Cuma, Nisan 22, 2011

İnsanlık Ölse Ya

İnsanlık öldü mü tartışmaları yaşanırken tekrar aklıma geldi. Voluntary Human Extinction Movement (VHEMT) adı verilen, insan ırkının gönüllü yok oluşunu savunan bir akım var. Öyle hadi hep beraber intihar edelim ya da birbirimizi öldürelim demiyorlar. Onun yerine üremeyerek insanoğlunun sonunun gelmesini hedefliyorlar. Onlara göre dünya insansız daha güzel bir yer. Amaçları doğrultusunda da insanlara çocuk doğurmamayı tavsiye ediyor, bu yolda çeşitli kampanyalar düzenliyorlar.

İnsanların neden doğurduklarına dair öne sürdükleri sebepleri tek tek inceleyip bu sebeplerin ardındaki gerçek motivasyonları tespit ederek çözümlerini de listemişler. Buna göre:

1.
Sözde Sebep: Karşı konulamaz biyolojik bir dürtü bu.
Gerçek Sebep: Yeterince araştırılmamış istekler
Çözüm: Biyolojik dürtülerine sahip olamayanlar için çeşitli tedavi merkezlerinde veya hapishanelerde kapılar açık

2.
Sözde Sebep: Annemlere torun vermek istiyorum
Gerçek Sebep: Hala annenin onayını almaya çalışan bir çocuksunuz
Çözüm: Kendi hayatınızı yaşayın. Annenize de hayatını yaşamasını söyleyin.

3
Sözde Sebep: Çocukları çok seviyorum
Gerçek Sebep: İçinizdeki çocuğa da, etraftaki çocuklara da uzaksınız
Çözüm: Evlat edinin. Ana okulu öğretmenliği yapın.

4
Sözde Sebep: Üstün genlerim var. Boşa gitmemeli.
Gerçek Sebep: Ya bu cümleyi söylerken ortaya çıkan oksimoronu anlamamışsınız ya da megalomansınız.
Çözüm: Üstün genlerinizi devredip sizden sonrakilerin yapmasını beklemek yerine siz kendiniz bizzat onlarla harika işlere imza atabilirsiniz.

5
Sözde Sebep: Tarlanızda ya da aile işinizde yardıma ihtiyacınız var
Gerçek Sebep: Ücretli yardım almak konusunda cimri olmayın. Çocuk işçi kanunları da pek uygun değil.
Çözüm: Mekanize olmak ya da teknolojik aletlerden faydalanmak yatırımınızı daha hızlı kara çevirir.

6
Sözde Sebep: Yaşlandığımda biri bana bakmalı.
Gerçek Sebep: Yaşlanma korkunuz ya da bağımlı kişilik bozukluğunuz var.
Çözüm: Para biriktirip emekliliğini garantiye al. Etrafına da nazik davran ki seni ziyarete gelsinler. Sosyal destek ağını genişlet.

7
Sözde Sebep: Hamilelik ve doğum harika yaşam deneyimleridir.
Gerçek Sebep: Hayatınızı yaşama seçenekleri sosyal anlamda beyin yıkamasıdır.
Çözüm: Hamilelik simülatörü alın. Farklı yaşam deneyimlerine kasın.

8
Sözde Sebep: Aile kurmak kariyerinize ve toplum içindeki saygınlığınıza hizmet eder.
Gerçek Sebep: Sosyal güvensizliğiniz var. Sosyal statünüzü güçlendirmek için göstermelik olarak çocuk istiyorsunuz.
Çözüm: Bir cast ajansından gerekli zamanlarda çocuk kiralayın.

9
Sözde Sebep: Eşimle aşkımızın simgesi olarak bir can yaratmak istiyoruz.
Gerçek Sebep: Ego x 2 – hayal gücü = (3+) kişi
Çözüm: Bahçevanlık yapın. Hayvanları koruyun. Aşkınızın adına okul yaptırın.

10
Sözde Sebep: Henüz var olmayan çocuklarımın benim sahip olamadığım şeylere sahip olmalarını istiyorum.
Gerçek Sebep: Çocukluk dönemi isteklerinin karşılanmamış olması
Çözüm: Pişmanlığınızla barışın. Keşkelerle yaşamayın. Mevcut çocuklara yardım edin.

11
Sözde Sebep: Aile ismini devam ettirmek istiyorum
Gerçek Sebep: Babamı memnun etmek istiyorum. Kanın devamı safsatasına inanıyorum.
Çözüm: Dayanıklı bir şey yaratın ve aile isminizi ona verin. Kanınızın devamı için Kızılay’a kan verin.

12
Sözde Sebep: Küçük bir ‘ben’ görmek istiyorum.
Gerçek Sebep: Kendinle fazla meşgulsün. Egonu tatmin edememişsin.
Çözüm: Kendine sana benzeyen bir oyuncak bebek yaptır. Kendinden memnun olmaya çalış.

13
Sözde Sebep: Allah böyle istiyor.
Gerçek Sebep: Daha büyük sürülere ihtiyacı olan dogmacılara körü körüne inanıyorsunuz.
Çözüm: Tanrıdan ne algılıyorsan, onun gerçeğini araştır.

14
Sözde Sebep: Eşim bebek istiyor.
Gerçek Sebep: Partnerinizi kaybetme korkusu yüzünden o ne isterse onu yapıyorsunuz
Çözüm: Gerçek istekleriniz hakkında eşinizle konuşun. Eşiniz belki de tam aksine, sizin bebek istediğinizi sanıyordur. İkna için bebek simülatörü alın.

15
Sözde Sebep: Kendi kanımdan bir çocuk istiyorum.
Gerçek Sebep: Egonuz ve ırk bilinciniz yüksek.
Çözüm: Farklı genetik kombinasyonlara sahip insanlara değer verin.

16
Sözde Sebep: Ruhani bir şey bu benim için.
Gerçek Sebep: Başka sebepler kolaylıkla çürütülebiliyor çünkü. Böyle üfürük bir sebep söylemenizin başka açıklaması olamaz.
Çözüm: Gerçek ruhani deneyimler bulun.

17
Sözde Sebep: Hep çocuk istedim. İnsanlar bunu yapar zaten.
Gerçek Sebep: Sorgulanmamış kültürel şartlanmalara sahipsiniz.
Çözüm: Alternatifleri araştırın. Beklentileri sorgulayın. Evlat edinin.

18
Sözde Sebep: Çocuk, ilişkimizi kuvvetlendirir.
Gerçek Sebep: Başarısız evlilik korkusu.
Çözüm: İlişkinizi kuvvetlendirmek için eşinizle iletişimi sık ve sağlıklı tutun. Evlilik terapilerine katılın.

19
Sözde Sebep: Bebekleri seviyorum.
Gerçek Sebep: Gerçekleri göremiyorsunuz. Bebekler kısa sürede çocuklara dönüşür. Onlar da yetişkinlere.
Çözüm: Oyuncak bebek alın. Bebek bakıcılığı yapın.

20
Sözde Sebep: Anne olmak bir kadın için en yüce mertebedir.
Gerçek Sebep: Biatınızın özgür tercihiniz olduğu konusunda kandırılmışsınız.
Çözüm: Annelik ya da babalık üremeden de yapılabilir. Evlat edinin.

21
Sözde Sebep: Belki de benim çocuğum dünyayı kurtaracak?
Gerçek Sebep: Buna psikolojide Tanrının Annesi kompleksi deniyor.
Çözüm: Eğer bir şeyi düzeltmek/kurtarmak istiyorsanız kendiniz yapın. Kurtarıcıyı doğurmanız gerekmiyor.

22
Sözde Sebep: Bu sefer erkek/kız istiyoruz.
Gerçek Sebep: Yüksek egonuz var. Cinsel kimlik güvensizliğiniz var. Mevcut çocuklarınızla ilgili hayal kırıklığınız var.
Çözüm: Elinizdekilerin kıymetini bilin. Mevcut çocuklarınız cinsiyeti kendilerininkine tercih edilmiş olan kardeşlerine arıza çıkarabilir.

23
Sözde Sebep: Ne biliym. Sadece istiyorum.
Gerçek Sebep: Sadece istiyorsunuz.
Çözüm: Üremeyi seçerseniz ‘sadece istediğiniz’ birçok diğer şeyi yapamayacaksınız. .

24
Sözde Sebep: Beni hep sevecek ve asla terk etmeyecek olan biri olacak.
Gerçek Sebep: Reddedilme korkunuz var. İlişkinizde problemler söz konusu.
Çözüm: Sevgi almak için sevgi vermelisiniz. Değişimi kucaklayın ve kaybettiklerinizle yaşamayı öğrenin.

25
Sözde Sebep: Emeklilerimizin geçimi için ekonomimizin genç çalışanlara ihtiyacı var
Gerçek Sebep: Çocuklarınızı milli ekonomiye feda ediyorsunuz yani?
Çözüm: Otomasyon, ücretli kölelik ihtiyacını azaltır. Doğmamış çocukların doğmama hakkı da vardır. O hakka dokunmamalısınız.

26
Sözde Sebep: Dünyaya bizim gibilerden daha fazla gelmeli. Sayımız azalıyor. (Beyaz Türk söylemleri)
Gerçek Sebep: Elitistsiniz. Yabancı düşmanlığınız var. Soy geliştirmek soykırımdan daha kolay örtbas edilir elbette.
Çözüm: Başkalarını da sizin fikirlerinize katılmaları konusunda ikna edin. Böylece sizden bir fazla, onlardan bir az olur.

27
Sözde Sebep: Neden çocuk yapmayalım ki? Gezegenimizin içine edilmiş zaten.
Gerçek Sebep: Hem nihilist hem doğurgansınız. İlginç.
Çözüm: Masum bir insanın ekolojik bir afet içinde yaşamasının ve ölmesinin etiğini düşünün.

28
Sözde Sebep: Bir çeşit ölümsüzlüğü yakalamak istiyorum.
Gerçek Sebep: Ölüm ve yok olma korkunuz var.
Çözüm: Ölümü kabullenin. Genlerinizi değil, kültürünüzü aktarın. Sokrates’in çocuklarını kimse bilmez ama fikirleri yüzlerce yıldır bilinir.

29
Sözde Sebep: Biyolojik saatim geldi.
Gerçek Sebep: Kadınların 30lu ve 40lı yaşlarında artan cinsel iştahı muhafazakar toplumlarda kabullenilmesi zor bir durumdur.
Çözüm: Toplum tarafından içinize yerleştirilmiş olan o sanal saatli bombayı imha edin. Çocuk yapmadan seks yapmak sorun değildir.

30
Sözde Sebep: Bilmeeeem.
Gerçek Sebep: Hiç düşünmezsiniz. Zihniniz tertemizdir. Cehalet güzeldir.
Çözüm: Üremeden önce düşünürseniz üremekten vazgeçebilirsiniz.

31
Sözde Sebep: Anne olmak için çok geç olduğunda pişmanlık duymak istemiyorum.
Gerçek Sebep: Gelecek korkunuz var.
Çözüm: Her şeyi tecrübe etmek zorunda değiliz. Doğurmadığınız için pişman olmak doğurduğunuz için pişman olmaktan iyidir.

32
Sözde Sebep: (Henüz olmayan) Çocuklarımın var olmanın tadını çıkarmalarını istiyorum.
Gerçek Sebep: Mevcut çocuklarınızın mutsuzluğunu göz ardı ediyorsunuz.
Çözüm: Varlığın mutluluğu yerine mutluluğun varlığını yüceltin.

33
Sözde Sebep: Üremek kadını güçlendirir, ona itibar kazandırır.
Gerçek Sebep: Kendinizi güçsüz hissediyorsunuz. Toplumun annelere gösterip diğerlerinden sakındığını sandığınız itibarı istiyorsunuz.
Çözüm: Anneler itibardan ziyade kuru teşekkür duyarlar. Ailenin kıçını toplamak insana itibar kazandırmaz. Kendinize başka güç ve itibar kaynakları bulun.


Benim çocuk sahibi olmak isterken öne sürdüğüm sebepler 23, 28 ve 31. maddelerle bağdaşıyordu. Ölüm ve gelecek korkum varmış. Doğrudur. Var. Anksiyetelerimin kaynakları bunlar hep.

Yonc da çocuk sahibi olmanın en ve hatta tek iyi yanının 'seni her zaman sevecek biri olması' diye belirtirdi. (Madde 24) Onun da sevgi alışverişini öğrenmesi gerekiyormuş demek ki.

Şövalye ise bebekleri sever. (Madde 19). Ama çoğunlukla bir sebebi de olmaz. (Madde 30) Gerçekleri göremiyor ve pırıl pırıl bir zihne sahip yani. Teyit edilmiş oldu.

Düella ise listeye biraz değişiklikle müdahil oluyor. Kendi emekliliğinin garantisi için bizim ürememizi ister. (Madde 25) Eminim kalan iddiaların hepsine de satır satır katılıyordur.

Pazartesi, Nisan 18, 2011

Hayat Ne Tuhaf Vapurlar Filan

Bazen bir şey oluyor ve diyorum ki, vay be. İnsanlığın teknolojik gelişimdeki hızı aklımı başımdan alıyor. Yani adamlar bir kök hücrecikten üç boyutlu print alır gibi bir böbrek yapıveriyor. İçine adamın böbrek hücresini enjekte ediyor. Oluyor sana adamın böbreği. Doku uydu’su, uymadı’sı yok. Kendi hücresinden kendi böbreğini yapıyorlar. Kalbini, beynini de olur yakında. Hatta da tüm insanı tepeden tırnağa yapabilirler, di mi?

The Economist’te okumuştum bu çıktı alma meselesini. Adamlar Stradivarius keman print etmişlerdi bizzat. Malzemeyi koy. Gerisi eski mürekkep püskürten yazıcılar gibi, cızzt bızzt. Hoop sana Stradivarius keman. Bundan sonra canın bisiklet mi istedi, dergide gördüğün elbiseden mi? Hemen yazıcıdan çıktısını alalım. Mecik gibi. Geçen yüzyılın teknolojisi uçaklar bile beni hala hayrete düşürürken bu hiçe yakından var etme durumu şaşkınlığımı dindiremiyor.

Mesela karnınızda bir çocuk yuvalanıyor. Dış dünyada yaşayabilir kıvama kadar orada kalıyor. O da mecik gibi ama neden bir kavanozda, kutuda değil de karnınızda yaşıyor? Hep dikkat etmeniz gerekiyor hareketlerinize, yediğinize içtiğinize. Yani karnınızda olmanızın tek nedeni sabit ısı ve beslenmekse suni ortam sağlanabilir bunun için.

Bunları da geçtim. Kansere, AIDS’e, diyabete bulunamamış çareleri de. Henüz kıl tüy olayını kökten çözemedi tıp. Hala lazerler, ağdalar, tıraşlarla ömrümüz geçiyor. Bir hap yutup yağlarımızı yakamıyoruz mesela. Yani bu hap işi böbrek print out etmekten daha kolay geliyor benim kulağıma. Belki de değildir. Kim bilir?

Hala her sabah hızlı giden metal kutulara binip belirli kısıtlı yollardan geçip ofise gidip çalışıyor olmak ve akşam vakti yine aynı yollardan eve dönmek çok ilkel, değil mi? Ya ev kurmak. ‘Ev’ denen bir şey var, düşünsenize. Senelerce çalışıp kazanıp biriktirip bir tane alıyorsunuz. Orada bir yatak odanız oluyor. Odanın çoğunu kaplayan bir yatak. Öylece duruyor bütün gün. Geceleri uyumanız gerek. Az uyuyunca sıkıntı oluyor.

Ekonominin çarkı dönsün diye kobay fareler gibi aynı çemberde dönüp enerjimizi havaya mı savuruyoruz? Başka türlü ömür nasıl hızla akıp gitsin?
Bana hayretengiz gelen şeyler mümkün olurken en düdürük temel şeyler neden yerinden kıpırdamıyor?

Evet, annemlerin dönemine göre daha çok kıyafetim var. Kadın olarak nispeten daha fazla özgürlüğüm ve olanağım var. Teknolojik aletler gani gani. Uzak seyahatler pek mümkün.

Ama hala evleniyoruz. Hala çocuk doğuruyoruz. Hala esnese mesnese de tanımlı rollerimiz var. Hala kıl tüy yoluyoruz. Traş oluyoruz. Makyaj yapıyoruz. Zayıflamaya çalışıyoruz. Vaktimiz bunlarla geçiyor.

Hayır, neyle geçecekti, o da ayrı mevzu. Ye iç sev, gez toz da bayıyor bir yerde. Belki de bu dünyaya oyalanmaya gelmişizdir, onu da kim bilebilir?

Perşembe, Nisan 07, 2011

Bir Çocuk Hiç Çocuk

Parkta tanıştığım yaşlı teyze Jelibon’u sevdi, oksadı. Sonra döndü bana ‘bir çocuk hiç çocuktur, evladım’ dedi. Bu cümleyi duymayalı çok olmuştu. Çok evvel bu önermeyi duyduğumda küçüktüm. Kardeşim benden 9 yaş küçük olduğundan uzun süre ailenin tek çocuğuydum. Bizimkilerin çocuğu olmuyordu. Annem tedaviler oluyordu, çok istiyordu ikinci bebeğini ama o zaman fertilite tedavileri şimdikinden çok geriydi. Tedaviler de limitliydi. Sağda solda anneme hep ‘bir çocuk hiç çocuk’ dendiğini duyardım. Allah’ın bana uzun ömür vermesi dileğiyle annemin cevabı takip ederdi bu lafları. Ama o zamanlar kafa yormamışım demek ki. Şimdi bir ‘hiç’ uğruna yaşanmamalıydı bunca anksiyetem, angstım ve evdeki kaosum.

Teyzenin kast ettiği şey kendi üç çocuğunu doğurduğu 50’li yıllarda Türkiye nüfusunun hızlı artışına gaz veren propaganda cümlesi de olabilirdi. Zamanın yüksek bebek/çocuk ölümleriyle de.

