Cuma, Aralık 31, 2010

Bunlar İyi Günlerin

2010’u geride bırakırken, 'ne yıldı bee' demekten kendimi alamıyorum. Seneye başlarken elimize önce evimizin tapusunu aldık, sonra da gebelik testinde pozitifi. Ev sahibi evde altı ay daha oturacaktı. Vaktinde çıkar mı diye endişeleniyorduk. Kerevit’i (ilk pozitifi) kaybetmiştik, Jelibon da gider mi diye endişeleniyorduk. Daha doğrusu sanırım yalnızca ben endişeleniyordum. Şövalye gayet rahattı. Anını yaşıyordu. Derken bu iki endişe de yersiz kaldı. Şövalye’nin beyninde yumurta büyüklüğünde tumor çıktı. Yine ben endişelendim. O kaderini yaşamak konusunda da rahattı. Neyse ki o derdimiz de bitti. Eve yerleşmek, evi tamir etmek, eşya almaklar sıkıntılı oldu yaz sıcağında koca göbeğimle.

Bu sene sadece kendi adıma değil, bütün çevrem adına da ilginç bir yıldı. Neredeyse tanıdığım herkes ev aldı, ev değiştirdi, ev taşıdı. Amerika’dakiler bile. Bir kıyıdan öbürüne taşınanlar, evlenen ve ev alanlar, memlekete dönenler, herkeslerle hep beraber ev ve eşya derdine düştük. Hepimiz bu sene hayatımızı genişletmiştik. Düella ve Yonc’la tesadüfen yine aynı semtte, yakın evlerde olmamız bu değişimdeki sancıyı benim adıma çekilir kılmıştı. Sıkıntılar bastı mı Düella’nın mobilyasız evinde çıplak ampül altında bir çulun üstünde sohbet ediyor, rahatlıyorduk. Arabalarımız çekilme pahasına üç evin ortasındaki Kahve Dünyası’nda pinekliyorduk. İyiydik.

Sonra Jelibon geldi. Ben koptum. Eşyası, boyası nihayet bitmiş yeni evimde yeni bebeğimle sadece arkadaşlarımdan değil, dünyadan da koptum. Bir daha dışarıya çıkamayacağımı, evde adeta yatalak bir hasta gibi ömrümü tamamlayacağımı sandığım iki uykusuz ay geçirdim. Sonra yeniden normale dönebileceğime dair sinyaller aldım, tünelin ucunda ışık gördüm de toparlandım. Yine de eskisi gibi olduğumu sanmıyorum. Bir ağırlık var üstümde. Bir endişe. Eksiliyor gibi ama sonra bir şey oluyor ve yeniden endişe küpleri doluveriyor. O kadar hassas küpler bunlar.

Jelibon 30 günlüktü. Kalça ultrasonunu çektirmeye hastaneye götürmüştük onu. Sıra vardı. Hava güzeldi. Dışarıda, giriş kapısı önünde bekleyelim dedik. Sıramız gelince bizi çıkıp çağırsın diye hemşireye tembihledik. Jelibon, babaannesinin ileri geri hareket ettidiği pusetinde uyukluyordu. Ben de kenarda bir bankta, kafamı elime yaslamış uyukluyordum. Uykusuzluktan mahfolmuştum. Sonra nereden çıktığını bilmediğim bir kadın belirdi. Herşey bir rüya gibiydi. Kadın üç yaşında gibi duran bir oğlana ‘oğlum dur, oğlum gel, oğlum bekle’ gibisinden emirler yağdırıyordu. Oğlanın hareketlerinde bir azalma, bir duraklama yoktu fakat. Kadın sonra Jelibon’a baktı. Sonra Anne Şövalye’ye baktı. ‘Maaşallah, ne güzel, kaç aylık’ falan faslından sonra "Bunlar iyi günleriniz", dedi. "Tadını çıkarın".

Mecazi anlamda değil, sözlük anlamıyla bildiğimiz kan, ter, gözyaşı, endişe, stres, uykusuzluk iyi günlerimizmiş. Bünyem o dakika daha kötüsünü tasavvur edemiyordu. Bu cümleden sonra tuvalete gidip on dakika kadar ağladım. Sonra sıramız geldi. İşimiz bitti. Eve döndük. Ben ağlamaya kaldığım yerden devam ettim.

O günden sonra bunların iyi günlerim olduğunu en az yüz kez daha duydum. Artık önümde beni kötü günlerin beklediğini duyunca ağlamıyorum. Hatta iplemiyorum bile. Kaşarlıktan değil, inanmazlıktan. Şu geçen üç aydan sonraki günlerim o günlerden daha iyi çıktı çünkü. Ya hormonlarım toparlandı ya alıştım ya da ikisi birden oldu. Terlemiyorum. Ağlamıyorum da. Jelibon gazından bağırmıyor. Uykumu da alabiliyorum artık. Ama bunu da söylememem gerekiyormuş. Gecede 5-6 saat aralıksız uyuyor dememem lazımmış. Nazar değermiş. Zaten bu yüzden bu memlekette kime sorsan çocuğu huysuz, uykusuz, iştahsız.

E kimse gerçeği söylemiyorsa ben nasıl bençmark yapıcam çocuğun gelişimini? Allahtan Amerikan forumları var. Orada aslında Jelibon’un az bile uyuduğunu öğreniyorum. Onlar da ne kadar optimist, allahım. Ben buncacık anneliğimle mahfolduğumu deklare edip, bebeği bırakıp Yeni Zelanda'ya kaçma planları yaparken genlerinde taşıyıcı olarak bozukluk bulunan çiftlerin, %75 ihtimalle normal olacak nasılsa diye iki sağlıklı bebeğin üstüne üçüncüyü yapıp arızayı bulmalarını okuyorum. Şaka gibiler. Üçüncüyü yapmakla şaka olmaları bir yana oynadıkları rus ruleti de cabası.

Yani hayat aslında koca bir görecelilik içinde zor ya da kolay, iyi ya da kötü akıp gidiyor. Kriteriniz ne olursa olsun bu günlerin ömrümüzün en kötü günleri olmasını diliyorum.

Çarşamba, Aralık 22, 2010

Çocuk Mutluluk Getirir Mi?

Küçükken annemle gündüzleri gün gezmelerine, haftasonları da anne-babamın arkadaşı amca-teyzelere akşam gezmelerine giderdim. Küçük şehrin sosyalleşmesi bu kadardı. Evler ve düzenleri de birbirine çok benzerdi. Ben çocuk olarak gezmede yerimde duramayıp mütemadiyen mobilize olduğumdan oturmaya gittiğimiz evlerin her yanına girip çıkardım. Bir tek Ayşe Teyze’nin evinde bunu yapamazdım. Ondan hep korkar, çekinirdim. Onlardaysak bana gösterilen koltuk-kanepenin dışına çıkmamaya özen gösterirdim. Usluluğumun sebebi Ayşe Teyze'nin bir canavar olması değildi elbette. Onun çocuğu yoktu. Ondandı.

Annemler Ayşe Teyze’nin çocuğu yok diye ona kah acır kah üzülürdü. Çünkü o çocuksuz diye neşesizdi. Hep gergin ve sinirliydi. Çocuksuz diye çok titizdi. Çocuksuz diye çocuklardan nefret ederdi. Yani gerçek böyle değildi muhtemelen. Ayşe Teyze ve kocası daha 80’lerde bizim tatil anlayışımız düttürük yazlıklara gitmenin ötesine geçememişken yurtdışlarına giderlerdi. Evlerinde seyahatlerinden aldıkları değişik tabak, çanak, biblo, resimler olurdu. Ayşe Teyze hep bakımlı, hep hoş, hep zarifti. Pek de kibar ve samimi bir insandı ama ben Ayşe Teyze hakkında edilen laflar yüzünden nefret edildiğimi düşündüğüm o evde kılım kıpırdamadan oturur, ortamda yokmuşum gibi olmaya çabalardım.

Çocuksuzluk bu kadar kötüydüyse alın işte ben çocuğum olduğu günden beri mutsuzum. Daha doğrusu mutlu değilim. Öylesine bir şey’im. Daha daha doğrusu eskisinden daha paranoyak ve daha stresliyim. Hani o söyledikleri ve hep olacak dedikleri mutluluğun tavan yapması durumu, nirvana noktası, o his, ‘the baby bliss’ bana uğramadı.

Önce işin fiziksel zorluğu, hormonları, sonrasında da kısıtlanan sosyal hayatım yüzünden böyle oldu desek? Fiziksel zorluklar bana tomas pek. Hormonlar da gelip geçici. Sosyal hayatımda da bebek öncesi kuş mu konuyordu ki sanki, evde pinekliyorduk; şimdikinden pek de farklı değildi aslında.

Ee, o zaman?

Belki de fiziksel zorluklar ve sosyalleşmeler eskiden kendi tercihim doğrultusunda gelişirken şimdi zorunluluk ve kısıtlar dahilinde diye mutlu değilim. Tek istediğim Jelibon’un bir an önce üniversite yaşına gelip evden ayrılması. Ya da hatta üniversiteyi de bitirsin, bir işe girsin, aklı da başına gelmiş olsun. Ne bileyim 25 olsun. Ben o zamana neredeyse 60 olacağım ama kendi yaşlanma korkumdan geçtim. Bebekli hayatın faydası bu oldu şimdilik. Bir an önce 60 olabilirim. Hiç problem değil.

Bu laflar da çok cısss konular aslında. Konuştukça Şövalye kızıyor. Annem kızıyor. Bulmuş da bunuyormuşum. Böyle konuşursam Allah’ın gücüne gider, Jelibon’u benden alırmış. Yahu ben Jelibon’u kaybedeyim mi diyorum? Bu annelik bliss’ini sorguluyorum. Felsefi anlamda yani anne, bak, uff. Bebeğim olduğu için bir tatmin yaşıyorum. Jelibon’u da istiyorum ve seviyorum ama mutluluktan tavan yapmıyorum.

