televizyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
televizyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Ekim 25, 2011

Behzat Ç'nin Filmi

Medyada yönetici kankalar sağ olsun, Behzat Ç’nin sinema filmi, Seni Kalbime Gömdüm’ün galasına gittim dün. Daha önce hiç galaya gitmemiştim. Türk işi milyon tane organizasyon problemi yaşadık ama olsun. Hayalet, Akbaba ve Harun’la janti pozlar çektirdim mi? Çektirdim. Bu bana yetti de arttı.

Behzat’a ulaşmak çok zordu. Bin gazeteci ve kameranın arkasında ona ulaşması çok dertliydi. Zaten ben en çok sevdiğim karakterlerle kareleri kapmıştım. Gerisine kasmadım. Hayalet ve Akbaba gerçekte de süper şeker tiplerdi. Harun ve Cevat ise ukalalardı. Cevat o kadar ukalaydı ki kendisiyle resim çektirmekten bile vazgeçtim. Halbuki kendisine acımayla karışık hisler besliyordum. Bundan sonra hiç acımam.

Filmden pek etkilenmedim açıkçası. Dizide filmden daha iyi bölümler seyretmiştim. Filme biraz daha çok para harcamışlar sadece. Bir araba parçalamışlar. Olay yerinin yeni amiri olaraktan Cansu Dere’yi falan oynatmışlar. Behzat’ı homme-fatal adam yapmaya çalışıp Cansu’yu ondan hoşlanır hale getirmişler. Olmamış ama. Yani ne Cansu polise benziyor ne de Behzat böyle kadınların uğruna kendini parçaladığı bir tip olabilir. Zorlamaya gerek yok.

Filmde dizinin dayattığı kısıtlamalardan kurtulunmuş. Behzat böylece devamlı rahat rahat sigara içiyor. Ofiste zulasından votkalarını çıkarıyor. Daha çok küfür ediliyor. Behzat daha kafayı yiyik bir tip olmuş. Ölmüş kızı Berna’ya dair halüsinasyonları daha sık görüyor. Evinde aslında var olmayan bir tavşanı besliyor.

Filmi diziyi sevdiğim için mutlu mesut seyrettim ama açıkçası bu filmin amacını anlayamadım. Anlayabildiğim kadarı ise çok ticariydi . Televizyondan alamadıkları parayı filmden toplamaya çalışmışlar. Böylece diziyi hiç izlememiş olanlar da filmi izleyebilir kılınarak yeni dizi seyircisi yaratılmış olur. Diziyi inadına beleş mecra internetten takip eden ciddi fan kitlesinden bari üç beş kuruş para da toplanabilir. Dizinin ikinci sezonunun başlangıcı filmin gişesi için iyice uzatıldı. Bu durumda diziyi çok özleyen fanları filme illa gidecektir.

Filmin ticari olmasından yana hiçbir şikayetim yok. Liboşum ben. Şu hayatta neredeyse her şey ticari olmalıdır zaten ama daha adil ticaret adına, bari diziden daha değişik, daha görsel şenlikli, festival tadında bir şey olsaydı. Mesela Sex and the City’nin de filmleri çekildi ama film çekildiğinde dizi biteli kaç yıl olmuştu. Millette karakterlerin hayatlarında neler olduğuna dair bir merak oluşmuştu. Dizi karakterlerinin günümüzdeki halleri ele alınarak bir merak giderilmiş oldu. Behzat ise henüz sonlanmamış, iki sezon arasında kalmış bir dizi. Millet daha ilk sezon finalinde pikte bırakılmış merakını giderememişken bu film dizi izleyicisinin merakını gidermediğinden sadece diziyi izlememiş, dolayısıyla merakı da olmayan sinema izleyicisine anlamlı gelmiştir heralde.

Sex and the City'de, metropolitan kızlarımızın giydikleri, gezdikleri hep fenomendi. Filmde modanın, tasarımın, alemin doruklarına çıkıldı. Baktılar ticari başarı akıyor. İkinci filmde Abu Dhabi’ya gidildi. Değişik egzotik ortamlar sunuldu. Beğendik, beğenmedik, o ayrı ama dizisinden değişikti işte. Dizinin iki bölüm uzantısı olsa evinden kalkıp sinemaya gitmiş, kızları görmek için bir çabaya girmiş insanlara haksızlık olacaktı. Yapımcısı, yönetmeni, oyuncusu, tüm ekibi halihazırda süper bir lezzeti hali hazırda dizide sunarak seyircilerini şımartmışlardı belki. Ama şımardı işte seyirci. Sinemada ya daha değişik ya da aynı lezzetin daha grand halini ister. Yoksa kırdığın hayalle kalırsın. Dizi bitmeden devam filmlerini de çekemezsin.

Perşembe, Eylül 29, 2011

Behzat Başka, House Başka

Behzat Ç, en sevdiğim yerli dizidir. Geçen sene yeni ekrana geldiği dönem lohusalığıma denk gelmişti de izleyememiştim. Fragmanlarında kara kılıklı öcü gibi hırpani adamlar küfredip durmaktalardı. Bu yüzden diziyi Kurtlar Vadisimtrak bir şey sanmış, ıyy olmuştum. Postpartum depresyonumla ve saat başı yirmişer dakika ağlayan gazlı bir bebekle cebelleşirken Öyle Bir Geçer Zaman Ki’de ağlayıp durmak bana daha iyi gelmişti.

Zaman içinde Behzat’ı o kadar çok dinledim ki etraftan -ve hatta Kurtlar Vadisi'ni hiç sevmeyen insanlardan- bu işte bir iş olmalı diyip bir süre önce Behzat’ı internetten izlemeye başladım. Bu günlerde uzay mekiğinde (eliptik kondüsyon aleti) spor yaparken karşıma internet ekranını koyup izliyorum Behzat'ı. Yerli dizi yersiz uzun olduğundan 45’er dakikadan iki sporda 90 dakikalık bir bölümü izleye izleye 16 bölüm bitirdim. Dizinin sezon finaline gelmeme daha 22 bölüm var ama içimdeki Behzat aşkı böyle büyümeye devam ederse sezon sonunda holiganı falan olabilirim dizinin.

Geçenlerde kardeşim Behzat’ın House’a benzediğini, diziyi o yüzden sevdiğimi söyledi. Bu benzetmeyi de gazetelerde okumuş. Bir baktım gugıla, Behzat’ın Ekim sonunda vizyona çıkacak sinema filminin afişinin House’un yeni sezon afişine benzemesinin etkisiyle iki dizinin benzerliğiyle ilgili milyon şey yazılmış. Herkes bir ağızdan House’a benzetmiş Behzat’ı. Yok efendim her ikisi de bir olayı aydınlatıyormuş, ikisi de aykırı tiplermiş, aşk hayatları benziyormuş falan. Bir yazı işi o kadar ilerletmişti ki House’un takıntılı eksiği bacak kasıymış, Behzat’ın da ölen kızıymış diye yazmıştı. Ona bakarsan House’un da Behzat’ın da saçları var. Gözleri var. İkisi de insan falan diyebilirlerdi. Dememişler, eksik kalmışlar. Benzerlikleri bence ancak da o kadardır. House da zaten Sherlock Holmes uyarlaması olduğundan o da Behzat Ç gibi bir polisiye sayılabilir.

