Şövalye işten ayrıldı yine. İki yılda bir bahar geldiğinde
bu oluyor. O yüzden sorun bu değil.
Sorun, benim de işi bırakmak isterken, ‘aa ben de bırakıcam
zaten, beraber bırakalııım’ diye çocukça bir yorumuyla benim depresyonumu
katlaması oldu.
İş bırakmak konusunda hiç şakası yoktur Şövalye’nin. Tak
diye bırakır. Benim, senin, onun, ailenin geliri, çocukların okulu, sonrası vs’ye
pek takılmaz.
Tamam, onun yüzünden işi bırakmamış değilim ama o gün yani,
tam da işten nefretimin çok büyüdüğü, ofiste hezeyanların döndüğü günlerde bana
bu cümleyi kurmasaydı o anın ateşiyle bırakabilirsim. Oysa o an bu cümle büyük
bir takoz oldu önüme. Ben patronlara koca şirketi revize ettirtmeyi bile becerebilirim
ama Şövalye’nin işte durmasını sağlayamam. Şövalye iş konularında akacak kan’dır.
Aklına koydu mu ofiste fazla durmaz.
Benim derdim Şövalye'nin para kazanmaması, anarşik olması falan değil. Derdim, Şövalye’nin evde olması. Çocuklarla daha çok
vakit geçirmesi. Bunlar birer dert. Çünkü çocuklarla geçirdiği her vakit hem Hayriye Hanım'ın iş yapışına hem de çocukların düzenine,
alışkanlıklarına, terbiyelerine sokulmuş çomaklar olarak bize geri dönüyor. Çocuklar artık
uyurken ağlıyorlar. Yemek yemek istemiyorlar. Hayriye Hanım, evde nasılsa
Şövalye var diye Planters’ı babaya bırakıp komşu gezmelerine, günlere gidiyor. Jelibon
evde duran baba yüzünden yuvaya gitmek istemiyor. Her sabah servis biraz daha
beklesin diye yalvarmayla geçiyor.
Şövalye çalışırken geç saatlere kadar çalışırdı. Akşam 9’a
doğru eve gelirdi. Ben genelde 7 gibi evde oluyordum. 9’a doğru cinnet artmış,
evde kıyametlerin koptuğu anlara gelmiş oluyorduk. Jelibon, Planters’a vurursa –ki
hep vuruyor- odasında 3.5-4 dakika kadar düşünme cezası alıyordu. Planters da
sağ olsun, başına gelenlere saatlerce ağlayabiliyor. Bir unut kızım ya, geçti
bitti yok. İşte o cadı saatinde Şövalye gelirdi. Bana kızardı bütün işin ceza
vermek, diye. Çocuklar sevgiyle büyürmüşmüş. Bu sevginin ızdırabından bihaber
replikler saçardı. Birini bir dizine, diğerini diğer dizine oturtup isteyene
çikolata, isteyene şeker, çizgi film, ne varsa sakındığım hepsini cömertçe
verirdi. Zaten bu sevgi 15 dakika sürerdi ve çocuklar uyurken Şövalye, kendini
çocuklarını Hafiye cadısından kurtarmış kahraman baba olarak salondaki
kanepesinde horlamak üzere yerini alırdı.
Geçen gün eve akşam 8’de geldim. Kapıyı açar açmaz feci bir
gürültü. Jelibon, odasında ağlıyor. Planters, Jelibon’un odasının kapısının
önünde ağlıyor. Hayriye Hanım candy crushers oynuyor. Şövalye kendine aldığı
çiğ köfte paketini sinirle açmaya çalışıyor.
Jelibon, Planters’a vurduğu için cezalıymış. E, ne kadardır
odasında, dedim. Bir yarım saattir oradaymış. Haydaa oldum. Dört dakikayı
geçmemeliydin. Delirticen mi çocuğu?
Jelibon’un odasına girdim hemen. Ali yazar, Veli bozar
olmasın, Şövalye’nin dediği laf kırılmasın diye onu ‘kurtarmadım’. Planters’a
vurduğu için cezalı olduğunu söyleyip, bari oyalansın diye eline oyuncaklar verip
çıktım.
Planters da yediği dayağı çoktan unutmuş, Jelibon’la ayrı
kaldığına ağlıyor. Celladına aşık bu da.
"Nasılmış?", dedim Şövalye’ye. "15 dakika görüp çikolata vermeye
benzemiyor tabii onlarla vakit geçirmek. Sen de hemen cezaya bağlamışsın."
Homurdandı. Jelibon’un ağıdı da dinmişti. Bir baktım Şövalye
almış onu kucağına, salona getiriyor. Beraber öpüş koklaş ağlaş sarmaş dolaş
olmuşlar. İstikrar, disiplinin anası ama bizimkinde yok işte, napıcan.
Aradan beş dakika geçmedi yine Jelibon, oyuncak arabasını almak
isteyen Planters’a bir patlattı. Jelibon odasında (ben geldiğim için sadece
dört dakika) Planters da salonda tepemizde on dakika kadar ağladı.
Üçer dakikalık es’lerle bu durum uyuyana kadar devam etti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder