'ya getirdim hani benim yerim yok, o yazin Turkiye'ye tasisin diye ama fotograflarimi guvenemiyorum. Guven dedigin sey azar azar gelisiyor. O da bana guvenemiyor anlasilan, makinelerimizi degistirdik. Ben onu cekiyorum, o beni. O artist, ben ondan artist. Digital kamera cikti, mertlik bozuldu, kimse turist degil, herkes artist. Sayuri onunde poz poz resim cektigimiz tahta oymanin ta 1300'lu yilllara uzanan hikayesini anlatmak icin kendini helak ederken biz coktan bir baska mizanseni yaratmaya kosmus oluyorduk.
Susilerimizi de yedikten sonra Rifat hediyelik esyalar dukkanindan kendine karatecilerin, aikidocularin kafasina bagladigi bantlardan aldi. Duz, beyaz bir bez, uzerinde 'bir numarayim' yaziyor Japonca. Kendimizi cekik dunyasina da rezil ettikten sonra sehre donerken trende karsimiza oturan herhangi bir Japonun seyahati boyunca ne yapacagini tahmin etme oyunu oynadik. Ya beyaz ve de mutlaka kapakli ve ucundan bir cizgi film karakterinin maskotu sarkan cep telefonlarini cikarip kucuk ekranina kitleniyorlar, ya uyuyorlar ya da cizgi roman okuyorlar. Dorduncu bir secenek asla yok.
Aksama Rifat'in Alman is arkadaslarini da saflarimiza katarak Tayland restoranina gitmek uzere oteline geldigimizde Rifat'in buram buram sucuk kokan odasinda tarifsiz bir jetlag7e yenilerek uyuyakaldim. Onlar gitti, ben kaldim. Gece uyandigimda hala donmemislerdi. 32. kattaki Tokyo manzarasini pencerede bacaklarim karnima cekili izleyerek Lost in Translation tribi yaptim. Donduklerinde onlar uykulu ben cin gibiydim.
Boyle agir(?) hikayeler bizi bozar. Bizim tayfaya magazinsel haber lazim. Soyle ki: Sayuri, Rifat'in Japonya seyahatlerinde arkadasi oluvermis ama sabah saatlerinde alenen Rifat'a yazan kiz bunun gun icindeki saklabanliklarindan sonra ondan sogudu. Son dakikada da kendini aksam planindan cikardi. Bakalim bugun ne olacak? Bildiricem mutlaka.
Çarşamba, Haziran 21, 2006
Tokyo'da Ilk Gun
Uzun zamandir sesim cikmiyor diye beni merak ediyorsunuz, biliyorum. Lakin isi gucu biraktim. Aylin'in evdeki dial-up baglanti da asiri kastirdigi icin bu alemden tatile cikardim kendimi. Bugun Tokyo'ya geldim. Acaip. Gercekten. Asiri asiri teknolojik bir yer. Herkes cep telefonunun basinda bisiler yapiyor. Beyaz janjan telefonlarinin ucundan puskuller, ziller sarkan sessiz insanlar ulkesi.
Kupkup'un evdeyim. Eniste karpuz kesti. Yiyorum simdi. Hani o kadar kastirdi ya buranin cilegi, muzu diye . Yok, anacim. Diyarbakir karpuzu kesinlikle daha iyi. Acik ara. Damak tadi bozulmus cocugun burda 10 yildir. Rifat'a da ugradik aksam. Kupkup, Rifat'a sucuk siparis etmis Almanya'dan. O da dun gece acikinca siparise hiyanet edip cig cig yemis odasinda. Bir de sigara icilen oda ayarlamis sekreter diye aglak yapiyor. Yok sigara falan koktugu. Sadece sucuk kokuyor. Butun kati sucuk kokuttugu yetmiyormus gibi mutemadiyen odasinda unuttugu anahtar kartiyla resepsiyon gorevlilerine iskence ediyor. Kibarim Japonumlar arkasindan odasina kostur kostur bir hal oluyorlar. Hala da sikayet ediyor otelden. Boyle musterim olsa kovardim ben olsam. Yarin da tutturdu 'achtbahn'a gidelim Fujitsu'ya. Dedim o ne? Ne bicim Alman olmussun sen, pis. Roller-coaster oldugunu ogrendik dedigi seyin. O da bana giydirdi, tabii. Ben de Amerikan olmusum- hakkaten de ne bu aletin Turkcesi? Butun gece dusunduk, bulamadik.