Gittikçe Sıdıkalaşıyorum. Anlatamıyorum. Aynı yerden bakamıyoruz. Memleket bile Kürt özerkliği kıvamına geldi. Dünyada cinsel tercihler, farklı ırklar, dinler, milletler kaynaştı ama bu çocukluluk mutsuzluğuna dokunulamadı hala diyordum ki bir telefon konuşmasıyla bu sulara sabunlara da dokunulduğunu öğrendim. Allah Dak’dan razı olsun. Liboş arkadaşım, çok okumuşum benim. Ona anlatıyordum böyle böyle diye. O da bunu gayet normal buldu. Bilimsel bilimsel yorumladı. Yapılan araştırmalara göre çocuğu olan insanların mutluluk seviyeleri düşüyormuş. Çocukları evden ayrılınca yeniden yükseliyormuş. Ay, dedim, susma konuş. Daha daha anlat. Çocuğu olanların hayat tatminleri yükseliyormuş ama gündelik hayat mutsuzlaşıyormuş diye devam etti. Evet evet, dedim. Ben de aynen böyle hissediyorum işte. Tatminkar bir paranoyak. Detaylarını da sonradan ben araştırdım. Çocuksuz evliler en mutlu insanlarmış. Eskiden acıdığımız Ayşe Teyze meğer bugünlerde özenilesi bir insanmış. Bilememişiz. Şöyle ki:

Harvard’da psikoloji profesörü Daniel Gilbert’ın araştırmasına göre ebeveynlerin çocuklarıyla ilgilenirkenki mutluluk seviyeleri ev işi yaparkenkiyle aynıymış. Aman da ne mutluluk! Çocukla ilgilenme aktivitesindeki mutluluk seviyesi spor yapmak, alışveriş yapmak, sosyalleşmektekinden çok daha az. Ha, bu demek değilmiş ki çocuklarla ilgilenirken arada kısacık gelip geçen keyifli, neşeli anlar olmasın. İşte genelde akılda kalan ve fotoğraflara yansıyan da o anlarmış.

Mutluluk evliliğin ilk yıllarında artar ve hatta bebek gelmeden önceki altı ay boyunca tavan yaparmış. O da bebeğin geldiği andan itibaren beraber günbatımında yol alacağınız hayaliyle ve şapti şapti bebek odasını sevimlilikle donatırken olsa gerek. İnsanlar çocuklarına harcadıkları zaman, emek ve paranın geri dönüşü olması gerektiği hissi yüzünden mutlu olduklarına ikna olurlarmış. Bir de bir ürüne ne kadar çok para harcarsanız o kadar iyisini alırsınız sanrısı çocuk için de geçerliymiş. Ona ne kadar çok emek, para, zaman harcarsanız o kadar çok mutlu olunacakmış gibiymiş. Mutluluk seviyesi çocuklar ergen olduklarında bir daha yeri öper, sonra onlar büyüyüp evden ayrıldıklarında yeniden başlangıç seviyesine gelirmiş.

University of Nottingham’dan Richard Tunney ise evrimsel anlamda ürememiz gerektiğini, dolayısıyla çocuk sahibi olmanın bizi –yine evrimsel anlamda- mutsuz etmemesi gerektiğini söylüyor. Haklı gibi duruyor. Ona göre çocukluluk değil de çocuklu olmaya müsait olmayan modern toplum şartları bizi mutsuz ediyor. Kadının ‘erkek gibi’ yetişmesi, sosyal hayatta aktif olması, anne olmasıyla kariyerinin yara alması, çekirdek aileyle beraber ortaya çıkan bakıcı/kreş sorunları, çocuğun özellikle de eğitimi için su gibi harcanan paraların aile bütçesini sarsması gibi şeylermiş aslında bizi mutsuz eden.

Olabilir de şartlar zırtken mutsuz, pırtken mutlu oluyorsam da tuhaf değil mi? The baby bliss sanki şartlardan bağımsız bir şeydi.
Okuyup kendiniz karar verin:

Çarşamba, Aralık 15, 2010

Annelik Kaygısıyla Baş Etmek

Hani kendilerine kedilerinin annesi, köpeklerinin babası olarak tanımlayan insanlar vardır ya. Totomla gülerdim ben onlara. Görmez taraflarından ama. Kedi köpek beslemenin annelikle ne ilgisi olabilir diye.

Jelibon 47 günlüktü. Kerem’le buluştuk. (Eskiden tarihleri ezbere bilirdi bu neredeyse otis kafam. Şimdilerde Jelibon milat oldu. Artık öyle hatırlıyorum günleri)

Buralardaymış, kahve içelim diye Starbucks’a gittik bizim evin ordaki. O aslında bebeği görmeyi, hediyesini vermeyi istemişti ama ben evden çıkmanın bir yolunu arıyordum. Bebeği boşver, beni gör dedim. Bebeği evde Anne Şövalye’ye bırakıp gittim.

İstersen içeri oturalım dedi Kerem.
Hayır, dedim. Şu anda kaldırımdan geçen herkesi seviyorum. Hiçbirinden ayrılmak istemiyorum.

O aralar aklımda sadece bakıcı problemimiz var, uykusuzluk var, sütsüzlük ve anksiyete var. Başka da anlatacak şeyim yok. Kerem de hiç oralı olmadı sağolsun. İşinden bahsetti. Yeni bir projesinden. O projenin Şövalye’nin bir projesiyle ilişkilendirdim, sonra kendimce bunu yorumladım. İyi geldi bana bu sohbet. Eski dünyama aitti. Her ne kadar komplike bir konu yoktuysa da ortada a’yı b’yle ilişkilendirmiştim. Zekam yerinde duruyor muydu, ne?

Tüm bunları Şövalye’yi de arayıp anlatalım istedik ama o yurtdışında, tırışkadan bir iş seyahatindeydi. Ohhh. Ben evde lekeli gecelikler ve kanlı gözlerle şafak sayıyor, çile dolduruyordum; o ise iki günlük konferansı sabah uçağıyla giderse kaçırır, konferansın bittiği gün akşam saatinde dönmeye uçak yok falan filan punduyla beş güne uzatıp gitmişti.Yeni babaların aniden ortaya çıkan işkolikliği ayrı bir yazının konusu olacak.

Kerem’e Jelibon doğdu doğalı zekamın gerilediğini söyledim. Herşeyi unutuyordum.
O da beni anladığını söyledi. O da köpek büyütmüşmüş.
Hadi len, oldum içimden, ama o devam etti köpeğini nasıl büyüttüğüne.

Meğer onu eve getirdiğinde henüz doğmuş bir köpecikmiş. Köpek yavruları da sıklıkla beslenmek ister, geceleri de uyumaz, sık beslenmeye devam ederlermiş. Normalde anne köpek heralde serilip yatıyor, yavruları da memelerine yapışıyor. Yiyen yiyor, yemeyen ne hali varsa görüyor heralde ama işte annesiz bir köpek Kerem’inki. Kerem de biberonla geceleri süt verirmiş köpeğe. Saat başı, iki saatte bir falan derken süreler uzarmış. Bu durum iki hafta kadar sürüyormuş ama bu iki hafta ona annelerin neler yaşadığını anlamasına yetmiş.

O köpeğe biberonla geceler boyu süt verirken bir bağ kurulmuş aralarında. O yüzden Kerem’e göre süt verdiğin herşeyi seversin, ona bağlanırsın. Beslemenin bağlayıcı bir yanı var. Bağlandığın şeyi de dur durak bilmeden düşünürsün. Beyninin bir kısmı ona ayrılır. Adeta bir alt-beyin geliştirip o alt beyin devamlı bağlanma nesnene dair endişeler, fikirler üretirken sen üst beyninle normal hayatına devam edermişsin. Tabii devamlı çalışan yeni bir alt beyin de üst beyinden tamamen kopamayabiliyor, onun malzemesinden çalabiliyormuş.

Yani benim Jelibon’u hiç düşünmemek istemek dileğim fanteziydi, sadece ona ait alt beyin kısmını iyi yalıtmam gerekiyordu. Bir köpeğin babasından anneliğe dair mühim bir açıklamaydı bu benim için. Şimdi bütün anne babalar bunun öyle aman aman bir çıkarım olmadığını, herkesin bunu asırlardır bildiğini bana söylemesin. Ben ilk kez Kerem’den duydum. Ya da ilk kez üzerine düşündüm. Aslında orada o sohbetle ilk kez o alt beyni oluşturmaya başladığımın da farkına vardım. Böylece başka şeylerle de ilgilenebiliyor, başka şeylerden konuşabiliyordum. Belki de o yüzden bu çok bilindik gerçeğin farkına vardım.

Perşembe, Aralık 09, 2010

Yenidoğanla Yaşamak

Jelibon doğalı 27 gün olmuştu. Mahfolmuşluğumu gören Düella beni dışarı çıkardı. Doğumdan sonra ilk kez dışarı çıkıyordum sanırım. Sıklıkla gittiğimiz bir kafeye oturduk. Hala yazdı. Hala havalar güzeldi. Herşey aynıydı, herşey eskisi gibiydi sanki. Ben yokken hayat gayet güzel akmıştı.

Ne var ki dışardaki o iki saat tatlı tatlı geçemedi. Annemle evde yaşadığım yüksek gerilimden ve uykusuzluktan kafam patlayacak gibiydi. Düella her zamanki gibi planlı programlı olursam üstesinden gelebileceğimi söylüyordu. Onu dinliyordum ama öyle kalemi kağıdı çıkarıp stratejik olma zamanı değildi. Hiçbir hesap eve uymuyordu. Zaten sağlıklı da düşünemiyordum.

Ne yapsam olmuyordu. Jelibon çığlıklar atarak ağlıyor, belli ki acı çekiyor, annem her şeyi biliyor ama nedense hapını içince hep uyuyor ve uyanık kaldığında da hep Halise’yle kavga ediyordu. Sanki evimizde olma amacını unutmuştu. Gitmesine karar vermiştik ikinci kez. Jelibon eve geldiği gün gitmiş, tekrar gelmişti. Gitmesini nasıl söyleyeceğimizi de bilemiyorduk. Zaten herşeye alınıp bozulup küsüyordu. Bunca derdimin içinde onu yaralamadan kotarmakla uğraştığıma da inanamıyordum. Evde bin kişi oluyordu bazen ama hiçbirinin zerre faydası olmuyordu.

Bize pek hayrı olmasa da bir yanım annemin gitmesini istemiyordu. Evde Jelibon’la yalnız kalmak istemiyordum. Jelibon’dan korkuyordum. Her an ağlamaktan katılıp ölecek diye. Elimden düşüreceğim diye. Sanki metreküplerce kaka yapacak ve temizleyemeyeceğim diye. Çok çıldırır da beni de çıldırtırsa kimselere zarar gelmeden birine teslim edebileyim diye.

Ağlıyordum. Çaresizlikten ağlıyordum. Düella da dayanamayıp benle ağlıyordu. O akşam üstü çamların altında ağlaştık yarım saat. Eski hayatımdan neleri özlediğimi soruyordu. Makale okumak, TV seyretmek, sohbet etmek falan gibi salak şeyler söylüyordum ama bunları söylemek durumu basitleştiriyordu. Ben aslında Jelibon’u düşünmemeyi istiyordum. Adamın varlığı beni anksiyeteden gebertiyordu. O kafedeki ağlama dakikalarında bile aslında evde olmam gerektiğini düşünüyor, iyice huzursuzlanıyordum. Gözüm hep telefonumdaydı.

Düella bir yandan ağlıyor bir yandan bana kızıyordu.
"Aaah, ah, neden çocuk yaptın? Sen kim, çocuk kim? Üstesinden gelebileceğini sandın. Duygusuzluğuna güvendin ama bak sorumluluk bilincine yenildin", diyordu.

Çarşamba, Aralık 08, 2010

11 Eylül

Yeni bakıcımız Hayriye Hanım tatlı bir rüzgar gibi içimi serinleterek hayatımıza girdi. Daha geldiği gün, içimden göçen kuşlar yuvaya döndüler. Üstelik bütün bunlar bir gün içinde oluverdi. Bir gün içinde Jelibon da büyüdü. Gece boyunca az uyanır oldu. Gaz sancıları azaldı. Gülümsemeye başladı. Sakinleşti. Her fırsatta maaşallah demem öğütlendiğinden otomatiğe bağladım, demek zorundayım: Maaşallah.

Acılarım azaldı ya, zaten ta başından beri ‘tatilde’ olduğumu iddia eden Şövalye bütün gün bir şey yapmadığımı, çocuğuma bakmadığımı ve kötü bir anne olduğumu tepeme kakmaya başladı. Akşam yediği yemeği ben yapmadıysam söylendi. Oysa ben ona zaten hiç yemek yapmazdım. İşyerimden biri arayıp işle ilgili bir şey sorduğunda telefonda geçirdiğim on dakikaya söylendi. Oysa ben zaten işimden kopamayan bir insandım. Gün içinde alışverişe çıktıysam söylendi. Oysa artık dışarda pek yemek yemediğimizden alışverişlerin hepsi hızla eksilen gıda ve temizlik malzemelerini yerine koymak içindi. Spor yaptıysam söylendi. Zira bahsi geçen bu vakitlerde çocuğumla değil, kendimle ilgilenmiş oluyordum. Bu da kötü annelikle eşdeğerdi.

Hiç tartışmıyorum. Evet, ben kötü bir anneyim, diyorum. Çocuğuma da bakmıyorum ve bakmıycam da. Bak, tekrar edeyim istersen. Bak-mıy-caaam.

Çocuğa bakmak ne demek Allah aşkına, birisi bana açıklasın. Gugıllarca bu soruya cevaplar aradım ve nihayetinde şu sonuca vardım: Bebeğin kanaması, ağır yanığı ya da uzun süre açıkta kalmış totosu yoksa iyi bir anneydim.

Evet, Hayriye Hanım bayağı bir yükümü hafifletti. İnkar yok. Ama Jelibon’a dair herşey gözümün önünde gerçekleşiyor ve bu esnada ben de ayaklarımı uzatıp seyretmiyorum. Bebek tayfasının başında on kişi dursa onunun da vaktini alır. Vakit süngeri gibiler. Mamasını içmesi yarım saat adamın. Günde 7 kezden 3.5 saat ediyor. Bir de bebeği beslerken güya bağ kurarmışsın. Bu işkence bitsin diye bekleşirken ancak ayağımı yere tıp tıp vurup dururken parkelerle ayağım bir bağ kuruyor. Gazını çıkarması, temizliği, oynaması, parka çıkarılması derken hooop akşam oluveriyor. O kadar yoruluyorum ki ayaklarım, sırtım, belim devamlı ağrıyor.

Adamı evin dibindeki parka çıkarmak bile dert. Kat kat giydir, pusetini çıkar, yanına emzik al, sıcak su al, mama al, ağız bezi al, emzik silme mendili al. Islak mendil al. Evde giydirince paltosunu, montunu adam bas bas bağırıyor. Sıcak basıyor sanırım. Anası kılıklı. Sevmiyor sıcağı, kat kat kumaşı. Kapı önünde bir gürültü kıyamet iki ayağım bir pabuca giriyor çabucacık dışarı çıkalım diye. O aceleyle illa evde bir şey unutuyorum. Ya telefonumu ya beresini.

Sabahları kapının önüne gazetemizi bırakıyor kapıcı. Katı bozulmadan kalıyor. Ertesi gün atıyoruz. Her Cuma The Economist’im geliyor. Her hafta en az 20 makalesini mutlaka okuduğum dergiye dokunmayalı aylar oldu. Sıra sıra dizdim. Vakit bulunca güya topluca okuyacağım. Jelibon evden ayrılacak yaşa gelince heralde artık.

Yazılı basın kadar görselinden de haberim yok. TV olayımız Hayriye Hanım’ın sabahları yarım yamalak dinlediği (izlediği değil bakın, dinlediği) Doktorum programından ibaret. Dünyadan bihaberim. Wikileaks falan olmuş. Şövalye bahsediyordu yemek yerken. "Wikileaks’i duydun mu?", diyor adam, entelektüel bildiği karısıyla olayın dünyadaki etkisini tartışmak umuduyla. Bense Vicky Leeks diye birinden bahsediyor sanıyorum. "Yok", diyorum. "O kim?" "Ohoo", diyor Şövalye. "Siyasetin 11 Eylül’ü oldu. Haberin yok".

Benim hayatımın 11 Eylül’ü olmuş be adam. Matem tarafını çıkarırsak teşbihin, 11 Eylül kadar yer yerinden oynadı hayatımda. Hala da oynuyor. Hayatımın ortasına Jelibon düştü. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.

Pazartesi, Aralık 06, 2010

İlk Altı Ay Sadece Zehir Zıkkım


İyi bir anne olucam fikri ve hedefiyle yaşamadım ben. Annemin babamın uyuz olduğum yanları vardı. Kendi çocuğuma böyle yapmıycam diye kendi kendime sözler vermişliğim vardır en çok. O kadar. Ama iyi anne olmak ne demekti, çabucacık anladım. 

Ne kadar acı çekiyorsanız ve çocukla ve onunla alakalı olmayan şeylerle ne kadar az ilgileniyorsanız o kadar iyi annesinizdir. Kendinizi bitirdikçe anneliğiniz dolar. Ergenlikten sonraki ikinci kimlik bunalımına hoş gelirsiniz. Bunalımınızı gönül rahatlığıyla yaşama şansınız da olmaz. Mecburen annelik kimliğine ve onun ifade ettiği şeye sarılıp, tercihiniz kişisel ya da cemaatsel ne fark eder, hiçbiri değilse dahi mahalle baskısı kontenjanından anneliği takınırsınız.

İyi annelik için gerekli şartlar hamileyken başlar. İdeal kiloyu alırsanız ilk aferini alırsınız. Sonra normal doğurmakla, emzirmekle ve işinizden aldığınız iznin süresinin uzunluğuyla anneliğinizin boy ölçüsü alınmaya devam edilir. En sonunda işinizi bırakırsanız ve yardımcı da tutmayıp bebeğinize bizzat kendiniz bakarsanız size taç da takarlar. Ben emzirmek kısmına kadar acaip iyi gittim. Orada mıçtım. Oradan beridir ve ancak onun sayesinde belki de annelik konusundaki genel geçer fikir ve tavırlara isyan bayrağı açtım.

Jelibon'u sadece kendi sütümle besleyebilmek için her şeyi denedim. Sekiz saat nonstop emzirme maratonunu da, saat başı sanayi tipi aletlerle pompalamayı da. Marul yedim, malt içtim, tahin helvaları, rezeneler, kim ne dediyse yedim içtim. Uzmanlar işin aslı kalorili yiyeceklerde değil, bol su içmekte diyordu demesine aslında ama suçluluk duygusuyla günde altı litre suyun üstüne balları börekleri de zorla yedim. Hamileyken almadığım kiloları emzirirken aldım. Buna rağmen en iyi günümde günde 120 ml sütüm çıktı. Onu da 10 milim 10 milim biriktirerek elde ettim. Direk emzirmek bu kıtlıkta çözüm olamıyordu zira bebek ne kadar yedi içti bilinemiyordu. Ağlamasının açlıktan mı gazdan mı olduğunu kestiremiyordum. Bir keresinde sağdığım şişeye elim çarptı ve 100 mililitre süt yere döküldü. O süte bakıp yarım saat ağladım. Sanırsınız yerdeki çay bardağı dolusu süt değil de yanlışlıkla tuzla buz ettiğim Kaşıkçı elmasıydı. Jelibon içtiği anne sütünü kustuğunda da ağlıyordum. Anne sütü içtiği zaman adamı bir saat dik tutuyordum. Ona rağmen kustuğu oluyordu. O zaman mahfoluyordum.

Benim gibi obsesyona bağlayanların abartı önemle üzerine düşüp de beceremediği bir şey olduğunda eşin dostun ne dediği çok da mühim değildir. Ancak kendi kendimi sakinleştirmem ve akla davet etmem gerekir. Neyse, buhran bunalım, hırs mırs derken iki buçuk ay sonunda o davete uydum. Sütü kestim. Ne şiştim ne sızdırdım ne de acı çektim. Zaten nadide sütüm kendi kendine yok oldu.

Emzirmek, iyi annelik rozeti gibiydi ama. Bütün emzirme polisleri rozetin nerde diye soruyordu adama. Rozetiniz yoksa, uzun uzun açıklamanız gerekir yokluğunu. Sütüm yoktu da çocuğu beslemiyordu da falan da filan. Sokaktaki dede bile sorar bunu size. Mağazadaki tezgahtar da.

“Anne sütü içiyor, di mi?” diye dikiliverirler karşınıza.
“Hayır, mama içiyor” derken oradan koşar adım uzaklaşasınız gelir ama  ‘aa, neden’ler, ‘yazık’larla soruların ardı arkası kesilmez.

Evet, yazık. Benim çocuğum benim yüzümden daha düşük IQ’lu, daha kısa boylu ve daha hastalıklı bir çocuk olacak. Ama bundan sana ne? Elalemin çocuğunun beslenmesini bu kadar takıyorsanız Çocuk Esirgeme olsun UNICEF olsun çocuklara hayrı dokunan organizasyonlara gıda yardımında bulunsanıza, gibi cinnet cevaplar da verdiğim oldu. Anlayış yapmaya çalıştığım da.

Anlayışı da insanların denyoluğuna vererek yaptım. Sanırım ‘anne sütü içiyor, di mi?’ sorusu anneyle diyalog başlatmak adına bir açılış cümlesi olarak kullanılıyor. Hani pusetinde size doğru gelen sevimli bebeğe önce 'ay ne tatlı', sonra 'maaşallah' dersiniz. Yürüyüp gitmez de biraz daha bebekle takılırsanız üçüncü cümleniz bebeğin besinleri üzerine kuruluverir sanki. -Nasılsınız, iyi misiniz? -İyiyim, sağolun. Siz nasılsınız? -Ben de iyiyim, teşekkürler. Çocuklar nasıl? -Onlar da iyi, sağolun. Sizinkiler nasıl? -İyiler, ellerinizden öperler..gibi. Kalıp kalıp diyaloglara bir örnek olabilir işte anne sütü içme sorusu.  

Devletlerin sağlık politikaları ilk altı ay sadece anne sütü der belki ama okuduğum tıbbi araştırma makaleleri anne sütü ile mama arasındaki fark adına çıkara çıkara mama çocuğunda kulak enfeksiyonu, ishal ve diyabet olasılığının daha yüksekliğini çıkarmış. İshali saymıyorum. Zira mamanın suyunun ve biberonun steril olmamama ihtimali yüzünden var ishal o listede. Bizim sterilizatörümüz de var, içme suyumuz da hem temiz hem de kaynatılarak kullanılıyor. Diyabet zaten bütün sülalemde var. Sütte de mamada da o ihtimalin değişeceğini sanmıyorum. Mamadan neyi kast ettikleri de mühim. Pirinç unu ya da nişasta dayamıyoruz ki elemana ağır karbonhidrattan diyabete evrilsin. Her bir vitamin minerali ölçülüp biçilmiş, içinde uzun zincirli yağ asitleri bile olan şeylerden içiyor adam. Zaten Jelibon genlerini yaşarsa 45 sene sonra Tip 2 diyabet olabilir. Tıbbın da 45 yıl sonra diyabete çare bulacağını sanıyorum. Geriye kulak enfeksiyonu kalıyor. Birkaç günde geçecek ufak çaplı bir sağlık sorunu ihtimali midir herkesi emzirme konusunda bu kadar faşizan yapan? Alkollü araba kullanmak olsun, sigara içmek olsun, bunlar mamadan daha riskli hareketler değil mi? Bunları sorsanız ya milleti yoldan çevirip?

Az biraz konuyu bilenler açıklamama rağmen anne sütünün emzirdikçe geldiğini, emzirmeye devam etmemi de tembihliyor. Bu bilgi emzirmeye başlangıç bilgisi. O kadarını çocuklar bile biliyor ama tamam, diyorum. Sağolun. Daha da ileri gidip 'Herkesin sütü gelir. Gelmese insanlar mağarada yaşarlarken ne oluyordu?’ şeklindeki güdük ispatlarıyla benim yeterince çabalamadığımı ima edenler de oldu.

Ben söyleyeyim ne olduğunu. Eski çağlarda yirmi tane doğurup onunu onbeşini kaybediyorlardı heralde. İnsanoğlu hayvanları evcilleştirdiğinde onların sütleri sayesinde bebek ölümlerini azalttı. Hem süt anne kavramı da haybeden ortaya çıkmadı heralde. Anne memesini taklit eden plastik emziklerle biberonun icadı ve hijyenin artmasıyla süt annelik de önemini yitirdi. Böylece bebek ölümleri de ciddi oranlarda azaldı. Modern zamanlarda 33 yaşında zar zor doğurduğum bir tanecik çocuğu da yetersiz beslenmeye kurban etmemi beklemiyorsunuz heralde.

Perşembe, Kasım 25, 2010

Bakıcıyı Kovmak

Halise, gidecek yeri olmadığından bizde 15 gün daha kaldı. Ona bu izni veren Şövalye, ‘aman canım nolcak, yazık kıza’ dedi çıktı işin içinden. Benim paranoyam tavana vurdu. Zaten tembeldi. Şimdi iş ilişkimiz de kalmadığından bu süreçte çocuğa zarar verirse diye gözüme zaten az giren uykular hepten yok oldu. Halise’ye giderse ona fazladan para vereceğimi söyledim. Gitmedi. Halise kovulmuşken bu evde kaldığında Jelibon’u odasında bırakıp tuvalete bile gidemem artık diye hayıflanırken teyzem geldi sağolsun. Halise bu süreçte tansiyonu normal ölçülmesine rağmen tansiyon düşmesinden hasta yattı.

Gitme günü geldiğinde alacak verecek hesabımız yoktu onla ama yine bütün saşkalozluğuyla (artık o mu şaşkal, ben mi, bilemiyorum) izinden döndüğü günü ayın başı ilan ederek bizi borçlu çıkardı. İşe ilk başladığın tarihtir ayın başı. İzinden döndüğün gün değil. İlk işe giriş tarihinden bir ay sonra alırsın maaşını falan dedim ama anlamadı. Ama ben şu şu gün döndüm Gürcistan’dan diyerek pasaportunu burnuma soktu durdu. Lanet olsun diyip çalışmadığı günlerin parasını da verdim. On beş gün ekstradan kalmışlığını da çalışmış ilan ettim. Taksisini de tuttum, onun da parasını verdim. Hala daha çok para istiyordu kapı aralığında. Süper bir işi varmış onu bırakıp bize gelmiş. Biz onu mahvetmişiz. Bir nevi tazminat talebi vardı yani.

N’olur git artık. Git artık Haliseeee! diye bağıran sesim apartman boşluğunda yankılandığında artık zıvanadan çıkmış, Adana adliyesine bağlanmıştık. Konu komşu umrumda değildi.

Ben mi dedim işini bırak gel, diye sana? Hıı? İşin iyiydiyse bırakmasaydın. Ben senle aylar evvel konuştum, tamam dedin. Çalıştığım evde çok iş var. Koca villayi hem temizliyordun hem de çocuğa bakıyordun. Çok yoruluyordun diye bırakmaya karar vermiştin hani? O muydu süper işin? Bu evde ne çocuğa baktın ne ev işi yaptın. Biz de öküz değiliz heralde, senden memnun olsak neden seni gönderelim?

Ben istemiyorum bu parayı, dedi Halise. Parayı attı, vermeyin bişiy, istemiyorum diye trip yaptı, asansöre yöneldi.

Raconu tamamlamak üzere arkasına yarı döndü. “Sen”, dedi.” Annenin ve kaynananın çok lafını dinliyorsun. Çok pişman olacaksın”.

Aslında iyi bir insanmışım ama çok güdülüyormuşum.
Ben? Güdülmek? Annem ve kaynanam tarafından?

Halise’yle geriliyorlar diye annemi sokmadım ben eve. Kaynanamı uzak tuttum. Sırf normal sakin rutinimiz kurulsun, taşlar yerine otursun diye. Bir güdülme vardıysa o da el ayak çekildiğinde Halise’nin iyi bir yardımcı olacağına inancımdandı. Bütün bakıcıların fahişe, alkolik, hırsız, dayakçı psikopat olduğuna dair duyduklarımdan yaptığım genellemelerdendi. Hele de Halise’nin eski çalıştığı evin hanımı her dakika Halise’yi arayıp geri dönmesi için ona diller dökmesi yüzünden– ki ben birkaç kez şahit oldum bu konuşmalara- en iyisinin Halise olduğuna, bununla yaşamaya başlasam iyi olacağına dair fikirlerimdi.

Halise’ye tek çıkışan annem ve kayınvalidemdi tabi. Kovulmasının tek sebebi onların bana Halise'yi kötülemesi olmalıydı. Onlardan farklı olarak işimi lütfenlerle, teşekkürlerle görmeye çalıştığımdan karşılıksız bırakılmış isteklerimin hesabını tutmadığımı sanıyordu. Halise’yi bize öneren kızcağıza da Halise’nin bütün ailesi yüklenmiş, işsiz kalmışlığından onu sorumlu tutmuşlardı. Kız beni arayıp Halise’nin normalde asla tembel olmadığını, bizim ona fazla yüz verdiğimizi söyledi. Verdiğim yüzden utanmalı mıydım? Bana deseydin o zaman emir ve kırbaçlarla çalışmam gerektiğini. Hoş, çalışmazdık o zaman onunla. Daha iyi olurdu hem.

Emek yoğun iş yapan elemanlara kibar muamele yapıp karşılığında enayi yerine konan ‘küçük bey’ naifliği de vardı belki üzerimizde. En çok da Şövalye’nin. Şövalye Halise’ye özel sağlık sigortası bakınıyordu. Bizim odamızdan da büyük odasının penceresi çift değil de tek kanatlı diye ayıp olduğunu düşünmüştü. Odasındayken hep yatağının üstünde oturmak zorunda kaldığından salonumuzdaki berjerlerden birini onun odasına koymuştu. Çocuğunu emanet ettiğin birine sunmadığın insani ortam dönüp seni en can alıcı yerinden vurmaz mıydı? Hangi noktada yüz veriyor olunurdu? Hangi noktada gaddar? Hangi noktada kalmak idealdi?

Halise’nin son raconuyla kışkırıp niyeeaaah çekip ona saldırmak istediysem de Şövalye engel oldu. Sen bilirsin, almazsan alma, be. Benden günah gitti, diyip kapadım kapıyı. En uyuz olduğum şeydir tartışma tıkacı bu bırakıp gitmeler.

Şövalye arkasından koşup zorla verdi eline parasını ve bir elli dolar daha fazlasını.
Sadakamız olsun, diye açıkladı. Jelibon’la oynamışmış o kadar.
Sadaka kendini geçindirecek imkanı olamayana verilmez miydi?

