Cumartesi, Şubat 03, 2007

Tartı Telaşı Londra'da

Bilenler bilmeyenlere anlatsın. Ben çok anlattım. Çok da ağladım. Ağladığım için hor da görüldüm. Birçokları için havalı ortamlarda kolayından James Bondçuluk oynuyorum çünkü. Hain bir kurguda başrollerden biri bana düştü. Londra’da, yatırım bankacılarının arasına zembille indim. Dizi dizi minik küplerinin içinde beş ayrı ekranda royterz moyterz grafikler yanıp sönen adamlar ve kadınlar. Ama en çok adamlar. Akşamları yemeğimi yerken ne kadar da kibirliler. Herşeyi bilirler. Ben de biliyorum herşeyi ama benim bir şey bilmediğimi sanmalarına gıcık oluyorum. Özetle az gelişmiş ülkenin az bilinçli şapşalı muamelesine maruz kalıyorum. Eskiden savaşlar verirdim bu gibi hallerde aklımı fikrimi ortaya koymak için. Aklımsıra milli kimliğime laf getirmeme kasıntısı. Bir çeşit eziklik belki. Oturup onlara memleketi Levent-Etiler-Nişantaşı üçgeninden anlatacak değilim. Öyle yapanlara da gıcığım. Sallamıyorum artık. Hıı. Hıı. Whatever. Hava güzel allahtan. Piccadilly’deki koko otelim de güzel. Akşamları beş çayına gelen pinpon teyzeler de. Peki gözleyecek ve dolduruşa getirecek bunca şey varken ben ne yaptım?

Tartı telaşına yenik düştüm tabii ki! Banyomda bir tartı. Aman allahım. Ne kadar dijital. Fütüristik bir tarzı var. Şeffaf camımsı gövdesinin içinden parlak metalik şeritler geçmekte. Markası da Soehnle. Daha önce Soehnle markayla tartıldığımı hatırlamıyorum. Çık bakayım üstüne. Haaah. 66.2. Dur biraz da şu tarafa çekeyim. 64.7. İskandinav çağrışımlı ismine ve cismine baksan işten anlar duruyor ama pek deterministik çıkamadı alet. Hangisi doğru ki şimdi? Sonuca göre minibardaki koko çikolatayı yiyecektim fakat en kötüsüne çalışan aklım yüzünden yemedim.

Akşam Gippi’nin çıtır ve haliyle çok enerjik sevgilisinin peşinden bar bar dolaştım. O alkole vurdu, ben diyet kolaya. Sabah da uyanır uyanmaz spor yapmaya indim aşağı. A, orda da tartı. Kantar usulu. Kaçmaz. 64. Bu bağlamda bir kilo verdim galiba nihayet. Banyo yap, saç kurut, toplantıya yetiş derken öğledensonra olmuştu ama hala yemek yememiştim. Çılgınlar gibi kendimi etraftaki restoranlara attım. Birinden diğerine. Diğerinden öbürüne. Yemek yok! Junk yemiycem diye kastığımdan tabii, yoksa burger olsun pizza olsun gani gani.


Özetle, koskoca Londra’nın göbeğinde aç kaldım. İkibuçukta öğle yemeği servisleri bitiyormuş. Sevsinler. Gözünü sevdiğim memleket. Gözünü sevdiğim Amerika. Otele döndüm. Orada da aynı hikaye. Barmene yalvardım en son. Mutfaktan iki tike tavuk getirdi. Titreyen ellerimle çatalı bıçağı beklemeden Erol Taş misali yumuldum. Abiden meraklı bir ‘where are you from?’ geldi; o tikeler de boğazımda kaldı.

Hiç yorum yok: