ev döşemek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ev döşemek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Nisan 30, 2012

Kütüphane - Vitrin - Gardırop


Bu aralar hap bilgi çağına uyup okuduğum şeyleri genelde makale formunda okuyorum hepsini internetten indiriyorum. Hatta müthiş bir özenle ve özel çizimlerle daha iki sene önce evimize yaptırdığımız kütüphaneden artık çok pişmanım. Şimdilerde bu ‘şık’ kütüphane, Şövalye’nin olmayan ülkelerinden toplanmış hatıra nesneleri ve Jelibon’un milyon tane resmiyle dolu bir vitrin haline geldi çünkü.

Bu kütüphaneyi üçe böldürerek odalara dağıtma planım vardı. Marangozumuz buna müsait yapmıştı mobilyayı. Yoksa bu heyüla nesneyi başka bir eve ya da odaya taşıyamazdık. Şövalye hayatta istemiyor. Ben de bu mekansızlıkta bu dev vitrini gereksiz buluyorum. Çünkü sadece varlığıyla odayı işgal ediyor ve bu odada başka bir şey yaşamaya fırsat vermiyor. Kapı ve pencerelerin de konumları buna ayrıca etki ediyor tabii ama neredeyse eski evimizin salonu kadar büyük olan bu alanı hatıralar geçidi olarak kullanmanın anlamsızlığı beni geriyor.

Pardon, sadece vitrin değil, aynı zamanda gardırop görevi de görüyor bu kütüphanenin rafları. Çünkü Şövalye, evimizin antresine büyük bir gardırop yaptırmak yerine incecik bir portmanto koydurdu. Evimiz bir malikane olduğu için girişine dolaplar yerine çok şık ve üzerinde biblolar, heykeller, tablolar falan duran incecik ayaklı, miniş çekmeceli bir konsol koyulmalıydı. Ama ev halkının her birinin üçer beşer montu, hırkası, paltosu, atkısı ortada kaldığından bunlar hemen girişteki odada bulunan kütüphanenin raflarına ve çalışma masası kısmına yerleşti. Ayakkabılarımız da öyle ortalıkta, zarif konsolumuzun altında üst üste sıkış tepiş durdular.

Arada bir bu vitrin-gardıroba dönmüş kütüphane ve ortalıktaki ayakkabı yığınları sinirimi bozar ve iki günlük öfke moduna girerim. Hatta girişteki o konsolu ve portmantoyu indirip yerine gardırop yaptırmakla Şövalye'yi tehdit ederim. O iki günlük öfke esnasında Şövalye bütün ayakkabılarını ortalıktan kaldırıp kapalı balkona koyar. Bir de bana ‘köylü’ der hasbam. Ayakkabıları ortada olanları bu memleketin ilkokul sosyal bilgiler kitapları bile kınar oysa.

Böyle kitaplardan soğumuş ve kafayı dolaplara takmış bir ev kadını kıvamına geldikçe sonumu merak eder oldum.

Cuma, Ağustos 06, 2010

Evli, Mutlu, Neredeyse Çocuklu

Kit ve Taşpınar gelmiş bebekleriyle Atlanta’dan. Bebek boğum boğum bir Michelin bebeği. 9 aylık. Dünya tatlısı. Yazık, anneannesinin apartmanına mantolama yapılıyor diye klimanın cephe dışında kalan ünitesini sökmüşler. Kullanamıyorlar. Bu sıcakta yavrunun boğumlar kızarmış. Ama bana mısın demiyor. Zıp zıp ve de zıp. Bir kere Lady Gaga seviyor. Bad Romance’ten bir bukle geçiyorsun, ‘ra ra ra ra raa’ diye, hemen kendini atıyor ortalığa yavru.

Kit, Şövalye’ye doğum koçluğu tecrübelerini anlattı güya. Söylediği tek şey, ‘bebek çıkınca bebeği takip et, sakın çıktığı yere bakma’ gibisinden kendine müslüman söylemlerdi. Kendisi hala unutamıyormuş gördüklerini. Hiç tavsiye etmiyor yani. Ben de geçenlerde tuttum hem normal hem de sezaryen doğum videoları izledim. İkisi de birbirinden fenaydı. Yine de birini seçmem gerekirse epiduralli olmak kaydıyla normali seçerdim zira kesilmek ve neler olup bittiğini anlamadan edilgen durmak fikrine dayanamıyorum. Bir de kateter yok mu? Ay o kateter en fena şey şu hayatta. Bazen şeker yükleme falan yaptırdığımda saat başı iğne yapmak yerine kateter takmak istiyorlar. Aman diyorum, yok. Dakika başı delin beni. 4 saat o kateteri elimde, kolumda, gözümün önünde istemiyorum.

