Çarşamba, Mayıs 23, 2007

Sizi Hiç Böyle Bilmezdik

Kafayı kırıcam sanıyorum. Arada bir arabanın radyosundan bir adam konuşuyor ve o esnada radyonun dijital ekranında ‘traffic’ yazıyor. 100 kelimelik Almancamla trafik raporu verdiğini anlıyorum ama yani radyo dinlemezken, CD dinlerken ve hatta hiçbir şey dinlemezken dahi eleman hobarey diye dalıyor. O diil. Bazen irkiliyorum. Bu trafik anonsu isteğe bağlı değilmiş. Hangi yöne gittiğini tespit eden akıllı sinyaller sana önündeki yol durumunu anlatmak zorundaymış. Luzern’den Basel’e yol yaklaşık iki saat sürdü. Bu abi de en az 10 kez bize seslendi. Rahatsız oldum. Rahatsız olduğuma şaşırdınız, di mi? Benim gibi bir plan-program karıncasının nasıl olur da böyle bir şeyi sevemediğine takıldınız.

Hani yani trafik spikerini zaten anlamıyordum. Almanca konuşuyordu. Dolayısıyla yemyeşil dağların arasından yağ gibi bir asfaltta ilerlerken dinlediğiniz müzik içinizi göklere çıkarırken ayarsızca araya girilmesi pek hoş olmuyor. Ama bir şey daha var ki, seyahatteyken hiçbir şeyi planlamıyorum. Kur paritesini bilmeden, kalacağım oteli bilmeden ve hatta uçakta yerim olup olmadığını dahi bilmeden seyahatlere çıktığımdan böyle rastgele hali pek bir benimsedim. Planlamam gerektiğinde de o kadar daralırım ki yola çıkmaktan bile vazgeçebilirim - ki vazgeçtiğim çok oldu öyle son dakika havlu atıp bavullarımı lanetleyerek eve geri geri sürüklerken. O yüzden tatil planlayıcısı olmam, entegre olurum ancak. Nereye olursa oraya da giderim. Hiiiiç problem değil.

Eskiden ofisteki dünya haritasına gözümüzü kapatıp parmak basardık. Nereye konduysa oraya gitmek üzere. Bir keresinde de sular kesilmişti de tuvaletler iptal olmuştu. Eve erken gidebilirsiniz demişlerdi. Cuma günü öğlendi. A, ne iyi fırsat diye havaalanına gitmiştik. Nerede boş koltuk varsa o uçağa binerek. Brüksel mi? Olur. Yanımda bir minik hanım çantası. Dokuz saat uç, bir gün bir gece gez toz, dokuz saat geri dön. Bi keresinde de Gözde’yle Vegas’a gidiyorduk. Vegas kapısında bekliyoruz alanda. Sonra uhuu bir dünya şey çıktı, Vegas’ı beklemeyelim dedik de Boston’a gittik. Daha sonbahardı. Bizde tişörtler vardı. Boston’da kar yağdı.

İşte ben de aslında hiiiiç de göründüğü gibi olmadığını anlatma derdine düşmüş bir insan oldum. En derininden bir magazin gülü. En namuslusundan bir pavyon kadını gibi de denebilir.

Basel de sevimli bir yermiş bu arada.

Heidi Hafiye

Sevdiğim biri ağlarsa taş kesilir kalırım. Mantıklı mantıklı konuşurum. Çözümler ararım. Güzin Ablalık yaparım ama kalbim yorulur. Sonra ben de üzülürüm. Hem de öyle iki üç saat değil. Günler, aylar sürebilir. Empati kuramayan ben, sevdiğimin kalbi çoktaaan tamir olmuşsa dahi üzülmeye devam edebilirim. Üzülme haline saplanma hali. Şu taş olma ve kırılma meselesinde ortaya atılan ‘biz de kırmıyor muyuz’u kendime soru edindim de. Hayır. Kimseyi bu bahsettiğim şekilde üzmüş olamam. Kendi kendime bundan emin olmak istiyorum. Durup durup bütün filmleri başa sarıyorum. Yine kendi adıma bir şey çıkaramadım. Kendime karşı benden acımasızı bulunmaz oysa ki.

Ya üzen...daha sonra bir daha kimseyi üzmeden devam edebilir mi? Yani ‘üzmemek’ öğrenilir bir şey midir? Tabi şimdi ‘üzmek’, ‘üzülmek’ nedir, nedendir, nereden icap etmiştir, bir şey beni üzerken sana vız-tırıs olur, görece olur, falan filan. Biri çok şey beklemiştir de dillendirmemiştir; öbürü de yok saymıştır, anlamamıştır. Aslında ‘kötü insan’lıktan değil de iletişememekten olmuştur. Çoğu hikayenin özeti bu zaten anladığımca. Belki de bu yüzden yanlış olmasın, acı olmasın diye tuhafa kaçacak kadar netim konuşurken. O kadar ki ortamda duygu kalmıyor...gibi oluyor. Bütün naifliği, sürprizleri, kurları, jestleri, beklentileri atıyorum pencereden dışarı. Safi somut bir şey çıkıyor cıscıbıldak. İncelikler yazıya kalıyor. Söze en kurusundan katıksız ekmek. Yutulmuyor. Demiyorum ki bu da kimseyi üzmüyor. Hafiye’nin kullanma kılavuzundan bir bukle olarak sunuluyor sadece.

