Perşembe, Haziran 26, 2008

Kişinin Ayinesi ve Diğer Açıklamalar

İşini iyi yapan insanları ben de seviyorum. Hatta işini iyi yapmayan insanlara bırakın sevgiyi, onlara karşı asgari gerekli saygıyı dahi kotarmakta zorlanıyorum. Fatih Terim’in işini iyi yapıp yapmadığını yorumlayacak kadar futbol bilgim yok. Benim bu konudaki uyuzluğum Fatih Terim’in açıklamalarındaki gereksiz ve yersiz ifadeler silsilesinedir. İşini iyi yapan insanlar mütevazi olmayıp göz önünde şovlar, artistlikler ve yersiz triplere girdiğinde de işini iyi yapmasına ’rağmen’ işini iyi yapmıyor-muş gibi bir algısı kalıyor bende. İşini iyi yapan insanlar işlerindeki başarı kadar egolarını da kontrolleyebildikleri zaman benim gözümde imparator olurlar. Türkiye’de her ikisini birden başarmış ve de şöhret olmuşlardan az var. Mesela Sezen Aksu. Mesela Murathan Mungan.

Fatih Terim’i Bülent Ersoy’u sevdiğim gibi seviyorum dedim dün gece. Sanat müziğinden de anlamam. Bu müziğin yorumundaki başarı kriteri kuvvetli bir sesle makamına uygun icra ise sanki Bülent Ersoy bunu başarıyor gibi. Albümleri de satıyor mu, satıyor. Gazinoya çıksa gecesine 100 bin kayme alıyor mu alıyor. Şarkı söyleme işini de ticaretini de iyi yapıyor yani. O noktaya kadar kendisi 'orada bir şarkıcı var uzakta' iken yanı sıra gündem olduğu maskaralıklar kendisini izlememe sebep oluyor. Ama işini de iyi yapmıyormuş gibi geliyor işte bana o saatten sonra. Şovmen olmaya kasan ya da kasmayan fakat özünde böyle ayarsız bir primadonnalık yatan bu kadın acaba ne inciler saçacak şimdi diye onu gördüğüm kanalda kalıyorum. Seyre değer buluyorum yani kendisini.

Fatih Terim elbette ki benim kendisini seyretmelere doyamadığımdan kazanmıyor ekmeğini ama bu işiyle alakası olmayan şovu ekmeğine katık etmesindeki manasızlığı gözümdeki değerini azaltıyor. Ha, bu durum adamın çok da bir tarafında ya da değil. Bence de. Ben bu konulardaki genel bakış açımı Fatih Terim’de cismanileştirdim. Kendisi sadece bir örnektir. Ana mevzu değildir.

***
Son günlerdeki bir diğer konumuz da benim sıkıcılığım, ilhamdışılığım ve soğukluğum. Düella'nın yazısındaki göndermelerin çoğunu üstüme alınmak için yeterince sebebim var yani.

Çocukluk dönemim sayılmazsa takım tutmadım. Müsabaka seyretmedim. Bahis de oynamadım ki her zaman kazanana meyletmiş olayım. Güçlünün yanında duran güç odaklı motivasyonlarım da olmadı. Tamam, eroin çeken veya köprü altında yaşayan bir çevrem yok. Holding patronlarıyla yalılarda da takılmıyorum. Bu beni ’yeterince’ başarılı ve ’kararınca’ doğru yerlere oynayan bir insan yapmaz. Bu olsa olsa benim ilgi alanlarımı ve sosyo-ekonomik sınıfımı gösterir. Bu beni sıkıcı yapıyor olabilir ama bu yüzden sevilmememi de biraz agresif bulabilirim.

Yine aynı yazıda bir başka –belki de- bilgelik dolu olan (üç noktalarından arındırılmış) "Sular yükselince, balıklar karıncaları yer. Sular çekilince de karıncalar balıkları yer. Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin. Çünkü kimin kimi yiyeceğine "suyun akışı" karar verir" önermesine de katılmıyorum. Bu ifade kadercilik dolu. Kimse hiçbir zaman üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin bence de. Her dakika popoyu kollamakta fayda var. Fakat ben balık olsam suların çekilebilme ihtimaline karşı daha derin sularda yaşayabilme adaptasyonu geliştirirdim. Su tamamen yok olup gidecekse de karada da yaşayabilme adaptasyonuna kasardım. Karınca olsam da suların yükselme ihtimaline karşı kıyıdan daha uzakta yerler bulurdum yaşayacak. Her tarafı su basacaksa da suda yaşayabilme adaptasyonuna uğraşırdım. Suyun akışı bir bağımsız değişken olurdu. Ne tarafa akacağına göre de alternatiflerim. Bence bu çok tutkulu bir çaba. Evrim de –olduysa - böyle olmadı mı? Aman, ne kasıyoruz bu kadar yaşama tutunmak için, diyenler de olabilir. O zaman bu kişiler milli takımın son dakikaya kadar maçı bırakmayan azimlerini de tutkulu bulmamalıdırlar. Her ikisinde de yaşama tutunma, ayakta kalma, yenilmeme mücadelesi görüyorum ben. Millilerinki mucize değildi. Evrimdi. Evet, evrim zaman alır. Mucize değil. Ancak evrim geçirenler sular başka yöne aktığında yaşamda kalır.

***
Bugünkü dünya düzeninin sol beyinlilere (realist, kocakafa, detaycı, plan-proje-taahhüt ruhlu) çalıştığına da inanmıyorum. Dünyanın hiçbir döneminde sağ beyinliler (sanatçı, sezgili, hayalperest, bütüncül) bu kadar değerli olmamışlardı. Mesela, beş yüz yıl önce harika besteler yapan sanatçılar aclarından ölebilirken sol beynin geliştirdiği düzende yaşam kalitelerini artırıp daha da verimli hale gelebildiler. Sonraları da fikirler sağcılardan çıktı, teknolojisi solculardan. İnsanlık olarak konforumuz arttıkça sanatsal yeteneklerin eskiden farkına bile varamazken şimdi hayata geçirir ve milyarlarla paylaşabilir olduk. Daha binlerce farklı alanlarda bunu ispatlayabileceğimizi düşünüyorum. Bütün bu beyin tarafları yazılarım da biraz kendimle dalga geçmek içindi, yoksa bu müthiş ying-yang durumlarını görmüyor değilim.
***
En iyisi magazinsel yazılardı valla. Ne bu kardeşim, tartış tartış, açıkla açıkla. Kuruduğum bir yana reytinglerim de düştü. Yeniden layt günlere dönücem, bu böyle biline.

Salı, Haziran 24, 2008

Mucizeler Zaman Alır Mı?

Sevgi böceği bir arkadaşınız mutlaka bir ara size bir powerpoint sunum yollamıştır. İçinde çizgi filmsel sevimli cüce ailesinin fakir ama sevimli bir yuvada uyuyor olduğunun sulu boya resmi vardır. Bunun Abidin Dino’nun çizdiği mutluluğun resmi olduğu iddia edilir. Ne bileyim Can Dündar’ın bir yazısını slaytlar halinde önünüze koyar. Backgroundunda da doğan ya da batan güneş, dağdan döne döne dolanarak şırıldayan dere, üzeri çiğ damlalı bir gonca gül falan vardır. İşte bunun gibi bir şey hazırlamış kanallarımız Milli Takım için. Millilerin ter içinde mücadele resimlerinin sağında solunca uçuşan bol üç noktalı manidar (olduğu sanılan) laflar. ‘Mucizeler zaman alır…’ en popüler olanı. Her kanalda Robocop Türkoların zikir ayiniyle dönüşümlü olarak dönüp durmakta.

Herkesin dilinde, sunumunda bu mucize. Fatih Terim’in Çek maçından sonraki basın açıklamasındanmış. Bu cümleyi de odasındaki (muhtemelen motivasyon posterlerinden birindeki) bir yazıdan alıntıladığını söylüyor. Açıklama aynen şöyle:

"(Çek maçında)...ilk karşılaştığım hasar tablosuydu. 6-7 oyuncumun hasarlı olduğunu görüyorum. Nihat Emre, Aurelio, Servet, Emre Güngör, Hakan Balta'nın sakat olduğunu görüyoruz. kendi işimizi en iyi şekilde yapmaya çalışıyoruz. 70. dakikadan sonra bütün yazdıklarınızı çöpe atmak kolay değil. Burada imkansız diye bir şey yoktur. 'Mucizeler zaman alır' demiştik benim odamda öyle bir yazı vardı. Biz pes etmeyen bir takımız. Bir söz vardır. Gecenin en karanlık zamanı gündüze en yakın olan zamandır..."

'Mucizeler zaman alır' ifadesinde, ‘zaman’ içinde çalışıldığı, çabalandığı, ondan dolayı normalde ‘mucize’ sayılabilecek kadar olağanüstü sonuçlara varılabildiği anlamı var. Benim de konuyla ilgili iki sıkıntım var.
Birincisi, Terim bu cümleyi maçları son dakikalarda almalarına istinaden söylemiş. Maçın son on dakikasına kadar bahsi geçen ‘zaman’ alınıyor ve bu mucize sonuca hazırlanılıyor gibi bir ifade çıkıyor –ki tuhaf. Maça maçta hazırlanılmaz sanki. İkincisi çalışıp çabalama, emek harcama sonucunda -kime karşı olursa olsun- kazanılan maç benim nezdimde ‘mucize’ değildir. Ben ‘mucize’ kelimesinde bir beklenmediklik, bir şaşkınlık uyandıran iyi bir şey alt anlamlarını çıkarıyorum. Zor şeyi çabalarımla elde edersem sevinirim, mutlanırım ama şaşırmam yani. Elde ettiğim şeye de mucize muamelesi yapmam. Yaparsam ikincisini, üçüncüsünü, sürekliliği bekleyemezsiniz ki. Çabaladıysam ve işi kıvırdıysam o mucize değildir, güdümlü bir başarıdır. Özetle bu ifade kendi içindeki tezatlarıyla (oxymoron) beni uyuz etmiştir.

Yeni bir mucize umuyorum bir de. Maçın başından itibaren ‘abi süper oynuyoruz, alırız bu maçı’ diyebilmek ve mesela ilk yarı bir gol, ikinci yarı bir gol daha atmak gibi bir ‘mucize’. Hadi bakalım, inşallah.

Terim’in açıklamasının kalanındaki “Gecenin en karanlık zamanı gündüze en yakın olan zamandır” sözünün konuyla alakasını da çok kuramadım. Yani bana ‘dibini gördün artık bundan sonra sadece yukarı çıkabilirsin’ vari çok bir şey yapmadan da ‘bekle düzelir’ gibi bir şeyi çağrıştırıyor. Ben mi totomdan anlıyorum? Aslında belki tam da durumumuzu en iyi anlatıyordur, o ayrı.

Belki normal insanları motive falan ediyordur gerçekten bu lügatlar. Şu motivasyonel poster işinde çok para var diyorum yalnız.

Cuma, Haziran 20, 2008

Sarımsaklı Köfte

Yurdum insanı bulgurla beslendiği için aklı fikri savruk, bedeni de kavruk kalmıştır derlerdi. Avrupalı ondan sırımdı, ondan medeniydi bir nebze. Bulguru bilmediği için. Bu ampirik ve de yampirik bilgiyle bulgura haksızlık yapıldığını düşünmekteyim. Mesela kısır, mercimekli bulgur pilavı, içli ve çiğ köfteler, Kürt köftesi, efendime söyliyim meyhane pilavı. Hepsi ama hepsi bir yana asıl efsane sarımsaklı köftedir. Ömrüm boyunca her öğün yesem bıkmam. O derece hastasıyım.

Annem geldi. Gelmesiyle Çukurova mutfağı günleri başladı. Kardeşimde kalıyor ama her fırsatta dolabıma yemekler taşıyor. Bugünkü mönüde sarımsaklı köfte vardı. Hani güya üç beş gündür yediklerime feci dikkat ediyordum. Ben diyeyim bir kilo, siz diyin bir buçuk kilo sarımsaklı köfte yedim az önce. Birazını Düella’ya götürecektim hesapta. O da bayılıyor bu bulgur düğmelerine. Ama işte dayanamadım ve hepsini yedim. Bu köfteye hiçbir zaman dayanamamışımdır zaten.

Bulgur iyidir hoştur ama feci gaz da yapar bana. Şişkinlikten hastanelik olmama ramak kalan şu dakikalarda televizyonda Hırvatlarla da maçımız var. Yollar boştur ve de hastaneye çabuk yetiştirilebilirim diyordum ki Şövalye geldi ve pencere yanında durmamamı söyledi. Bir serbest vuruş yapıyormuşuz. Gol olursa maganda kurşunu yiyebilirmişim. Bu şişkinlikle vurulursam küçük çaplı bir hidrojen bombası efekti de yaşanabilir mahallede.

Çarşamba, Haziran 11, 2008

Kötü Hissetmenin İyi Tarafı

Herkes ısrarla neden mutlu olmaya çalışıyor? Üzüntü, keder, melankoli falan bu yaşadığımız zamanlarda ve toplumlarda neden yok edilmeye çalışılınıyor?

Daha mutlu bir insan olayım diye şimdiye kadar yaptıklarımı düşününce alenen maymun olduğumu fark ettim. Neler yapmamışım ki? Aerobikimsi kickboxing yapmışım, olmamış taeboya geçmişim. En sonunda koşmaya başlamışım. Terapiste gitmişim, psikologa, psikiyatriste gitmişim. St John’s Wort içmiş, Prozac’ı denemişim. Oradan oraya gezinmekten hoşlanmasam da deliler gibi seyahat etmişim. Bir dünya self-help kitabı okumuş, telkin metodları uygulamışım. Birtakım kulüplerde, derneklerde insan içine karışmaya çalışmış, acı ada çaylarından içmiş, uyku hapları kullanmışım. Yasemin yağıyla sağımı solumu ovmuşum. Şimdilerde de meditasyona başlamaya çalışıyorum.

Bütün bu yaptıklarımı arka arkaya dizip film şeridi yapsak ortaya bir palyaçonun dramı çıkabilir. Aklım geriden geldiği için en başta sormam gerekeni en sonda soruyorum işte. Biraz depresyondan, iç sıkıntısından kime zarar gelmiş ki? Bıraksaydım da dağınık kalsaydı ya.

Tabii bu iç sıkıntısını giderme faaliyetlerinin çoğunu Amerika’da yaptığımı söylemem şaşırtıcı olmaz. Yapılan anketlerde Amerikalılar ezici çoğunlukla ‘mutlu’ olduklarını söylüyorlar. Genel hal ve gidişattan mutlu, aileleriyle ilişkilerinden mutlu, arkadaşlarından, tanrısından, kişisel yetenek ve gelişiminden, dış görünüşünden, sağlığından, arabasından, semtinden mutlu. Ne kadar bayık, allaam, adamlar herşeyden mutlular. Bir tek finansal durumlarından mutlu değiller. Bana sorsanız sadece maddi anlamda mutlu olmaları, geri kalan herşeyden büyük üzüntü duymalılardı. Ama Amerika, mutlu olmanın şart olunduğu, pozitiflik manyağı bir ülke. Mutluluk oranın en büyük endüstrisi ve orada kötü hissetmek yasak. Nasılsın sorusuna ‘iyiyim’ cevabının yetmediği, ‘sadece iyi misin yani?’ diye hayret edilmesi üzerine, ‘harikayım’ denilen bir yer. Yani şu Amerikalılar başka hiçbir şeye ‘mış gibi’ yapmaz, ama illa mutluymuş gibi yapar ya, deli olucam.

Oysa biraz hüzün çok yol alabilirdi.

Klinik depresyona övgüler dizmiyorum. O bir hastalık ve kesinlikle doktorlara bırakılmalı. Fakat hafif depresyon ve melankoli halinin, bazen ‘hüzün’ bazen ‘iç sıkıntısı’ bazen ‘karanlık’ dediğim şeyin yaratıcılık, hayata mana katıcılık anlamında gerekli olduğuna kanaat getirdim. Plan program insanı olaraktan modumun da günlüğünü tutuyorum uzun süredir. Mod günlüğümü yazılarımın tarihleriyle karşılaştırdığımda karanlığımla baş başayken ve de onunla baş etmeye çalışmazken çıkardığım yazıları daha çok beğeniyorum. Depresifken işimi de daha iyi yapıyorum. Mutluluk beni salaklaştırıyor, tembelleştiriyor sanki. (bkz sağdaki resim) Full-time işinin yanına doktoralar konduran Esincan da başarısının sırrını soracak olanlara ‘mutsuzluğum’ diyeceğini söylüyordu.

Mutluluk endüstrisinin dünyaya yayılmasına, hüzne hastalık muamelesi yapmasına, hüznün bir an önce bünyemizi terk etmesi için çabalamaklara kalkışmasına uyuz oluyorum. Bütün o serotonin artırıcı aktiviteler ve pembe haplarla aslında yapay memnuniyetlere çark ettirilmiş ve dünyayı olduğu gibi kabullenmiş, içi boşaltılmış tiplere dönüyoruz. Hüzün hayata alışamamaktan geliyor. Başka türlü bir şey aramaktan, arayışın huzursuzluğundan. Bu huzursuzluktan besleniyor kimi insanlar ya da bütün insanların bir tarafları. Kimilerinin daha çoğu, kimilerinin daha azı. Dokunmayın, kalsın öyle.

Orhan Veli Rumelihisarı’na oturmak yerine psikiyatriste gidip ‘içimde tarif edemediğim bir keder var’ deseydi, kendine depresyon tanısı konulup Prozac reçetelenseydi dünya daha mı güzel olacaktı sanki?

Pazartesi, Haziran 09, 2008

Sol Beyin - Sağ Beyin

Meditasyon yapsak iyi olur rahatlarız dedim ama hafiyelik icabı bu işin ilmini de araştırmadan edemedim. Önce ne olduğunu öğreneyim de sonra prosese girelim diye. Şimdiye kadar meditasyonla, beyinle ilgili o kadar çok şey karıştırdım, kendime o kadar çok test uyguladım ki aklınız almaz. En çok ama en çok, geçirdiği beyin kanamasında sol beyni etkilenen beyin bilimcisi Jill Taylor'ın tecrübesinden yola çıktığımı söyleyebilirim. Sol beyni etkilendiğinde yaşadıkları meditasyonun tanımına tıpa tıp uyduğu için etkilendim. Yani meditasyon aslında sol beynimizi kapatmak mıdır, diye düşünüyorum bu aralar. Yani bunu düşünüyor olmak bile sol beyinlilikken ne kadar başarılı olabilirim, bilemiyorum. Bir tarafım yemiyor açıkçası bu çabayı. Bayağı bir gaz gerek çünkü sol beynim feci dominant.

Şimdi beyin basitçe sağ ve sol diye ikiye ayrılamıyor elbet. Sağ da, sol da kendi aralarında birtakım alt fonksiyonlara ayrılıyor. Yaptığım testlerde sol beynimin alt fonksiyonlarına baktığımda en güçlü yanım olaraktan gerçeklik bazlı ve sözlü işleyişler anormal bir şekilde öne çıkarken (anormal derken gerçekten üzerinde çalışılıp düzeltilmesi gereken bir durumdan bahsediyorum), kullandığım kadarıyla sağ beynim bütünlük bazlı işleyişlerde sağlıklı ölçülerde, yani normal.

Sol beyindeki gerçeklik bazlı işleyişlerde kişiler ödevlerini, görevlerini yapmazsa başına geleceklerden feci halde haberdardırlar. İlla bir (adet olarak 1) kural ve yönetmelikle yaşamaz, her ortamın kural ve yönetmeliklerini baştan görebilip, öğrenebilip ona uygun davranrlar. Kurallar yoksa da yaratırlar. Adaptasyon yetenekleri üstündür ve hiçbir ‘iş’e duygusal anlamlar yüklemezler. Onlar için iş iştir ve işin sevilmesi gerekmez. Sadece verime, karlılığa ve bunlara yakın duran birtakım rasyolara bakarken ödül ve alkışla beslenen Düellavari motivasyonlara hayret ederler.

Sözlü işleyişim de aynen gerçeklik gibi anormal boyutlarda. Sözlü kişiler kelimelerle düşünür ve görsel materyale çok az ihtiyaç duyarlar. Bir adresi tarif ederken normal insanlar Migros’un sokağından solda camiyi görünceye kadar devam et, oradan sağa dön derken bunlar X Caddesi’nden iki kilometre kuzeye devam ettikten sonra Y Caddesi’ne sağa dön demeyi uygun bulurlar.


Sağ beynimde ise sadece ve sadece bütünlük normal. Geri kalan bütün fonksiyonlar anormal boyutlarda zayıflar. Bütünlük de işte büyük resmi algılama şeysi ama gelin görün ki fantezi yok, görsellik yok, sezgi yok. Eğlenceli ve yaratıcı ne varsa bende yok yani.

Cosmo’daki kişilik testlerini cevaplayaraktan a, b, ve c’lerin yoğunluğuna göre ne kadar çılgın, romantik, çapkın, cazip falan olduklarını ölçen kızlara döndüm, canlar. Dön dolaş aynı salak şey. Ne olduğumu bilmiyor muyum? Eee? Daha ne. Bir de obsesif kişilik miyim testi bulayım ben iyisi mi.

Çarşamba, Haziran 04, 2008

Tembel Kocanıza Nasıl İş Yaptırtabilirsiniz?

Şövalye kablo ve adsl faturalarından sorumlu kişi olduğundan bu iki utilitymiz ha bire kesilip duruyor. Güya otomatik ödemeye bağlatmışmış. Hayır, bu faturalar öyle yüzlerce YTL’lik de değil ki. En düdük paketlerden aldığımız için her iki faturanın toplamı ayda 30 YTL bile tutmuyor. Yani hesabında bu kadar olmadığından değil. O kadar fakir değil kocam. Ya da vadesiz hesabında hiç para komayıp bütün parasını bir yere yatırıyor da değil. O kadar parasının peşinde koşturuyor da değil. Gerçekten anlamıyordum neden böyle olduğunu. Otomatiğe bağlatma emriyle beraber otomatiğe bağlandı sanmışılığı imiş sebep. O da ayrı bir saflık işte. Ama faturada da yazıyor, ne bileyim emri verdikten sonra da mesaj olarak çıkıyor karşına, 4-6 hafta sürebilir otomatiğe bağlanmanız diyor. Bu arada gelen faturalarınız atlanabilir, aman ha falan da diyor. Bu mesajları ka’ale almayınca sonuç ortada.

İlkin adsl bağlantısız kalmıştık. Internet bağlantısına kavuşmamız yedi hafta sürmüştü. Şövalye önce sinirlendi kudurdu. Sanki suç kendinin değilmiş gibi sisteme, telekoma falan küfretti. Sonra baktı bir komşu bağlantısı yakalayabiliyor, hiiiç oralı olmadı. Adsl’e para ödemenin gereksizliğine dair attı tuttu. Telekomun bu servisinin çok pahalı olduğunu, ama artık onların ağına düşmediğini gururla savundu. Gel zaman git zaman komşu bağlantıya kilit vurdu. Bizimki feryat figan gitti adsl servisimizi açtırdı.

Şimdi de kablo tv’miz yok. Daha durun, bir hafta oldu henüz. Hadi TV seyretmemesine seyretmiyoruz da ben salonda uzay mekiğimin üstünde koşarmış gibi yaparken aklımı oyalayacak bir şeylere ihtiyaç duyuyorum. Sessizlikte aletli egzersiz yapınca zaman geçmez oluyor. Yine ilkinde olduğu üzere sinirlendi, kudurdu Şövalye. Sisteme, telekoma küfretti. Sonra da dvd'lere dadandı. Allahım, her gün dört beş tane sahte dvd’yle eve geliyor. Ekmek yokken pasta yiyenler gibi bir dvd atıyor alete. Yemişim kabloyu, zaten ne biçim görüntüsü vardı. HD televizyonumuz var, seyrine bakamıyorduk. Bak, dvd ne şahane, diyerekten kendini kandırıyor, en geç yarım saat içinde de horul horul uyuyakalıyor. Artık evliymişiz. Demek oluyormuş ki benimle az ilgilenebilir, salondaki kanepede uyuyakalabilirmiş. Bu başka bir yazı konusudur fakat o yüzden şimdilik irdelemeyeceğim. Sadece beni ne kadar delirttiğini anlamanız için dahil ettim buraya.

İş seyahatine çıktım geçen gün. Giderken bana söz vermişti döndüğümde kablomuz açılmış olacak diye. Akşam döndüm baktım. DVD koymuş. Elinde de dondurma, mısır falan sinema keyfinde. Nerde dedim tv. Yine unutmuş açtırmayı.

Binbir Gece’nin canlı yayın sezon finali varmıştı dün gece. Binbir Gece’yi zaman zaman seyrediyorum sevgili okurlarım. Zaten üç dört bölümde bir izlediğinizde konuya hakim kalıyorsunuz. Hiç izlemediğim halde Yaprak Dökümü’ne de hakimim, nasıl oluyorsa. Kuzen Larry çekirdek çitlerken bize de anlatıyor, oluyor. Aşağılayabilirsiniz yani beni. Umrum değil. Fakat dün gece Türkiye’de ilk kez dizi canlı yayınlanacaktı diye ilgimi çekmişti. Amerika’da zaman zaman yapıyorlardı, enteresan oluyordu, bakiym bizimkiler becerecek mi diye merak ediyordum. En temel merakım buydu yani. Yoksa olay örgüsünü bir forumda üç satırda okur öğrenirdim. Ne olacaktı ki?

Şu çocuklara disiplin-dayak mevzuunu araştırıp duruyorum ya kaç gündür. Erkekler de çocuktur ya. Hatasını anlaması için çocuğu 'sevdiği şeyden mahrum bırakmak' tarzını Şövalye’de de denemek istedim. Çat diye kapattım dvd player’ı. Bütün dvd’leri de toplayıp kaldırdım. Kablo TV açılana kadar bu evde entertainment yasak dedim. Müzik dinlemek bile.

Sonra banyoya gittim. Banyo da ayrı sıkıntı. Spot lambalarıyla aydınlatılan banyonun da tek bir spotu kaldı patlamadık. Aylardır Şövalye yenilerini takmamak için bahane derelerini kuruttu. Elektrik tasarrufu falan bile dedi hatta. Zaten sinirim tepemde. Artık salonda saçımı kurutup fön çeker, kaşlarımı yolar oldum. Bizimki hala mesajı almadı. Tek başına kalmış 12 wattlık ampülle kör kör banyo yaptım. Çıktım bir baktım, dvd’leri kaldırdığım yerden geri çıkarmış, yarıda kalan filmine devam ediyor. Dvd player'ı yeniden kapatıp dvd'leri yeniden ortadan kaldırdım. Çok sinirlendiğim için banyonun kapısını da kilitlemekle tehdit ettim onu. Madem banyo umrunda değil, banyo
olmasa da oluyor olmalı. Ondan da mahrum kalmalısın. Git ofisinde gör hacetini. Lambalar takılana kadar banyo da yasak. O da gitti mutfağı kilitledi bu sefer. Ben de yemek yapmıyormuşum madem mutfak yasak olsunmuş bana da.

Oyun mu be bu? Yemek yapmıyorsam da yaptırıyorum parasıynan. Sen de taktır lambaları elektrikçiyEEE. Hem aç mı kaldın ki? Yemek yaptığımda yedin mi ki? Ama ben karanlıkta kalıyorum. Ben televizyonsuz kalıyorum. AAARRGGHHH!

Düşün taşın en iyi çözümün yine dayakta olduğuna karar kıldım. Yani ne ki bu şimdi uğraş uğraş, deli işi valla.