Ben Şövalye’nin doğuma girmesini isterim istemesine de adam ayılır bayılır, en olmadı iğrenir ortamdan diye endişelenmiyor da değilim. O tutturdu giricem diye. Girsin bakalım. Tutturuğunu kırmak zor. Ama bana hamilelikte çektirdiklerini doğumda da çektirirse vay halime.

Mesela evimiz hala eşyasız. Marangozlar kalp krizi geçirdi, ustaların babaları öldü falan. Ne kadarı doğru artık, bilemiyorum ama bildiğim hepsi bana patladı. Sıcaklardan yana, bel ağrılarından yana, uykusuzluktan yana da artık feci dertliyim. Evde bir klimam var, bir pervanem. Onlar da olmasa kendimi öldürücem. O derece. Derken geçen Cuma eve bir geldim, baktım, elektrikler kesikti. Binada elektrik var, ama evde yoktu. Meğersem Şövalye elektriği üstüne geçirmediğinden boşta kalan tesisatı gelip kesmişler. Öfkemin haddi hesabı olamadı tabii. Bana ta haftalar önce faturaları üstüne geçireceğini söylemişti çünkü. Hatta işten izin bile almıştı o gün. Yapmamış meğerse. Mıklanınca da mıklandığına uyuz oluyor, günlerce trip yapıyor. Kimsenin tribi de umrumda değil. En birinci klimayı seviyorum ben. İkinci pervaneyi. Üçüncü cereyan yapan açık pencereleri. Şu ara başka hiç kimse, başka hiçbir şey umrumda değil. Eşyasız evimde elektriksiz de kalınca toplandım Yonc’a gittim. O da hırsız girer diye her tarafı kapatıp yatıyor, deli. Ben onun görmez tarafından açıyorum geri. Hırsızdan sıcaklar kadar çekinmiyorum çünkü.

Şövalye ben Yonc’a gittikten sonra meğer mühürü kırıp elektriği geri açmış. Ama bana uyuz olduğundan dönüp klimamla hasret gideremeyeyim diye haber de vermemiş. Cezamı çekeymişim.

Ertesi sabah doktor randevum vardı. Ona da gelmedi Şövalye. Herkes kocası, anası, danasıyla muayeneye geliyor, bebeğe bakmaya. Bizimki yoktu işte, ben cezalı olduğumdan.

Elektrik kesintisine sebep olmasına ve beni zora sokmasına rağmen ona huysuzlandım diye o da bana trip yapıyordu.

Döndüm baktım, evde bizimki. Klimayı çalıştırmış, serin duşunu almış, National Geographic seyrediyor. Doktor randevusunu da unutmuş.

Vazgeçtim, dedim. Sen doğuma da gelme. Ben kendi kendime doğururum.
Madem ceza. Al sana ceza. Çocuğu da göstertmiycem.
Birkaç gün küstük.
Sonra yeniden barıştık.
Şövalye hala elektriği üstüne geçirmedi. Bir sonraki kesintiye kadar evli, mutlu ve neredeyse çocuklu takılıcaz.

Cuma, Temmuz 16, 2010

Taşınma Acıları

Düella’nın taşınma acıları da dinmedi henüz. Hoş, onunkinin dinmemesinin bir sebebi de kendinin ortalarda olmayıp seyahatlerine devam edişiydi ama olsun acı acıdır. Saygı duyup empati kurarız. Bizimki eski eve yeni sahiplik olduğundan eski ev sahibinin bozduklarıyla, eskittikleriyle uğraşıyoruz. Şimdiye kadar evden akıtmayan boru, düzgün kapanan kapı, tıkanmamış lavabo, muntazam açılıp kapanan panjur falan çıkmadı. Düella ise yeni eve yeni sahip ama onun da derdi ayrı. Evin inşaat pislikleri bir türlü temizelenemiyor. Üstelik doğalgazı bir aydır açtırılamadı. Önce bilmem ne dairesine başvurusunda, sonra da elektrik bağlantılarında sorun çıktı. Bin bir bilirkişi, usta geldi gitti. Bu sıcaklarda kızcağızın duş sorunu devam etti durdu. O da sonunda soğuk suda parça parça yıkanma yöntemi geliştirmiş. Bir bütün olarak duşun altına giremiyormuş diye soğuktan önce bir kolunu, sonra öbürünü, sonra bacaklarını, sonra kafasını yıkıyormuş. Eve teslim edilen beyaz eşyaları da servisi beklemeyip kutularından çıkartıp kendisi takmış fişlerine. Annesi aman maman diyince beni arayıp teyit almak istedi. Anneye de güven sonsuz. Dedim geri sok kutularına. Yetkili servis açmadan garantisi başlamaz. Servisi arayıp randevular alınıncaya kadar da günler geçti.

Bütçesinin çok üstüne ev aldığı için eşyalara parası kalmadı Düella’nın. Uzun süre altı her an yırtılacak gibi duran bir şezlong sandalyede çıplak ampül ışığında oturdu. Mobilyaları ancak henüz oluyor. Yavaş yavaş. Taksit taksit. Ama bu yavaşlık bayağı sinir kaşıyıcı anlara sebep oluyor. Sadece tek bir mağazaya giderek aldığı koltuklardan başka bir çabası olmamışken ve mağazada rahat ama evde rahatsız bulduğu koltuklarına alışmaya çalışırken ‘o kadar da kastım, bu kadar oldu’ deme hakkını da buldu kendinde. Ruhen yıpranmıştı, anlıyoruz da ortada kasış masış görememiştik biz.

Asıl kasış Yonc’daydı. En çok o uğraştı eviyle. Lila rengi duvarlarına yasladığı kırmızı koltuklarına pembe halı ve beyaz sehpalar ile sarı avizeleriyle ayrı bir telden çalıyordu. Üşenmeyip şehrin en uzak semtlerine gidip aksesuarlar, eşyalar alıyor; getirip evine koyuyor, sonra bizi çağırıp oldu mu, diyordu. Genelde bu uyumsuz renk cümbüşüne 'olmamış' diyorduk. O da yine hiç üşenmeyip malları geri toplayıp iade edip yerine başkalarını getiriyordu. Kendini bildiğinden satın aldığı her şeyi iade garantili alıyordu.

Ben en çok yaptık bitti sandığımız işlerin yeniden dirilip karşımıza çıkmasına uyuz oluyordum. Feci yorgun olduğum bir alışveriş gününün ardından yatağıma uzanmış, tam oh çekiyordum ki tavandaki pervane lambamın kanatlarındaki arıza dikkatimi çekti. Pervanenin sadece bir kanadının kenarında altın renkli kenar süsü var, diğer üçünde yoktu. Yatağın üstünde ayağa kalkıp pervaneleri yokladım. Diğerlerinin kanatları ters takılmış, süsler tavana bakar monte edilmişti. İçimden bu gerizekalı elektrikçiyi arayıp cinnet yapmak geçti. Daha beter olmayalım diye Şövalye'ye pasladım işi. O nazik nazik konuşur onunla. Bütün işlerimiz bir sonraki tura ertelenmeye devam eder böylece. Bir işin bir seferde bitmesi neden mümkün değildi? Üstelik lamba takmak kadar basit bir işin?

Bütün bu acılı süreçlerimizin en iyi yanı hepimizin evinin biribirine feci yakın olması oldu. Akşamları ‘gazino’ dediğimiz orta noktamızdaki Kahve Dünyası’nda oturup lattelerimizi içip mozaik pastamızı yiyorduk. Hiçbirimizin evi misafir kaldırmalık eşyalara henüz sahip olmadığından bu berbat servisli gazinoya kalmıştık. Sipariş ettiğimiz şeyler bazen saatlerce gelmiyor ve yan masaların hesabını bize yazıyorlardı ama 'size de mecburen geliyoruz yoksa servisiniz rezalet' diye suratlarına söylene söylene burada buluşmaya devam ediyorduk.