Bütün polisiyelerde kurgu zaten aşağı yukarı aynıdır:

* Kurban, seyircinin bilmediği bir ortamda bir şeyler yaparken görülür.
* Kurban öldürülür.
* Polisler cinayet hakkında bilgi toplar
* Polisler faili aramaya başlar
* Polisler, görgü tanıkları ya da kurbanın yakınlarıyla konuşmaya başlar, ipuçları toplar
* Polisler muhakkak yanlış bir ipucuyla bir ara ters bir yöne sapar
* Sonra doğru ipucu ve fail bulunur
* Fail hapse girer
* Bazen failin yanlış olduğu anlaşılırsa soruşturma başa döner.
* Bazen de yetersiz delil yüzünden aslında gerçek suçlu serbest kalır

Bütün polisiyelerde polislik mesleğinin içyüzünü görürüz. Bir dünya kural ve yönetmelik vardır. Sadece polisi değil, departmanının işleyişine de tanık oluruz. Ne kadar büyük angaryaları olduğunu görürüz.

Polisiyelerde polisin (dedektifin) zorlandığı alanlar mesleğiyle alakalı değildir. Cinayetleri çözmek ona vız gelir tırıs gider. Zorluklar psikolojiktir. Bazı dedektifler dahidir ama sosyal ilişkileri zayıftır, kişilik problemleri vardır. Zeki ama tembel ve sorunludur yani. Bazı dedektifler ise dahi değildir ama çok çalışkandır. O kadar işkoliktirlerdir ki işten ailelerine vakit ayıramadıklarından aile hayatları kötü gider. Mesela Law & Order SVU polisiyesindeki Elliot ve Olivia isimli dedektif karakterleri çalışkan ama aile hayatları aksayan tiplerdir. Criminal Intent’teki Dedektif Goren ise zeki ama sorunludur. Behzat da, House da, Goren gibi ‘zeki ve sorunlu’ grubuna girer. Herhangi bir polisiyede arızası olmayan herhangi bir dedektif bulmanıza imkan yoktur. Hatta televizyon literatüründe bu arızalı kahramanlara ‘defektif dedektif’ denmektedir.

Yani ne Behzat ne House ne de diğer polisiyelerin kurgusu birbirinden çok da farklı değildir. Onları farklı kılan şeyler karakterlerin ve diyalogların derinliği, gerçekliği, samimiyeti gibi şeylerdir.

Polisiyelere bayılırım. Adım üstümde. Hafiye'yim ben. Lakabım bile ipuçları toplayıp soruyu çözme oryantasyonum üzerine takılmıştır. Polisiyeler arasından Behzat Ç’yi ayrıca sevmemin sebebi dizinin karakterlerinin, ortamının, diyaloglarının gerçekçiliği, oyunculukların sağlamlığıdır. Türklerin de polisiye tarzında doğru kurguyu, gerçekçi karakter ve durumları ilk kez bu denli iyi yakalamış olmasının Behzat’ın fenomenleşmesine sebep olduğunu sanıyorum. Hikayeler lokal. Anadolu’dan hem de. Alt-orta ekonomik segment grubu insanların gerçek hayatından izler taşıyor. Gecekonduda yaşamalarına rağmen manken fiziğine ve duruşuna haiz, havalı kılıklarda dolaşan sahte karakterler yok. Neredeyse herkes bakımsız. Herkes hırpani. Herkes gerçek. Bu sebeple de aslında maalesef sadece olması gerektiği gibi olan dizi, diğerleri olmaması gerektiği gibi olduğundan 'farklı'.

Behzat’la House ise yazılanların aksine, birbirlerinden oldukça farklı karakterlerdir. House sırf uyuzluğuna birileriyle uğraşabilir. Sempatisi de empatisi de yoktur. Derinlerde bir yerde varsa bile biz bunu bilemeyiz. Behzat ise tamamen vicdan adamıdır. Hak edenle didişir. Durduk yere hır çıkarmaz. 

House, fahişelerle takılır. Beraberliklerle dalga geçer. Sevgilileri birbirine düşürmeye bayılır. Cuddy’i sever ama onunla birlikte olmayı beceremez. Behzat ise sever ama gönül işlerini beceremez. Evlenmeye bile kalkışmıştı hatta da reddedildi adamcağız. Behzat ve House'un benzerliğine dair çıkan yorumlarda Cuddy ile Savcı Esra da birbirine benzetilmiştir. Olabilir. Koca kafa, çata çata konuşan otorite kadınlar anlamında benzerler ama yani bu da aykırı adamlara mürebbiye hatunların yazıldığı tipik bir zıt karakterli çiftler kurgusudur.

Behzat’ın ekibi derinlikleri olan karakterlerden oluşur. Hayatlarını daha yakından tanırız. House’un ekibinin hayatlarını ise üstünkörü biliriz. Sadece hırslı doktorlukları ve gönül işlerinde başarısızlıkları vardır bilinen. House'un ekibi aslında çok çalışkan ve fakat özel hayatları aksamış tiplerdir. Behzat’ın ekibini ise işkoliklikleri ya da zekaları üzerinden tanımlamak zordur. Zeka anlamında pek bir pırıltı göremediğimiz ekip elemanlarının kendilerine has ilginç yetenekleri vardır. Akbaba ölüleri koklayarak bulur. Cesede bakar bakmaz nasıl ve ne zaman öldürüldüğünü anlar. Hayalet’in ise kayıp bulmakta üstüne yoktur. Benim dizide en sevdiğim karakterler de bu ikisidir. Hele Akbaba’nın tipi ve tavırları rolüne on numara oturmuştur.

İnsanların bu iki diziyi birbirine benzetmelerini afiş benzerliği talihsizliğine bağlamak istiyorum. Belki de yeterince polisiye izlememiştik de bu çok tutmuş iki diziyi görür görmez birbirlerine yakıştırıverdik. Yine de her iki dizinin de ayrı ayrı hastası olmama rağmen Behzat’ın House gibi anlaşılmasına kızıyorum. Her ikisi de o kadar farklılar ve seyirciyi o kadar farklı yerlerden yakalıyorlar ki birbirlerine benzeterek sanki her ikisini de yanlış anlıyorlar gibi geliyor bana. Buna da o kadar kızıyorum ki ‘siz gidin sadece soap opera seyredin’, diyesim geliyor.

Çarşamba, Haziran 29, 2011

Ne Nefret Et Ne De Acı

Survivor Ünlüler ve Gönüllüler’in finalini izledim ve keşke tamamını dönüp izlemiş olsaydım diye düşündüm. Nihat Doğan’I seyretmek çok keyifliydi. Oturması, konuşması, kurnazlığı, çirkefliği, konuşurken yanındakini elleyip durması. Harika bir elemanmış. Hatta ona oy sms’i bile atacak oldum. Şövalye kızdı. Derya daha efendiymişmiş.

Bu efendilik yarışması mı ki? oldum. Survival yarışması idiyse Nihat daha çok yarış kazanmış dendi. O daha survivor yani zaten Derya’dan. O zaman zaten Nihat kazanmalıydı. Ha, bu fasulyeden hayatta kalma mücadelesiydiyse ve bir şovdan ibarettiyse Nihat Doğan beni bayağı eğlendirdi. O zaman yine onun kazanması gerekti.  I loved to hate him, yani. Bülent Ersoy gibi. Paris Hilton gibi. Hiç tasvip etme ama bak ve eğlen. Eğlendirmek de bir başarı. Efendilik’in ne mücadeleyle ne şovla ilgisi var.

Bir arkadaşım gençlere seyahat bursu veren bir organizasyonun parçası oldu. Seyahat bursuna başvurma şartları genç olmak, öğrenci olmak ve seyahat etmek istemekten ibaret. Ama kazanmak için seyahat etmenin hayatındaki anlam ve önemini belirtmen, idealindeki seyahati tanımlaman ve bunları düzgün ve düzenli bir şekilde yazılı olarak bir blogda tutman gerekiyor. En iyi ifadeler, planlar bursa katkıda bulunan çeşitli seyahatsever tarafından puanlanarak değerlendiriliyor. Toplanan miktara göre artık en iyi 3-5-10 kişi seyahate çıkıyor.

