Salı, Mart 07, 2006

Şiştik

Düella'yla sabahlara kadar ne iş kursak diye düşünüp taşındığımız, gündüzleri onun işe, benim de görüşmelerime güç bela yetiştiğim bir haftanın sonunda Atlanta'ya döndüm. Herkeste bir 30 yaş bunalımı. Manitalardan ayrılınmış, işlerden nefret edilmiş, pılı pırtıyı toplayıp bir köye yerleşmeler düşünülmüştü. Yalnız olmadığını görmek acı bir rahatlık hissi veriyor insana. İş görüşmelerimde başıma gelen türlü komediler akşamları Düella'ya ve o gun eve ugrayan kankalara yeniden canlandırılıyor ve beraber eğleniyorduk. Bunlarin detaylarına sonra gireceğim. Hala jetimin lag'ini yenmem ve içimdeki karmaşayı düzgün ifadelemeye niyetlenmem gerek.

Halihazırda aileden devraldığı başarılı bir operasyonu yöneten bir arkadaşım var. Onunla da Pazar günü buluştuk Ortaköy'de. Yanımda Düella. Her ikisi de benzer işler yapiyor. Manzara guzel, hayat da guzel olmali derken içimiz şişti Ozlem'le. Bir bunaldik ki tarifsiz. Cıvımaya musait olmayan muhabbetten midir, konuşulan şeylerin aslinda ehemmiyetsiz geldiğinden midir, bilemiyoruz. Cocuk gayet normal konuşuyor. O konuştukca bize afakanlar basıyor. Eve dönerken ağzımızdan gözümüzden karanlık fışkırıyordu.

Düella'yla Levo'ya ugradık. Bizi goren Levo, 'nedir bu haliniz', oldu. Dedik, "Levo, biz şiştik. Sebebi de yok, oyle bir icimiz bayildi". Sonra biraz nefeslenelim dedik bir baktik Levo bize kendi derdini anlatir oldu. Uzun suren iş arayişini, 6 yillik ilişkisini ne yapacagini bilmemezliklerini, yazin yaşanmiş birtakim calkantilardan gunumuze ulaşmış hallerini dinliyorduk ki Levo, "Ben sizi sıkmayım. Zaten bayılmışsınız. Boşverin," dedi. O anda Düella'yla birbirimize bakışımızı unutamıyorum. Aynı anda, "Yoo, valla açıldım, iyi oldu,"dedik. Levo'yu dinlerken farketmemişiz uzerimizden kalkan kara bulutu. Başkasinin sıkıntısından kendimizi hafiflettik diye kendimizi hain ilan edip eglendik falan ama aslinda olay elalemin derdinden kendi halimize şukretme olayi degildi. Zira evimize doner donmez gene şiştik. Sadece Levo'nun hikayesini bize anlattigi o yarim saat içinde baska bir şeye konsantre olmanin verdigi bir kendimizden sıyrılma halini yaşamışız. Depresyonumuza geri donduk yani. Sabah beş bucuga kadar ne iş kursak, nerelere gitsek diye düşündük durduk. Ne Yapacağız, Düella? Ne Yapsak, Hafiye? Once bir şey buluyoruz, sonra birimiz onun neden başarısız olacağını soyluyor, huzunle karışık hayalimizi eliyoruz. Iclerinden en tuttugumuz plan 'Acun Firarda'nin kadin versiyonunu yapmakti. "Gel gel gel, ablana gel," diyerek çeşitli dünya plajlarında oğlanları sıkıştırmak, sokaklarda itişip kakışmak, ona buna laf atmak uzerine hayaller kurduk. Tabii ki bunu da eledik. Bunu yaparsak bu ülkede taşlanacağımızı söyledi Düella. Üstüne üstlük babalarımız da kalp krizi geçirebilirdi. Tanınmayiz, dedim ben de. Peruklar, kocaman kara gozluklerle idare edemez miydik? Edemezsek biz de Esincan'in manitayı* arardık. Bu ülkede hayati tehlikede oldugumuzu bildirip iltica ederdik bari. E, madem iltica edecektik Batı'ya bir yerlere, neden dönmeye çabalıyorduk ki memlekete? İstanbul'a gün doğarken döngülerimizden yorulup uyuyakalıyor; kuyruğumuzu kovalamaya ertesi gün devam ediyorduk.

* Esincan'in manita Birlesmis Milletler Multeci Komisyonu'nda calisiyor. Popomuzu sıkıştığı yerden kurtarmak için çevre kaynaklarımızı sonuna kadar kullanmak caizdir hesabi :)

Hiç yorum yok: