trafik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
trafik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Kasım 21, 2016

Düella Rutine Bağlarsa

Düella Pazartesi gece saat 23:30’da buluşalım diye aradı. Ona yeterince zaman ayırmıyormuşum artık.

8-5 çalışan, trafiklerde boğuşan, sık seyahat eden ve iki küçük çocuk sahibi biri olarak bu saatte kimseye zaman ayırmam söz konusu değil. Ancak ölüm kalım meselesi olmalı. Zaten çocuklar uyur uyumaz kendimi yatağıma atıp uyumadan önce kitap, twitter, makale okuyarak geçirdiğim o 1.5-2 saat o kadar değerli ki, bu anları ayin gibi yaşıyorum. Biri whatsapp mesajı dahi atsa falan huzursuz oluyorum ortamım bozuluyor diye.

Neyse Düella’yla buluşmadan telefon sohbetiyle görüştük. Görüşme ilerledikçe dumurum katlanarak arttı.
Düella artık bir yazar ve yazarlıkla ilgili, iki gün sonra başlayıp üç gün sürecek olan mühim bir seminere katılacakmış. Şimdi buluşamazsak bu hafta hiç buluşamazmışız bu yüzden. 

Önce sandım ki ki seminer şehir dışında. Ama yok, bizim tarafta bize 7 km ötede bir yerdeymiş seminer. Yürüsen olur yani. 
Sonra sandım ki seminer bir kamp formunda hani gece yatmalı akşam sosyalleşmeli bir organizasyon. Ama yok, akşam 7’de bitiyormuş. 
E, dedim, niye buluşamıyoruz o zaman bu hafta? Akşam ben işten zaten 7’den önce gelemiyorum ki. 
Ama nasıl olurmuş, ertesi sabah 8:30’da tekrar 7 km öteye gitmesi gerekirken akşam benimle nasıl bulaşabilirmiş.

Ayrıca sabah çok trafik olursa diye seminer yerine yakın bir otelden oda tutmuş kendine. Çok trafik olursa diye en iyisi otelde kalsınmış. 
Düella, saçmalama, dedim. Ben her sabah çok daha trafikli bir güzergahta 25 km gidiyorum. 8’den önce çıkınca 35 dakikada varıyorum. Sen de öyle yapsan 10 dakikada varırsın. Otelden seminere yürümen bile daha uzun olabilir. 

Peki diyor 8’de çıksam seminere kaç dakikada varırım?
Peki 8’i 10 geçe çıksam? Peki 7:45’te? Peki taksi bulunur mu? Peki zırt peki pırt.

Her sorusu ayrı endişe. Bu Düella iyi ki yazar oldu. Evinde çöksün yazsın. Dünyayla teması olmasın. Düzenli hayat ve seyrüseferler falan asla kaldırabileceği şeyler değil. 

Neyse sonunda otelini iptal etti. Evinde asla birilerinin kalmasına tahammül edemez insan seminere katılacak olan bir başka arkadaşını evine yatılı misafir alma yolunu seçti. Böylece arkadaş onu kaldıracak, hadi hadileyecek ve tarifeleri ayarlayacaktı. Çözüm otelden iyiydi gene de. 



Salı, Nisan 30, 2013

Uyku, Biraz Uyku


O kadar meşgulüm ki meşguliyetimi anlatmaya bile vaktim yok. Proje temposu, iki çocuk temposu, her gün çekilen üç saatlik İstanbul trafiği temposu, seyahat temposu üst üste şaka gibi oluyor bazen. Daha ne olabilir derken bir şey daha illa ki çıkıyor. 

Jelibon’u doğurduktan sonra ‘artık dergi, gazete okuyamıyorum’ diye bunalmıştım. Şimdilerde gazete ve dergi bir gençlik hatırası. Eve her gün gazete geliyor. Kapağını açmadan atıyoruz. Ne akil insanları, ne Survivor’I, ne Ergenekon’u…hiçbir konuyu bilmiyorum. 

Geçenlerde projemiz için risk babında ‘ya nükleer bomba atılırsa’ demişti yabancının biri. Nasıl yani, olmuştum. Yok artık, olmaz öyle şeyler canım, kah kih diyip adamın şüpheciliğini klinik bulmuştum. Kim Türkiye’ye nükleer atacak? İran mı? Onlarda vardı galiba birtakım bu tarz silahlar. Ama zaten adamın Kuzey Kore’yi kast ettiğini resmen bir hafta sonra anladım. O da bir seyahatim sırasında bir kitapçı standında gördüğüm The Economist’in kapağındaki Kuzey Koreli diktator sebebiyle. O an çaktım köfteyi.   

Sadece dünyanın politik ekonomik halleri de değil, pop kültürü de bilmiyorum. Mesela televizyonda Turkcell reklamı görüyorum. Bu ne,diyorum. Anlamıyorum. Meger Harlem Shake yapıyorlarmış. Öyle bir şey varmış. Şövalye bana ‘Uzaylı mısın?’ diyor. Olabilir aslında. Aslında dünyadan habersiz çok dünyevi şeyler yapıyorum. Ne garip.

Bu cehaletimle barışığım ama. Napiym, diyorum. Bilsem nolucak. Bildiğimde ne olmuştu ki. Artık ihtiyaçlarım entelektüel değil. Atom bombası da neymiş. Günde beş-altı saat uyku bana bayram havası estiriyor. Uyursam benden atomu yok.

Cuma, Kasım 04, 2011

Trafiğin Yurdum Hali

Aslında çok şeye uyuzum. Bir heves her birine ayrı ayrı yazılar döşenmek istiyorum ama vakitsizlik ve üşengeçliğe kapılıp sallıyorum. Şurda kısa kısa değineyim bari aklımdan çıksınlar.

Trafiğe de uyuzum. Ona uyuz olmayan yok gerçi ama benim uyuz olduğumu ifade edeceğim durumlar sandığımız şeylerin sandığımız gibi olmamasına dair şeyler.

Yayalar şoförlere uyuzdur ya hep. Bütün ilkokul kitaplarında sokaktan geçerken yayalara su sıçratan pislik şoförler vardı. Bu durum da fakir edebiyatının, ayrımcı, ayrılıkçı zihniyetin şeysiymiş, ben onu anladım. Hoş, artık araç sahibi olmak o kadar da üst sınıf yapmıyor insanı. Hem zenginler de trafikten bayıp yaya takılıyor olabiliyorlar. Şu sosyal bilgiler dünyası suyu kaldırımdaki yayaya sıçratan şoföre uyuzluk belleteceğine sokakta suyun birikmesine takılsa iyi olacak. Bütün sokaklar harita gibi. Dangıl dungul. Suyun sıçramamasına imkan yok. Altyapın düzgünse ne yayanı şoföre ne de şoförünü yayana bileyletmene gerek kalmıyor. Yalnızca eğitim de değil, eğitimin içeriğinin değişmesi de şart.

Ben her gün mesai bitiş saatlerinde Mecidiyeköy cehennemini yaşayanlardanım. Bazen evimi görüyorum ama ona ulaşmam 45 dakika sürüyor. Toplam bir kilometre tutmayan bir yoldan bahsediyorum üstelik. Çoğu zaman trafik polisi de oluyor tıkandığım kavşakta ama durum hiç değişmiyor. Tam Mecidiyeköy meydanında, akmayan trafikte araçlar bitişip dururlar ve kavşağı tıkarlar ya. Bu sebepten benim aracıma yeşil yandığında ben karşıya geçemeyebiliyorum. Bana kırmızı yandığında da geçmemeliyim kural olarak ama işte o zaman da arkamdaki ve yanımdaki araçlar cinnet yaptığından, ben de ışığı duruma göre referans alıp sezgisel olarak bir şekilde itiş kakış geçiyorum.

Ama bazen tam da bana 40 saniyelik yeşil yanmışken bunun son beş saniyesinde yol açılıveriyor. Hemen atılıyorum ama bu sefer de karşıma kendilerine kırmızı yandığı halde sallamayıp yolu geçen yayalar çıkıyor. İşte o zaman onların üzerine sürüyorum arabamı. Üstelik hiç de pişmanlık duymuyorum. İçimdeki cadalozla çok barışığım. Çoğu küfrediyor bana dönüp. Ben de onlara küfrediyorum. Benim orada beş saniyemi haksız yere yerseniz on dakikaya kadar beni oraya bağlama ihtimaliniz var. Oysa yayanın ise zaten ona ait olmayan bir beş saniyeciği gidiyor. Ama yaya, yaya olduğu için mağdur sanıp kendini ezik edebiyatı yapıyor. Bana küfür ederken de bu minvalde sözler sarf ediyor.

Gireceğim sokağı da tıkıyor olabiliyor kırmızıda geçen yayalar. En son yine bir kadının üstüne sürdüm arabamı. Car car car bağırdı. E işte 30 santim ilerlemişmişim hepi topu. Bu kadarcık mesafe için yaptığıma bakaymışım. Dedim kıçım açıkta. Ana caddede. Arkamda da en az on araba. Hep beraber senin toton kırmızıda otuz saniye önce geçsin diye Halaskargazi’yi tıkıyoruz. 30 santim sana 30. Arkama sor bir de. Gerizekalıııı.

En nihayetinde evime gelmişim geçen gün. Tam park ediyorum sokağa. Bir tane adam geldi. Komşum aslında. Tak tak camıma vurdu. Saygısız, diye bağırmaya başladı. Oraya o park edecekmiş de tam, ben yerini kapmışmışım. Ya evet trafik akmıyordu ve park yeri boşluğunun biraz ötesinde bir araçtan bir kadın iniyordu. Ama ne bir dörtlü yakmak ne işaret vermek. Ben sandım ki yolda adam indiriyor. Devam edecek. Üzerine düşünmedim bile. Yok o oraya park edecekmiş meğersem. Dedim işaret verseydiniz. Verdim ya, diyor. Ne verdin? Ben hatırlamıyorum işaret verdiğini. Durmuş olman yeterli değil zira tüm trafik duruyordu. Benim senin oraya park etmek üzere durmuş olduğunu sandığımı sandın. Sandığımı sandığın şeyi sanmadım ben. Lambalar, işaretler bunun için var. Salak.

Tamam, sezgisel bir durum var Istanbul trafiğinde ama bu kadarını sezmek müneccimlere bile nasip olmaz. Hayır bir de bu Istanbul’da park yerini kapan kapana. Otoparklarda bile işaretini verdiğin halde senden daha hızlı davranmaya çalışıp göstere göstere hiç mi park etmediler senin olacağını sandığın yere? Sen üstelik de komşun olan bir kadının penceresini tıklatıp sandığını sandığın şeyi sanmadığı için saygısızlıkla suçlarsan o da avazı çıktığı kadar sana ‘sen’ diye hitap edip üstüne sana ‘salak’ da der. Hiç yapmadığı şeyleri yapar.

Yani bu kadar ağır tahrik altında içimizdeki trafik canavarını uyandırmamaya çalışmak zor. Ben kendisiyle barıştım. Seviyeli seviyesiz. Her türlü beraberiz. Mecburen.

Cumartesi, Kasım 28, 2009

Çemberin İçi Dışı

Kesin döneli 3 yılı geçti. Bu süreçte iki kez ziyarete gittim Amerika’yı. İlkinde daha bir oralıydım sanki ama bu gittiğimde Türk’e daha yakındım. Kesinlikle. Ruş araba kullanırken sola dönecekti mesela. Left only şeridine vaktinde giremedi. Sok burnunu ayol şuraya, n’olcak, dedim. Hadi sokamadın. Boşver. Düz şeritten dönüver. N’olcak, dedim dedim, olan oldu. Polis sireniyle arkamızda belirdi. Ruş’a ceza yazılırken biraz vicdan yaptım. Hakkaten polis devletiymiş burası dedim. İçinde büyürken değil, dışarıdan gelince anlıyorsun.

Ne bileyim ayol. Benim iş yeri çıkışımdaki ışıklı kavşakta polis olur hep. Polisin gözünün içine baka baka sağ şerit sola döner. Sol şerit de sağa. Hepsi ortada kavuşur. Biraz hır gür, küfür olur. Nasıl olursa olur, sihirli bir andır o. Hiçbir araba birbirine girmeden çözülür yumak. Bir sonraki ışıkla dönüş yumağı yeniden sarılıncaya kadar.

Işığa genelde saygılılar Istanbul'da, Allah için. Bu sağa sola dönüşler sıkıntılı. Ben eskiden hep kurallı kurallı takılmaya çalışırdım ama burada trafik öyle bir şey ki, sel gibi. Birazdan sağa sönücem, sağ şeritte kalmalıyım diye kassanız bile akıntıya kapılıp sol şeritte bulursunuz kendinizi. Gel zaman git zaman, direnmenin lüzumsuzluğunu anlarsınız.

Amerikanize edilmiş Uzakdoğu yemekleri yedirip durdular bana Ruş ve Amanda. Tam özlediğim gibi. Pablo da geldi, biz nereye, o oraya. Yazık, çocuk aksıyordu. Geçen gün futbol oynarken tendonunu koparmış. Ayağı ‘pop’ etmiş. Bunu da maçın kenarına çekmişler ve maça devam etmişler. Pablo’yu alıp acile götürmek Ruş’a kalmış.

Amanda da, Ruş da Pablo’nun kenara çektirilip maça devam edilmesini çok Amerikalı, iş fokuslu ve insanlık dışı olarak algılarken Amerikalı çocuk bunu gayet normal buluyordu. Turnuva falan mı vardı, dedim. Yoo, dedi. Arkadaşlar kendi aralarında oynuyorlarmış ama ciddi oynuyorlarmış. Halı saha muhabbeti yani. O yüzden yarasıyla kendi başına kalması biraz acımasız durmakta hakkaten.

Dedim ben bir minik taş düşürdüm geçenlerde, bütün ofis benimle hastaneye geldi. Hatta acil kısmında doktor pantolonumu çıkartıp karnıma bastırırken de etrafımda birkaç kişi vardı. Ağrılar dindiğinde son uzman doktora muayeneye girerken ‘yalnız girmek istiyorum, izin verirseniz’ demek durumunda kaldım artık. Allahtan o gün giydiğim çorabım, çamaşırım falan contiydi de karizmam çizilmedi. Çok da bağırmadım. Olabildiğince leydi gibi çekmek durumunda kaldım acımı. Ertesi gün ofiste çaycısından genel müdürüne herkes taşımı merak edip soruyordu. Tezata bak sen.

Perşembe, Kasım 06, 2008

Hastalıklı Trafik

Geçen gün vücudumdaki her kemiğimin ayrı ayrı ağrımasıyla ve bütün salgılarımın eşzamanlı akmasından muzdarip olduğumdan ofisten kalktım erkenden eve gidip yatayım dedim. Eve gidişim üç saat onbeş dakika sürdü. Trafik zulmüm esnasında aklıma mukayyet olmak adına bilekberimden bütün dünyayla sohbet chat yaptım. Torpidoda bir tek Duman CD’si varmış. O da nasıl ağır depresif. Ortama uymuyor diye bütün radyo kanallarını dolaştım. Hepsinde kontör indir, kredi kartına sonsuz taksit bindir muhabbeti. Bazen bu ülkede başka sektör yok diye düşünmüyor değilim. Telefon ve kredi kartından ibaretiz.

Pink diye bir radyo kanalında Helin Avşar’ın Hell-in Yayında programına rast geldim. Hell-in ismine de süper yaratıcı diyemiyorum. Eskidji, Malltepe, Nishantashi, Taxim, vs gibi isimleri İngilizceleştirmenin suyunun çıktığı bir ortamda peki diyoruz madem. Ben severim böyle salak kokoş kızları. Eğlendiriyorlar beni ve kesinlikle de her millete lazımdırlar. Süreyya Yalçın’ı da seviyorum, üç ayda bir evlenip boşanmasını da mesela. Büyük ve tesirli saçları, makyajları, kıyafetleriyle ve toplumun çok önem atfettiği birtakım kalıplara girip çıkıp hiç de travmasını yaşamıyor gibi olmalarını da, fotoğraflarının çekilmesine dair hissettikleri açlığı da. 30’larına yaklaşmış olmalarına rağmen modanın en sıkı takipçisi lisenin popüler kızı triplerini de seviyorum. Her an başlarına bir bela gelebilir, tutuklanabilirler, evlenebilirler, boşanabilirler, kaza yapabilirler, sarhoş olup sokaklarda rezil olabilirler, albüm yapabilir, köşe yazarı olabilirler. Herşey olabilir yani. Onlar adına her an bir olacağı beklemek güzel. Hiç bitmeyen eğlenceli bir dizi gibi. Fakat Hell-in programında ağır bir mevzu seçmişti. Çocuk istismarı ve tacizi. Konuya uygun psikolog doktorlar falan davet etmiş programına. Zaten tecrübesiz bir programcı olduğundan boşlukları doldurmayı beceremediğinden, ‘evet konumuz taciz, ahhahahahayyt, taciz. Evet, çocuk tacizi, hahahaha’ falan yapıp durması sinirlerimi müthiş gerdi.