Bir çocuk hiç çocuk. İki çocuk az çocuk. Üç çocuk karar. Dört çocuk zarar. Şeklinde de devam eden bir tekerleme olmuş.

1960 yılında Türkiye’de doğan her dört çocuktan biri 5 yaşına gelmeden ölüyormuş. ‘Beş Yaş Altı Ölüm Hızı -Under 5 Mortality Rate (U5MR)’ denilen bir nüfus istatistiği 5 yaş altı ölüm oranlarını veriyor. Bu istatistik, aynı zamanda bir gelişmişlik de göstergesi. Daha eski günlere dair güvenilir bir istatistiğe ulaşamadım. Ulaşsaydım daha yüksek bir rakam çıkardı muhtemelen. Çocukların yüksek ölüm hızı yüzünden sahip olunan çocuk sayısından hep bir (1) çıkarılırmış.

Zamanla artan hijyen ve sağlık servisine erişim sayesinde bugün U5MR 2,5% seviyesinde. Marmara Bölgesinde ise %1. Bunun da çoğunu sakat ve hastalıklı doğan bebeklerin uzayamayan hayatı oluşturuyor. Yani Allah kazadan beladan korusun ve sağlık versin ama bir çocuğunuzun hiç olma ihtimali artık çok düşük. Dolayısıyla yedekleme ihtiyacından kaynaklanan çoğalmaya gerek kalmamıştır, diyebiliriz.

Parktaki teyze üç çocuğuyla önce gurur duydu. En büyük kızı 55 yaşındaydı. Kardiyoloji profesörüydü. Ortanca oğlu 53 yaşında avukattı. Küçük oğlu da 50 yaşındaydı ve İsviçre’de hukuk profesörüydü. Gurur tablosunu anlatmayı bitirince yerinmeye başladı. İlk iki çocuğu hiç evlenmemiş. Sonuncusu da yaşıtı bir kadınla henüz evlenmiş. Torun sahibi olamamış ve muhtemelen de hiçbir zaman olamayacaktı. Bu duruma çok üzülüyordu. Annelik böyle bir şeydi. Gurur ve üzüntü. Endişe ve sevinç bir arada. Bir tepeye çıkartan bir yere vuran bir şey.

Torun sahibi olmanın çocuk sahibi olmaktan daha güzel bir şey olduğunu sanıyorum. Çocukluğum boyunca beni dayak arsızı yapan sinirli annem adeta sihirli bir anneanne şimdilerde. Mutluluktan ayakları yerden kesilmiş. Jelibon huysuzluktan çatlasa da başında saç bırakmasa da annem bir öfori içinde onun her istediğini yerine getiriyor. Sabahın 5’inde onunla oyunlar oynuyor. Anne Şövalye de ondan farksız. Jelibon’a bakarken gözleri doluyor. Üstelik onun iki torunu daha var. Birinden diğerine koşarak günlerini geçiriyor.

Yaş alıp da emekli olunca, dünyayla alacak vereceğinin kalmadığında bebek denen şey keyifli olabilir hakkaten. Zaten uykuların azalmış ve zaten evde vakit geçiriyorsun çoğunlukla. Yapman gereken şeylerin azlığı ve eğlencenin domestikleşmesi bebeği ayak bağı yapmıyor. Tersine, günün anlam ve önemi yapıyor. İşin gerçeğini bilemem. O da ebeveynlik gibi tecrübe edilmeden gerçeğini bilemeyeceğiniz bir şey olmalı. Ben sadece tahmin ediyorum.

Hal böyleyken bir dünya torunum olsun istiyorum. Ama çok torun ihtimalini kuvvetlendirmek için çok çocuk yapmak lazım. Buna da hiç mecalim yok. Ya da Jelibon’un beynini doğum kontrolsüzlüğü konusunda yıkayıp onu erkenden evlendirip en az beş torun yaptırtmak gerek. Şövalye de çocuk sahibi olmadan torun sahibi olmak istiyor. Jelibon’un şapti olduğunu ve bu şaptilikle evlenemeyeceğini düşünüyor. Ne yapsak bilemiyoruz.


Notlar :
1. Çocuk sahibi olmak torun sahipliğinin garantisi değil elbette. Parktaki teyzenin üç çocuğu olmasına rağmen torunu yok. Bu da pek mümkün. Sadece ihtimallerden bahsediyorum. Her çocukla torun ihtimaline daha yakınsınız.

2. Çocuk yapmak için evlenmek gerekmiyor, biliyorum ama Jelibon evlilik içi bir çocuk yaparsa resmiyet kazanmış babaanne kimliğimle torunuma daha fazla erişimim olur düşüncesiyle evlenmesini istiyorum.

3. Şaptiler de evlenir. Bir akıllı onları bulur ve anne baba yapıverir. Tecrübeyle sabittir. Ama bu da şans işidir işte.

4. Hayatı planlamak imkansızsa da ihtimalleri düşünmekten kendimi alamıyorum.

Perşembe, Mart 31, 2011

Cins(i) Düşünceler

Cinsiyet ayrımcılığım olduğundan değil ama Jelibon’un erkek olduğuna çok memnunum. Hamile kalmadan evvel bir erkek çocukla ne yapacağımı bilemediğimden ve de mağazalardaki kız çocuğu kıyafetlerinin şirinliğine ve çeşit çokluğuna hasta olduğumdan hep kızım olsun istemiştim.

Biz iki kız kardeştik hem. Annem kız kardeşleriyle aynı zamanda da en yakın arkadaştı. İşkolikliği yüzünden evde az vakit geçiren bir babadan başka erkek olmazdı evde. Haliyle bol östrojen ortamından gelmeyim. Kadınlı ortam aşinalığımın kolaylığıydı kız çocuk istemem. Bir de annemle itiş kakışı bol da olsa dayanışmalı bir anne-kız ilişkimiz var. Etrafımdaki erkeklerin ise anneleriyle ilişkileri de hep uçlardaydı. Ya anneler hastalık derecesinde dominant ya da ana-oğul iletişimi haftada bir kuru telefon konuşmasıyla telaffuz edilen ‘nasılsın, iyi misin?’den ibaretti. Ben emekli olunca yetişkin kızımla buluşup sohbetler edip sevgililerini, kocasını falan çekiştirmek, onunla alışverişlere ve tatillere çıkmak hayallerindeydim. Erkek çocuklar –genellikle- böyle yapmıyorlar.

Tabii ki evladını kız, erkek fark etmeden sever herkes. Jelibon kız olsaydı da onu en az şimdiki kadar severdim ama artık hayatını bir kızdan daha rahat geçireceğini zannettiğim için erkek olduğuna onun adına seviniyorum. Biraz tuhaf ama bütün bunların farkına yeni varıyorum.

Aslında hep erkek doğmuş olmayı dilerdim ama bu isteğim, önceleri aile ve toplum baskısından uzak rahat rahat gezip tozmak, yine onlar tarafından evlendirilip barklandırılmak baskısından en azından bir 5-10 sene daha uzak durmak istediğimdendi.

Sonraları çifte çubuğa dayalı aile işini devam ettirmekte ya da kurumsal kariyerde tepe noktalarda hep erkeklerin bir el üstünlüğünün olduğunu ve bu hak edilmemiş ama bahşedilmiş üstünlüğün es geçilmesi için erkeklerden çok daha donanımlı olmak için feci uğraşlar vermek gerektiğini görmemdendi. Ne çok haksızlık sandığım bu şeyler, anne olmanın icap ettirdiği daha tipik kadın rollerini gerektirdiğinden beri anlıyorum ki aslında bunlar hiçbir şeymiş. Anne kadın olduğum için beni daha ne zorluklar beklermiş.

Bir daha anne olursam ve bebeğim yine erkek olursa yine hayatı boyunca yaşayacağı -bir kıza göre- nispi kolaylıklar adına sevinirdim. Kızım olursa da hayatını kolaylaştırmak için elimden geleni yapardım. Ama işte kızın hayatını kolaylaştırmak için yapılması gerekenler var ama erkeğin hayatı eğitim ve ekonomik seviyesinden de bağımsız daha kolay.

Bir kere doğurmuyorlar. Kendilerine biçilen görevler sadece çalışıp para kazanmalarından ibaret. Bu kadar. Sadece ev geçindirecek kadar. Bu devirde öyle savaşmak da kalmadı, yollarda telef olmak da. Bin yıl önceki dertleri ile bugünkünün alakası yok. Oysa kadın her devirde suçluluk ve endişe hissinin ve gündelik işlerin tam orta yerinde. Üstüne üstlük gittikçe artan bir kısmı evi de geçindiriyor. Ev de geçinidiren kısmı üstelik işe gittiği için daha suçlu. Evde otursa kısıtlanan hareket alanıyla sıkıntılı. Birini tercih etme hali, her türlü bir vazgeçiş ve kabulleniş sürecinden geçiyor. Hayatı ha bire değişip duruyor. Erkeğe hiç bir şey olmuyor. Mesaiye kalsa, seyahat etse, gezse tozsa da hiç suçluluk ve endişe duymuyor.

Eşcinselleri ‘üçüncü cinsiyet’ diye asla tanımlamam. Bu yüzden aklıma gelmedi elbette ama yine yukarda anlattıklarıma benzer durumlara sebep olduğu için evladımın ‘gay’ olmasını da istemem. Gay olsun olmasın, onu her türlü severim ve bu halini bir gizlilik, saklılık ya da utanç konusu yapmam. Her türlü onunla gurur duyarım ama gay olduğu için değil, hayatı zorlaşır diye bunu arzu etmem. En azından dünyanın hala büyük bir kısmında kendi gibi olmakta zorlanabileceğini bildiğim bu devirde bunu istemem. Fakat gaylerin bile en azından dönemler devirler geçtikçe hayatı kolaylaşıyor, daha da kolaylaşacak ve gaylikleri saçı kara, gözü yeşil gibi sıradan bir bilgiden ibaret olacak, biliyorum. Hatta içlerinde kadın gibi olmayı tercih edenler belki de ilerde kadınlığın bütün hoş yanlarını alıp biyolojik olarak erkekliğin konforunu yaşayacak. Fakat kadının hayatının kolaylaşabileceğine dair umudum pek yok. Bu mantıkta en kısa çöpü de tersine, erkek hisseden kadınlar çekecektir heralde.

Not 1:
Yazımda bahsettiğim herşey genellemeler üzerine kuruludur. İstisnalar vardır elbette. Süper kadınlar, feminist adamlar, anneleriyle mükemmel ilişkisi olan erkek çocuklar vardır. Hayatı benimkinden çok çok çok daha zor kadınlar da var ve benimki onlara nazaran gül bahçesi, onu da biliyorum.

Not 2:
'Evladım sağlıklı olsun da gerisi mühim değil' lafı basmakalıplaştıysa da hakkaten doğrudur ve katılıyorum. Ben, temel ihtiyaçları karşılanabilen sağlıklı bir ailem olduğu için (çok şükür ve maaşallah) artık kavramlar ve konseptler ve insanlığın halleri üzerine kafa yoruyorum. Temelimiz sarsılırsa (Allah korusun) fokusumun kaymışlığından sanılıp 'oh olsun' olmasın lütfen. Yoksa biz de yiyip içip dua edip seviyoruz elbette.

Perşembe, Mart 24, 2011

Çoğunluk

Doğum iznimde Jelibon’la güneşli havalarda mahallemizin parkına çıkardık hep. Parkta pek anneye rastlanmıyordu. Genelde orada bebekler, çocuklar ve onların bakıcıları ya da bakım görevini üstlenmiş anneanne veya babaanneleri olurdu. Anneanne, babaanneler 60 yaş civarındalardı. Etrafında çocuk olmayan 70 üstü yaşlardaki birkaç ihtiyar da güneşte kemiklerini ısıtır otururdu.

Bir gün parkta yanıma bu 70+ grubundan yaşlı bir teyze geldi. Hayriye Hanım’dan benim Adanalı olduğumu öğrenmiş. Kendi de Adanalı değilse de görev icabı orada senelerce yaşamış. Hemşerim, diye geldi. Kendini tanıttı. 80 yaşındaymış. Emekli biyoloji öğretmeniymiş. Adana’da bilmemne lisesinde öğretmenlik yapmış. Eşi de hakimmiş. Bir abisi profesör doktor bilmemkim, bir başka abisi de milletvekili bilmemkimmiş. Tam bir Cumhuriyet kızı. Türkan Saylan-2. Bir gururlu da bundan. Sülale silme doktor, profesör, üst düzey bürokrat falan ya. Anlatmalara doyamadı gurur duyduğu ailesini. Arada benimkileri sordu. Çiftçiler, dedim ben. Durakladı biraz. Yakıştıramadı. Sınıf atladım sandı sanırım. Bayılıyorum bu Beyaz Türklerin sınıf bilinçlerine.

Geçenlerde Çoğunluk’u seyrettim DVD’den. Sevdim filmi. Düz ve karanlık bir film, eyvallah. Ama sınıf ve köken bilinci açısından bence Türklere güzel bir ayna tutmuş. Filmin bir sahnesinde baba, genç oğluna kız arkadaşı olarak tanıttığı genç kızın aslen nereli olduğunu, ailesinin ne iş yaptığını sordu. Oğlu ise babasının kızı beğenmeyeceğini düşündüğünden genç kızın Vanlı olduğunu bilmesine rağmen bu soruların cevabını bilmediğini söyledi. Baba öğrensin diye ısrar edince sonra sonra itiraf etti Vanlı olduğunu. Babası bu cevap karşısında oğluna kızdan ayrılmasını emretti. Kız, seyirciye alenen söylenmemesine rağmen Kürttü ve köylüydü. Müteahhit babamız kızın kendini merak etmedi. Kökeni yüzünden kızı kafadan reddetti. Oysa ki genç kız, kendi salak ve sığ oğlundan bin kat daha gayretli, başarılı, efendi bir tipti. Entelektüeldi. Ailesinin okumasına karşı çıkmasına rağmen iyi bir üniversite kazanmış ve kendi parasını kendi kazanıp okumaya çalışıyordu.

Bu kadar dramatik olmasa da benzer şeyleri ben de yaşadım. İstanbullu arkadaş aileleriyle ilk tanıştığımda nereli olduğum ve babamın ne iş yaptığı sorularının cevabı pek beğenilmemişti. Bazen arkadaşlarım da kendi ailelerinden arkadaşlığımıza dair ayar yemesinler diye babamın aslında ‘öğretmen emeklisi’ olduğunu ailelerine söyleyerek ‘çiftçi’ mesleğini düzeltmişlikleri olmuştu. Adanalılığım da(yani köylülük algım) mezun olduğum okullar ve toplum içindeki efendi duruşumla kapanmıştı.

Bir keresinde Etiler'de ikamet eden bir arkadaşımın evine gitmiştim. Annesi evdeydi. Evde misafir annenin arkadaşı bir teyze de vardı. Nereli olduğum ve baba mesleğim öğrenildikten sonra misafir teyze, "Bak görüyor musun, kimler nerelerden Boğaziçi'ni kazanmış, bizim oğlan Etiler'de, üniversitenin dibinde ama düzgün bir okul tutturamadı" dedi. Teyze beni yüceltti mi aşağıladı mı, siz düşünün. Bir yandan Amerikan kolejlerini bitirmiş, üniversite mezunu aileye sahip, evde kendine ait bir odası olan, her türlü özel derse ve dersaneye yollanmış, zamanın gençleri arasında 'havalı' bilinen markalarda kotlara kazaklara sahip bir insandım. Benim Boğaziçi'ni kazanmam 'engellere rağmen' değildi. Taşralı olmam engelli olmamla bir tutulmuştu.

İşin ilginci, çiftçilik Adana’da havalı bir cevaptır. Paran yoksa bile mal mülk sahibisin demektir. Emekli öğretmene sümüğünü atmayanlar çiftçiye hasta olabilir. Sanırım Adana’daki sınıf bilinci paraya endeksli. Istanbullu aristokratlarda ise geldiğin memlekete ve eğitim derecene.

Aslında ben parkta tanıştığım yaşlı teyzeyle yaptığım çocuk yetiştirme muhabbetimizi anlatacaktım. Konuyu saptırdım. Artık onu da bir sonraki postumda anlatırım.

Pazartesi, Mart 21, 2011

Siyah Süt ve Anneliğin Cilası

Elif Şafak’ın Siyah Süt’ünü okumamıştım. 2007’nin sonlarında piyasaya çıktığı ilk dönemde roman hakkında gazetelerde okuduğumca lohusalık depresyonunu anlatan ‘karanlık bir roman’ olması yüzünden bilinçli olarak kitabı okumaktan kaçınmıştım. Ama o dönemlik bir şeydi bu. Yayınlanma tarihi 3-5 ay öncesine ya da sonrasına denk gelseydi okurdum muhtemelen. O dönemde evlilik hazırlıkları ve iki işte birden çalışmanın yarattığı vakitsizlik de buna sebepti. Sonra aradan zaman geçti, unuttum romanın varlığını.

Jelibon 3 aylık olmuştu. Yeni yeni haftada bir iki kez birkaç saatliğine dışarı çıkmaya başladığım zamanlarda bir Pazar akşamı Şövalye’yle D&R’a girdik. Dolanıyorduk. Kitabı gördüm. Açıp okumaya başladım. Ayakta bir çırpıda on sayfayı okumuştum bile. Nasıl da aynen anlatıyordu anneliğin ilk zamanlarını. Kopuk askısı düğümlenerek bağlanmış kirli geceliğinin askısını, yıkanmamış saçlarını, uykusuzluğunu ve özür diler gibi utanarak silik ve ezik bir modda bebeğini hayatına sokma halini... Zaten Elif Şafak’ın üslubuna hastayım. İçerik de benim yaşadıklarım olunca koşa koşa kitabı aldım, eve gelip bir çırpıda okuyacağım diye kitaba gömüldüm. Ama 30 sayfa kadar sürdü bu merak. Sonra roman tıkandı kaldı.

Geri kalan 200 sayfada yazarın lohusalık depresyonundan eser yoktu. Beni kitaba çeken şey aslında bir dergi makalesi olabilecek kadar kısa kalmıştı. Romanın geri kalanı yazarın bekarken nasıl göçebe ve kitaplar arasında kaybolmuş bir hayat yaşadığı, nasıl da aklında evlilik yokken evlendiği ve nasıl da aklında çocuk yokken anne oluverdiği üzerineydi. İçindeki parmak kadınların oluşturduğu İçimden Sesler Korosu üzerinden anlattığı iç dünyası ve anne olmaya giden yol hikayesi de çok zorlama, yüksek dozda popüler psikoloji öğesi geldi bana.

Altı parmak kadın vardı Elif Hanım'ın içindeki koroda. Hepsinin adları da karakterlerini yansıtıyordu: Akılcı çabuk çözümler üreten Pratik Akıl Hanım, üretkenlik ve kariyer düşkünü Hırs Nefs Hanım, ulu bilge ve ermiş kişilik Can Derviş Hanım, kitap ve felsefe kurdu Sinik Entel Hanım, daha sonraları ortaya çıkan kadınsı ve vamp Saten Şehvet Hanım ile ev hanımı Anaç Sütlaç Hanım. Bu kadınların ilk dördü yazarımızın hayatının büyük bir bölümünde egemenlik kurmuşken evlilik ve bebek ile son ikisi gözükmeye başlar. Saten Şehvet Hanım yine de en belli belirsiz ortaya çıkanıdır bu kadınlar içinde. Asıl çekişme ilk dört ile Anaç Sütlaç Hanım arasında çıkar. Yazarımız romanı süresince orta yaşına kadar varlığını dahi bilmediği, benliğinin dehlizlerinde kapalı tuttuğu Anaç Sütlaç Hanım’ın aslında kötü olmadığını, içindeki bütün kadınları sevdiğini anlar ve nihayetinde içindeki kadınlar kardeş kardeş yaşamaya başlar.

Özetle, anneliğin paketlendiği gibi bir güzellik olmadığı, aslında ne kadar da zorlu olabildiğini anlatmaya çalışmak yerine Elif Hanım'ın nasıl yollardan geçerek anne olduğunun hikayesini okudum. Evet, Elif Şafak’ın diline ve üslubuna hayranım ama romanın kurgusunu parmak kadınlar üzerine kurmasını çok basit ve sıradan buldum. Olgun yaşına rağmen canlı ve enerjik tiplerin 'içlerindeki çocukları öldürmemişliklerine' bağlamaları gibi gınalıydı bütün kurgunun temeli.

Neticede Siyah Süt'ü (tersine bir niyeti olmasına rağmen) yine de anneliğin cilalanması olarak algıladım ben. Hiç ummadığınız bir kişi bile anne olabilir. Evet zorlanır ama kotarır. Sonuçta iyi de olmuştur. Bilinçli olarak anneliği reddedenler dahi onun anneliğini ‘iyi ki’ler. Üstelik yazarımız artık çocuk da yapmıştır kariyer de. Edebiyat konulu bir davete gittiğinde omzunda kusmuk lekesini fark eder ama ‘olsun’dur; yazar buna aldırmaz, yüzü ışıl ışıl ışıldayarak davete katılır. (Sooo cheesy) Bu da Hollywood romantik komedi klişesi değildir ne nedir? Otobiyografi dediğin romandaki bu öğeler bana romanın gerçek değil de ‘kurgu’ hem de kötü bir kurgu olduğuna iyice inandırır. İlk otuz sayfada anlattığı lohusalık halleri ise o kadar çarpıcı ve doğruydu ki o kısmın (kitabın sonrasıyla alakası olmadığı için) sonradan yazılmış ve önceden (belki de hamileyken) yazdığı anne olma süreci hikayesinin önüne monte edilmiş olduğu kuşkusunu uyandırdı bende.

Kaldı ki içimizde farklı karakterler olduğuna inanmıyorum. Bu karakterlerin içimizde bu derece çatışabildiğine de. Akıllı bir insansanız durumlara adapte olursunuz. İçinizde bir Anaç Sütlaç Hanım olduğu için ve onun sizi ikna ettiği için değil; anne olduğunuz için yeni durumunuzla barışık yaşayabilmeniz için anaç olmayı öğrenir ve ona adapte olursunuz. Ortam bunu gerektiriyorsa gaddarlığı da, kaypaklığı da, eşkıyalığı da, prensesliği de, cici kızlığı da içinizdeki sesler korosuna koyarsınız. Mecburiyetlerinizi, bilinçli ya da bilinçsiz tercihlerinizi ya da başınıza geleni romantikleştirmeye ve yüceltmeye gerek yoktur.

Annelik de başa gelen bilinçli ya da bilinçsiz bir tercih ya da mecburiyettir. Yine aynı şekilde hayatınızda yer alan ve iyisiyle kötüsüyle yaşadığınız, bilinçli ya da bilinçsiz tercih ettiğiniz ya da mecbur kaldığınız mesleğiniz, eşiniz, yaşadığınız şehriniz gibidir. Annelik konusunda emek verdiğiniz şey bir insan olduğu için önceliği ve etkisi elbette inanılmaz yüksektir ama bütün tercihlerinizle yaşama ve baş etme biçiminiz aslında birbirine benzer. Elif Hanım'ın da bu romanında anlattığı şekliyle, içindeki değişik seslerdeki farklı bakış açılarını konuşturup tartarak, kendisine anlamlı gelen birinde uzlaşarak hayatındaki değişikliklere adapte olduğuna bana çok 'chesy' ve zorlama gelse de inanmayı istiyorum. İstiyorum ama olmuyor.

Çarşamba, Mart 16, 2011

Hafiye Hanım'ın Kaybolan Gündüz Düşleri

Blogumu takip edip de beni seyrek görenler beni gördüklerinde şaşırıyorlar. “A çok iyisiiin. İyi gördüm seni” duyduğum en fiks yorumlar. E iyiyim, tabi. Niye bu kadar şaşırdınız?

Hani yazıyormuşum ya böyle ‘Genç Werther’in acıları’ model. Beni mahfolmuş, bitmiş sanıyorlar. Hatta beni dışarda bile gördüklerine şaşırıyorlar. Tamam, eskisinden daha az dışardayım ama ölmedim yahu. Yazdım öyle şeyler, evet. Daha da yazarım hatta. Ben retrospektif olarak sinirleniyorum, geriye dönük acıklanıyorum. Geçmişe sünger çekerim çekmesine. Sildim mi bir kalemde. Fakat üzerine düşünmekten beni kimse alıkoyamaz. Taş yerinde ağırdı. Yaşadıklarım o zaman zordu. Şimdi ya işler kolayladı ya uykumu alır oldum da bir kendime geldim ya da kısacası alıştım.

Hala alışamadığım şeyler var. Mesela eskiden bazen kendimi dağ başında bir kulübeye kapatmış kitaplar okur, yazılar yazdığıma dair gündüz düşleri kurardım. Geçin müzik kulağını, enstrüman çalıp şarkı söylemeyi, müzik bile dinlemememe rağmen belki bir rock star olacaktım. Turnelere çıkıp konserler verecektim. Orta yaşa gelip bunlara hiç yeltenmemiş olabilirim. Geç kalmış da. Ama öyle düşlerdim ve bunlar hoşuma giderdi. Zaten kıt ve gerçekçi hayallerimle yeterince sıkıcıydım. Üç dakikalık afyonlarımı da yitirdim. Artık bir iki kare resim bile gelemiyor gözümün önüne. Annesin sen, diyorum. Bunları unut artık. İnziva da olamaz turne de. Yerine rüyalarımda çocuğumu elimden düşürmüş, denizde boğulmuş, trafik kazasında ölmüş falan görüyorum. En iyi ihtimalle şizofren olmuş, uyuşturucu kullanmış, serseri olmuş görüyorum.

Bunlar da geçerse daha da iyi görünebilirim belki.

Salı, Mart 15, 2011

Apartman Akrebi

Yonc’a bayılıyorum. Hikayelerine de. Anlattığı çoğu hikaye, aslında sıradan olayların abartılıp twist edilerek enteresan hale sokulmasından ibaret olsa da onları dinlemeyi seviyorum. Hikayeleri boyunca benliğinin bütün kötücül hallerini pervasızca ortaya koyuşuna da hastayım. Her ne kadar Düellacı olsam da ıssız adaya düşsem yanıma Yonc’u alırım.Ömür boyu eğlence garantisi kendisi. Hoş, Yonc da ıssız adada hikaye üretmek için kalabalıklardan beslenemez, o ayrı.

Beşiktaş’ta kendince bir ıssız ada kurdu Yonc. Kocasından ayrı. Annesinden ayrı. İlk kez yalnız takılacaktı. Çok kısmet olmadı. Akrabalar doldu boşaldı. Duvarından sular sızdı, su boruları patladı, hamamböcekleri bastı. Mutfaktaki havalandırma borusuna kuşlar yuva yaptı. Zaten gölgesinden bile korkan Yonc gece kuşların çıkardığı çıtırtılar yüzünden yattığı odanın bile panjurlarını kapatıp kapısını kilitleyip yorganını tepesine çekerek uyudu yazın pişerek. Kendinden on yaş küçük kuzeni evini haftasonu alemin ilk ve son durağı yaptığı için haftasonlarını gündüz onunla beraber playstation oynayarak geçiriyordu.

Şövalye Pelinat dışındaki bütün arkadaşlarımı ‘anormal’ bulur. Yonc’u da. Ama bu Yonc’u arabamızın terkisine atıp haftasonları takılmaktan beni alıkoymaz. Yonc telefonunu açarsa tabii. Telefona cevap verme oranı %20’yi geçmez nitekim. Hem Yonc, Jelibon’u da çok seviyor. Çocukluyuz diye bizi dışlamıyor. Oğlan çocuklarını ve özellikle fırlama olanlarını çok sevmesi de buna bir sebep. Jelibon’un en sevdiği (ve tabii ki en beyin şaapıcı melodiler çıkaran oyuncağını) da Yonc almış olduğu için ekstra da gurur duyar bundan. Jelibon’un favori teyzesi olma yolunda önemli bir adım sayar. Yonc herkesin en favorisi olmak ihtiyacı içinde bulur kendini. Hoş, bunun için emek harcamaz. Sadece bunun böyle olmasını ister de ister. Bu isteğinde hak görür.

Bu Pazar bize evindeki son arızayı anlattı. Kuzeni akrep bulmuş evde. Her türlü börtü böceğe rastlamışlardı ama akrep son noktaydı. Sokulmaları ihtimaline karşılık yakındaki Acıbadem’e kaldırılmaları için tertibat bile yapmışlar. Şimdi biz duyunca yok canım, atıyorsun, akrep diildir o, dedik. Çatalavrattır o kesin, diye düşündüm. Küçükken Adana’da apartman yanlarındaki boş arazilerde oynarken çatalavratı akrep sanardık. Çocukça bir heyecanla akrep görmüş olmayı havalı sanıp ‘akreeeep, akreep gördüm’ diye bağırışırdık. Yonc da heyecanlı hikaye merakı itibariyle veletlik döneminde kaldığından bundan kuşku duymam doğaldı. Bu böceğin isminin İstanbulcasından emin olamadım fakat. Karafatma olmasın, dedim.

Değilmiş. Resmini çekip gugıllamışlar. Gerçekten akrepmiş. Meğer apartman akrebi diye bir şey varmış ve Beşiktaş-Fulya civarı apartmanlarda çok yaygınmış. Apartman akrebiyle mücadele konusunda uzmanlaşmış böcek ilaçlamacıları bile varmış. (Ben de gugılladım. Yonc hikayelerine gerekli reality check tamamdır)

Yonc’un evi hızla fear factor stüdyosuna dönüşürken “E heralde çıkarsın oradan 3 ay sonra kontratın bitince”, dedim. O kadar çok dinledim ki bu canavara dönüşmüş evinin hikayelerini. Gına gelmiş olmalı sandım.
“Yoo”, dedi. “Sanmıyorum. Niye çıkayım ki?”

Moral bozukluğu kaynağı olması beklenen bunca hikaye karşısında bu yok sayış. Bu da çok Yonc. Ona münhasır. Sanki yaşadıklarımız aslında yalandı. Yoktu.


PS. Tünelin birinden girdim bloga. Format ayarı yapamadığım gibi resim de ekleyemiyorum. Birisi bana yardım etsin.

Perşembe, Mart 10, 2011

Kapalıyız

Almanya'dayım. Sonunda bloguma girdim. Antin kuntin tünellerle bağlanmaya üşeniyordum. Ne komik. Kendi günlüğümü bana kapattılar, elalem görmeye devam ediyor.

Kahrolsun mahkeme kararınca kapatılmalar.

Digitürk'e blogların kapatılmasına sebep oldukları için kızmıyorum. Bu zart zurt internet sitelerini kapatmalara, pire için yorgan yakmalara ve benim kendimle iletişimimi koparmalarına uyuz oluyorum.

Digitürk'e bu devirde şifreli yayından para kazanacağını sandığı için kızıyorum. Yayın hakkını yüzlerce milyon dolarlara ihaleleyen akla da kızıyorum. Yok kardeşim. Artık iletişim, basın, yayın ya bedava ya da bedavaya yakın. Ancak yayınının yanında, önünde dönen reklamından para kazanırsın. Bununla barış artık. Devir böyle.  

Pazartesi, Şubat 28, 2011

Lohusalık Mantıksızlıkları

Doğum izni esnasında güneşli havalarda evin yakınındaki parka çıkardık Jelibon’la. İlk çıktığımızda henüz 20 günlüktü. Devamlı ex-bakıcımız Halise’ye bağıran annemi evde istemeyen Şövalye’ye bir yandan hak veriyordum bir yandan içinde bulunduğum zombi durumuyla ne yapacağımı bilemiyordum. Parkta bunları konuşuyorduk işte. Güneşin, yeşilin tadı falan çıkmıyordu haliyle. Orada ağlaya ağlaya babamı aradım ve annemi gelip almasını istedim mecburen. Bugün olsa farklı davranırdım. Tecrübesizlik ve hormonlar yüzünden olsa gerek, herkesin rahatına fazla hassas davranmışım. 'Pardon ama ben lohusayım,' diyememişim. Annemin de, Şövalye’nin de, Halise’nin de, kaynanamın da keyfine başlardım. Dümdüz. Jelibon’u alır bir otele yerleşirdim heralde. Şuncacık hayatında beni o değil, onun doğumuyla beraber engel olamadığım tuhaf tavır ve aranjmanlar üzdü resmen. Rasyonel annesi edilgen bir maşaya dönüştüğünden. Nasıl olduğunu hala anlamıyorum. Geceleri Jelibon’u besler ve temizlerken üstüne bir de kimseler uyanmasın diye ekstra titizlenip parmak uçlarımda hareket etmişliğimi hala anlamıyorum. ‘Rahatsız olana güle güle’yi nasıl da diyemedim. O yüzden hormonlar çok tehlikeli. Cidden.

Artık bunu tartışır hale geldiğimde bazı arkadaşlarım ve annem benim onlara senelerce sergilediğim tavrın buna sebep olduğunu söylediler. Hafiye nasılsa kotarır. Hafiye nasılsa halleder. Hafiye nasılsa üstesinden gelir, becerir, çeker çevirir diye onlar da benim içinde bulunduğum ruh halini anlayamamışlarmış. Belki gerçekten ben de halletmem, becermem, başarmam, üstelik de kendi başıma bunu yapmam lazım diye kastığımdan bocalayışımı vaktiyle dillendirmemişim. Sonradan hormonlarımı ve gücümü toplayıp bu konuyu açınca yine düşe kalka, depresyona gire çıka da olsa becermiş, halletmiş ve kotarmışlıktan sonra konuşuyor olduğumdan birkaç ay evvelki ruh halimi hala anladıklarından emin değilim. Oysa ben devamlı ağlıyor ve önüme gelene ve hatta arkadaş grubuma dahi emaille intihar etmek istediğimi söylüyordum. Karşılığında kakara kikiri duyup 'Ee, bu iş böyle, sen istedin bebeği' lafını duymak için değildi heralde. Yani daha nasıl gösterebilirdim ki bocaladığımı? Yardımı da mı organize bir şekilde isteseydim? Benim bundan çıkardığım anlaşılmamak sadece. Gidip NLP kursuna falan yazılacağım yeminle. Kendimi net ve hatta odunluk derecesinde net sanıyordum. Değilmişim demek ki.  

Dün Pelinat’ın baby shower’ını yaptık. Uzun zamandır ilk kez kankalarla harika bir sohbet ortamı oldu. Çok güzel bir gün geçirdik. Pelinat’a şimdiden kolaylıklar diliyorum ama zaten (inşallah bebeğin sağlıkla gelmesi durumunda) benim yaşadıklarımı onun yaşamayacağından eminim. O başkalarını sallamaz, anneliğine odaklanır. Zaten de mizacı gereği ucuz kahramanlıklara kalkmaz. Üç torununun da bakımında aktif olarak görev alan dinç ve hevesli annesi bu dördüncü torununa da günümüz bakım şartlarına aşina bir şekilde bakacaktır. Halden anlayan ve her an müsait anne yardımı gibisi yok.

Çarşamba, Şubat 23, 2011

İnternet Kankalığı

Henüz Kerevit gitmemişken, beni yatağa mıhlamış, elim yüreğimde bekletirken elimdeki blackberry’den paso durumumun teşhisi olarak bana söylenen subkoryonik hematomu (subchorionic hematoma) gugıllayıp durmuştum. Blackberry’den gugıl manyağı olmam o döneme rastlar. O gün bu gündür uzandığım yerden gugıllarım aklıma ne gelirse.

O zaman bir blog bulmuştum. 800 Pound’luk Bebek idi adı. 40 yaşında bekar bir kadının anne olma çabasının günlüğüydü. İngiltere’de yaşıyordu. 800 pound ise sperm bankasından tek seferlik aşılama yoluyla bebek denemenin ücretiydi. Birkaç defa bu yöntemle denemiş ve birkaç defa 800 poundunu harcamıştı. Ben hematomumla yatarken o da ilk düşüğünün ardından ikinci hamileliğinden kanıyordu. Düşmesin diye dua ediyordu. Benzer zamanlarda bebeklerimizi kaybettik. Benzer acılar bizi yakınlaştırdı. O iki kez daha aşılamayı denedi.

Tüp bebek yapmasını önermiştim ama işte memleketlerinin sağlık sistemi parasıyla bile olsa birkaç aşılamadan sonra tüpe izin veriyordu. Tüp bebek çok da pahalıydı oralarda. Danışmandı. Kötü kazanmıyordu ama bu yolda bir servet harcayıp durmasın diye onu Türkiye’ye bile çağırdım. Sonra ben Jelibon’a hamile kalınca temasımız koptu. Moralim bozulmasın diye bloguna bakamadım. 'Hey, ben hamileyim. Senden n’aber?', diyemedim. Parmaklarım gitmedi. Geçenlerde merak edip baktım. Meğer Jelibon’dan tam iki ay sonra onun da oğlu doğmuş. Yeniden konuşmaya başladık. Annelik halleri üzerine şimdiki muhabbetimiz. Ben Belgrad’dayım iş seyahatinde. O Frankfurt’ta. İkimiz de otel odasında. Laf lafı açtı.

Tanışmadığım bir insanı tanıdığıma çok memnunum. İletişim çağını yakalamış olduğuma da.

Pazartesi, Şubat 21, 2011

Van Minut

Beni uzaktan da olsa izleyenler ve benimle mutlu olup benimle üzülenler olduğunu bilmek çok sevindirici. Kimileri ise daha kötücül biçimde, kafadan anne olmayı hak etmediğimi düşünüp, çocuk hasretiyle tutuşan kimilerine çocuk vermeyen Allah’ın tutup benim gibi domuzlara bunu bağışladığından şikayetçi. Olsun. Ben de aslında anne olmayı çok da hak ettiğimi ispat etmek durumunda değilim. Anneliğin sadece kötü yanlarını yazma gibi bir misyon edinmiş de olabilirim varsayın. Ben Şövalye’nin de iyi yanlarını kolay kolay yazmadım. Neden o zaman kimse evliliğin iyi yanlarından bahsetmiyorsun, demiyor? Neden kimse kocanı sevmiyor musun madem, demiyor?

Çünkü annelik o kadar sakıncalı ve kutsal bir mevzu ki, sadece mutlu yanlarını ortaya koymanız gerekiyor. İnsanlar artık rahatlıkla allah var mı diye tartışırken anneliği hala tartışamıyorlar. Ne garip.

Evet, annelik bana zor geldi. Fiziksel zorluklarından ziyade bende yarattığı anksiyete hali bana zor geldi. Rahat tabiatlı bir insan olsaydım eminim bunu böyle yaşamazdım. O zaman daha naif şeylerden bahsedebilirdim. Jelibon'a süt veremedim endişe ettim, elimden düşürürüm diye korktum uyumadım. Uyurken nefessiz kalırsa diye çocugu nefes monitörlerine bağladım. 10 dakikalığına bakkala bile gitsem bir şeyler boğazıma bastı, eve koştum. Bunlar bilmediğim şeylerdi benim. Önceden hesaplayamadım bunların olacağını. Bu hislerle başa çıkmayı öğrenmeye başladım artık.

Ama bütün bu öğrenme sürecinde yapayalnız da kaldım. Anneliğin ilk dönemlerinde aniden dış dünyadan izole de oluveriyorsunuz. Ne yaptığınızı, ne yapmanız gerektiğini bilmeden, endişeden geberirken bu yeni duruma tek başınıza alışmaya çalışıyorsunuz. Üstelik ömrü boyunca iyi ya da kötü ev dışında bir hayat yaşamış ve buna bu kadar alışmış bir insanın hayatının 180 derece dönmesini ve bu dönüşe aniden, birkaç günün içinde, dudaklarından bal damlayıp, mutluluktan uçarak adapte olmasını bekleyen bir toplum ve zihniyet varken ağır tecrit üstüne katmerli bir stres de yaşıyorsunuz.

***
Doğurmakla değil, herşey bir insanı beslemekle başlıyor. Onu beslerken onun ateşinin olup olmadığını, uykusunun gelip gelmediğini de anlıyorsunuz. Üşüdüğünü, terlediğini, neyi sevdiğini, elini nasıl koymak istediğini. Ne kadar yediğini, aç mı tok mu, huzursuz mu olduğunu. Bir süre sonra onun herşeyi siz oluyorsunuz. Birinin herşeyi olmak nasıl ağır bir yük. En ufak hatada bütün şehir havaya uçacakmış kadar ciddi bir endişeyle sirk cambazı gibi yaşamaya çalışıyorsunuz.

Eğer babaların da ebeveynlik işinden daha büyük pay almasını istiyorsak öyle alt değiştirip uçtu uçtu yapmakla kalmamalılar. Beslemeliler bebeklerini. Anne sütü gerekliliği mevzuu kadını çocuğa karşı tek sorumlu yapıp bırakıyor. Kadın eski kadın değil ki. Bazı kadınların babadan ne farkı var? 30 yıl en iyi okullarda okuyacağım burs kasmış, kurs kasmış. Çalışacağım, terfi edeceğim, gayrimenkul alacağım diye hırs kasmış. Sonra sırf memesinden gelen süt hala tıbben günümüz mamalarına karşı üstünlüğü anlamlı bir farkla kanıtlanmamışken kendisinden 30+ yıldır beklenen şeylerin yerine bambaşka davranışlar sergilemesi bekleniyor. Daha da kötüsü, bir süre sonra işe dönen kadının her iki davranış modelini birden türlü cambazlıklarla kotarması gerekiyor. Bir tarafa azıcık kaysa öbür taraftan kulakları çekiliyor.

***
Jelibon'u doğurduğuma pişman değilim. Onu çok da seviyorum. Bir gülüşüne ömrümü veririm. Ama bunları her anne size söyleyebilir. Söylemedikleri kısımları ben söylüyorum. Durum budur şeklinde.

Ben oğlumu kendi bildiğimce seviyorum. Ona emek vererek, başına gelecek kötülükleri tahmin edip onları bertaraf etmeye çalışarak, onun önünü açarak seviyorum. Onunla saatlerce mıncırmıyor olabilirim. Yavruuum diye bağrıma basmıyor, öpücük yağmurlarına tutmuyor olabilirim. Emin olun niye bu şekilde sevgimi gösteremiyorum diye çok da düşündüm. Bebeğim onu sevmediğimi sanacak diye çok da ağladım. Bana bunları düşündüren ve sevme biçimim yüzünden beni özellikle tenkitleriyle üzen de Şövalye’dir. Beni özgür bırakmışlığı, hırpalamadan sakin sevgisiyle adeta bir İskandinav erkeği Hans olan Şövalye, anne olmamla beraber beni görmek istediği yer itibariyle öz be öz Türko Hasan’a dönüşmüştür. (Bu benzetmenin telif hakkı Düella'ya aittir. Şövalye, ona çemkir lütfen) Ben kimseyi böyle sözlerimle, ellerimle, dudaklarımla, pişirdiğim yemeklerimle, kucağımın sıcağıyla sevmedim ki. Anne olunca bu huyum da mı değişmeliydi? Neden değişmedi? Bende bir tuhaflık mı var? Bunu tecahül-i arif anlamında değil, cidden soruyorum.

Sadece çocuğum oldu. Onun iyiliği, güzelliği herşeyin üstüne çıktı. Ama bunları sağlama biçimim değişmedi. Değişmiyor. Ben de değişmesini bekledim. Sandım ki onunla evde geçen her dakika mutluluktan ayağım yerden kesilecek. Bir daha asla işe dönmek istemeyeceğim. Ondan her ayrıldığımda ağlayacağım. Olmadı. Yerine neden ben böyle hissetmiyorum diye kafam karıştı, üzüldüm ve yoruldum. Sayenizde.

Bir daha da annelik yazmam. Kendi kendime yaşarım domuzluğumu.

Perşembe, Şubat 17, 2011

Film İzlerken Ağlamak

Geçen gün kahvaltı yapmak için Şövalye’yle Boğaz’a gittik. Evde annem vardı, Hayriye Teyze vardı. Jelibon’un yeterince bakıcısı vardı yani. Zaten saat 08:30 gibi gerçekleştirdiğimiz bu erken operasyon yarım saatte sona erdi. Hızla yemekten menemenim mideme oturdu. Çayım dilimi yaktı. Şövalye beynimi yedi. Evde çocuğu ‘yalnız’ bırakıp ‘dışarı’ çıktığımız için. Ne zaman dışarı çıksak ortalığı telaşa veriyor, mık mık mık, o kadar başka bir şey konuşulamıyor ki hemen eve dönüyoruz.