Her ne olursa olsun belki zamanla, belki bir anda üzülmemeye şartlanır insan. Üzmemeye değil sanki. Üzülmemeye çalışırken üzmemeyi de başarabilir mi? Sanki evet. Yani...bence işte o zaman gerçekten ‘olmuş’tur o insan.

Diye içimi devirirken hoooop kendimi İsviçre’nin dağlarında buldum. Bürgenstock’ta, 27 derece pırıltılı havada, yemyeşil kırlı bir dağda, önümde kocaman bir göl manzarasına karşı çiçeklerin arasında ne yuvarlanmak ama. Heidi oldum ben bugün. Peter’ım yoktu ama. Belki de uzaktan sesleri ninni gibi gelen çıngıraklı ineklerin başındaydı. Çıngıraklar. Kuş cikcikleri. Su şırıltıları. Börtü böcek vızıltıları...Ne iyi ettim de geldim buraya dedirtti yani. Burası bir cennetti. Çok gezenlere nispet olsun diye birkaç sms atıp hahayyt yaptım. Kara bulutlu İkitelliler’den homurtular yükseldi. Üzmiyim diye bir kulplar taktım artık ortama.

Salı, Mayıs 22, 2007

Zürih'teki Amerika

İçkiyi biraz fazla kaçırmış evsahibimin arabayı kullanmasına izin vermedim. Ben kullandım. Otelime gidip check-in’imi yapıp bir üstümü değiştirip geliym derken, arada da siz de bi durun bekleyin derken sandım ki arabada oturacak bu çakırkeyifli tayfa. Ama yooo. Siz tutun çıkın arabadan. Oysa ki ben anahtarı üstünde bırakmıştım. Zııııp. Kitledi mi kendini alet?

Onlar zil zurna araba çilingiri ararken ben de otelime check-in yapayım bari dedim. Hani hep beş yıldız beş yıldız konaklamışlıklar gezmişlik sayılmaz diye beynimi yıkadı bu şapti bitli turistler (bkz Barışnerede ve Özlem-Pansiyon). Hani hakkım da var şöyle concon concon takılmaya ama dedim bi enteresanlık olsun. Bi empati kurayım şunlarla da üç yıldız konakliyim bu sefer. Internetten lokasyonunu uygun bulduğum bir yere yazmıştım kredi kartını. Otelin önünde dev bir inek heykeli var. Crazy Cow isimli otel barına işaret ediyor. Yedi mahalle resepsiyonda bekleşiyor. Telefonlar çalıyor. Müşteriler bağrış çığrış. Resepsiyonist yok ortalıkta. Resepsiyonun arka odalarına girdim. İzbe izbe yerler. Hellooo, diye sesleniyorum ama tık yok. Derken birisi buldu resepsiyonisti. Abi Crazy Cow’da kafa çekiyormuş. Çıktı geldi terliklerini sürüye sürüye.

Otelin koridorlarında bir dünya graffiti. Odanın içi de aynen öyle. Bir yerlerden yoğun bir bas, bum bum bum beynime beynime çakılıyor. Eşyalarımı atar atmaz dışarı zor attım kendimi. Araba hala kilit. Ama bir cam biraz açık kalmış. İnce kollu biri kolunu sokabilirse kapıyı açabilirmişe varılmış. O da ben. Kollarım ince diye demiyorum. Tayfa içinde en incesi diyelim. Zorladık artık. Ağır hasar var sağ kolumda. Mosmor olur yarına. Ama kapıyı açtım yani.

Nierdorf Sokağı’ndaki bir piyano sesine doğru yollandık. İlginç bir kalabalık vardı. Hani bizim şu Beer Mug kıvamında. Hani yanmıştı da kapanmıştı. Ondan. Kendimi Amerika’da hissettim. Canlı müzik country, pop rock, Johnny Cash, John Denver, The Temptations, 4 Non-Blondes vs vs çeşitliliğinde seyretmekte. Bellerinde heybeli önlükleriyle al yanaklı tombul garson kızlar mutfak yolunda müşterilerle dans etmekte. Herkes şarkı istiyor piyanist şantörden. O da söylüyor. Bir beşlik atarsan iki tane istek söylüyor.

Bir ara 'American Pie' çalmaya başladı. Mahfoldum. Bir fena dokundu. Yani bu şarkı rock’n roll tarihine dair muğlak muallak bir hitabedir ki bu benle ne alakadır? Say desen üç beş isim sayarım, hepsi bu. Bu hitabenin içinde Amerikan toplumunun değer yargılarına kinayeler yedirilmiştir ki tekrar ediyorum...ne alakadır? Bir değer yargısı sorgusu beni neden hislendirsin? Şu anti-Irak meselesi niyetine Madonna’nın şarkıyı yeniden ısıtması da diil olay.
Belki de sadece ortam hiç beklemediğim bir şekilde ‘ as American as apple pie’dı. Bir nostalji miydi desem, bir hüzün, bi bişiydi. Sonra işte herşey birbirine karıştı. Şövalye çıkagelecek sandım. Gözüm kapıda takılı kaldı.

Sabah beş buçuk oldu. Ben uyusam iyi olacak.