Perşembe, Temmuz 15, 2010

Taşınmak Berbat Bir Şey

Bu aralar herkes taşınıyor. Düella yeni pansiyonuna, Yonc yeni evine. Ta Amerikalar'da Amanda karşı yakaya, Ruş yeni townhouse'una. Biz de taşındık. Ama yerleşemedik. Evdeki kaosumuz tüm hızıyla devam ediyor.

Hiç tahmin etmediğimiz işler, masraflar çıktı bir kere. Eski ev sahibi evden çıkarken ne varsa sökmüş. Yamuk bir köşeyi kapatmaya çalışan iki kapakçıktan ibaret portmantoyu, banyo dolabını, havalandırma mazgallarını, ankastre beyaz eşyaları, kornişleri, herşeyi sökmüş götürmüş. Yani o portmanto kapakçıkları başka herhangi bir evin herhangi bir köşesinde kullanılamazdı ki. Ancak odun olabilir artık bir sobaya. Ya da insan mazgalları neden söker? Yenisi 5 lira olmalı. Parasında da değilim. Şimdi bunun ustasını çağır, o taksın, döksün. Ohooo.

Korniş de çok yanlış hareket oldu. Şövalye perdeler konusunda zaten işi boşlayan bir tip. Hala perdelerimiz yok. Kornişler yok zaten diyip işi iyice erteleme yoluna gidiyor. Banyo dolabı neden sökülür? Biz banyoyu yeni ve temiz diye beğenmiştik. Şimdi yeni dolaplar almamız gerekti.

Ha, ankastre olayına da uyuzum. Ankastre dediğin şey sökülüp götürülmez ki. Kalıcıdır. Oraya montedir. Zaten yurdumda ankastre ürünlerin bir standardı da yok. Her marka her model ayrı ayrı ebatlarda. Şimdi illa eski ev sahibinin kullandığı marka/model ürün almamız gerekti. Ya da mutfağı da komple değiştirmek gerekecekti. Eski ev sahibi de koko Teka marka takılmış. Mecburen milyarlar dökerek yerlerine yenilerini koyduk.

Küçük odanın her yerinde de kolon varmış. Eski ev sahibi bütün odayı dolapla kapladığı için fark etmemişiz. Bizim gardrobumuzu koyamadık. Yeni gardroplar alındı mecburen. Dolayısıyla bizim bir boyatıcaz, yerleşicez diyip tadilat gerektirmediğini düşündüğümüz evimize bir dünya masraf ve emek çıktı.

Ustalar söz verdikleri saatte gelmediler. Geldiklerinde de birinin yaptığını öbürü bozdu. Her düzelttiğimiz yer her seferinde yeniden telef oldu.

Ana mobilyaları mimara vererek güya Şövalye’yle gerilimi azaltacaktık ama bu sefer minik parçalar üzerine birbirimize girdik. Eve bir dünya aksesuar aldı Şövalye. Her aldığı şeyi nereye koyacağını mutlaka sordum. Hepsini antreye koymaya çalışıyor. Antremiz saray girişi olsa bari. Bir duvarı olan iki metrekare bir yer hepsi. Bu küçük mekana şimdiye değin asılmak, konulmak üzere dev bir saat, dev bir duvar tabağı, dev bir gemi maketi ve Rio’dan alınma bir yağlıboyamız var.

İleri derecede hamileyim diye güya bana iyilik edip ‘sen otur ben gider alırım/hallederim’ diyor Şövalye ama aldığı hallettiği şeyler kabusa dönüşüyor diye dayanamayıp ben de onunla gidiyorum. Her haftasonu bütün alışveriş merkezlerini biz açıyor, biz kapıyoruz. Bazen böyle 12 saat ayakta durmaktan ayaklarım, karnım o kadar ağrıyor ki gözlerimden yaşlar geliyor. Biraz oturup yeniden başlıyoruz. Ama bir arpa boyu yol alamıyoruz.

Mobilyalarımız sipariş usulü olduğundan ta Ağustos ortasına kadar gelmeyecek. Zaten sonra da ben her an doğurabilirmişim. Üç hafta sonunda sadece bir yatağımız, bir dolabımız ve yerleşik bir mutfağımız var. Bazen Anne Şövalye’de bazen arkadaşlarda bazen de bu boş evde oturuyorum. Akşamları davul olan ayaklarımı uzatacak bir pufa ve alacak, satacak, tamir edecek bir şeyimin olmaması haline hasretim.