Başvurular arasında ajitasyonu bol tutanlar kimi jüri üyelerinden yüksek puanlar alabiliyor . Hiç seyahatin anlamına, önemine bakılmaksızın ‘yazık, bu çocuğun parası yokmuş’, ‘yazık bu sürünmüş’, ‘yazık bu çocuk bu seyahate çıkamazsa ömründe seyahate çıkamaz zira düşük gelirli olmaya pek müsait’ vs gibi sebeplerle başvuran gencin seyahat olanaklarına bakarak değerlendirebiliyorlar. Oysa bu burs, seyahat etmeye maddi engeli olanlara el uzatma amaçlı ortaya çıkmadı ki. Amacı gençlere özellikle salaşından sırt çantalı seyahati sevdirmek, tek başına uzaklarda olmaya alıştırmak ve bunu az miktarda parayla pekala yapılabildiğini, niyet etmenin yettiğini duyurmak.

Seyahatin anlamına varmış, bunu da çok güzel ifade etmiş ve büyük kitlelere de duyurma imkanı yaratmış gençler daha doğrulardı bence ve onlar için kolej mezunu bu, zaten seyahat eder, demek aslında ortaya çıkarılmaya çalışılan şeyin daha geniş kitlelere yayılmasına engeldi. Zaten aslında bizim ‘imkan’dan kastımız istek, azim ve ifade gücüydü. Bunlar imkanlara sahip kişiler aynı zamanda maddi güce de sahiptiyse bile bu durum jürinin ka’ale almaması gerekirdi. Tıpkı Derya’nın efendiliğiyle hayatta kalma becerisinin alakasızlığı gibi. Pek bahsi geçmese de muasır medeniyetler seviyesine gelememizde de bu amacımızdan kopup duygularımızla hareket etmemiz de geliyor bence.

Arkadaşıma bundan bahsettim. O da aynı benim gibi düşünüyormuş. Bunu da oylarımızın benzerliğinden anlayabiliyormuşuz. Bir de Nurçin bize benziyormuş. Rasyonel arkadaşlarım benim, dedi.

Yonc, mesela, direk en gözü yaşlı olana basmış puanları. Halbuki bir yandan en acımasızımız da odur. Duygu dediğin şey her yöne gidiyor işte.

Çarşamba, Kasım 26, 2008

Bana 'Bu da Geçer' De

Televizyon karşısında tam da o saatlerde uzay mekiğimle eliptik kardiyo egzersiz yaptığım için ana haber bültenleri kaçmıyor benden bu aralar. Her haber bülteni ayrı bir lunapark. Her seferinde de illa şaşırma tepkisi vermekten vazgeçemedi bünye. Sonra bir şaşır, iki şaşır, bir bakıyorum bir saat geçmiş. 650 kalori yakmışım. Hem de hiç fark etmeden. Çocuğun dikkatini yanan dönen bir şeye çekerek ağzına lokmalar vermek gibi.

Geçen gün bir baktım ekranda Deniz Baykal çarşaflı kadınlara partisinin rozetini takıyor. Üniversitelerde başörtüsü serbestliği sağlayacak yasa değişikliklerine tahammülsüzlüğüyle bildiğim CHP'nin yaklaşan seçimler öncesi bu kadınlara parti rozeti takması seyirlik oldu tabii. Üstüne de Kürtler, göçmenler, türbanlılar, farklı din ve mezhep mensupları, hepimiz kardeşiz, eşitiz falan konuşması da yaptı. İnandırdı mı beni? Hayır. Oyunu ver ve köşene çekil muamelesi. O üç kapalı kadın da o kurultaya danışıklı gelmedilerse adım Hafiye olmasın. Akabinde fönlü kafa koko kadınlar AKP kurultaylarında belirmişler. Herkes herkesi kucaklıyor. Şekiller karıştı da sorunlar hala ortada.