Perşembe, Mayıs 17, 2007

Çocuğum Olsun İstiyorum

Çok çok mühim iş insanlarına çok çok mühim sunumlarla geçti haftam. Ben saçlarımdan memnundum ama dünya alem memnun değildi. Profesyonel duruş gerekliliği adına artık gereken şekli yaptırdım. Şekil bir yana kuaförlerin benle ısrarla muhabbet etmek istemesine dayanamıyorum. Small talk’ı kıvıramadığımdan mıdır artık ağzımdan çıkan kelimeler bana bir tuhaf geliyor böyle anlarda. İş arkadaşlarımı yanaktan öpememem de söz konusu. Kankalarıma sırnaşamam da. Özlem sarıldı geçen gün mesela gözleri yaşlı. Ne yapacağımı bilemedim. Kafasına küçük ve kısa pat patlar kondurdum. Bir kahkaha patlatıp itti beni. Hiç yakışmıyor sana samimiyet, dedi. Soğuk kadın. En azından aklı dağıldı. N’apiym.

Saçımla ilgilenen oğlan değişik bir tarzı olduğunu, derin bir insan olduğunu göstermeye uğraşıyordu belki de. Bilemedim ki. Merhabadan sonra bana “En çok ne yapmak isterdin?” diye sordu pattadanak. “Saçımı mı?” Hayır, şu hayatta en çok ne yapmak istermişim. Bu soruya cevabım da yok ki. Bunu kendime ben de sordum milyon defa. Hiç havalı şeyler gelmez aklıma. Ne Everest’e tırmanmak, ne dünyayı turlamak, ne artist olmak ne genel müdürler, ceo’lar olmak. Hiçbiri. Yani olmazsa olmaz, yapmazsam ölürüm bir durum yok. Yani bazı anlarda çikolata yemezsem ölürüm gibi geliyor ama anlık krizler sayılmasa gerek. Kuaför oğlan bilmemne okulunda okumayı çok istermiş mesela. Kuaförlük okuluymuş. Bu mesleğin Harvard’ı falan olsa gerek. İstersen yaparsın, neden olmasın, dedim bıraktım. O devam etti. 18 yıldır bu mesleği yapıyormuş. Saçlarımı yıkıyordu; yüzüne anlık bir bakış attım. 32 yaşındaymış. Tabii ya, bu mesleğe 25’inde başlamıyor ki insanlar. Hiç göstermiyorsun, dedim yine de. Nezaket diz boyu. İçindeki çocuğu öldürmemiş, ondanmış.

İçerdeki çocuklar ve onları büyütmemiş olmanın aslında ne fevkalade bir insanoğlu özelliği olduğuna delalet eden yüce Türk klişesini bir kez daha duyduğum için fenalık geçireceğimi sanıyordum. Öyle olmadı. ‘Neden benim içimde bir çocuk yok?’ diye düşünedurdum. Vardı da büyüttüm, okullarını bitirdi, adam oldu, hayata atıldı falan da değil. Çocukken dahi içimde bir çocuk yoktu. O vakitte dahi sınır bilinçli, realist şeyler dönerdi kafamda -ki bunların da hiçbirini 'vay canına'layamazdık.


Kuaför oğlanın çocuğunu Özlem'e anlattım. Ne manyaksın, dedi. Oğlan beni entel bişiy sanmış. Yukarlara koymuş. Kendi çapında benim çapımda muhabbetler etmek istemiş. Bir dinleseymişim ölür müymüşüm? Hiç böyle düşünmemiştim. Her anımda sosyalleşmek istemiyorum sadece. Ağzını açan kendine klişe kesim gömlekler giyiyor. Herkes derin. Herkes ulu çınar. Herkesin içi kreş. Oysa 200 metre yürümemek için bindiği kısa mesafeli taksilerde dahi şoförler en gizli sırlarını anlatıverirler Özlem'e. Bir elektrik alırlar onun deli bakışlarından da bir elektrik vermek için yani böyle dökülürler. Bunca 'elektrik' beni yüksek geriyor sadece.

Hah, işte bu içsel çocukları düşünüyordum ki kuaför koltuğunda aklıma çok da evvel olmayan bir zaman içinde bir masal kahramanının beni masalına katmak istediği geldi. Ya da bu konu aslında aklımdan hiç çıkmamıştı da bu açıdan hiç bakmamışlığım cazip geldi. Lakin, kahramanın harikası bol diyarında 'Prenses’lik bana yakışmadı. Samimiyet kadar eğreti, bu yeni saçlarım kadar zorlama durdu. Bu yüzden içimde bir çocuğun olmasını istedim. İçim çocuk doğursun. Kısırsa evlatlık alsın. Masallara inansın, onlarla uyusun. Kelebeklerle dans etsin. En çok bunu isterim.
Bu cevap sayılmaz mı?

Salı, Mayıs 15, 2007

Taş Hafiye

Kaç kere kırıldıktan sonra -parçalarımı güzelce yapıştırsak dahi- artık aslıma benzemez olurum? Kaç kırıktan sonra 'ha bir eksiiiik ha bir fazla'ya tevekkül ederim? Hadi diyelim kaya gibi hatunum, metamorfozumu kendim yaratırım, yeniden kırıksız bütünlerim kendimi. Hafızam da silinip yenilenebilir mi? Bu rejenerasyonun zorluğu mudur beni bütünlük bozulmasına karşı bu kadar hassaslaştıran? Bırak kırığı, yeni ben'in bir çiziği dahi olmamasına dikkat etmek beni narin mi yapar, zalim mi? Ağlıyorsam narin, haykırıyorsam zalim, di mi? Tarzlara endeksli algılara kalmış.

Baaak, diyip anlatabilirsem başkalaşmış kayaları, neymiş ne olmuşluğunu, yumuşacık şeylerden ne kadar sert şeyler çıkarabildiğine şaşırırsın hayatın ki buna inanan olmadı hala.

Bu kayalar ama tam belaçekendir. Kırana kadar uğraşır dururlar. Kimisi balyozuyla böyle bam bam bam--ki o en kolayıdır. Göstere göstere. Bilirsin geliyor işte elinde yükü, yüzünde niyeti. Kimisi ama, su olur içine işler. Bir ferahlık, bir serinlik, bir hafiflik...değilmez keyfine. Yazlar iyidir de ilk soğukta içimi dondurur damar damar. Sonra işte.. bir bakmışım ben yokmuşum. Parça parça kırılmışım. Minicik bir şeyin şu yaptığına da ben inanamadım gitti.

Pazartesi, Mayıs 14, 2007

Dördüncü Aranıyor

Artık laga lugayı bırakıp aksiyon alma zamanıdır dedik ve Düella'yla sit-com senaryomuzu yazıya dökme eylemine koyulduk bu haftasonu. Cuma gecesinden Pazar akşam pansiyona dönene kadar beraberdik. Önce karakterleri, sahneleri falan planladık. Sahne kısmı kolay oldu da karakterler kısmı zor oldu. Sonuçta karakterler gerçek hayatımızdan çıkma ama isimlerin değişmesi gerek ama değişirlerse sanki özlerinden çok şey yitirecekler ama değişmezlerse de bütün dostlar bize küsecek ama da ama da ama. Neyse, bir iskelet çıktı artık. Gerisi bize kaldı. Bu konuda ne kadar disiplinli olacağımızı öngöremiyorum.

Düella'da Abla, benim evde kardeş Hafiye var. Abla Düella döndüğü seyahatten taleplerini de getirmiş, telefonda temizlik neden yapılmamış, içme suyu neden alınmamış konulu cinnetler yaptı. Ben de kardeşe neden çöpler uygun torbalara konulmamış diye yaptım aynından. Her iki ailede de bir abla-kardeş kavgasını eş zamanlı yaşadık. Lakin evlerimiz fecaat durumda. Dillerimiz de pabuç kadar.

Düella'ya seyahat arkadaşı kitabında ‘Türk Prensesi’ diye bir chapter ayırmış. Hah da aynından. Talep talep üstüne. Çayı, kahvesi, sigarası ayağına getirildi, kaz tüyü yorganda yatamadı da yorgana altlıklar icat edildi. Canımın yongası Victoria’s Secret pijamamın poposunu esnetti. Ne bileyim, televizyon ilgisini çekemediyse benle uğraştı. Soğuk ve mesafeli duruşumla en çok. Diğer herşey tamammış ama sırf bu yüzden benle evlenemezmiş. Ben de bu bitmez tükenmez sevimli-şımarık karışık taleplerine dayanamam zaten. O yüzden yeni adaylar düşündük. Ve bulduk: ÇITIR!

Öğleden sonra onu boğazda muhabbete çağırdık. O gelmeden biz Çınaraltı’na kurulduk. Güneşe oturalım dedik önce. Çok sıcak geldi. Bir yan masaya geçtik. Bir süre sonra güneş oraya da gelince bir yana daha kaydık, gölgeye. Bu sefer de üşüdük. Garsona güneşle gölge karışık bir yan masaya daha geçme talebinde bulunduk ki adam yeterin demedi de şallarla çıkageldi. Bu arada Çıtır da geldi. Ceycey de. Üçümüz de onla evlenmek istediğimizi söyledik. Hepimizi alsın. Tamam tamaaam..Düella ana kraliçe olsun. Ama hiçbirimiz çalışmayacak, Çıtır da bize bakacak. Dört hakkı var ya hani, bari dördüncü de hamarat olsun da kıçımızı toplasın istedik. Munis de olsun ki başımızı ağrıtmasın. Hamaraaaat... Ruş olurdu ama o da hepimizi muma çevirir valla. Düşündük taşındık, öyle biri aklımıza gelmedi. Çavdar olmayan erkek tanımadığımız gibi munis ve hamarat kadınlar da tanımıyoruz. Etrafımız dominant kadınlar ve layt erkeklerle çevrili. Ne fena.

Çarşamba, Mayıs 09, 2007

Bu Postadan Sonra Sabun Köpüğüne Devam

Kadrolaşma da (dini ya da maddi her türlü) istismar da her hükümetin başımıza açtığı bir bela. AKP iktidara geldiğinde kadrolaştı da daha öncekiler kadrolaşmadı mı? Ne AKP yanlısıyım ne CHP ne zırt ne zurt. Oyuma değecek bir tane parti yok ortamda. Birileri de buna üzülsün, buna takılsın. Kimseyi aşağıladığıma inanmıyorum burda. En sevdiğim insan da mitinge gitti zaten. O kadar demokratız ki kimse kimseye bir şey demedi. Yok. Dedik aslında biraz. Ben cimbit cimbit konuştum. O da bana 'laboratuar demokratı' dedi gitti. Ama giderken öptü. Ben de kafasına güneş geçirtmemesini tembihledim madem. O benim tatlı bebim. Hem canım isterse türban da takarıııım, tesettür de yaparım--ki geçenlerde bunu fişteklediler de Etiler Starbucks gibi "modern" bir Türk ortamında kafama eşarp bağladım oturdum. Yanımdakilerin rahatsızlığı süper eğlendirdi beni. İyice deşesim gelir benim bu huzursuz halleri. Ay, dayanamam, çok eğlenceli.

Hiiiç başka bir şeye değinemeyeceğim. Bildiğim kadarını söyledim zaten. Gerisini siyaset bilimcilere bırakacağım..ama siz her kim anlıyor kabul ediyorsanız halden ona endişelerinizi dökersiniz artık. Ben bu memleketi daha fazla tanımak istemiyorum zira son olaylar bana bir sınıf savaşının ve demokrasi bilinçsizliğinin utancını yaşatıyor...aslında herşeyin bilinçsizliği hakim burda. Siyaseti geçtim. Sanat bilen de yok. İş bilen de. Böyle haybeden nasıl oluyor da bu binalar dikili kalıyor, bu uçaklar uçabiliyor, bu elektrikler çalışıyor, sular akıyor, ben anlamıyorum. Konuştuğum kimseden tat da almıyorum. Herkes (yani "biz modernler") aynı tatta çünkü. O tat da baygınlık veriyor bir süre sonra. Böyle asosyal, evimden çıkmaz, TV seyretmez, gazeteleri de alay etmek için arada bir okuyan bir yabaniye dönüştüm. Herkes sarışınlaştırılmış, herkesin beyni boşaltılmış, herkes Bodrum'da, herkes bihaber ama yine de herkes en doğrusunu bilir. Sadece üç beş kişiye indirgedim memlekete dönüşümü. Onlar için dönmüştüm. Onlarla bir huzuruz. O kadar. Haa. Ya sev ya terket'ler başlar şimdi. O da ne muhteşem geyiktir ama.

Bu yazıyı da çok sevdim ayrıca:

'Yalnız değilmişim Atam; dekolte tişörtümü beğendiniz mi?' - Perihan Mağden
Keşke ben de Kemalist Dininin bir mensubu olsaydım. Her daim vesayet altında bir çocuk gibi yaşasaydım.
O zaman Anıtkabir'in mermerlerine başımı dayar, bi yandan mermerleri öperken iki yandan 'Çok yalnızım Atam!' derdim.
Mozoleden ses gelirdi: "Yalnız değilsin! Kendini benim vekilim telakki eden Büyükanıt paşan, kendini benim partimin başı kabul eden Baykal amcan, senin gibi hissseden yüz binlerce demokrasi özürlü kardeşin var."
Bu cevap üstüne ben de hemen deseni ay yıldızdan oluşan dekolte/streç bir tişört edinir, bayrak temalı kepim, 'de' ve 'da'ların ille de ayrı yazılamadığı pankartlarımla Çağlayan'a akardım. Orda Alara Uzan'ı alkışlayan mitingçilerimle bütünleşir "Yoksa bu milletin müstehak olduğu lider Cem Uzan mıdır? Konuşurken dişleri uzuyor Kırmızı Başlıklı Kız'daki kurt gibi: ne güzel!" diye düşünerek evime dönerdim.
Pazartesi sabahı, evimin en yakınındaki pastanede 2 mitingçi hanımefendi beni tanıdılar ve allem edip kallem edip bir gün önce katıldıkları Çağlayan mitingine sözü getirdiler. Ben 1 şeyler söyledim: Makûl ve mazbut şeyler. Yalnızca yazılarımda aşırı olabiliyorum.
Esas Hayat'ta çok korkuyorum insanlardan. Onların görüşlerinden.
Hanımefendilerden biri korkumu haklı çıkardı: "Haklısınız, Perihan hanım da; bizim milletimiz eğitimsiz bir millet. Gelsin, Askeriye yönetsin bizi," dedi.
GELSİN ASKERİYE YÖNETSİN BİZİ! O nümayişlerden çıkarılacak 'ceviz' budur!
***


Şimdi saadetten yeni parlatılmış Reşat altını gibi (Cumhuriyet altını mı demeliyim?) parlayan Deniz Baykal'ın nasıl bir demokrasi tıkacı ve manipülasyon şehzadesi olduğunu her akşam ana haberlerde izlemek ve ömrümde gördüğüm en karizma yoksunu kişilerden olan Zeki Sezer'le 'birleşip' birleşemeyeceklerini izlemek kaldı geriye.
Bu müthiş 'sol' partiler birleşsin de Tandoğan/Çağlayan mitinglerine katılan 'Akacak bir mecra bulduk Atam' isimli kalabalık demokratik tepkilerini sandıkta dillendirsinler; değil mi efendim?
"Yazlıkta değil, sandıkta!"
Artık '367 Kuralı' sayesinde Meclis'ten cumhurbaşkanı çıkarma olanağımızı sonsuza dek (Türk Sonsuzu: şu sıralarda, demek oluyor) kaybettiğimize göre ve bu Baykal, bu Erdoğan parti içi demokrasiyi pek tabii ki inşa etmeyeceğine, yüzde onluk baraj pek tabii ki kaldırılmayacağına göre-
22 Temmuz'daki seçimden nur topu gibi oylarını arttırmış bir AKP çıkar; e o zaman da internetten muhtıralanmakla kalmayız. Kadiri Mutlak Askeriyemiz'in 'ge' planı devreye girer. Zira verdikleri 'işaret' doğrultusunda hareket edebilecek 'seviyede' değil madem milletimiz.
"Buyrun Paşam: açık açık idare ediniz!" Erman Toroğlu.