Bütün bu süreçte iyi olan tek şey heralde sadece 8 ayda 8 kilo almış olmam oldu. Doktorum 10 kiloda hamileliğimi bitireceğimi tahmin ediyor. Hoş, buna rağmen hala porsiyonlarımı kısmaya devam da ediyor birileri.

Bu kimselere yaranamama halim de yıldızlarımdanmış. Benim Chiron göktaşım Koç Burcu’nda ve 11. evimde. Bu da parti bittiğinde ortalığı süpürüp temizleyip her şeyi yerli yerine yerleştirmesine rağmen kimsenin dönüp teşekkür etmediği insan demekmiş. Bunun sebebi de fazla konvansiyonel gözükmem, kendime haslığımın fark edilmemesi imiş. Sağlam, somut, çalışkan ve güvenilir olup pek heyecan yaratmadığımdan farkım fark edilmiyormuş. Şövalye’ninki ise tam tersi. Onun tipi yıldızlara sahip kişiler salmış gidiyormuş. Sallantılı duruşlarına rağmen konfor, rahatlık ve sevgi onların oluyormuş.

Pazar, Mayıs 09, 2010

Tabiata Güvenip İşe Başlanmaz

Yine de Şövalye’ye şans vermeyi sürdürdüğüme hala inanamıyorum. Tekrar tekrar aynı şeyleri yaşayacağımı bile bile, sırf o bu süreçten zevk alıyor diye, onunla defaatle mobilyacıları, tasarımcıları, IKEA ve Bauhausları gezmeye devam ettim. Bana kalsa çoktan en makul ne varsa onu alır bitirirdik işi. Şövalye ha bire fikir, görüş, istek değiştiriyor ve bir daha bir daha aynı yerleri dolaşıp duruyordu. Ben de onunla dolaştıkça isteklerimde keskinleşiyordum. İş içinden çıkılmaz bir hale geliyordu.

Çoğu kez bir takımın bir parçasını beğeniyorduk ama kalan parçalarını başka bir şekilde temin edemiyorduk. Masayı beğensek büfe olmuyor, büfeyi beğensek sandalyeyi beğenmiyorduk. Kimi mağazalar modifiye edebileceklerini söyleyip 'bakın şimdi bu büfeyi 40 santim uzatırız, rengini açarız, yanlarını yuvarlarız, şu araya da bir kapak bir de çekmece koyarız' diye anlatmaya başladığında ben kopuyordum. Tahayyül edemediğim bir şeye tamam demek zor oluyordu. Sağ olsun hiçbiri de güzel güzel çizme, bilgisayarda gösterme zahmetine katlanmadığından hepsi havada asılı kaldı. Biz de masalara büfeler aradık. Baktık olmadı, büfelere masa. Onlara da sandalye derken kuyruğumuzu kovaladık durduk.

Mağazaların yüzde 90’ı modern mobilya satıyor. O bembeyaz dik dik şeyleri görmek beni rahatsız ediyordu. Hele o panel TV üniteleri. Aman allahım. Ben showroom evler diyordum bunlara, Şövalye ise yeni evli Beyaz Türk evi olarak tanımlıyordu. Öyle yüksek beğeni sahibi bir insan olduğumdan değil bu modern mobilyaya uzak duruşlar. Belki de Amerika görmüşlükten. Onu da bilmiyorum. Sadece rahatın tadını biliyorum. Ben rahat, yayılmalık, yumuşak ve yuvarlak hatlı şeyleri seviyordum. Mesela yuvarlak, madalyon dedikleri model sırta sahip sandalyeler gibi şeyleri. Bir kere artık onlardan yapmıyorlar anladığım. Yapan yerlerdekiler de ağır klasik, ağır ceviz, cilalara batmış, altına bünyan serip tepesine kristal avizeler asmanızı gerektiren mobilyalardı. Benim istediğim o değildi.