Mustafa filmi hakkında da herkes bir şeyler söyledi. Ben de söylenen şeylerin saçmalığına takılmıştım. Bir forumda Can Dündar'a soru sormak için söz alan bir de üniversiteli olacak gençlerden biri 'Siz iyi işler yapmaya çalıştığınızı söylüyorsunuz. Oysa biz bu filmde iyi bir şey görmüyoruz. Bu konuda ne diyeceksiniz?' gibi dünyanın en gerzek sorusunu sorarken bütün salon alkıştan kopuyordu. Yani soru mu sordu şimdi bu? Bu bir ürün müdürüne 'ben malınızı beğenmedim, ne diyorsunuz' demek gibi bir şey. Nesini beğenmedin mesela, ne umdun da ne buldun? Önce kendini ifade etmeyi öğrensen ya? İsmi Uğur olan Dündar da bu kısmı alıp ana haber bültenine koydu ve gençlere cesaretlerinden dolayı bir de teşekkür etti. Körler sağırları ağırladı. İfade yoksunu gençlerimiz böylece kendilerini akıllı sandı.

İnsan her şeyi takıp takıştırıyor bu memlekette. Yeni bir takının karşısına çıkması çok zaman almıyor zaten. İlla televizyona gerek yok. Çevreden de yağıyor. Geçen gün Levo diyordu. Filmi hala izlememişler, dvd’sinin çıkmasını bekliyorlarmış. Sahtesi de yokmuş piyasada. Yani neredeyse filmlerin premier’lerinden bile önce çıkan bunca korsana rağmen bir aydır vizyondaki bu filmin korsanı yok. Sebebi de korsancıların Atatürk’e karşı besledikleri derin saygıymış.

Cuma, Ekim 17, 2008

Lost'u Neden İzlemiyorum

Krizde ne olur bilemiyorum. Atıp tutmiyim şimdi. Kimsenin bildiğini de sanmıyorum. Düşeşe ev düşürmek isteriz mesela ama bir yandan da maaşa zam gelmemesi ve de primlerden de olmamız kuvvetle muhtemel olduğundan, yani düşeş evle beraber gelir de düştüğünden bir şey anlamıycaz bu işten. Bu ekonomi çarkında uzun vadede herkes aynı aslında. Dal gibi dolarımızla beklesek de mevduatımızda kalsak da borsada takılsak da uzun vadede getiriye baktığında resim değişmiyor. Önemli olan devir dönümlerinde hareketli olmak dersen o da tüccara has bişi. Bizim devrimiz bordroda dönerken düz vites takılırken bu pek mümkün değil. Mevzular sıkıcı. Uzmanı da değilim zaten. Kişisel dileğim bankalar batmasın, düşeş ev bulayım, projelerim iptal olmasın. Hamdolalım yani.

Bir tüccar olaraktan Şövalye zorda da ondan mı bu tripler diyordum. Bir bunalım ayaklarında evden çıkmak istememeklerde, beni sağa sola yalnız başıma yollamaklarda, sormayın. Sebebi belli oldu. O da Lost’a sarmış. Bu krizin ne şekle şemale bürüneceğini kestiremediğinden bir oyalanma ve dikkat dağıtma babında iyi de gelebilir. Eyvallah. Ama durum umarım tropikal adada kutup ayısının ne işi olduğunu öğrenmek için altı yıl beklenmesi kadar patetik olmaz.

Benim Lost alerjim olduğundan seyredemiyorum kendilerini. Şimdi şöyle. Bu Lost salgınının ilk iki sezonunda Amerika’da yaşamaktaydım zaten. İlk bölümüyle beraber işyerinde asansör beklerken, su pınarının etrafında, kahve makinesinin yanında falan geyikleri etrafı sarmaya başladığında şuna ben de bakayım dedim. Yarım istekle seyrettiğimi kabul ediyorum. Bir kere gergin şeyleri izleyemem ben. Haftada en az on saatimin uçarak geçtiği bir dönemde, havada panik durumları yaşadığım bir uçak seyahatinden sonra ‘uçuş korkusu’ bende fobi düzeyinde olmasa bile huzursuzluğuyla kendini belli etmeye başlamıştı. O yüzden ilk bölümüyle bile beni gerdi bu dizi.

İkincisi, müzmin okurlarım bilir ki benim televizyona bağlanma korkum var. Yani gerginliğin yanı sıra bir de her bölümde beş ayrı gizemin çıkıp bunların da birikip budaklanmasıyla, üstüne üstlük sezon arası molalarda akla düşen detayların da uçup gittiği bir ortamda pazıla hakim olma hissiyatı da elimden kaçıyor. Benim gibi kontrol manyaklarına göre bir şey değil bu.

Üçüncüsü, bu Robinson Crusoe triplerinden falan feci sıkılırım ben. Survivor yarışmalarından da. Bu dizide gördüğüm tek şey birtakım elemanların ormanlarda outback’çilik oynadığı. Benim aklımı kurcalayan şeyler Lost karakterlerinin pek de umru değil gibi. Başlarına gelen şeylerin tuhaflığıyla hiç de oralı değiller. İnsan bir tartışır burası ne menem yerdir, ne olmuştur, yoksa Truman şovda mıyızdır falan diye. Bir hikayenin döndüğü falan yok. Adam bir şeyi yapıyor ya da yapmıyor. Sebebine dair olmasını umduğumuz bir fleşbeke gidiyoruz. Ama alakasız bir hatıra çıkıyor. Onu sakla ki iki yıl sonra anlamlansın. Oysa ki ben eğlenmek ve hoşça vakit geçirmek için izlediğim diziden kendime zihinsel notlar çıkarır buluyorum. Kafam bir milyon zaten. Yormayın beni.

Artık biraz salak bir iyimserlikle umuyorum ki bunca esrarın perdesi kalktığında anlamlı bir resim çıkarırım buradan. En iyisi mi bitsin bu Lost – ki Mayıs 2010’da bitecekmiş- ondan sonra bir solukta oturup izleyeyim. Kontrolsüzlük korkusuna en iyi çare bu gibi durmakta. Ha, ama son bölümünde de hidayete ereceğimi sanmıyorum. Ondan sonra eminim ki haaaa olup dönüp dönüp eski bölümleri tekrar izleyip a işte Charlie ondan bundan dolayı şurda bunu dedi, yok işte bilmemne firmasının tabelası şundan bundan dolayı şu sahnede gözükmüştü, yok efendim 8 rakamı o, bu ve şu bölümlerdeki esrarın ortak noktasıydı, gibi parçaları yeniden bütüne entegre etmem gerekecek. Deli misin bırak, demeyin. En ufak detayına kadar anlamadığım şeyler beni rahatsız eder. Uykularım kaçar. Bu esrar parçaları düzenli bir şekilde önümüze konsa zaten anlaması kolaylaşacak. Gizemin kendisi muhtemelen o kadar da kompleks değil, sadece ortaya karışık saçıldığı için bu boncukları dizmek ömrü törpülüyor. O yüzden bu dizi değişik tarzı itibariyle bir çığır açmış olabilir ama açtığı çığıra sevgi ve onay beslemem yukarıda bahsettiğim benlik sebeplerden dolayı mümkün değil.

Dizi dediğin Law&Order gibi, CSI gibi, House gibi falan olur. Her bölümü efendi efendi başlar, biter. O bölümünü bu bölümünü kaçırdım diye dellenmezsin. Üç sene önceki üç saniyelik bir görüntüdeki bir notu beş sene sonraki şeye atfetmen gerekmez. Türk dizileri bile olur. Sekiz bölümde bir seyretsen de konuya hakimsindir paşa paşa.