Cuma, Kasım 22, 2013

Jelibon'un Yemekle İmtihanı

Jelibon Karatay Diyeti yapan bir çocuk. Et, süt, yumurtadan başka bir şey yemiyor. Meyveyi, sebzeyi ağzına sürmüyor da denebilir. Ekmek, poğaça gibi hamur işlerini de nadiren yiyor. Ekmeği mesela üzerindeki krem peyniri yalarken ağzına kaçabilen kırıntılar düzeyinde yiyor aslında. Yine nadiren Eti Negro bisküvisi yiyebiliyor. Ama Negro olacak. Başka bir şey olmaz. Bazen de Aralıklı Oruç (Intermittent Fasting) tutuyor. Bir gün hiçbir şey yemiyor. Ertesi gün bir oturuşta yarım kilo et yiyor.

Bu sene mahallenin yuvasından aldık. Daha ‘düzgün’ bir yuvaya yolladık. O düzgün yuvada Jelibon’un yeme probleminin üstüne gitmeye karar verdiler. Öğretmeni dedi ki aç bırakırsanız yer. Acıktığında önüne sebze koyun. Yemiyorsa kaldırın. Her yemek istediğinde önüne sebze çıkarın. Çok acıkınca illa ki yer.

Bu yöntemi Şövalye de uygulayalım der dururdu aylardır. Anne Şövalye de. Benim annem de. Hayriye Hanım da. Komşu teyzeler de. Tüm dünya Jelibon’un aç kalırsa sebze yiyeceği teorisindeydi. Tamam, ulam, dedim. Sizin dediğiniz olsun. Deneyelim. Ama bilin ki ben tamam dersem uygularım. Zayıf halkalar sizsiniz. İlk gözyaşında vazgeçecek olan ben değilim. Sizsiniz. Tamam mı? Tamam.

Jelibon acıktığında önüne bezelye kondu. Fasulye kondu. Köfte bitti, süt bitti, dendi. 48 saat boyunca hiçbirini yemedi. Ağzına 1 kalori girmedi. Arada annem uğramış. Annane, çantanda bisküvi var mı, diye sormuş. Annem ağlamaktan kahrolmuş beni arayıp verin şu çocuğa istediğini dedi. Şövalye’nin içi kıyıldığından ona istediği yemeği vermiyorum diye benle dalaştı. Hayriye Hanım köşelerde üzüldü. Bütün zayıf halkalar beklediğim üzere kopmaya yaklaştılar.

İki günlük açlığın sonunda koltuktan kalkamaz hale geldi çocuk. O kadar enerjisi çekildi ki, ‘anne beni kaldırsana’ dedi. Yürümeye takati yoktu. Öğretmenini aradım. Dedim bir gün daha devam edersek hastanede seruma gireriz. Gidişat bu. Ne yapalım? Araya başöğretmen/psikolog girdi. İstediğini verin. Sadece yuvaya kahvaltı etmeden gelsin. Burada çeşitli düzenlerle yemek yedirmeye çalışacaklarını söylediler. İyi diyip koydum köftesini önüne. Çocuk bayram etti. Zayıfların gözyaşları dindi.

Aradan üç ay geçti. Yuvada geldiğimiz nokta Jelibon’un yemek masasına bari oturduğu bir düzen oldu. Oturuyor ama yemiyor. Arkadaşlarını bekliyormuş. O gün bu gündür yuvaya gitmek konusunda arıza da çıkarmıyor. Daha evvel ‘bana orada yemek veriyorlar, gitmiycem’ diye ağlayıp tepiniyordu. Sanki işkence ediyorlar, der gibi.

Bu olaydan sonra ne yedin, ne yemedin diye takibi de bıraktık. Jelibon’un inadı hepimizi kırıyordu çünkü. Bu inatla savaşacak kadar güçlü bir ekip değildik. Boyumuzun ölçüsünü almıştık. Hem yuvayı ‘yemek yemesi beklenilen yer’ olmaktan çıkarmamız da gerekiyordu. O yüzden ona yuvada hangi şarkıyı öğrendin, nasıl resim yaptın falan diye soruyoruz önden. Yuvada ne yedin, sorusunu 15. sırada falan soruyorduk.

Geçen gün yuvadan döndüğünde Hayriye Hanım’a, “Ben yuvada çorba içtim. Pilav ve yogurt yedim” demiş. Yuva defterini o gün boş bırakmış öğretmeni. Bir heves aradık. Yedim demezdi çünkü. Dik dik, bir şey yemediğini söyler, bazen de kıvırmak babında büyüyünce yiyeceğini söylerdi.


Öğretmeni maalesef çorba-pilav-yoğurt hikayesini doğrulamadı. Peki dedim, neden söyledi acaba bunu. İlk kez uyduruyor. Üstelik üzerinde zerre yeme baskısı yokken. Demek ki fikren yemek yeme fikrine alışmış. Yakında tatlarına bakacağını iddia etti. Bana pek inandırıcı gelmedi bu iddia ama bekleyip göreceğiz bakalım. 

Cuma, Eylül 27, 2013

Motivasyon Aranıyor

Bir sene üzerinde çalıştığım proje patladı. Beraberinde hayalini kurduğum kariyer zıplaması da. Hiç zaman kaybetmeden ağır bir depresyona girdim. Yoldan yanımdan geçen insanları  durdurup ‘ben çok üzülüyorum’ demek istiyordum. Jelibon styla. O öyle derdi bir ara istediği bir şeyi yapmadığımda. “Ama ben.. Çott.. Üzüloorum”

Neye üzüldün desen, kariyeri ziteyim, derim. Bu tam öyle bir şey de değil. Bir senelik emeğim de. Kullanılmayan doğum iznim de değil.
Böyle proje göz göre göre patladı. Kazayı gördüm. Engel olamadım. Engel de olamazdım. Beni aşardı ama işte kontrolü kendimde sanma şuursuzluğumdan bir daha sınandım.

Depresyonun dibindeyken Gezi olayları başladı. Hazır evde çocuklardan uyku yokken sabaha kadar elimde telefon, ipad, devamlı twitterda gezindim. Paylaşılan linkleri okudum. İki kere Gezi’ye gittim. Gayler için yürüdüm. Bundan sonra bütün ezilmişler için tepkimi göstermeye söz verdim. Bu içinde bulunduğum ağır ruh halini hafifletmedi elbette. Başka bir forma soktu. Artık kendi ve ailesi adına, millet adına endişeli, uykusuzluktan beyni durmuş, günde üç saatini trafikte geçiren bir patetike dönüştüm.

Bu duruma da alıştım derken yaz tatilleri başladı. Çoluk çombalak hem anneanne hem babaanne yazlıklarından başka yerde paklanmayız derken az ama çok az kafamı dinlerim sandığım yerlerde kayınvalide ve anne hışımlarına uğradım. Jelibon’un yemek yememesi notoryus boyutlara ulaştığından ikisinin de şaftı kaydı. Kah bana kah Hayriye Hanım’a kestikleri biletlerden gına geldiğinde kayınvalideyle itişmeyi totom yemedi ama anneme güzel patladım.

Dedim ki toton yiyorsa şu çocuğa dil, öğret matematik öğret. Olmadı okul parasını öde. Varsa yoksa ne yedi, ne yemedi. Zıkkım yesin. Ya da yemesin. Bir şey yemesin. Ölmez heralde, napiym.

Şövalye her sene iş değiştirdiğinden yaz tatili yapamaz. O yüzden ona haftasonları gitmeli gelmeli, bana arada gitmeli gelmeli 5 kişilik aile düzeneğinde 35 tane uçak bileti almışım. Toplanın gidiyoruz demeyi totom yemedi. Bağırdım bağırdım gidip arka odaya kitap okumaya çalıştım. Okurken Jelibon geldi. “Anne, biz nere gidoorus?” diye sordu. Verdiğin hiçbir cevabı beğenmeyerek milyon kere sormaya devam etti. Duymak istediği ‘hadi dışarı çıkalım, akülü arabanı sür’ idi cevabı. Oraya gelinceye kadar nere gidooruz, nere gidooruz.

Akülü arabasını 500 metre sürdükten sonra sıkılıp ben binmiycem, sıkıldım da der. Hava gölgede 45 derece olan Adana Ağustos’unda o 40 kiloluk arabayı ittire kaktıra eve geri götürmek bana düşer. Totomu koyar koymaz başka bir problem çıkar. Mesela Planters bunun bir oyuncağıyla oynadığı için yarım saat ağlar. Ağlamasından Planters da ağlar. Hadi yine dışarı çıkarız ki bu senfoni dinsin. Bu sefer çocuk havuzunda oradan atlama, buradan patlama Jelibon diye boğaz patlatırım. 3 saat havuzdan çıkmayan Jelibon ertesi gün muhakkak kusar, ishal olur. Hani derseniz ki Hayriye Hanım , anneanne falan ilgilenseydi. Jelibon ‘anne yapsıııın’ diye kendini yerlere atarken bu pek mümkün olamadı. Anne sürsün. Anne yıkasın. Anne oynasın.

Yazmiyim daha fazla bu moktan geçen yazı. Eylül gelsin, ofise dönünce yerdeki halıfleksleri öpücem, diye diye çok şükür yaz bitti.  Velhasıl bu bitiklikte yazı da yazamadım.
Zaten yazacak bir gözlemim de kalmadı. Genellikle dünyadan bihaberim. Bir şeyler okumaya vaktim yok. Pansiyon eve kapandı. Yonc da manita yaptı. Benle görüşen, beni besleyen de kalmadı. Çocuklarla hayat kısmı kaldı bir tek harbi ilginç olabilen. O da benim okur kitlemi açmıyor. Zaten o konuda ne yazsam linçe gidiyorum. Alkış da yok. Sıkıcı yani. Yazma motivasyonumu kaybettim. Bulmaya zorlamaya karar verdim işte. Bakalım. Kısmet.

Salı, Nisan 30, 2013

Uyku, Biraz Uyku


O kadar meşgulüm ki meşguliyetimi anlatmaya bile vaktim yok. Proje temposu, iki çocuk temposu, her gün çekilen üç saatlik İstanbul trafiği temposu, seyahat temposu üst üste şaka gibi oluyor bazen. Daha ne olabilir derken bir şey daha illa ki çıkıyor. 

Jelibon’u doğurduktan sonra ‘artık dergi, gazete okuyamıyorum’ diye bunalmıştım. Şimdilerde gazete ve dergi bir gençlik hatırası. Eve her gün gazete geliyor. Kapağını açmadan atıyoruz. Ne akil insanları, ne Survivor’I, ne Ergenekon’u…hiçbir konuyu bilmiyorum. 

Geçenlerde projemiz için risk babında ‘ya nükleer bomba atılırsa’ demişti yabancının biri. Nasıl yani, olmuştum. Yok artık, olmaz öyle şeyler canım, kah kih diyip adamın şüpheciliğini klinik bulmuştum. Kim Türkiye’ye nükleer atacak? İran mı? Onlarda vardı galiba birtakım bu tarz silahlar. Ama zaten adamın Kuzey Kore’yi kast ettiğini resmen bir hafta sonra anladım. O da bir seyahatim sırasında bir kitapçı standında gördüğüm The Economist’in kapağındaki Kuzey Koreli diktator sebebiyle. O an çaktım köfteyi.   

Sadece dünyanın politik ekonomik halleri de değil, pop kültürü de bilmiyorum. Mesela televizyonda Turkcell reklamı görüyorum. Bu ne,diyorum. Anlamıyorum. Meger Harlem Shake yapıyorlarmış. Öyle bir şey varmış. Şövalye bana ‘Uzaylı mısın?’ diyor. Olabilir aslında. Aslında dünyadan habersiz çok dünyevi şeyler yapıyorum. Ne garip.

Bu cehaletimle barışığım ama. Napiym, diyorum. Bilsem nolucak. Bildiğimde ne olmuştu ki. Artık ihtiyaçlarım entelektüel değil. Atom bombası da neymiş. Günde beş-altı saat uyku bana bayram havası estiriyor. Uyursam benden atomu yok.

Pazartesi, Nisan 01, 2013

Çinli Oyuncak Kabusu


Jelibon’a zırt pırt oyuncak alıyoruz. Hiç öyle çocuğuma az oyuncak alıcam, malının kıymetini bilsin tribini yapmayın önceden. Büyük konuşmuş olursunuz. Öyle olmuyor çünkü. Evde görmezse arkadaşlarında görüyor, tutturuyor. Zaten artık oyuncaklar da bizim zamanımızdaki gibi numune değil. 5 liraya bile bir dünya zımbırtı var. İğrenç kimyasallarla yapılmışsa bile Jelibon oyuncaklarını ağzına götürmediği için sorun değil. Ağzına hiçbir şey götürdüğü yok onun. Ağzı kilitli.