Bu hikayeyi kime anlattıysam enayiliğimizle eğlendi. Bir tek Düella, beni her türlü gaddar buldu. O kimseyi kovamaz çünkü.

Biz de gaddarca kovduk sayılmayız aslında. İki hafta notice’i, tazminatıyla, grevde dahi aldığı ücretiyle olmayan sosyal güvenliğini yarattık da gönderdik.

Halise gitti. Ben bir hafta boyunca rüyalarımda onunla kavga ettim. Şimdiye kadar onlarca bakıcı değiştirmiş insanların psikolojisini anlamaya çalıştım.
  
Yeni hayatımdaki yeni dertlere nasıl alışacaktım?

Cuma, Kasım 12, 2010

Halise Hadisesi

Bir arkadaşımın çocuk bakıcısının arkadaşı olan bir başka bakıcı Halise ile ben daha 7 aylık hamileyken anlaştık. Doğumdan bir iki hafta önce bizde başlayacaktı. Azeri kökenli Gürcü’ydü. Daha evvelden bir ailede 4 yıl çalışmış. Sessiz, sakin, şeker bir kızcağızdı. 9. ayıma yaklaşırken çeşitli sebeplerden dolayı çalıştığı yerden en az bir ay daha ayrılamayacağını söyledi. Hım, mım, oldum ama iyi peki dedim. Söylediği tarihte zaten bebek iki haftalık olacaktı. Evde de annem olacaktı. Sorun olmazdı. Sonra aniden çıktı ilk konuştuğumuz vakitten bile önce geldi. Olsun dedik, başladık.

Kafalar karışıyor

Hamileliğimin son haftasıydı. Evdeydim. O da eve geldiğinin ertesi günü parmağını kapıya sıkıştırdı. Tırnağı morardı. O kadar çok mızıklandı ki yazık dedik, sigortası da yok, devlet hastanesine de gidemez. Özel hastaneye götürdük. Röntgenler, muayeneler derken yüklü bir miktar ödedik. Doktorlar bir şeyi olmadığını söyledi. Tırnak düşebilirmiş ama kırığı çıkığı yokmuş. Her gün parmağım diye ağlamaya devam etti. Bir başka doktora tekrar götürdük. O da aynı şeyleri söyledi. Halise haftalarca parmağı konusunda ağladı durdu. İş de yapamıyordu. Karnım burnumda ona yemek yaptım, ortalığı temizleyip topladım. Oruç tutuyor diye ilaçlarını almayıp ağrıyor diye ağlamaya devam edince sinir krizi geçirdim ama belli etmedim. Bebek doğsun, ağrısı diner zaten o zamana, diye bekledim.

Annem doğumdan evvel bize geldi. Halise’ye uyuz oldu. Halise yemek, temizlik veya ütü yapmak istemiyordu. Bu konuda ısrar eden anneme de ters cevaplar verip ortalık gerilince annem evden gitti. Tam annem gitti, ev boşaldı, bebek 10 günlükken Halise vizesi için 10 günlüğüne memlekete gitmesi gerektiğini söyledi. Henüz o ayki maaşını almasına vakit vardı ama o ayın üstüne yokluğundaki sürenin de parasını önden alması gerektiğini söyledi. Memlekettekiler para bekliyormuş. Verdik. Şu gün döneceksin ama bak dedik. İnşallah, dedi. Döner mi dönmez mi belli değildi. Memlekete gitmeden memleketteki yeğenlerine alışveriş yapması gerekiyormuş. 5 yıldır burada olmasına rağmen İstanbul’u hiç bilmiyor, toplu taşımayı kullanamıyordu. Yeğenlerine oyuncaklar falan alması için Şövalye onu alışverişe çıkardı. Bavulu da yokmuş, içine yiyecek koymaması şartıyla bizimkileri verdik, Aksaray’a otobüsüne bırakıldı. Bu süreçte milyon kez telefonumdan Gürcistan’ı aradı ve geldiğine geleceğine planlar yaptı bin kişiyle.

Tembeliz galiba

İki haftalık bebeğe günlerce yalnız baktım. Uykusuzluktan ölüyordum. Ağlamaktan ve terlemekten bitap düşmüştüm. Süt olsun diye sadece malt ve hoşaf içerek günleri geçiriyordum. Halise zamanında geldi gelmesine ama yolda çok yorulduğu için ertesi iki gün ful uyudu. Bebek artık sıklıkla mama yiyordu. Gün içinde Halise’ye emanet edip yan odada uyumaya çalışıyordum ama bebek her uyandığında Halise annesiii, uyandı buuu, diye Jelibon’u bana getiriyordu. E, ben de taze anne saflığıyla aman da tontonum diyip Jelibon’u bağrıma basmamla Halise ortadan kayboluyor, odasında televizyon seyretmeye dalıyordu. Ömründe bir daha  televizyon görmeyecekmişcesine televizyon seyredebiliyordu.

Bir gün önce pişen yemeği mutlaka atıyor, bizim yediğimiz yemeği yemeyip kendine ayrıca yemek pişiriyordu. Kırkımız çıkmadan eve misafir almamıştık ama kırk günü eve dayılar gelmişti. Halise misafire çıkmadı. Kimsenin servisini yapmadı. O hengamede odasında televizyonunu izlerken arada gelip kendine makarna yapmaya çalışmış ama dalıp unutmuş, makarnanın kaynayan suları yerlere dökülmüştü. Gidip azarladım onu ilk kez. Telefon gelmiş, çok önemliymiş. Ona dalmışmış gibi beni daha da öfkelendiren bahaneler sıraladı.

Bütün ailesi de Istanbul’da çalışıyordu. Hepsinin koordinasyon merkezi Halise’ydi. Ne kendi telefonu ne ev telefonumuz susmuyordu. Ev telefonunu normalde kullanmazdık ama bir gol yemeyelim diye sınırsız tarifeye geçtim diye Şövalye söylenip durdu. Oysa Halise günde en az 2 saatini ev telefonunda geçiriyordu. Başka tarife bizi paklamazdı.

Haftada bir temizliğe biri geliyordu bize. Halise’den beklenen gündelik temizliklerdi ama yere bir süpürge tutmasını isteyen kaynanama temizlikçi kadının daha sık gelmesini söylemiş, bardakları raflara gelişigüzel dizdiğinde ‘bu evde çocuk var, böyle detaylarla uğraşamayız’ demişti. Kaynanam da usul usul Halise’ye yol vermemiz gerektiğini söylemeye başlamıştı. Şövalye ise Halise’ye acıyor, anneleri işe karıştırmamamız gerektiğini söylüyordu.

Akıl da biraz kıt sanırım

Halise ne çamaşır makinesini ne kurutma makinesini ne bulaşık makinesini ne de mikrodalgayı kullanabiliyordu. Hepsini otomatik bir noktaya ayarlattım. Çamaşır beyaz mı, hassas mı, bulaşık bardak mı tencere mi yoğun diye fark etmeden hepsini o ayarda yıka sen, diyordum. Buna rağmen kurutma makinesinin suyunu boşaltmayı unutuyor, renklilerle beyazları karıştırıyor, boyalarını birbirine aktırıyordu.

Halise’nin okuma yazma bilmediğini öğrenmemle beraber anksiyetem doruğa çıkmıştı. O yüzden şehir içinde otobüse binemiyordu. Bir de her seferinde şehrin uzak bir yerinden bir başka uzak yerine gitmeye çalışıyor, bize izin öncesi rotasını planlatıyordu. Otobüse binmeyen ve nadiren bilmediğimiz semtlere yolumuz düşen insanlar olarak iett.gov.tr’den aktarmalı deli rotalar çalışıyorduk.

Jelibon’un mamasını 90 ml’den 120 ml’ye çıkarmaya çalışıyorduk. Her 30 ml için bir ölçek mama koyuyorduk biberona. 90 için 3 konuyordu hep. Peki 120 için kaç ölçek koyacağız, diye sorduğunda beni yeniden ateş basmıştı.

Halise saate bakmayı da bilmiyordu. Bir keresinde Jelibon mamasını yemişti, gazını çıkarmaya çalışıyordum. Bir sonraki beslenmesinin saatini kestirebilmek için Halise’ye saati sordum. Cevap olarak büyük 7’nin üstünde, küçük 2’nin dedi. En son sanırım 5 yaşındayken annemle bu minvalde bir diyalogu yapmıştım. Halise daha da ileri giderek Cumartesi ne zaman oluyor? şeklinde tuhaf sorular soruyordu. Ben anlamıyordum. Günlerden Perşembe’ydi. "İki gün sonra oluyor", dedim. O, "nasıl yani?" diye tekrar sordu. İyice şaşmıştım. “Yani kaç kez yatıcaz”, dedi. “Ha, şimdi yatcaz kalkcaz, bir daha yatcaz kalkcaz. O zaman Cumartesi olacak” dedim. Anladı. Halise’nin zaman kavramı yoktu. O güneşin doğuşu ve batışına göre takılıyordu. Ama nedense kalkma saatleri güneşin doğuşuyla olamıyordu. Geceleri asla kalkmam, gece kalkarsam gündüz kalkmam, demişti. Ama gündüz de kapısına bangırdatmasak 11’e kadar uyuyordu. Sabahları 9’dan önce uyanmaması için benle pazarlığa oturduğunda ancak Halise’den vazgeçmemiz gerektiğine vardım.

Neden?

Halise bize geleli 2.5 ay olmuştu. Peki neden başka bakıcı denemek için bu kadar uzun beklemiştim?

Çünkü o kadar kabus hikayeler duyuyordum ki bakıcılara dair, Halise melek kalıyordu yanlarında. Çocuğa sakinleştirici iğne yapanlar, alkol alanlar, hırsızlık yapanlar, çocuğu dövenler, fuhuş yapanlar… Halise sabahlara kadar namaz kılıp bizim için dua ettiğini söyleyip ertesi gün bizi perişan edip bütün gün uyusa da dindarlığı itibariyle haram ve zinadan uzak duran aile kızı tipliydi. Çocukla da arası iyiydi. Yani onunla oynamayı seviyordu. Hoş, ben ve Şövalye de oynayıcıydık. Bakıcımız eksikti ama olsun diyordum. Çocukla arasının iyi olmasını yeter sanıyordum. Hem derdimi kime anlatsam -beni öyle tanıdıklarından belki de- pimpirikli sanıyorlardı. Kimse mükemmel değildi. Halise’yle anlaşmanın yollarını bulmalıymıştım.

Peki ne yaptım?

Halise’ye feci uyuz olan annem Adana’dan bize kimsesiz bir kadıncağız yollamaya çalıştı. Bu kimsesiz kadını bulmak için her yere haber saldı. Sonunda bir tane buldu. Kendisinin çok beğendiği kadını ben de göreyim diye Jelibon’u Halise’ye de bırakamadığımdan kaynanaya teslim ederek indiğim uçağın bir sonrakiyle geri dönmek üzere kalkıp Adana’ya gittim. Annemin bulduğu teyze Dilber Hala’nın tıpkısının aynısıydı. Yani eli çok becerikli ve çocuk konusunda da çok tecrübeliydi, belliydi ve referansları çok sağlamdı. Bana uyardı uymasına da Şövalye’nin asaleti bu Dilber Hala şivesi, görüntüsü ve tavırlarını kaldırır mıydı, bilemedim. Kadıncağız kimsesiz olmasına kimsesizdi ama konu komşuyla kaynaşık, çenebaz bir tipti. Komşularımı yolda görsem tanımadığım ve eve gelen gidenin de pek olmadığı Istanbulum’da kesin sıkılırdı. Bizde sıkılabileceğini söyledim de hatta. Niye anam, bir gomşun yoh mu? Çalarık kapısını, biz de allahın kuluyuk, o da zaar. Bir çay koyarık, sohbetleşirik. Gaynanan gelmiyor mu? Onunla otururuk, dediği için işte bu iş olamazdı.

Anne Şövalye’nin süper titiz bir arkadaşı bir ajansa danışarak bulduğu bakıcılarından memnun kalmış, numarasını verdi. Bir başka arkadaşım da başka bir ajansı önerdi. Halise’nin bir izin gününde her ikisini de aradık. İlk ajans adayları yarım saat içinde arka arkaya evimize yolladı. Ikincisi ertesi gün ofiste randevu verdi.

Konuştuğumuz adayların hepsi zaten yemeği, ütüyü, gündelik işi yapıyor ve gece kalkıyorlardı. Hepsi okuma yazma biliyordu. Hepsi de İstanbul’da nereye nasıl gideceğini biliyor, hatta da merkezi bir yerde oturuyoruz diye ekstra memnun oluyorlardı. Bir tanesi Amerika’da bile bakıcılık yapmış, bayağı İngilizce bile biliyordu. Yani hepsi Halise’den iyiydi. Peki hangisini seçecektik?

Genç mi olmalı teyze mi olmalı? Genç olanın telefonu durmaz, evde sıkılır, evlenip gidebilirdi. Teyze ise çocuk hareketlendiğinde ardından koşamayabilirdi.

Bir adayın referansına kendisiyle görüşmeden önce telefon ettik. Pek iyi şeyler demedi. Nedir diye sorduk. Meğer evde üçüz varmış. Dört odalı evde anne, baba, üç çocuk ve üç bakıcı. Bakıcılar birbirine girermiş. Allahım, ne hayatlar var, dedim. Halime şükrettim. Şükretmeli miydim? Uykusuzluktan geberiyordum. Evden ayakkabısız çıkacak kadar dalgındım. Anksiyeteden kalbim dışarı çıkacak gibiydi. Nasıl bir yola girmiştim? Bu ön dişlerinin hepsi altın olan ve böylece fark edilerek sınır dışı edilme ihtimalleri tavan yapan Türkmenleri mi on yedi kardeşiyle beraber yaşamak istemediğinden yatılı çocuk bakan yurdum genç kızlarını mı seçmeliydik?

Şövalye ise prezentabl, dil bilen, matmazel gibi bir şey istiyordu. Dedim o dediğinin maaşı bizimki kadar. Evde oturucaz o zaman. Bir ara onu da düşündüm. Ben oturmayacaktım elbette. Ben oturamazdım ama Şövalye otururdu. Hem o iş hayatından pek haz da etmiyordu. Çocuk bakmayı tontonla oynamak sanıyordu. Sansındı. Böylece ihale ona kalabilirdi.

Anne Şövalye’yle ikinci ajansa toplu görüşmeye giderken ilk ajans bize birini daha yolladı. Yoldaydık. Yolda buluştuk. 50’li yaşlarında bir teyzeydi. Bulgar göçmeniydi. O da acemiydi mülakatlar konusunda. Şunu yaparım, bunu yapmam demiyordu. Tatlı tatlı gülüyordu. Anne Şövalye’nin kanı kaynadı ona. Eskiden dedeye bakan Bulgar Şirin’e benziyormuş. Ay o çok iyiymişti, bu teyze de ona çok benziyormuştu.

Tamam, dedik. Hayriye Teyze'ye karar kıldık.

Teyze derken…Jelibon’a teyze. Bize ancak abla. Şurda 50 yaşımıza ne kaldı?

Pazar, Ekim 31, 2010

Tavuk Suyuna Çorba

Başlığa bakınca yüreğinizi ısıtan, hayallerimin gerçekleştiği güzel bir hikaye yazdım sanırsınız. Aldanırsınız. Ben gerçek tavuktan ve suyuna çorbasından bahsediyorum. Hikaye de kanımı donduran cinsten. Şöyle ki:

Çocuk doğurdum ve evdeyim ya. Benden ev kadınlığı da bekler oldular. Şövalye ve Şövalyegiller. Ya ben de can sıkıntısından bir iki kez öyle hazır çorba falan yapmıştım. Galiba elimi oradan yakaladılar. Sonra Anne Şövalye kolumu da kaptı. Biz evde uykusuzluk ve gaz sancılarıyla uğraşırken böyle gündelik işlerin ucundan tutmak adına bize uğramadan evvel evin market alışverişini yapıyor, getiriyordu, sağolsun.

Pardon, artık ‘biz’ demeyeceğim, ‘ben’ diyeceğim. Zira Şövalye’nin hayatında zerre değişiklik yoktu. Uykusuz kalınca başı ağrıyordu. Başının ağrıması ameliyatından dolayı hepimizi üzdüğünden süper bahanesi oldu. Geçiyor odasında yatıyor adam akşam oldu mu. Ben salonda yat-kalk-uyuyama-ama mutlaka kalk şeklinde zombilere taş çıkartırcasına mor gözlerle yaşıyordum. Şövalye sabahları her zamanki saatinde kalkıp işine gidiyordu. Akşam eve geldiğinde marketten alışverişini yapmış, annesinin getirdiklerini pişirmiş eş buluyordu bir de üstüne bonus olaraktan. Adamın hem çocuğu doğuruluyor hem sofrası kuruluyor. Bunun için emek sarfetmesi gerekmiyor üstelik. Kendimi bildim bileli erkek doğmuş olmak istemiştim. Bu avantajını bilmeden üstelik. Şimdi bin kez daha isterim erkek doğmuş olmayı.

Bir keresinde Anne Şövalye bütün tavuk almış marketten, buzluğa koymuş. Günlerce onu pişirin dedi, durdu. Ben ömrümde bütün tavuk almamıştım. Öyle bütün hayvan alıp parçalamaktan falaz hiç hazzetmem. Hem çok iş hem de zaten vejeteryan olmaya yatkın bünyemi rahatsız da eder bu kafası kopmuş vücutları parçalamak. Dört kiloluk çocuğu çıkararak alt takımları dağıtmışken, totomun üstüne oturamazken, uykusuzlukla imtihan edilirken bir de süt derdine ve mama suçluluğuna düşüp üzerine de hormonlarım yüzünden intihar düşünceleriyle ağlar dururken bütün tavuğu düdüklüde pişirmem üzerine baskılara maruz kalıyordum. Ben bilmem bunu pişirmesini dedim çekinmeden. Bakıcınız pişirsin, dedi. Bakıcımız benden turist. Bebeğe bakmadığı gibi yemek de yapamıyor çıktı. Şimdi 'o bilmez' desem bizim tuttuğumuz yardımcı bu kadar olur diye bir ton laf işiticem diye sustum. (Bu, ayrı bir yazının konusu)

Düdüklüye koy, 20 dakikada olur, dedi Anne Şövalye. Evde bir düdüklü tencere vardı. Birisi hediye getirmişti düğünden sonra ama hiç kullanmamıştım. Saksı niyetine duruyordu uzak rafların birinde. Bir kullanma talimatı vardı. Bir sayfaydı ve resimliydi ama baktım baktım, anlamadım. (Lohusalıkta zeka geriliği de ayrı bir yazının konusu) Anne Şövalye’yi aradım. Sordum bu düdüklü nasıl çalışır. Bilmiyor ben. Anlattı. Çok basitti. Tavuğu koyuyorsun. Üçte ikisi kadar su koyuyorsun. Kırmızı düğmesi yukarı çıkıncaya kadar yüksek ateşte pişiriyorsun. Sonra kısık ateşe alıyorsun yirmi dakika kadar. O kadar. Sonra araya başka laflar girdi. Telefonu kapattım. Tavuğu koydum ama bütün herşeyi unuttum.

Gururumu ayaklar altına alarak tekrar Anne Şövalye’yi aradım. Ben unuttum bu düdüklü şeysini, bana tekrar anlatır mısınız, nasıl oluyordu, diye tekrar sordum. Tekrar anlattı. Ama bir baskı daha ekledi. Tavuğun suyuna da bir çorba yapaymışım.

Tavuk pişerken aklıma tavuğun içinde olabilecek organları temizlemediğim geldi. İyice sinirlerim bozuldu. Şövalye’ye mesaj attım. Bu tavuğu yaptım ama sanırım iç organlarıyla pişirdiğimden ziyan oldu, dedim. “Uzaylı mısın, nesin? Köyden canlı tavuk almadık herhalde. Tavuklar temizlenmiş satılır hep”, dedi. Sen misin bunu diyen?

Ben bütün tavuğu düdüklüde pişirip suyuna da çorba yapacak kadın mıydım? Ya sen ne zaman benim böyle domestik gördün? Çocuk doğurdum diye evkadını da mı oldum? Bir bu eksikti. Zaten her yerim acıyor. Uykum var. Tavuğuna da çorbasına da…

Küfür, hakaret, evet ama yaptım mı? Yaptım. Suyuna çorba da yaptım. Her demet. Zalim felek.

Pazar, Ekim 17, 2010

Lohusa Hüznü

Yeni doğmuş bebek tayfasının mideleri ceviz kadarmış. Emiş güçleri de bu cevizi ancak 15-20 dakikada dolduruyor. Biraz ık mık. Biraz gaz çıkartmak için sırtına pat pat. Biraz alt değiştirme. Biraz pış pış. Derken yarım saat geçiyor. Üstüne yarım saat uyuyor. Sonra yeniden uyanıyor. Herşeyi sil baştan tekrar yapıyorum. Bunu tekrar tekrar günlerce gecelerce yapıyorum.

‘Bebek uyuduğunda sen de uyu’ diyorlar. Yarım saatiniz olduğunu bilerek uyumak ne mümkün? O yarım saatte de genellikle ağlıyorum. Hem terliyorum hem ağlıyorum. Gecenin köründe elimdeki moklu bezi mutfağın küçük balkonundaki çöpe atarken karşıma çıkan şehrin ışıklarına bakıyorum. Benim dışımda ne kadar çok şey yaşanıyor, diyorum. Ben burada, yaka düğmeleri her daim açık bu terli gecelikle, dünyadan bihaber aynı mekanik hareketleri yaparaktan ömrümün kalanını geçireceğim gibi geliyor. Biraz daha ağlıyorum. Sonra beşinci kattan aşağıya atlarsam birkaç saniyede herşey bitecek, diye geçiyor içimden. Ya da Jelibon’u Anne Şövalye’ye evlatlık verip dünyanın en öbür ucuna, Yeni Zelanda’ya kaçma hülyaları kuruyorum.

Uyumaya çalışıp başarılı olduğumda da karabasanlar geliyor. Uyanmaya, kalkmaya çalışıyorum, yanımdaki kanepede yatan anneme seslenmeye çalışıyorum ama kıpırdayamıyorum. Anneme bundan bahsettim de başucuma bir Kuran koysam iyi olacağını söyledi. Lohusalara gelirmiş cinler. Aman be, oldum. Şu vakitsizliğimde bunun düzensiz uykudan kaynaklanan uyku felci olduğunu gugıllayarak öğreniyorum. Öğrenmem karabasanları kovmuyor fakat. Ha bire, ha bire bunu yaşıyorum. Kıpırdayabildiğimde de kötü kötü rüyalar peşimi bırakmıyor. Ya bebeği düşürüyorum ya tehlikeli bir yerde bırakıyorum ya beslemeyi unutuyorum. Uyumasam daha iyi, oluyorum.

Dayanıklı bir tipimdir ben. Hem fiziksel hem duygusal anlamda ortalamanın üstünde dayanmama rağmen hayatımda bu kadar zorlanmanın yanından bile geçmemiştim.

Uykusuz bırakmak bir işkence çeşididir ya hani. İşkencede en azından duygusal anlamda endişe edeceğin bir şey yok. Mal gibi uyandırılıp duruyorsun o kadar. Burada uyku-uyanıklık arası bebeğinin başına bir şey getirmemeye de çalışıyorsun. Endişeden geberiyorsun. Kadınların bu zorlu kaderinin bir sebebi olmalı diyorum. Sabah oluyor. Mesela televizyonda Sabahın Sedası oluyor. Bu kadının da bir oğlu vardı, diyorum. 20li yaşlarında olmalı. Kazık kadar. Ama yine de endişeden nefes alınamaz olmalı. Yani ne yer ne içeri geçsek bile, hızlı araba, uyuşturucu kullanır mı, üniversitesini bitirir de düzgün bir hayat kurar mı kendine, diye düşünüyor olmalı şu an diyorum. Ama tüm bunları düşünürken nasıl saçlarını savurup göbekler atıp ekranlarda gülümseyebildiğini anlayamıyorum. Ben saçımı taramadan tepeme toplamış, süt, kusmuk ve yağlı meme kremi izleriyle dolu geceliklerle ömrümü bu kanepede geçireceğimi sanarken bir gün normal hayata dönebileceğim fikrinden de gittikçe uzaklaşıyorum.

Bu kadar zor olmasa. Jelibon daha çok uyusa ya da öyle bir şeye ihtiyacı olmadan sakin durabilse mesela. Ben de bu esnada onun kirpiklerini saysam. Saçlarını okşasam. Parmaklarını seyretsem saatlerce. Sevsem. Sevemedim diye suçlanacağıma sevmeye vaktim kalsa da sonra değerlendirsem hislerimi.










Cuma, Ekim 08, 2010

Sütüm Yok

Doğumun ertesi gününde de sütüm yoktu. Doğumdan sonra totomun üstüne oturamaz, hormonlarım yüzünden devamlı terlerken, uykusuz ve yorgunken, eş dost hastaneye akın ederken sütsüzlük yüzünden ağlayan çocuğa içimin parçalandığı yetmiyormuş gibi tuttuk bir de onu sünnet ettirdik. Kanlı et parçasını da eşantiyon olarak yollamamışlar mı? Dakikalarca ağladım canı yanmış mıdır, diye.

Bir kere ben sünnet ettirme konusunda çok emin değildim. Yani bu vücut onun, kendisi karar versin onunla ne yapacağına, diye liberal demokrat bir anne olarak düşündüm. Bir de zaten tıp dünyası sünnetin ne kadar sağlıklı olduğu konusuna yeniden şüpheyle yaklaşmaya başlamışken fena olmazdı. Ama çocuk arkadaşları arasında rencide olur, eşin dostun baskısına dayanamaz yaptırırsın, bu sefer aklı erer de travma olur, bir günlük bebekken pek de hissetmezmiş dediler, kanıma girdiler. Çocuğum baygın baygın dönmüştü sünnet operasyonundan. Meme verdim biraz huzur bulsun diye ama faydasızdı.

Açlıktan artık avaz avaz bağırdığında bebek hemşirelerinden yardım istedim. Geldi biri. Çocuğu kucağına aldı. Tulumunu düzeltti. Tekrar mememe koydu. Emzir, dedi. Emzirirsen sütün gelir.

Sekiz saattir emziriyorum dedim. Bak, damlası yok. Mememde de ağlıyor çocuk.
Mama vermemiz gerekir o zaman, dedi.
Verin, dedim
Doktora sormalıyız, dedi.
Sorun, dedim.

Bir türlü soramadılar ya da doktor izin vermedi, bilemiyorum ama Jelibon’la artık yorgun düşüp beraber uyumuşuz aynı yatakta. Ya üstüne yatsaydım çocuğun?

Hastaneden çıkışımıza kadar mama konusu havada kaldı. Doktor verebilirsiniz, dedi de rahatladık. Bu iri bir bebek, dedi. Çok da talepkar. Yanlış da durmuyor memede. Sütün gelir birkaç güne. O zamana kadar mama verebilirsiniz, dedi.

Gönül rahatlığıyla şu çocuğu kucaklayamamış, mırıl mırıl uyutamamıştım. Eve döndüğümüzde de psikopatça emzirdim. Saat başı hastane tipi en baba pompalarla dakikalarca pompaladım. İki hafta boyunca bunu yaptım. İlk günler bir damla dahi çıkmayan süt ikinci hafta biberonun dibini ıslatacak kadar geliyordu. O da çok azdı.

Devlet sağlık ocaklarını annelerin peşine salmış. Doğumda topladıkları topuk kanlarını tahlil ettirtiyor, ne güzel, ne faydalı. Ama 'ilk altı ay sadece anne sütü vermelisiniz' konulu hemşire ezberleri ve ısrarları sayesinde Jelibon’a her mama verişimde bana zehir veriyormuşum gibi hissettirdiler. Zaten annelik suçlulukla karışık yetersizlik hissinden ibaret bir şey. Sütüm yok diye iyice doldurun beni. Aferim.

Gel zaman git zaman isyan etmeye başladım. Gözüm iyice açıldı. Birileri kadınların üstüne oynuyor. Ez, boz, uğraştır, kötü hissettir onları diye. Bu kadar fiziksel çilenin üstüne bir de pişman olsunlar, diye.

Konu hakkında okumadığım makale, bilimsel araştırma da kalmadı. Uykusuzluğumun arasında bunu da yapabildim. Takmıştım bir kere. Gerekirse bu memeler parçalanacaktı da öyle rahatlayacaktım.

Mama alanlar ile anne sütü içen bebekler arasında yapılan karşılaştırmalar hep anne sütünden yana çıkarken annenin eğitim durumu, ailenin sosyo-ekonomik durumu gibi faktörler de katıldığında ikisi arasında fark kalmıyordu. Sağdan soldan zamanında anne sütü emmemiş arkadaşlarım çıkınca içim biraz daha rahatliyordu. Düella da Esincan da mahallenin ineklerinden beslenmişler. Gayet de kocakafalar. Bir başka tanıdık amcamızı –ki meşhur ve de yaşını başını turp gibi almış bir doktordur kendisi- köylük yerde doğumda annesini kaybedince inek sütüne koyunun iç yağını katıp içirmişler.

Ama sonra acaba bu hikayeler ‘sigara içmesine rağmen yüz yaşına kadar yaşadı’ gibi istisnalar mı diye düşünüyordum. Jelibon hayata boş memelerim yüzünden 1-0 mağlup mu başlıyordu?

 

Perşembe, Ekim 07, 2010

Doğumun Detaylı Hikayesi

Sabah 9’da evimizin dibindeki hastanemize yürüye yürüye gittik. 30 Ağustos resmi tatili sebebiyle hafta içi olmasına rağmen polikliniklerde sadece nöbetçi doktorlar vardı. Nöbetçi kadın-doğumcu iki santim açıldığımı söyledi. NST’te de sancılar ancak yirmilerde geziniyordu. (NST, annenin kasılmalarını ve bebeğin kalp atışını ölçen bir alet. Kasılmaların tavanı zannediyorum 100 civarında) Sancımın ve açılmamın az olduğunu söyleyerek eve gitmemi önerdi. Doğuma daha iki gün bile olabilirmiş. Sancım az ne demek, oldum. Ağrıyor yahu. Hem de totomdan beni ikiye ayıracaklar gibi ağrıyor. Totodan mı doğuruluyor, nedir.