Hepinizi hasretle kucakliyoruz. Kulaklarinizi cinlatiyoruz. EN cok da Yonca'nin. Butun resimler o catlasin diye cekiliyor Rifat'la sarmas dolas. Hehe.
Kupkup'un evdeyim. Eniste karpuz kesti. Yiyorum simdi. Hani o kadar kastirdi ya buranin cilegi, muzu diye . Yok, anacim. Diyarbakir karpuzu kesinlikle daha iyi. Acik ara. Damak tadi bozulmus cocugun burda 10 yildir. Rifat'a da ugradik aksam. Kupkup, Rifat'a sucuk siparis etmis Almanya'dan. O da dun gece acikinca siparise hiyanet edip cig cig yemis odasinda. Bir de sigara icilen oda ayarlamis sekreter diye aglak yapiyor. Yok sigara falan koktugu. Sadece sucuk kokuyor. Butun kati sucuk kokuttugu yetmiyormus gibi mutemadiyen odasinda unuttugu anahtar kartiyla resepsiyon gorevlilerine iskence ediyor. Kibarim Japonumlar arkasindan odasina kostur kostur bir hal oluyorlar. Hala da sikayet ediyor otelden. Boyle musterim olsa kovardim ben olsam. Yarin da tutturdu 'achtbahn'a gidelim Fujitsu'ya. Dedim o ne? Ne bicim Alman olmussun sen, pis. Roller-coaster oldugunu ogrendik dedigi seyin. O da bana giydirdi, tabii. Ben de Amerikan olmusum- hakkaten de ne bu aletin Turkcesi? Butun gece dusunduk, bulamadik.
Hepinizi hasretle kucakliyoruz. Kulaklarinizi cinlatiyoruz. EN cok da Yonca'nin. Butun resimler o catlasin diye cekiliyor Rifat'la sarmas dolas. Hehe.
Salı, Haziran 13, 2006
Yazısız
Memlekete dönmeden Amerika'ya has ne kadar yemek, daha doğrusu zararlı yiyecek varsa hepsini gömme usulü yaşıyoruz günlerdir. Aylin'e diyorum, bana çanak tutma. Yeter artık. Kızarmış ballı çin tavukları yemekten suratımda ergenlikte dahi belirmeyen kırmızı kabarcıklar oluşmaya başladı. Her akşam buffet'deyiz. Yiyebildiğin kadar, hadisesinin Amerikancası. Açık büfe yani. Bir Amerikan, bir Meksika, bir Çin büfesine dönüşümlü olarak gidiyoruz. Neden, niye yiyebildiğimiz kadara kasıyoruz, bilemedim. Öğlen zaten Waffle House'da omletler, waffle'lar, sildik süpürdük. Öğledensonra az biraz eşya taşıdık ya dışarı, çok spor yapmış sayıp kendimizi, akşama da açık büfeye gitme hakkını verdik kendimize.