Hem en koko oyuncak bile Made in China artık. Bir başka oyuncağımız, ipad'imiz de Made in China. Siz şimdi kasarsan Çin’de yapılmamış olan doğal tahta oyuncakların varlığından söz edeceksiniz. Evet, onlardan da var bizde ama pek vakit geçirmiyor onlarla. Yanar döner Çinli şeyler daha cazip.

Zaten Jelibon’a planlı bir şekilde oyuncak almıyoruz. Bunu ilk yaşında yapmıştık. Oyuncakla oynamasını dört gözle beklediğimiz dönemlerdi heralde onlar. Kaç aylığa ne tip oyuncak almalı diye uzun uzun incelemişliğimiz vardı. Artık markete, alışverişe gittiğimizde bir şeyi kapıyor. Uygun ya da değil, önemli değil. Onu alıyoruz.

O kadar çok arabası, otobüsü, inşaat araçları var ki biraz da değişik bir şeyler alsın diye ona oyuncakçıda hep alternatif sunuyorum ama ı-ıhh. Kaptığı arabaya o kadar yapışıp o kadar çok bağırıyor ki neyi tuttuysa onu alıyoruz mecburen. En azından ‘bir tane alabilirsin’den anlıyor. Kucak dolusu şey almaya çalışmıyor. Buna da şükür.

Geçen gün ‘yeter artık yürürken öten bir araç daha almayın bu çocuğa’ diye ültimatom veren Şövalye ile Jelibon markete gitmişlerdi. Döndüklerinde Jelibon’un elinde kırmızı bir otobüs vardı. Şövalye böyle ailenin babası olarak birtakım ültimatomlar, tavsiyeler, akıllar verir ama kendisi iyi bir uygulamacı sayılmaz. Teorisyenliği daha kuvvetli.

Otobüs pilliydi. Hiç durmadan gidebiliyordu. Önüne çıkan engellerde de yön değiştiriyordu. Yalnız bu seyahati sırasında yüksek sesle Lambada şarkısını çalıyodu. Onun da sadece ilk satırını.

Kora fişi fons korinziya kori fişoraaa
Nınınınım nıynınım
Kora fişi fons korinziya kori fişoraaa
Nınınınım nıynınım
X 1500

Lambada müziği, üzerinde Holiday Tours yazan kırmızı oyuncak otobüse bir tropikal tatilin tur otobüsü hissini yaratmak için verildi sanıyorum. Gerçi Kolbastı çalan oyuncak hesap makinemiz de olmuştu. Bir anlam yüklemek manasız da olabilir. Her neyse, bu sese artık tahammül edemez olmuştum. Jelibon’un fokusu başka bir şeye geçtiğinde hemen kapatıyordum sesini. Koşa koşa gelip tekrar açıyordu.

Jelibon'un usta ellerinde normalde 3-4 saat ancak sağlam kalabilen bu Çinli oyuncaklardan biri olmasına ragmen otobüs sağlam çıktı. Sabah bununla uyandık. Gece bununla yattık. Lambada'nın ilk mısrasını dinledik. Aletin iki ay boyunca pili de bitemedi. Son gün artık sesi boğuk boğuk ve ağır çekim çıkıyordu. Pili bitmek üzereydi.

Kooooğğğraaa fiiğğşşii foooonnnzz..

İki gün de bunu dinledikten sonra pili bitti çok şükür. Jelibon ama hala peşimde. Anne pil tak, diye. Pilimiz yok, diyorum. Gidip al demeyi henüz akıl edemiyor Allahtan. 

Pazartesi, Şubat 25, 2013

Kalabalık Aile

Amerika’dan döneli neredeyse yedi sene olacak. Yani orada yaşadığım süre kadardır orada değilim. Bazen Amerika’yı özleyip özlemediğimi, döndüğüm için pişman olup olmadığımı soran oluyor. Özlediğim kimi şeyleri olsa da döndüğüm için pişman değilim, diyorum. Bazen orada kalsaydım hayatım nasıl olurdu diye düşündüğüm oluyor ama ‘keşke’ bazlı bir düşünce değil bu. Elimizde olsa da aynı anda değişik ortamlarda hayat sürsek ama işte ömür tercihlerle dolu.

Çıtırlar da hamileler. Çok da heyecanlılar. Bu ilk bebeklerini bekleyen ailelerin heyecanı bana çok şirin geliyor. Dışarda salata yemeyişleri, saçlarını boyatmayışları, kola kahve içmeyişleri, hamile olduğunu bile henüz bilmedikleri o iki haftalık süreçte içtikleri bir kadehten haftalarca endişe edişleri çok naïf geliyor bana. Ben akıl vermeye de bayılırım zaten. Onlara böyle yapmamalarını, rahat olmalarını söylüyorum.