Atlantic Homes ve Mudo Concept gibi yerlerde aradıklarımdan bulabilseniz de mallar kalitesizlikten yıkılıyordu. Kalitesizliklerini bizzat kendi tecrübemden biliyorum. Amerika’da üç kuruşa alabileceğin Endonezya malı mobilyaları satıyor Mudo Concept. Bu mobilyalar yaş ağaçtan yapıldıklarından ahşabı bir sene sonra çatlıyor durup dururken. Televizyon dolabımın başına da aynen bu gelmişti vaktiyle de ne üzülmüştüm. Hadi onu da geçtim. Adi madi de olsa sırf görünüşlerinden alacaktım ama adamlarda masa varsa sandalye yokluğu, onlar varsa bile büfe yokluğu derdi devam ediyordu. Herşey olsa renk lacivert gibi hiç istemediğim koyuluk ve sertlikte olabiliyordu.

Ben bu çeşit ve rahat yokluğunda boğulurken Şövalye kendinden beklenmedik bir şekilde sonuç odaklı bir hamle yapmaya kalkıştı. Mudo Concept’ten Çin esintili siyah köşeli, demir çubuktan yuvarlak kiliti olan bir büfenin önüne koymak amacıyla rustik kahverengi bir masayı ve girişe koymak için de lükens ayaklı konsolu almaya çalıştı da ben de ‘kendimi öldürücem’ diye sokaklara fırladım. "Renk uyumunu geçtim bak", dedim. "Biri oryantal, biri rustik, öbürü ise barok. Çingene çadırı gibi. Olmaz". Aman ne önemi varmış mimari tarzların. Hem bu tanımları da atıyormuşum. Hem önemli olan sevmekmiş. O da bu parçaları sevmiş, ne varmış. Hem kendince bir tarz yaratıyormuş. Artık karıştırıyormuşlar ya tarzları.

Evet, dedim. Eklektik derler hatta adına da o stilleri karıştırmaya ama elalem yapar eklektik olur, tarz olur; biz yaparız tuhaf olur. Sorun da bu zaten. Biz, dedim, yardım alalım. "Kolum kırılsa kendi kendime tamir etmeye kalkışmayıp doktora, özel bir elbise gerekse terziye giderim. Bu da öyle bir şey. Madem olmuyor, bir mimardan destek alalım. O bulsun bize uyanını. Bulamazsa da yaptırsın ?"

Şövalye bu fikri önce reddetti. Onu mobilya ve yapı marketlere müebbet hapsetseler mutluluktan ölürdü. Sürecin kendisi güzeldi. O arayıştan, o koltuk kumaşlarına dokunuştan, resimlerini çekip ölçülerini alıştan mağdur bırakılmak istemiyordu. Sonra yakın bir mimar arkadaşının bize yardım edebileceğini öğrenince onunla beraber dere tepe dolaşabileceği için bu işe onay verdi.

Mimarla iş bayağı daha tuzluya geliyordu ama ben aradığım kafa ve toto rahatlığına kavuşacak, Şövalye ile elimi kana bulama episodları yaşamayacaktım. Suça bulaşsan avukat parası falan daha aza gelmeyecekti nitekim.

Pazar, Mayıs 02, 2010

Ben O Nazı Çekemem

Yeni evimize taşınmamıza az zaman kala mobilya-eşya derdine düştük. Normalde insanların evlenmeden once hallettiği ve asıl evlilik telaşının ta kendisi olan ev kurma işini biz zamanında yapmamıştık. Bekar evime gelip oturmuştu Şövalye. Hadi hakkını yemeyeyim ama takdirleri de esirgeyerek hatırlatayım. Kadim okurlarım bilir. Şövalye zamanında evimin kurulmasına yardımcı olmalara kalkmış, IKEA’dan iki ay içinde kafamıza inen perdelerden almıştı. Kira evin duvarına sonradan evsahibiyle papaz ettirici delikler açmasın diye yırtınmama rağmen beni dinlememiş, bildiğiniz raylı kornişlere takılan perdeler yerine bu çengele asılası perdelerden almıştı. Üç parça perdenin toplam altı adet çengel deliğine ihtiyacı vardı. Bu da matkapla ve ancak bir elektrikçi sayesinde olabilirdi. Şövalye, elektrikçi gelmeden delinesi noktaları kurşun kalemle belirlemişti. Sonra ne oldu? Yanlış işaretlediğinden perdeler takılamamış, yeni bir set delik ihtiyacı doğmuş, penceremizin üstündeki duvarda artık 12 deliğimiz olmuştu. Bunun için elektrikçi bir daha çağrılmıştı. Bütün bu çabaların hepsi parçası 9.90’lık, adilikten yıkılan, ipli ama ipini çekince de durmayan ve illa ki bir yerlere dolamanız gereken perdeler için harcanmıştı. Zaten de iki ay duramadılar yerlerinde kafamıza inmeye başladıklarında sinirden hepsini sökmüş, yerine annemin yolladığı bildiğin tül ve saten perdeler takmıştım.

Bu sadece bir örnekti. Satın alınan ama kurulamayan birtakım başka parçalar, perdeler, renkleriyle ortam uyumunu darmadağın eden sehpalar, aksesuarlardan falan bahsetmiyorum bile. Ya da bütün bu çöpü toplamak amacıyla harcanan haftasonlarından.

Yeni eve yerleşmemiz yaklaştıkça başıma gelecekleri önceden bildiğimden beni yine bir sıkıntı basmıştı. Hatta da taa 31 Aralık gecesi yeni yıldan dileklerimiz konulu bir arkadaş geyiğinde millet çok yiyip zayıf kalmak, karı kız düşürmek falan isterken zavallı ve mantıklı ve aldığı derslerle yaşayan ben ‘yeni evimize taşınırken eşya satın alma sürecinin sakin ve huzurlu geçmesini’ dilemiştim. Diledim de ne oldu? Hangi dileğim tutmuş ki?

Şövalye yeni evimizde salonun orta yerine aslında bir bahçe mobilyası olan ve içinde çiçek ekmelik tekneler olan dev bir kayık almak, duvarına tren garı lambalarından asmak, bebek odasının her bir parçasını ayrı mağazalardan alıp renk uyumunu katletmek istiyordu. Bütün bunları yaparken eşyaların ne ölçüsü ne uyumu ne fonsiyonu ne de bütçesiyle ilgileniyordu. Önemli olan o spesifik eşyayı sevmesiydi. Sevmek yeterdi. Engel olmaya çalıştığım dakika da benle itişiyor, uyum takıntımdan dem vurup eski yaşantımda bir ‘Doğu Alman generali’ olmakla itham ediyor, en nihayetinde öfkesinden kudurup bütün alışveriş yüklerini bana bırakıp kaçıp gidiyordu. Çok hamile halimle bunları dev otoparklarda ittire kaktıra arabaya taşıyıp bir ara öfkesinin geçip dönmesini bekliyordum.

Kızların babalarına benzeyen adamlarla evlendiği konusu külliyen yalan. Benim babam oturduğu koltuğun bütün yayları çıkıp totosunu delse, süngerleri ortalığa dağılsa, halısının tüyü kalmasa bile şu eşyaları değiştirelim diyen annemi duymaz. Duysa da ‘ne gereği var canım, oturuyoruz işte’ der. En nihayetinde annem gider koltukları kendi kafasına göre değiştirir, babamın adını vererek mağazadan veresiye alır, getirtir. Babamın koltukların rengi, modeli konusunda en ufak bir fikri dahi olmaz. Yeni koltuklara gelip otursa değişik bir şeylere oturduğunun farkına bile varmaz hatta. Babam için önemli olan bu tip şeylerle yorulmaması gerektiğidir. Ben erkek modeli diye bunu gördüm, bildim. Böylesine de canım feda hakkaten. Alırsın sazı eline, şu koltuk, bu perde tamam bitti gitti. Şövalye ile elime sazı da alamıyorum. Ha bire saza o atlıyor.

Geçen gün yine bir alışveriş merkezi otoparkında trip yediğimde bu son dedim. Ne alırsa ne yaparsa yapsın. Hiiiiç karışmıycam. Artık yeni evimizde kayık mı olur düdük mü olur, ne olursa olsun. Uzundur sabrımın sınırlarında dolaşılıyor. Hamilelik vücut ağrıları bir yandan Şövalye’nin baş ağrısı öbür yandan. Hayır, en apır sapır şeylerin peşinde koşan adam bebek odasında çekmeceye ihtiyaç duymuyor mesela. Çok klişeymiş. Çekmece klişeymiş. Hadi bakalım. Yeni evimizin neye benzeyeceğini çok merak ediyorum. Bitince haber veririm. Biterse tabii.