Pazartesi, Mayıs 07, 2007

Kaşıntının Son Hali

Günlerdir bu meseleyi pansiyonda, yolda sokakta kendi aramızda sözlü olarak da irdeliyoruz. Tartışma adabından yoksunlar tez zamanda olayı kişiselleştirerek kendilerinden farklı bir fikri savunanlara hakaret savurma eylemine düşerler. Tartıştığım insanlar arasında böylelerinin olmadığını bilmek beni inanılmaz mutlu ediyor. Tartıştığım insanlar her yaştan, her boydan, her kesimden de denebilir. Zira bütün haftasonu pineklediğim pansiyonun misafirleri kesim kesimdi. Bir kısmı çok şaşırıyor. Benim gibi ‘modern’ birinin nasıl olur da ‘onlar’ın tarafında olduğumu anlamıyor. Ben yanlış anlattığımı hiç sanmıyorum. Neden ısrarla yanlış anlaşılıyorum, anlamıyorum. Ben kimsenin tarafını tutmuyorum. Ben ideali tanımlıyorum. Demokrasi ve laiklik kelimelerinin anlamlarını biliyorum. Laiklik adına demokrasiye yüklenilemeyeceğini, çünkü laikliğin din ve vicdan özgürlüğünü ifade ettiğini, dolayısıyla laikliğin demokrasinin alt kümesi olduğunu, demokrasinin daha büyük şemsiye olduğunu söylüyorum. ‘Onlar’ın dini, vicdanı kapanmaya değil de ne bileyim mesela burunlarına halka takmaya, saçlarını mora boyamaya, çokeşli ve hemcinsli bir hayata inansaydı onları da savunurdum. Benim demokrasi anlayışımda herkese yer var.

Bana devamlı söylenen ‘onlar’ın benim anlayışımda olmadığı ve ‘biz’i yok etmeye yönelik eylemlerinin olacağına dair inançlar, ipuçları vs olduğu. Olabilir. Onların demokrasi anlayışında bana yer yoksa onları da eleştiririm fakat şimdiye kadara baktığımda attıkları her adım, meşru alanlarda atılmıştır. Dolayısıyla onlara cumhurbaşkanı olamamayı dikte edemeyiz. Birincisi, aslında zaten bütün bu konuşmalara gerek yoktur çünkü türbanlısı sarıklısı olsa da olmasa da zaten Türkiye’de demokrasi yoktur. Ülkeyi ordu yönetmektedir. 80 darbesiyle solcular dağıtıldı, sağcılar coşturuldu. Bugün darbe olsa ve sağcılar dağıtılsa belki 20 yıl sonra radikal solcular tekrardan dağıtılmak üzere yeni darbe ortamlarına sebep olacaktır. Her toplumda açığından koyusuna sağcısı, solcusu, dindarı, ateisti vardır. Olmalıdır da. Bunlardan birini kısmak, diğer tarafı şişirir. İkincisi, inatla seçim sistemindeki bozukluğu göstermek isterim. %10 barajıyla halkın sadece %55’i temsil edilmektedir. Halkın neredeyse yarısı temsil edilmemektir. Halkın yarısının temsil edilmediği bir meclisten çıkan her karar anti-demokratiktir, cumhurbaşkanı adayı kararı ne kulvarda olursa olsun. Üçüncüsü, ‘onlar’ın ‘biz de laikiz’ söylemlerini samimi bulmuyorsanız, ben de cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ortaya çıkan bütün kaosun cumhurbaşkanı adayının karısının başının örtüsünden daha başka bir şeye dayandığını samimi bulmuyorum. Kendini ‘aydın’ ilan eden ve bayrağa sarılarak Atatürk ilkelerine sonsuz bağlı olduklarını gösteren halkımız -özellikle gençlerimiz- nedense kılık kıyafet devrimine gösterdikleri duyarlılığı dil devrimine gösteremediklerinden imla ve ifade yanlışlarıyla dolu pankartlarını, notlarını, mektuplarını internet ortamında toplumsal sorumluluk edalarında yaymaya devam etmekteler. Aydınlığı kıçına başına endekslemiş bu zihniyete darbeden, şeriatten, laiklikten, demokrasiden zırt zurttan bağımsız derinden üzülüyorum.

‘Sosyal içerikli’ yazıları kendimi tutamadığımdan yazıyorum. Çok da beğenmiyorum zaten yazdıklarımı. İçeriği tamam da bahsettiklerim böyle ne bileyim, el yordamı, iç kazıntısı şeyler. Öyle örnek mörnek de veremem zaten tarihten, politikadan. Bilgim pek kısıtlı zira. Ama "AklımaGelmişken"de çok sevdiğim bir arkadaşımın bu konuda 'en' olmuşluğunu gururla izliyorum. Bende püskül püskül sallanan ipler onda bir güzel bağlanmış ve çok da iyi ifadelenmiş. O, bu konunun uzmanı bir siyaset bilimcisi. Yakın zamanda onu daha geniş okurlarının, dinleyicilerinin, izleyicilerinin içinde alkışlayacağıma eminim.

Cuma, Mayıs 04, 2007

Toplum Toleransı

Alex'im coşmuş. Onu çok iyi anlıyorum. Ben herkesi çok iyi anlıyorum galiba. Derviş mi oldum, nedir?
Lakin, ben Amerika'da kölem nerde diye sokağa çıkıp pankart asan adamın varlığını da seviyorum, onu alkışlayanın da, ona meczup muamelesi yapanın da. Hepsi başka yöne baksa da hepsi var ve rengarenk takılıyorlar işte ne güzel. Kendi anım olaraktan Mardi Gras zamanı New Orleans'ta kızlar memeler ortada boncuk boncuk dolaşırken bir grup insan ellerinde kocaman haçlar, 'İsa kurtarıcıdır, imana gelin', diye dolaşaraktan uyarıyordu sarhoş ve çıplak ve kopuk kalabalığı. Bizde de buna benzer bir şeye bir kez şahit oldum. Ortaköy'de denize bakan kahvelerin birinde ahali kağıt, okey falan çevirirken sarıklı bir abi geldi. Kumar haramdır, dedi ve gitti. Sadece dedi. Kimseye dokunmadı. Kimseye bağırmadı. Yanımdakiler müthiş rahatsız oldu bu durumdan. Birkaç bağrış çağrış çıktı. Buna benzer hikayeler anlatan bin tane 'elden gidiyoruz' diye mail alıyordum zaten. Hayır, belki de daha demokratik oluyoruz. O yüzden 'biz'e benzemeyen sesleri duyuyoruz. Bunlara aldırmadığımız, daha doğrusu takılıp cinnet geçirmediğimiz gün demokratız işte. 'Onlar' demokrat, 'biz' faşistiz demiyorum. Herkes demokrat olsun istiyorum. Ütopya mı? Eyvallah ama şu bir gerçek ki 'onlar' bunu yaparken –benim gördüğüm kadarıyla- herşeyi kurallar çerçevesinde yapıyorlar. 'Bizim' kurallarımızın rejim değişikliğine bu kadar müsait olmasında bir gariplik var belki de. Bari bu tarafından düşünün meydanlarda bağırmadan önce.


Çıplaklar kampına tişörtle giremezsin çünkü orası o kampın işletmesinin özel alanı ve de özel kuralıdır. Ona bakarsan BÜMED'e İstanbul Üniversitesi mezunlarını üye yapmıyorlar. Kimi barlara da spor ayakkabıyla almıyorlar. Kimilerinin evinde sigara içemezsin, balkona çıkman gerekir. Herkes kendi özel alanının kuralını koyabilir yani. Kamu alanına gelince....

Sırf fonksiyonel yaklaştığımda türbanın görevin gerektirdiği işi yapmaya engel teşkil etmiyorsa ve türbanın içindeki şahıs işin gerektirdiği vasıflara haizse neden yasaklı olduğunu anlamıyorum. Eğer türban kamuda kabul görürse bundan sonra zincirleme bir şekilde kamuya sadece türbanlılar alınır, bütün kamu türban olur diyorlar. Bu da doğru olmaz. Kişinin yeteneğine ve vasfına kıyafetinden sonra bakılıyorsa bu da doğru değil tabii. Bu konunun iplerini düzgün bağlama anlamında kafam karışık ama kafamın takıldığı bir şey var ki o da bu işten her daim kadınların zararlı çıktığı. 'Onlar'ın erkek olanları kamu personeli olabiliyor, eğitimlerini aksatmadan alabiliyorlarken kadın olanları dışlanıyor. Kamuyu geçtim, özel sektörde de genelde erkekler 'radar'a yakalanmadan hayatlarına devam ederken kadınlar evlerine mahkum oluyor. Onların o türbanı takma kararı o dakikadan sonra kendi inisiyatiflerinde olmuyor işte. Eğitimi olmayan, ekonomik özgürlüğü olmayan kadınların fikri de zikri de hür olamıyor. Türban, çarşaf ya da mini etek, bikini, farketmez...kendi etini ne kadar örteceğini dahi bir erkek ona dikte edebiliyor. Anne olduklarında 'bizim' istediğimiz gibi çocuklar yetiştirmeyecekleri daha da sabitleşiyor. Bu da yuvarlandıkça büyüyen kartopu şeklinde 'biz'e önümüzdeki yıllarda kapak olmaya devam edecektir. Sadece ama sadece kadını eğitmekle bile çok şeyin değişeceğini düşünüyorum. Yarınlarımızın ilk öğretmeni onlar çünkü.

Perşembe, Mayıs 03, 2007

Toplum Paranoyası

Yapmak istemediğim bir şeyi ilerde bana zorla yaptırabilirler kuşkusu yüzünden bu sefer onlara yapmak istemedikleri bir şeyi bugün benim zorla dayatmam mıdır çözüm? Ben 'onlar' cici, 'biz' kötüyüz demiyorum ki. Ya o, ya bu değil ki bu. Karakter olarak pasifistim belki. Ölürüm madem gerekirse ama ben öldüremem, hani son dakika bir adrenalin basmazsa..belki. En azından ellerimi demokratik bulmadığım çabalar için çırpamam.
Şövalye bana 'yankee, go home' dedi. Ben yankee miyim? Bütün bu söylediklerim beni 'Amerikalı' mı yapıyor? Amerikalı söylemleri değil ki bunlar. Amerikalılar bu kadar demokrasi diye tuttursaydı ne Ortadoğu kaynardı ne de denizler.


Ya evim? Amerika mı? Belki çooook naifim ve belki bu naiflik bu coğrafyada beni bozuk para yapar. Amerika'nın dışı saldırgan. İçi barışçıl...değilse bile umursamaz. Orada birey olarak tutunabilirsiniz. Kimsenin ruhu duymaz. Umru olmaz.

Evinize hırsız girdiğinde dahi hırsıza ölümcül müdahale etmek sizi yargı önüne çıkarır. Sizin yaşam alanınıza açık seçik müdahale olmasına karşın suçlu olabilirsiniz. Haksızlık mıdır bu?

