Jelibon Karatay Diyeti yapan bir çocuk. Et, süt, yumurtadan
başka bir şey yemiyor. Meyveyi, sebzeyi ağzına sürmüyor da denebilir.
Ekmek, poğaça gibi hamur işlerini de nadiren yiyor. Ekmeği mesela üzerindeki
krem peyniri yalarken ağzına kaçabilen kırıntılar düzeyinde yiyor aslında. Yine
nadiren Eti Negro bisküvisi yiyebiliyor. Ama Negro olacak. Başka bir şey olmaz.
Bazen de Aralıklı Oruç (Intermittent Fasting) tutuyor. Bir gün hiçbir şey
yemiyor. Ertesi gün bir oturuşta yarım kilo et yiyor.
Bu sene mahallenin yuvasından aldık. Daha ‘düzgün’ bir
yuvaya yolladık. O düzgün yuvada Jelibon’un yeme probleminin üstüne gitmeye
karar verdiler. Öğretmeni dedi ki aç bırakırsanız yer. Acıktığında önüne sebze
koyun. Yemiyorsa kaldırın. Her yemek istediğinde önüne sebze çıkarın. Çok
acıkınca illa ki yer.
Bu yöntemi Şövalye de uygulayalım der dururdu aylardır. Anne
Şövalye de. Benim annem de. Hayriye Hanım da. Komşu teyzeler de. Tüm dünya
Jelibon’un aç kalırsa sebze yiyeceği teorisindeydi. Tamam, ulam, dedim. Sizin
dediğiniz olsun. Deneyelim. Ama bilin ki ben tamam dersem uygularım. Zayıf
halkalar sizsiniz. İlk gözyaşında vazgeçecek olan ben değilim. Sizsiniz. Tamam
mı? Tamam.
Jelibon acıktığında önüne bezelye kondu. Fasulye kondu.
Köfte bitti, süt bitti, dendi. 48 saat boyunca hiçbirini yemedi. Ağzına 1 kalori
girmedi. Arada annem uğramış. Annane, çantanda bisküvi var mı, diye sormuş.
Annem ağlamaktan kahrolmuş beni arayıp verin şu çocuğa istediğini dedi. Şövalye’nin
içi kıyıldığından ona istediği yemeği vermiyorum diye benle dalaştı. Hayriye
Hanım köşelerde üzüldü. Bütün zayıf halkalar beklediğim üzere kopmaya
yaklaştılar.
İki günlük açlığın sonunda koltuktan kalkamaz hale geldi
çocuk. O kadar enerjisi çekildi ki, ‘anne beni kaldırsana’ dedi. Yürümeye
takati yoktu. Öğretmenini aradım. Dedim bir gün daha devam edersek hastanede
seruma gireriz. Gidişat bu. Ne yapalım? Araya başöğretmen/psikolog girdi.
İstediğini verin. Sadece yuvaya kahvaltı etmeden gelsin. Burada çeşitli
düzenlerle yemek yedirmeye çalışacaklarını söylediler. İyi diyip koydum
köftesini önüne. Çocuk bayram etti. Zayıfların gözyaşları dindi.
Aradan üç ay geçti. Yuvada geldiğimiz nokta Jelibon’un yemek
masasına bari oturduğu bir düzen oldu. Oturuyor ama yemiyor. Arkadaşlarını
bekliyormuş. O gün bu gündür yuvaya gitmek konusunda arıza da çıkarmıyor. Daha
evvel ‘bana orada yemek veriyorlar, gitmiycem’ diye ağlayıp tepiniyordu. Sanki işkence
ediyorlar, der gibi.
Bu olaydan sonra ne yedin, ne yemedin diye takibi de
bıraktık. Jelibon’un inadı hepimizi kırıyordu çünkü. Bu inatla savaşacak kadar
güçlü bir ekip değildik. Boyumuzun ölçüsünü almıştık. Hem yuvayı ‘yemek yemesi
beklenilen yer’ olmaktan çıkarmamız da gerekiyordu. O yüzden ona yuvada hangi
şarkıyı öğrendin, nasıl resim yaptın falan diye soruyoruz önden. Yuvada ne
yedin, sorusunu 15. sırada falan soruyorduk.
Geçen gün yuvadan döndüğünde Hayriye Hanım’a, “Ben yuvada
çorba içtim. Pilav ve yogurt yedim” demiş. Yuva defterini o gün boş bırakmış
öğretmeni. Bir heves aradık. Yedim demezdi çünkü. Dik dik, bir şey yemediğini
söyler, bazen de kıvırmak babında büyüyünce yiyeceğini söylerdi.
Öğretmeni maalesef çorba-pilav-yoğurt hikayesini
doğrulamadı. Peki dedim, neden söyledi acaba bunu. İlk kez uyduruyor. Üstelik
üzerinde zerre yeme baskısı yokken. Demek ki fikren yemek yeme fikrine alışmış.
Yakında tatlarına bakacağını iddia etti. Bana pek inandırıcı gelmedi bu iddia
ama bekleyip göreceğiz bakalım.