Kendi doktorum da telefonla katıldı bu sohbete. Bu sancılar yeterli değil, dedi. Gerçek sancıda öyle oralarda dolanamazsın, dedi. Ben ısrarla biraz kafeteryada bekleyip yeniden NST’ye bağlanmak istedim. Bu arada nasıl canım tatlı istiyor, nasıl anlatamam. Ne zaman acı çeksem tatlıya saldırmamdan olsa gerek kafeteryada mozaik pasta, profiterol, tiramisu, ne varsa yedim. Tekrar NST’ye bağlandım. Sonuç yine aynıydı. Doktor sancılar beş dakikada bire inmeden gelmemizin anlamsız olacağını söyledi. Hastaneye erken yatmak da moralimizi bozabilirmiş. Kös kös eve döndük. Hastaneye yatmadığımızı gören annem evde sancı mı çekilir, diye yine başlandı söylenmeye.

O gün sabah 11’den akşam 7’ye kadar sekiz saat boyunca sancıları sıklaştırmak için ne gerekiyorsa yaptım. Powerturk, MTV ne varsa açıp dans ettim. Yürüdüm, zıpladım. Bütün sancıların sıklığını ve süresini kaydettim. Uzun süre on dakikada bir kaldık. Sonra uzun süre sekizde. Artık her sancıda kıvranmaktan beter oluyordum. Sancımı duyan eve de geliyordu üstelik. Tam seyirliktim. Totomu ovuşturmaktan totom da morarmıştı. Sonunda altı dakikayı görmüştük. Evdeki gazeteleri, dergileri de kapıp çıktım dışarı. Şövalye gazeteleri almamın saçmalığından bahsedip onları elimden alıp eve geri bırakmaya çalışırken apartman boşluğunda ona bağırdığımı hatırlıyorum. “Bir kere de itiraz etme, etmeee!” diye. Niye yanıma gazete, dergi aldığımı bilmiyordum. Sanırım hastaneye gittiğimizde yine yetersiz sancı diyecekler ve bu yalancı sancılar da bitecek de ben de belki biraz yatarak vakit geçireceğimi düşündüğümden aldım onları yanıma. Ama her ne olursa olsun canım burnumda-pardon totomdayken- neden yanıma gazeteleri almışım da bu çok saçma bir hareketmiş de konuşmasını yapasım yoktu. İstersem yanıma takım elbise bile alırdım. O dakika kimse ne yaptığımı sorgulamamalıydı.

Apartmanın kapısına indiğimde yürüyemeyeceğimi fark ettim. Ağrıdan geberiyordum. Üç adımlık yola arabayla gittik. Hastaneye acilden girdik ama kimse doğuran kadını acilden saymıyor memlekette. Şurda bekleyinler yirmi dakika sürdü. Acıdan ağlarken ses çıkarmamaya çalışıyordum, Şövalye de gözyaşlarımı siliyordu. Doğum katına çıkarıldım. Şövalye yatış işlemlerimle ilgilenirken hemşireler bana hastane gömleği giydirdi. NST’ye bağlandım. Ay alet durduğu yerden kayar, hemşire gelmez, ağrım tavan yapar. Artık salmıştım kendimi. Biraz da kattaki hemşirelerin huzurunu kaçırıp biraz benle ilgilenmeleri için bildiğiniz bağırıyordum. O kadar alışık olmalılardı ki cool cool salınmaya devam ettiler. Kateterden kaçışım yoktu. Elimi bin yerden deldiler. Damarlarım zor bulunuyor bahanesiyle. Nedense memlekette hemşireler süper iğne vuruyor aslında ama herkesin damarı zor bulunuyor. Sancımdan kıvranırken kıpırdamadan bekleşip delinmek de zordu be. Ben bağırdıkça hemşireler sancılarımın kırklarda olduğunu ve daha uhuuu bin beter ağrıyacağımı söyleyip moral verdiler. Hastaneye gireli bir saat olmuştu. Nöbetçi doktor geldi ve beş santim açıldığımı bildirdi. Epidüral alabilirmişim anlamına geliyordu bu. İçime sular serpildi ama epidural mutluluğuna erişmem için doktorların raporlar yazıp çizip, bana lağmanlar yapılıp, anestezistin bulunup, konuyu bana anlatıp onaylatması falan gerekiyordu. Bu da en az bir saat sürdü.

Epidural harika bir şeydi. Kızgın kumlardan serin sulara varıştı.

Rahatlamışken suni sancıyı da dayadılar ki açılmam hızlansın. Olsun, nasılsa hissetmiyordum. Sonraki iki saat boyunca açılmam hızlanmadı. Epidüralin etkisi de aniden geçti. O esnada kimseler yoktu. Şövalyegiller ve annemler nasılsa bekleşiyoruz diye kafeteryaya inmişti. Bir tek Yonc vardı yanımda. Ben çığlık çığlığa bağırıyordum. NST’de dur durak bilmeyen tavan yapmış sancılar dakikada biri gösteriyordu. Tek hatırladığım Yonc’un iki elinin tüm parmaklarının hepsinin birden ağzında, bana dehşetle bakıyor olmasıydı. Ha bire koridora koşturup doktor, hemşire kimi olursa kolundan tutup paylıyor, azarlıyor, bana yeni bir epidural iğnesi yapılması için kıyametleri koparıyordu. Sonradan öğrendiğime göre doktorlar Yonc’u azarlayıp korkulacak hiçbir şey olmadığını; paniğiyle kendi işlerini yapmalarına engel olduğunu söylemiş ve bizimkilerden Yonc’a hakim olmalarını istemişlerdi. Ama Yonc’un ortalığı velveleye vermesi işe yaramış, ikinci epidüralim yapılmıştı.

Epidüral ne harika bir şeydi hakkaten de.

Doktorum gelmiş ve fakat doğum ilerlemediği için daha sabaha ancak gelir bebek diyerek gitmişti. Hatta arada sezaryen olayım diye bebeğin yüzü ters demiş, doğum anında epidüralsiz kalmalısın bak daha da ağrıyacak demiş, elinden geleni yapmıştı beni korkutmak için. Hatta bebek Zafer Bayramı’nda doğar istersen bile demişti, ne alakaysa. Benim için bunun hiçbir önemi yoktu. Hatta tam tersine, 31’inde doğsundu ki bayram günü arkadaşları tatilde falanken doğumgünü organizasyonu yapması zor olmasındı. Hem o kadar sancı çekmiştim, şimdi vazgeçemezdim. Sezaryen dediğin gününü alıp gidersen makbul. Hem cefa çekip hem ameliyat olmak istemedim. Gideceği yere kadar gitsin dedim. Bir yandan merak da ediyordum bu ağrının nereye varacağını. Şaka gibi bir şeydi.

Yonc ortalığı birbirine katarken bir an doğurduğumu sandım. İçimden bir şey çıkmaya çalışıyordu. “Bir şey geliyor. Bir şey geliyor” diye hemşirelere seslendim ve bir şey geldi. Pofff diye suyum patladı yatağa. Kovalarca sarı suyun ortasında kalmıştım. Hemşireler karga tulumba beni kaldırarak örtülerimi değiştirdiler. Sonra Yonc saat başında gelip açılmamı kontrol edeceğini söyleyen doktorun gecikmesini fırsat bilip ortalığı yeniden birbirine kattı. Nöbetçi doktor geldi. On santim açılmıştım ve doğum başlamıştı.

Apar topar ameliyathaneye indirildim. Yolda annemleri gördüm. Onlar da sabahlayacaklarını sanarken gece yarısına doğru koşturularak doğuma alınışımdan bir şeylerin ters gittiğini sanıp paniklediler. Herkesin suratında panik görüyordum. Ben ne hissediyordum, bilmiyordum. Devamlı acı çekmekten, orama burama bir şeyler takılmasından artık kendimi koyvermiş, olacaklar olsun olmuştum.

Doğumhane tadilattaymış. Ameilyathanede doğuracaktım. Ameliyathane buz gibiydi, haliyle. Üşümeye başlamıştım. Yeşil gömleklerin altından elektrik süpürgesi hortumu gibi bir şeyle sıcak hava üflettiler vücuduma. Doğurma masası da yoktu. Bir dünya yastıkla dümdüz ameliyat masasını biraz dikleştirip beni yarı oturur pozisyona soktular. Odada en az on kişi vardı. Bana kendilerini tanıtan bir dünya doktor ve hemşire. Hepsi ameliyat insanlarıydı. İlk kez doğum görüyoruz burda, a maa, dediler merakla. Doktorum hala yoktu. Çok yakın olan evinden koşarak içeri daldığında nöbetçi doktor ıkınmamı söylemişti bile.

Şövalye kapıda bekliyordu, 'o da gelsin' dedim doktoruma. O benden de şaşkındı. Geldi ama yanımda durdu. Doğum anına fazla kapılmadı. Yüzümü okşadı, elimi tuttu falan. Beş kez ıkınmıştım. Sonuncusunda Jelibon öyle usul usul değil, bildiğiniz fırlayarak çıktı. Onu alıp yan masada ağzına burnuna borular sokup içini temizlediler. Sonra yüzünü yüzüme yaklaştırdılar. Adam burnumu emmeye çalıştı. Esmer ve kıvırcık saçlı gibiydi. Kan revan içinde değildi. Düzgün ve sağlıklı gözüküyordu. Mutluluktan mı rahatlamaktan mı artık bilemiyorum ama biraz ağladım. Sonra bebeği yukarı çıkardılar. Şövalye de gitti. Ben dikilmek üzere yarım saat daha kaldım. Bir süre sonra bir hemşire geldi ve Jelibon’un apgar testinin 9 küsür olduğunu ve 4 kilo tartıldığını söyledi. İyiydi bizimki çok şükür. Toramandı.

Yukarı çıktığımda artık kimse benle ilgilenmiyor, herkes Jelibon’a bakıyordu. Daha ne olduğunu anlamadan Jelibon’u kucağıma verdiler emzirmem için. Adam yüz yıldır bu anı bekliyor gibi yapıştı. Emdi emdi emdi. Lakin ne emdi bilemiyorum. Kabus devam ediyordu. Tam da tahmin ettiğim gibi sütüm yoktu. Çocuk ağlayıp duruyordu. Hemşireler emzirirsen sütün gelir, dedi. Saatlerce emzirdim ama gelmedi. Jelibon ağladı ağladı uyudu. Ben de uyudum. Ara ara uyandığımda Şövalye’nin hastanenin beşiğinde uyumakta olan Jelibon’u izlediğini görüyordum. Son 48 saatin en güzel anı buydu.