Çıtırlar geçen akşam benle telekonferans yaptılar. Neden Amerika’da doğurmamışım, diye. Bir ara bu konuyu düşünmüştüm ama çok da Amerika lehine artılar toplayamadıım için vazgeçmiştim. Onlara da anlattım bunları detayıyla.

Bir kere Amerika’ya girerken doğurmaya geldiğin anlaşılmasın diye dokuz aylıktan bayağı bir evvel gidilse iyi olur. Doğum iznimi o kadar uzun tutmaya müsait bir iş ortamım yoktu. Çok istesem ortamı yaratırdım ama bu, uğraşı gerektirirdi. Amerika’da doğum pahalı bir işlem ve anne veya bebekte olası bir arıza durumundaki işlemler daha da pahalı olacaktı. Eşim, annem mutlaka yanımda olmak isteyeceklerdi. Annemin vakit problem yok ama Şövalye’nin de işinden uzun izinler alması gerekecekti.

Hepsi bir yana, Amerikan vatandaşlığının tek başına çok da değerli bir varlık olduğuna inanmıyordum. Yirmi sene Türkiye’de yaşadıktan sonra Amerikan vatandaşlığınızla Amerika’ya gittiğinizde size fırsatlar sunuluyor olmayacak ki. Ne okul bedava ne sağlık. Bir vatandaşlık almak isteyecek olsam İskandinav vatandaşlıklarına kasardım. Hem kimileri bana çok tersini iddia etse de Türkiye fırsatlar anlamında şu anda Amerika’dan daha iyi durumda. Bulunduğu yer ve yakaladığı ivme sayesinde de daha da iyi olma ihtimali var. Amerika ise olgun, olmuş yani. Olacak bir şey yok. Bence. Bir de 20-30 sene sonra milliyetin, uyruğun bir önemi olacağını sanmıyorum. Dünya düzeninin globalleşmenin dibine vuracağına inanıyorum.

Düella bir türlü anlamaz zaten benim nasıl oldu da Amerika’da yedi sene kaldığımı. Çok sıkıcıymış çünkü Amerika.
Evet, bence de çok sıkıcı orası. Düella oradaki yıllarıma ‘sürgün’ diyor. O kadar yalnız kalmış ve o kadar sıkılmışım ki orada, içimdeki ıssızlığı dindirmek için çocuk doğurup duruyormuşum. Çünkü çocuk sahipliği de bana konduramadığı bir şey. Bu hırtlığa, bunca realistliğime ve rasyonel kafama uymuyor çünkü.

Bu tespit en doğrusu galiba. İçimdeki ıssızlığı dindirmek için kalabalıklaşmaya çalışıyor olabilirim. Dörde, beşe yaşım izin vermeyebilir ama üçüncü çocuğu bile yapabilirim. Ben etrafımda bıcır bıcır, mıncır mıncır hareket olsun, nefes ve ses olsun severim. Dokuz yaşıma kadar tek çocukken dörder beşer çocuklu komşularımızın evlerine kaçardım. Kaçıp da o çocuklarla oyun da oynamazdım her zaman. Orada durur, izlerdim o evin o hareketini. Kapanmayan sofraları, her daim çalışan çamaşır makinesini, kaynayan çayı, banyoya önce girmek için itişen çocukların sesini. Ben duygusal olmayabilirim ama kontrol altında tutmayı becerdiğim duygularım var yahu. Onlara dokunmayı beceremiyorsam da seviyorum insanları yahu.

Çarşamba, Şubat 13, 2013

Cadıların Saati

İki çocuklu hayat zor. Şimdiye kadar bununla ilgili çok şey söylenmiştir. Bir de ben uzun tekrar etmeyeyim. Kısa tekrar edeyim: İkinci çocukta insanın genişlediği ve her ağlamayı, kusmayı bir drama çevirmemeyi öğrendiği doğru. Bir çocuk hiç çocuk, iki çocuk çok çocuk lafı da bayağı bir doğru.