Ortamdaki en ince insanlar olarak Aylin'le tabakları tepeleme doldururken bir amca bana 'futbol maçı kaç kaç bitti?' dedi. Meksikalı sanıldım gene. Yok, dedim, izlemedim, bilmiyorum. Sanırım Amerikalılar'da da bir futbol merakı başlıyor ufaktan. Oturduk ama bir yiyeyeme halindeyiz. Et ve salata yiyelim hani, karbonhidrat uzak durursa kendimizi iyi hissedicez. Didik didik bıraktik, kalktık. Konuştukça midemden çıkan sular boğazıma hücum ediyor. Aylin, diyorum, ben kusucam galiba. Koş, dedi, evin etrafında, bahçede. Gecelik, ben ve kediler. Turla. Turlayama. Aylin karşıma geçip sigarasını tuttururken squat yap, dedi. Havada oturup kalkma egzersizi. Bacak çalıştırıyor, mideyi bastırır mı, bilemem. Böyle egzersizleri yapamıyorum ben. Gücüm, kondüsyonum yetmediğinden değil, bir denge sorunum var. Zaten bisiklete binmeyi ancak 16 yaşında öğrenebildim- ki bisiklet sürmek unutulmayan bir motor öğrenmeymiş ya, yok öyle bir şey, ben unuttum bile. Sadece koşmayı bilirim. Zaten gene az kalsın çakılıyordum betona kafa üstü. 'Gene', diyorum çünkü çakılmışlığım var. Uzun ve eski bir hikayedir, belki sonra anlatırım.
Alışverişten de hızımı kesemedim. Gittikçe artan yükümü fedexlesem mi, kargolasam mı bilemeden ve bu bilememe beni yıpratırken, çözelim diye her dışarı çıktığımızda kendimizi yağlı yemekli bir restoranda buluyoruz. Yedikçe rahatlasam, hadi neyse. Yok, bir anksiyete, pür anksiyete. Bir de kendime dahiyane hedefler koyuyorum. Türkiye'ye gidince sağlıklı yemekler yenecek, spor yapılacak, sigara içilmeyecek. Tabi tabi. Pide ve dumanlı mekan cenneti. Bu sabah tartıldım, kilo almamışım. Aylin'e sevinç yaptım. O da bütün kiloları kendisi aldı sanıyor şimdi.
Ortamdaki en ince insanlar olarak Aylin'le tabakları tepeleme doldururken bir amca bana 'futbol maçı kaç kaç bitti?' dedi. Meksikalı sanıldım gene. Yok, dedim, izlemedim, bilmiyorum. Sanırım Amerikalılar'da da bir futbol merakı başlıyor ufaktan. Oturduk ama bir yiyeyeme halindeyiz. Et ve salata yiyelim hani, karbonhidrat uzak durursa kendimizi iyi hissedicez. Didik didik bıraktik, kalktık. Konuştukça midemden çıkan sular boğazıma hücum ediyor. Aylin, diyorum, ben kusucam galiba. Koş, dedi, evin etrafında, bahçede. Gecelik, ben ve kediler. Turla. Turlayama. Aylin karşıma geçip sigarasını tuttururken squat yap, dedi. Havada oturup kalkma egzersizi. Bacak çalıştırıyor, mideyi bastırır mı, bilemem. Böyle egzersizleri yapamıyorum ben. Gücüm, kondüsyonum yetmediğinden değil, bir denge sorunum var. Zaten bisiklete binmeyi ancak 16 yaşında öğrenebildim- ki bisiklet sürmek unutulmayan bir motor öğrenmeymiş ya, yok öyle bir şey, ben unuttum bile. Sadece koşmayı bilirim. Zaten gene az kalsın çakılıyordum betona kafa üstü. 'Gene', diyorum çünkü çakılmışlığım var. Uzun ve eski bir hikayedir, belki sonra anlatırım.
Alışverişten de hızımı kesemedim. Gittikçe artan yükümü fedexlesem mi, kargolasam mı bilemeden ve bu bilememe beni yıpratırken, çözelim diye her dışarı çıktığımızda kendimizi yağlı yemekli bir restoranda buluyoruz. Yedikçe rahatlasam, hadi neyse. Yok, bir anksiyete, pür anksiyete. Bir de kendime dahiyane hedefler koyuyorum. Türkiye'ye gidince sağlıklı yemekler yenecek, spor yapılacak, sigara içilmeyecek. Tabi tabi. Pide ve dumanlı mekan cenneti. Bu sabah tartıldım, kilo almamışım. Aylin'e sevinç yaptım. O da bütün kiloları kendisi aldı sanıyor şimdi.
Cumartesi, Haziran 10, 2006
Hafiye Selamı
Parasını almış olmama rağmen Megan kızımız henüz gelip arabasını almadı. Kurtlu bakla olduğum için de arabayı son dakikada hacamat ederim korkusuyla kullanmıyorum, öyle duruyor işyerimdeki otoparkta. Her an teslim edilmek üzere. Aylin'in eski yedek bir arabası var. Onu kullanıyorum birkaç gündür. Araba tam 400 bin kilometrede. Dünyayı 10 kez dolanmış yani. Takır takır gidiyor. Kliması bile çalışıyor. İnanılmaz. Öyle sandığınız gibi 79 model bir şey değil. Nispeten yeni. 95 model bir Nissan Altima. Burada mesafeler uzun, yollar rahat diye bu kadar çok çalışmış. Yine de 400 bin. Dile kolay. Japonlar yapmış, aabi. Neyse işte, arabanın maaşallahı var diye tahtalara vurmaktan bir halken sonra o tahtalar bize vurdu. Tabii ki.
Dün hava ben diyeyim 40, siz diyin 50 dereceyken ve fakat feci trafikli kızgın asfaltta 60 derece gibi hissedilirken, otobanda en yakın çıkışın getto olduğu bir yerde araba hararet yaptı. İbrenin H'ye doğru ilerlemesine paniklemenin yanısıra çıkışa kadar idare eder mi edemez mi diye muhasebeleri beceremedim ve cepten hemen bilirkişi abileri aradim. Dediler ki kaloriferini çalıştır üç beş dakka. Araba oldu mu bir yamyam kazanı. Çıkıştaki ilk benzin istasyonuna çekmeyi başardım. Arabalardan yükselen baslar, ortalıkta işi gücü olmadan bekleşen abiler. İçeri girdim. Tezgahın etrafi Mısır orijinli baharatlar falan dolu. Sahipler de ortadoğulu görünümlü. A, dedim 'aleyküm selam'. Afganmış biri, gençten. Anlattım arabam böyle böyle. Yanındakine anlattı durumu kendi dilinde. Gülüştüler. Ya evet, beceriksiz karılar yolda kalmış, ne komik, ne ego tatmin edici. Bir kova su aldı arkadan getirdi boşalttı radyatöre. Yanımdaki arabada ürkek bakışlı sarışın bir kız gördüm. Bu sıcakta camları kapatmış, araba çalışmıyor. İçerde pişiyor olmalı. Onun da arabası hararet yapmış. Korkuyormuş dışarı çıkmaya. Benden cesaret çıktı. Baktik onunkine de. Şu pompası kırılmış. Bir arkadaşını bekliyor.Trafik çok, uzun zaman alır gelmesi. Korkmasın diye yanında bekledim artık.
Afgan çocuk İstanbul Cafe'yi biliyor musun, dedi. Biliyorum, a tabii, dedim. Atlanta'nin Türk restoranı. Biraz muhabbet ayaküstü. En az on tane başka abi de geldi, bakıyor. Neye, niye, belli değil. Çantama mukayet olma telaşı sardı beni. Sarışının arkadaşı da geldi zaten. E, ben de gittim. Benzinciden sonraki ilk ışıkta yanıma yine zıplangaç bir araba durdu. İçinde beş abi. Aç aç, diye tempo tutmaca. Ben açmayınca ıkınarak önümdeki arabanın görüşüne girmeye çalıştılar. Ordaki teyzeye de aynı muhabbet. Aç aç. Teyze yarı beline kadar sarkıp bir kelimesini bile anlamadığım tükürüklü bir tartışmaya girdi. Yeşil yandı, sıvıştım.