Salı, Mayıs 01, 2007

Toplumun Kutupları

Pürüzü az bir taşa popomu koymamla telefonum çaldı. Abdullah Gül Cumbaba adayı olmuş haberi geliyor memleketten. Bu çöllü vadinin dibinde ulaşılır olmanın iyi mi yoksa kötü mü olduğuna karar veremedim. Bir yanım 'e, yaaani?' diyor, öbür yanım durum değerlendirmesi yapıyor. Yani. Tayyip'e kıyasla daha efendi şimdi. Ananı mananı diye hırt hırt konuşmuyor. Dil biliyor. Özleri aynı, tarzları farklı denebilir mi? Denir heralde. Tipik bir müzakere ya da pazarlık sahnesi nostaljisine sebep bu bana. Fransızlara da derdik ki şu şöyle olsun. Aslında kendi istediklerinden çok da farklı olmayan ama çok hafiiiif bir ton farkı olan bir şeyle çıkarlardı karşılığında ilk etapta. Gerisi tartış tartış tartış allah tartış. Hep ortada buluşulurdu ama illa ki. Da bu işin ortası var mıdır? İki kutba yapıştı cemiyet. Ilıman iklimlerde kimsecikler yok. Ben mesela. Alenen aradayım. Cumana olabilirim o zaman.
***********
Çağlayan'daki mitinge Şövalye'yi uğurlamadan önce televizyondan görüntüleri, yorumları aldık. Mikrofonlar uzanıyor. Neden burdasınız, diye soruyor muhabirler. Türbanlıları sevmiyoruuuuz'dan darbe şakşakçılığına uzanan cevaplar. Bayraklar da onların. Kendine demokratların. Cevaplar geldikçe içim kaynayıp köpürüyor, nihayet buharlaşıp yok oluyor. Yok yani. İçim yok artık benim. Teneke Adam oldum. Onda bile bir kalp bulmuşlardı galiba. Bende o da yok.
***********
Şövalye mitingden sloganları esemesledi. Hepsi çok eğlenceliydi.
Mitingi canlı yayınlamayan 'bir kısım medya'ya kızılmış: "Tayyip alana, Aydın Doğan bedava".
Ankara'daki mitinge katılımcı sayısının abartıldığını söyleyen Erdoğan'a kızılmış: "Tayyip baksana, kaç kişiyiz saysana"
Çarşı ekibi de bütün şaklabanlığıyla katılmış: "Laik Türkiye, şampiyon Beşiktaş".
Yüzbinlerce kişinin aynı ortamda bulunmasından baz istasyonları cep telefonu trafiğini kaldıramamış. Hatlar düşmemiş. Komplo teorisyenleri bunu AKP'den bilmiş. Çok şeker. Her havayolu Cumartesi günleri frekans azaltır ama yoo, Ankara'ya gidememeleri için AKP seferleri kaldırtmıştı geçen sefer. (Ama talep varsa zırt diye bulurlarmış uçağı diye karşı da çıktılardı bu yoruma. Talep organize miymiş? 200 kişi bir araya gelip, parasını çatır çatır sayıp bize uçak kiralar mısınız, demiş mi? Hiç sanmam)
***********
Akşam haberlerinde mitingi düzenleyen modern Türk hanımlarından biri ağlamaklı şiirli sesiyle Çağlayan'daki modern Türklerle gurur duydu. Ona da sordular neden orda olduklarını. Toplanma misyonları bayağı ama bayağı bir kapsamlıydı. Ekonomik gelişimden, kardeşliğe, teknolojiden barışa...herşey için toplanmışlarmış. Misyon buyduysa başörtülüsü de, askeri de, porno yıldızı da, Kızılderilisi de, Afrikalısı da katılmalıydı bu mitinge. Ya şu Türkler bir kere de ne olur ama çok rica ediyorum ne olur, neyi niye yaptıklarını, misyonlarını, hedeflerini, yöntemlerini bir dağıtmadan, tam isabetten anlatabilir mi? Allerji oldum valla.
***********
Mitinge zaten gitmeyecektim. Çünkü bana ters gelen bir şey yok. Seçim, aday, oy, herşey ama herşey meşru. Ha, seçim yöntemleri doğru mudur, mantıklı mıdır, böyle mi olmalıdır, tartışalım, düzeltelim. Ama 'as is', herşey meş-ruuuu. Bölücülüklerinden korkulup kimi partiler meclise sokulmasın diye barajlar kondu. Meclisin temsil oranı o yüzden böyle modern Türklere ters geldi. Yazın yediğimiz hurmalar, kışın bir tarafımızı tırmaladı işte. Bu tırmalamalardan bir ders çıkardığımızı sanmayın. Şimdi de şeriatten korkup başka engelleyici anti-demokratik düzenlemeler isteniyor. Kardeşim, korkunun ecele faydası yooook. Ondan kork, şu engeli çıkar, bundan kork bu engeli. Engeller demokratik değil bir kere. Demokrasi bize göre olmasa bile özüne insek bari sorunların. Bantlar yapıştırmak tedavi etmiyor, yaranın üstünü kapatıyor sadece. Çareler tükenmez ama yara bantları çare değiiil.
***********
Hem var ya aslında bütün miting alanının derdi uluslararası platformlarda first lady'nin türbanlı görüntüsünden duyulan oryantal eziklikten başka bir şey değil. Yarın first lady adayı başını açsa valla problem kalmayacak. Bu kadar içi boş bir gerginlik yaşıyoruz. Darbe olacağına başörtülü first lady'm olsun yahu. Bana ne kadının ne giydiğinden. Bana darbe daha utanç verici geliyor.
***********
Bana da Türklük bulaştı. Bir toparlayamadım.
Çok da hırtım ayrıca. Sakın bana 'sen bişiy yap o zaman' demeyin. Isırırım.