Bizim durumumuzda, iki çocuğun aniden ‘çok’ olmasının sebebi birinci çocuğun etkisini aniden üç çocuk etkisine çekmesi. Gerçek hava sıcaklığı ile hissedilen sıcaklığın farklı olması gibi, baksan Jelibon bir tane çocuk ama üç çocuğa bedel bir hissi var. Görünüşte Planters’I kıskanmıyor gibi. Yani kıskançlık diyince bizim aklımıza kardeşlerin birbirine kötü şeyler yapması geliyor belki de. Öyle bir şey –en azından henüz- çok şükür yok. Ama Jelibon haftaiçi öğlene kadar yuvaya gitmesine ragmen sahnesi çoğaldı adamın. Bir kere her şeyi istiyor. İstediği önüne geldiğinde onu istememiş olduğunu iddia edip başka bir şey istiyor. Tuvalete gitmek istemiyor ama bez takmak da istemiyor. Sıklıkla ortalığa çiş yapıyor. Yuvaya başlayan her çocuk gibi sık sık hastalanıyor. Sonra da hastalıkları bebeğe taşıyor.

Planters, Jelibon’un yuvadan getirdiği virüsler sayesinde hep hırıltılı nefes alıyor. Burnu hep fırk fırk. Buna ragmen kuzu bir bebek. Pek sesi çıkmıyor ama akşam saatlerinde kolik denen garip, tanımsız sancı sebebiyle bağırmaya başlıyor. İki saat kadar ikna edilemez biçimde o bağırırken Jelibon iyice ele avuca sığmamaya başlıyor. Sahnesi üç katına çıkıyor. Yorulmuyor. Amerikalıların ‘witching hour’ dedikleri bu akşam 6-8 arasının adını ben de ‘cadıların saati’ koydum. Bütün kötü ruhların ortalığa döküldüğü saat. Cadı da ben oluyorum. Bağıran, tehdit eden. Saçları dağınık, üstü başı pejmürde. Ama cadı dediğinin bir sopası, bir iksiri falan olur. Bende onlar da yok. Kendim çalıp kendim oynuyorum. Beni kaale alan yok. Kulağım kapıda. Şövalye gelse de Jelibon’u başımdan alsa diye bekliyorum. Şövalye de evdeki bu kaostan kaçıyor zahir. İşleri bahane edip eve gelmek bilmiyor.

Bu saatlerin üstesinden kazasız belasız gelmek için neler yapılabilir diye –tabii ki yine- araştırma yaptım. Buna göre:

1. Akşam yemeği için birinden yardım alın, deniyor.
Akşam yemeği hazırlamak ne demek ki? Bizim akşam yemeği yediğimiz yok zaten. Ayak üstü kurabiye, bisküvi yiyorum. Şövalye eve geç geliyor. Gelse de sebze yemez. Ben et yemem. Jelibon hiçbirini yemez. O yüzden yemek olayını salladık bitti.

2. Sakin bir müzik çalın, deniyor.
Oldu. Çaldığım her müzik Jelibon tarafından susturuluyor ve ipad’den Gangnam Style ile değiştiriliyor. Günde 57 kez Gangnam Style dinlemezsek rahat etmiyoruz. Dinlemek neyse. Bu şarkıyla dans ediyor ve ben de dans etmeden rahat etmiyor.

3. Çocuğunuza kesintisiz ilgi gösterebilmek için yemeğini yardımcınız yedirsin, deniyor.
Jelibon yemek falan yemiyor valla. Günde bir kutu süt, bir kruvasan ya da süt dilimiyle yaşıyor. Ona yemek yedirebilen kafaya trilyonluk ödül koyucam.

4. Eve erken gelen ebeveyn çocukla oynarken diğeri yemek yapsın, deniyor.
Şövalye eve geceyarısı, çocuklar çoktan uyumuşken geliyor. Yemek de zaten yapmıyoruz, demiştim.

5. Çocuklar sussun diye ‘tıp’ oynayın, deniyor.
Böylece hem evde huzur olurken hem de eğlenceli bir oyun oynarmışız. Bu heralde daha büyük çocuklar için geçerli. Jelibon asla susmuyor. Planters da kolikli bebe. Tıp oynayamaz.

6. Ailece romantik yapın, deniyor.
Mum ışığında yemek yiyeymişiz. Jelibon mumları illa söndürür. Onun için mum demek ‘iyi ki doğdun’ demek. Onun ha bire söndürdüğü, benim de ha bire yakıp durduğum bir deli aktiviteden başka bir şey çıkmaz bundan.

Bir kere daha anladım ki kitaplar yalancıymış. Bu işin çözüm yolu da sabırla zamanın geçmesini beklemekmiş.