Hikayeyi sonradan anlatıyordum. İşte ne akilane bir şekilde, din birliğimizi kullanaraktan abilere radyatör bakımı yaptırdım, sorunu çözdüm falan diye. İçeri giren 'selamün aleyküm' der. 'Aleyküm selam, değil', dedi. A, doğru ya. Abiler şaşkalozluğuma acıdılar yani. Hepsi o. Hafiye kendini cingöz sanmaya devam etsin bakalım daha.
Dün hava ben diyeyim 40, siz diyin 50 dereceyken ve fakat feci trafikli kızgın asfaltta 60 derece gibi hissedilirken, otobanda en yakın çıkışın getto olduğu bir yerde araba hararet yaptı. İbrenin H'ye doğru ilerlemesine paniklemenin yanısıra çıkışa kadar idare eder mi edemez mi diye muhasebeleri beceremedim ve cepten hemen bilirkişi abileri aradim. Dediler ki kaloriferini çalıştır üç beş dakka. Araba oldu mu bir yamyam kazanı. Çıkıştaki ilk benzin istasyonuna çekmeyi başardım. Arabalardan yükselen baslar, ortalıkta işi gücü olmadan bekleşen abiler. İçeri girdim. Tezgahın etrafi Mısır orijinli baharatlar falan dolu. Sahipler de ortadoğulu görünümlü. A, dedim 'aleyküm selam'. Afganmış biri, gençten. Anlattım arabam böyle böyle. Yanındakine anlattı durumu kendi dilinde. Gülüştüler. Ya evet, beceriksiz karılar yolda kalmış, ne komik, ne ego tatmin edici. Bir kova su aldı arkadan getirdi boşalttı radyatöre. Yanımdaki arabada ürkek bakışlı sarışın bir kız gördüm. Bu sıcakta camları kapatmış, araba çalışmıyor. İçerde pişiyor olmalı. Onun da arabası hararet yapmış. Korkuyormuş dışarı çıkmaya. Benden cesaret çıktı. Baktik onunkine de. Şu pompası kırılmış. Bir arkadaşını bekliyor.Trafik çok, uzun zaman alır gelmesi. Korkmasın diye yanında bekledim artık.
Afgan çocuk İstanbul Cafe'yi biliyor musun, dedi. Biliyorum, a tabii, dedim. Atlanta'nin Türk restoranı. Biraz muhabbet ayaküstü. En az on tane başka abi de geldi, bakıyor. Neye, niye, belli değil. Çantama mukayet olma telaşı sardı beni. Sarışının arkadaşı da geldi zaten. E, ben de gittim. Benzinciden sonraki ilk ışıkta yanıma yine zıplangaç bir araba durdu. İçinde beş abi. Aç aç, diye tempo tutmaca. Ben açmayınca ıkınarak önümdeki arabanın görüşüne girmeye çalıştılar. Ordaki teyzeye de aynı muhabbet. Aç aç. Teyze yarı beline kadar sarkıp bir kelimesini bile anlamadığım tükürüklü bir tartışmaya girdi. Yeşil yandı, sıvıştım.
Hikayeyi sonradan anlatıyordum. İşte ne akilane bir şekilde, din birliğimizi kullanaraktan abilere radyatör bakımı yaptırdım, sorunu çözdüm falan diye. İçeri giren 'selamün aleyküm' der. 'Aleyküm selam, değil', dedi. A, doğru ya. Abiler şaşkalozluğuma acıdılar yani. Hepsi o. Hafiye kendini cingöz sanmaya devam etsin bakalım daha.
Perşembe, Haziran 08, 2006
Ayrılık Draması
Kaç gündür zırıl zırıl ağlamaktan artık surat muşmulaya döndü. Hayır, bi de o rimel illa sürülecek. İnsan kendini bilir, di mi? Ağla ağla. Akmaz dedikleri en el yakanı bile is karası bulaştırıyor göz etrafından yanaklara yol yol. Neye mı ağlıyorum? Mesela, bana, 'bugün hava ne güzel, di mi?' diyin, ben oturup ağlıyim. Bak, havası da güzel de çok özliycem de, diye. Ya da 'çok hoşsun bugün' diyin. Uhuu, buralarda güzelim, memlekette vasat olucam, diye ağlıyim. (Hafiye'nın attığı taş baş yarmaz) Güya bugün evimin satış sözleşmesi yapılacaktı. O da yattı. Anahtarları elimde kaldı. Araba da bende hala, parasının yarısı da bankada. Ne evime gidebiliyorum ne arabamı kullanabiliyorum. Bir korkma hali. Son dakikada yapışır da çıkamazsam, diye.
En son sevdiğim bir amirim geldi. Gideceğimi duymuş. A, 'senin gibi birinin yeri nasıl dolacak', a 'ne akıllı Türk kızları ama neden kaybediyoruz hep', a 'biz sensiz naparız, çok özlıycez' demeler. Hoydaa, ben ağla ağla. Ne olur, uğrayın İstanbul'a, misafirim olun, ben de sizlersiz bir hiçim, demeler, hıçkırıklar. Koridorda İtalyan sıkıştırdı. İstanbul çok güzel, dedi. O da buraya gelmiş şimdi ama nasıl alışılırmış, ben neler hissetmişmişim. Ona yedi sene özeti anlattım ayaküstü. Anlatıyorum ağlıyorum. Ağlıyorum anlatıyorum ama.
Sonra bir paket geliyor. Unutmak istediğim herşeyi bana hatırlatıyor. 'Dışarıda üşüyen bir haziran, kalbimde yılların tufanından artık bir hazan' kesiyor ortalık. Fırk fırk. Bir paket geliyor. Özlediğim şeyleri sevinçle vaadediyor. Korktuğumdan biraz da. Deli cesaretli ödlek Hafiye, emin olmak için iyice yokluyor. Atıyor. Kırıyor. Bile bile kırılacağını. Kırılırsa gene. Fırk fırk. Sağlam kalırsa rahatlar belki.
Dur bakalım daha neler yapacak bu şapti diye düşünmeye gerek yok. Bunun için Pansiyon bir tahmin yaptı bile:
"Biz var ya biz, adam olmicaz, Hafiyecan. Mokumuzla kavga edip, uğraşıp didinip ölüverecez. Bak bunu da şuraya yazıyorum"
Ben de. Yazıyorum. Buraya.
En son sevdiğim bir amirim geldi. Gideceğimi duymuş. A, 'senin gibi birinin yeri nasıl dolacak', a 'ne akıllı Türk kızları ama neden kaybediyoruz hep', a 'biz sensiz naparız, çok özlıycez' demeler. Hoydaa, ben ağla ağla. Ne olur, uğrayın İstanbul'a, misafirim olun, ben de sizlersiz bir hiçim, demeler, hıçkırıklar. Koridorda İtalyan sıkıştırdı. İstanbul çok güzel, dedi. O da buraya gelmiş şimdi ama nasıl alışılırmış, ben neler hissetmişmişim. Ona yedi sene özeti anlattım ayaküstü. Anlatıyorum ağlıyorum. Ağlıyorum anlatıyorum ama.
Sonra bir paket geliyor. Unutmak istediğim herşeyi bana hatırlatıyor. 'Dışarıda üşüyen bir haziran, kalbimde yılların tufanından artık bir hazan' kesiyor ortalık. Fırk fırk. Bir paket geliyor. Özlediğim şeyleri sevinçle vaadediyor. Korktuğumdan biraz da. Deli cesaretli ödlek Hafiye, emin olmak için iyice yokluyor. Atıyor. Kırıyor. Bile bile kırılacağını. Kırılırsa gene. Fırk fırk. Sağlam kalırsa rahatlar belki.
Dur bakalım daha neler yapacak bu şapti diye düşünmeye gerek yok. Bunun için Pansiyon bir tahmin yaptı bile:
"Biz var ya biz, adam olmicaz, Hafiyecan. Mokumuzla kavga edip, uğraşıp didinip ölüverecez. Bak bunu da şuraya yazıyorum"
Ben de. Yazıyorum. Buraya.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)