Üçüncü saate girdiğimde artık yarım debriyaj ilerlemekten kendinden ağrılı ayak bileklerim de isyan ettiğinden Şövalye’ye telefon edip bağırıp çağırıp rahatladım. Ben hasta ve de trafikteyken o arkadaşlarıyla çerez-bira yapıyordu. Şövalye dediğin atıyla, motoruyla, olmadı helikopteriyle gelir beni çeker çıkarırdı bu azaptan. Üstelik cebinin pili de bitiyormuş diye beni sakinleştirecek mıncır mıncır konuşmalarından da yapamadı. Hoş, arkadaşlarının yanında yapmıyor da o muhabbetten. Erkek ortamında illa da maço duruşun gerekliliğini ben çözemedim gitti. O yüzden şarjım bitiyor’a çok da inanmadım.

Tam Şövalye’nin telini kapamıştım ki önümdeki minibüs dörtlülerini yaktı. Benzini bitti kesin, dedim. Aradığımız eğlence çıktı işte. Şimdi yiyorsa şerit değiştirebil. Kıpraşmayan trafikte siniri burnunda şoförlerin en nadir yaptığı şeydir yol vermek. Minibüsün kapıları açıldı ve içinden cüppeli sarıklı bir dünya adam çıktı. Banketleri atlayıp iki yolun birleştiği boşluktaki çimlerde namaza durdular. Tam o anda trafik de akmasa bile damlamaya başlamasın mı? ‘Kimseye zararı dokunmadığı sürece isteyen istediği yerde istediği kılıkta ne istiyorsa yapsın’ taraftarı bir insan olduğum için Beyaz Türkler gibi namaz kılmalarına değil de trafiği kesmelerine deli oldum tabi. Arabama ısrarla yol vermeyenlerin üstüne üstüne giderekten yedi dakikada yan şeride geçebilmiştim. İstanbul trafiğinde çizilirse çizilsin ulayn, kıvamına sıklıkla gelindiği için best car is a company car, diyorum.

Salyamı sümüğümü ha bire silmekten kağıt mendilim bitmişti. Otobandaki seyyar satıcılarda mendil buldum, allahtan. Bir de eczane açsalar da sudafed alsaydım ne iyi olurdu. Acıkmıştım da. Kağıt helva out olmuş. Cin fikirli elemanlar yeni azık paketi sürmüşler piyasaya. Bir poşetin içinde bisküvi, beyaz peynir-domates-biberli sandviç yanında su ve kola alabiliyorsunuz. Eve vardığınızda akşam yemeği külfetinden de kurtuluyorsunuz böylece.

Ben yirmi kilometreyi üç küsür saatte, Şövalye ise beş kilometreyi bir küsür saatte tamamlamış ve eve dönmüştük. Akşam sakinlik olsun diye film seyrettik. Bir Tutam Baharat isimli Türk-Yunan filmi. Life is Beautiful-vari dramı şeker bir tarzla anlatan bir şey. 60'larda İstanbul'u terk etmek zorunda kalmış bir Rum ailesinin küçük oğlu büyür ve astrofizik mühendisi olur. Dedesinin vefatı üzerine İstanbul'a döner. Kocasından ayrı yaşayan çocukluk aşkıyla karşılaşır ve onunla beraber olabilme ümidiyle İstanbul'da kalmaya niyetlenerek kendine beş gömlek küçük gelen akademik bir iş bulur. Çocukluk aşkı ise son dakikada kelek yapar ve kocasına döner. Film, tren garında kalakalmış kahramanımızın uzaklaşan görüntüsüyle ayrılık ve yalnızlık temasını bize bildirmeye çalışarak biterken Şövalye 'hıh, şimdi mıçtın trafikte Astrofizik Yorgo' diyerek filme kapanış yorumunu yaptı. Kahramanın adı Yorgo bile değildi ve Şövalye her filme illa ki memleket yorgunluğu yorumlarını katmaya bayılırdı.