Acıklanmalarım ve öfkem çoğalınca çevremin baskılarıyla doktora gittim. Postpartum depresyon tanısı konuldu ve antidepresana başlatıldım. Önce hemen başlamadım. Bekledim. Bir kere ben makul olan şeyler söylüyordum. Siz benim sesimi kesmek istiyordunuz. Bu ilaçlar, bana yapıştırılan yeni etiketler doğrultusunda yaşamamı ve evde oturmaktan zevk almamı mı sağlayacaktı? Ben ilaç içince babası çocuğunun bakımını da üstlenebilecek, annem yumuşayacak ve yardımsever bir insana mı dönüşecekti?
Yooo. Hiçbiri olmadı. Ben her ikisine de burnumdan gelen lohusalığın acısını çıkarttım. Her fırsatta da çıkartmaya devam ediyorum.
Kocamın salladığını sanmıyorum. Ne yapmaya çalıştığımı anladığını sanmıyorum bir kere. Bir kinaye varmış, kafasına kakılan bir şey varmış. Fark etmiyor. Anlasa da unutuyor on dakika içinde. Cache memory’si çok zayıf onun.
Annemin üstüne gidersem ağlıyor, duygu sömürüyor. Sustuğum dakika ama aslında haklı olduğunu anlatmaya başlıyor ki cinnetim çoğalıyor.
Öyle böyle derken Lustral bende kafa yaptı. Tam bir koy totosuna modu. Herkesi tolere ediyorum. Böyle bir ‘senin ne mal olduğunu biliyorum ama hiiiç uğraşamıycam’ hali.
Trafikte bir saati geçirdiğimde bu ‘çok merkezi’ evimizden de bu hayattan da nefret ettiğimi bağıra bağıra ağlarken şimdi üç saat geçirsem bana mısın demiyorum. Trafiğin yumak haline geldiği Mecidiyeköy cehenneminde arabalarımızın sürtünmesine ramak kalmış halde yan yana durduğum şoförlerin süzgeç bakışlarına ‘Neye bakıyorsun, kardeşim? Al bak, kol’ diyip kolumu uzatarak cevap veriyorum. Sonra da kahkidi gülerek burunlarını sokamasınlar diye önümdeki aracı kılı kılına takip ediyorum.
Artık şu kamyon gelse bana çarpsa da bütün bu eziyet sonlansa diye düşünmüyorum. Bilakis, onu bunu yemeyip 120 yaşına kadar yaşama yöntemlerini okuyorum.
Eğleniyorum da. Canım aleme çıkmak istiyor. İçim kıpır kıpır. Beni de aleme çağırsınlar diye Düella ve Yonc’un ağzının içine bakıyorum.
Akşam yemeğinde Şövalye yine yemek yapamadığımdan dem vuruyor. Ehhhh, çekiyorum.
Tepkime kızıyor. Benimle de hiç konuşulmuyormuş canım. Ne varmış, yemek yapmayı neden aşağılıyormuşum, neden öğrenmeye çalışma ihtiyacı duymuyormuşum.
Diyorum ki senelerdir oturuyoruz yemek yapmadın, kalkıyoruz yapmadın. Bıkmadın mı? Aç mı kaldın? Maaşallah semirip duruyorsun.
Hem aşağılamıyorum. Bilakis, yemek yaptım. Yaparım da. Ama sen benim pişirdiğim sebze yemeklerini yemeyip yine her halükarda sosisli sandviç yiyorsun. Ben de bu durumda yemek yapmayı gereksiz buluyorum.
Kaldı ki yapmazsam da yapmam. İhtiyaç duymadığım şey bir tek bu değil ki. İsveççe de öğrenme ihtiyacı hissetmedim mesela şu hayatta. Neden her akşam bana neden İsveççe öğrenmediğimi sormuyorsun da yemek yapmadığımı soruyorsun?
Bu mantığa hiç girmedi. Onun yerine duygularından bahsetti. O bir şey diyormuş, ben bir şey. İkinci iletişim paslaşmamızda ben mutlaka öfkeleniyormuşum.
İlacımı almayı mı unutmuşum yoksa?
Aile içi şiddete karşı anlayış göstermek üzereyim.
Yürü git ama di mi?
Yok. Oturup açıklıyorum ısrarla.
Sen antidepresanı afyonla karıştırdın herhal. Beni de zaten depresyona sokan sensin.
Bıdı bıdı. Vıdı vıdı...