Çocuğuna bu kadar düşkün insan bana kalırsa işten vakitli çıkar, çocuğu ne yer ne içer, kaçta ne kadar süre uyur gibi temel şeyleri de ezberden bilir. Şövalye geceyarıları Jelibon uyuduktan sonra işten dönüp bebeğin hiçbir bakım detayını bilmeyip benim haftada 1-2 defayı geçmeyen ikişer saatlik dışarı çıkma programıma saldırmakla meşgul. Dışarı çıktığım ve çıkmak istediğim için ne vicdansızlığım kalıyor ne de kötü anneliğim. Mesela Defne Joy vefat etti. Defne’nin kocasının yerinde Şövalye olsaydı o da karısının bekar adam evinde bulunma kısmına takılmaz ama çocuğunu evde bırakıp dışarı çıkma kısmına illa ki köpürürdü. Kötü bir anneydi, diye demeçler verebilirdi hakkımda.

Bu durumla değişik şekillerde baş etmeyi denedim. Hatta kötü bir anne miyim diye bayağı dönüp kendimi de tarttım ama öyle olmadığıma kanaat getirip Şövalye’yi duymamaya karar verdim. Onunla sosyalleşmeyi de minimuma indirip, Jelibon’u da evde bırakıp Düella ve Yonc’a katıldım. Düella yine üçümüzün finansal gücüyle uşaklı hizmetçili villalarda oturabileceğimize dair güzel fırsatlar öne sürdü. Jelibon’la aynı katta kalmamak şartıyla bebekle bile beraber yaşamaya razı olması bu teklifi iyice cazipleştirdi.

Yemek yedikten sonra sinemaya gittik kızlarla. Aşk Tesadüfleri Sever’e. Gidecek başka bir şey var mı diye taradık ama Mehmet Günsür’ün yakışıklılığına kapıldık kaldık. Dediler ki film çok acıklı. Babam ve Oğlum gibi. Ağla ağla mahfoluyormuşsun. Düella konu ne olursa olsun ağlayan insan gördü mü ağlar. Yonc zaten ufacık duygu sömürüsüne ağlar. Ekibin en domuzu benim.

Hani Issız Adam gibi deseler film için ağlamayacağımı biliyordum. Zira oradaki ıssız abinin kendi kaşındı. Sonradan vay kızı unutamadım, görünce fena oldum felan tribine ağlayamazdım. Issız’ın eski kız arkadaşına da ağlayamazdım çünkü kimsenin böyle hödük ve kısa süreli manitayı unutamamasına, görünce fena olmasına inanamazdım. Herkesin hayatında neden olduğunu anlayamadan bitmiş bir ilişkisi vardır. Öyle ani bitince de insanın aklı merakta kalabilir. Film de bunu kaşıdı. İnsanlar ağladı.

Ama Aşk Tesadüfleri Sever için Babam ve Oğlum gibi dediler. Ben o filmi belki de lohusalıkta izlediğimden ağla ağla mahfolmuştum. O çocuğun anasız babasız kalışına, dedenin de oğlunun vefatında keşke gitmesine engel olsaydım da oğlum ölmeseydi feryadına. Yazarken bile gözlerim doldu şimdi.

Çok ağlarız diye film arasında selpaksızlığımızı fark edip tuvalet kağıtları rulolamıştım cebime. Benim işime yaramadı ama Yonc’a uzattım bari. Ben de sinema çıkışı ağladım ama gülmekten ağladım. Bütün sinema salonuyla aynı geniş asansöre binip otoparka iniyorduk. O esnada Düella filmi kendi özgüveniyle ezdi bitirdi. Bunu bütün kabine dinletmesi de acaip komikti. “Cık”, dedi. “Olmamış. Bu film olmamış. Görüyorsunuz ki her sektöre bizim gibi insanlar lazım. Biz çekseydik bu film daha iyi olurdu. Yani sinema tecrübem yok ama ben bile yapsam daha iyisini yapardım” diye konuşurken kabindeki insanların ona bakışlarındaki şaşkınlık yüzyılın komedisiydi. Yonc, kabine ‘arkadaş biraz delidir, aldırmayın’ mimikleri yaptı. Ben Düella’ya katılıyordum ama durumumuza da gülmekten geri kalmıyordum.

Filmin olmamışlığı onca tesadüfün üst üste gelmesindeki gerçek dışılık değildi. Filmin tesadüfler üzerine kurulmuş olması beni bozmadı. Benim inandırıcılıktan uzak bulduğum şeyler, kızın çocukluk fotoğrafını tanımaması, 8 yaşındayken aşık olup ilk kez öpüştüğünü hatırlamaması gibi küçük detaylardan başka çoktan unuttuğu çocukluk aşkının uğruna iki gün içinde evlenmek üzere olduğu sevgilisinden ayrılması, çocuğun ise hastaneye o dakika yatmazsa öleceğini söyleyen doktoru dinlemeyip kızın sahne aldığı tiyatroya gitmesi. Yani anladık kız sahnede. Cebini açamıyor. Çek bir sms kıza. Zırt hastanesindeyim, gel de, yat işte. Hadi tiyatroda fenalaştın. Niye merdiven çıkmaya kasarsın. Bağır, çağır, yardım iste. Hem kendin kaşın bu düdürük sebepten ölmeye hem de sonra benim ağlamamı bekle. Oldu.

Özetle film, nasıl yapsam da insanları ağlatsam diye fazla dram kasmış. Kastığı şeyler de sudan şeyler üstelik. Madem dram istiyorsun bu aşkı daha çok emek harcanmış yap. Slogan bir cümle bulmuşlar isim olarak. Sonra da damar müziklerle ilerlemişler. Başka da bir şey yapmamışlar. Hem Mehmet Günsur'un da ön dişinin kaplaması eskimiş. Dişinin kenarları simsiyahtı. Bir jönün böyle dolaşmasına da anlam veremedim.

Türk sinemasının teknik anlamda bayağı iyileştiğini ama hikaye ve oyunculuk sıkıntısından muzdarip olduğunu bir kez daha anladık. Düella’yla inşallah bu sorunu da çözücez :)

Çarşamba, Şubat 09, 2011

Sabıkalı Bakıcı

Hayriye Teyze’yle Jelibon büyük bir aşk içindeler. Jelibon benle fazla ilgilenmiyor eve gittiğimde de. Bebeğim bakıcısını benden daha çok seviyor diye vahlanacak değilim. Daha çok sevsin hatta. İş hayatına feci gömülmeye başladığım ve seyahatlere çıkacağım şu günlerde bu durum benim en azından evde işlerin yolunda gittiğine dair rahatlatıyor. Anksiyetemi azaltıyor. Tabii bu durumu da okudum. Çocuklar her türlü annelerini ayırt edebilirlermiş. Bir başkasını sevmeleri de başkalarını da sevebilme yeteneklerini ortaya çıkarırmış. Sağlıklıymış. İyiymiş.

Diyordum kiiii…

Anne Şövalyelerin geldiği bir gün Hayriye Teyze’nin de içinde olduğu bir sohbet ortamı olmuştu. Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisini tartışıyorlardı. Anne Şövalye dizideki olayları çok abartılı bulmuştu. Öyle sayko bir Ali Kaptan kocası babası, olurmuş muydu hiç? Hadi olsa bile karısı kalkmış metresini bıçaklamış. Bıçaklamaklar falan çok abartılıymış. Baba Şövalye şeker tomtiş ötesi. Ağzı olmasına rağmen dilinin olmadığı gibi karısı, çocukları ne isterlerse amade. Flört dönemlerinin, çıkmaların, takılmaların yaşanamadığı yıllarda Baba Şövalye ile evlendiği için kayınvalidem, haliyle başka model adam tanımıyor.

Hayriye Teyze lafa karıştı. “Aaa”, dedi. “Olmaz mı hiç? Ben de kocamı bıçakladım.”

Hayriye Teyze, kocasını başka kadınla basmış evinde. Mutfaktan bıçağı alıp saplamış adama. Yaralanmış eleman. Ama şikayetçi olmamış da hapisler mahkemeler yaşanmamış.

Ben içimden ‘afferim’, dedim teyzemize. Hak etmiş kocası da. Kadının evinde, odasında. Bu ne fütursuzluk. Zaten adam istenmiş gel beni gebert demiş alenen. Kaşınmış. Kaşımışlar.

Anne Şövalye’nin kaşı gözü atmaya başladı. “Niye bıçaklıyorsun canım? Boşansaydın bitseydi. Aaa” oldu.

Bu da çıldırma anlarından habersizliğini, intikamın o kaşıntılı hissinden bihaber oluşundan kaynaklanan seviyeli ve fazla derli toplu bir mantıktı.

“E, boşandık heralde,” dedi Hayriye Teyze. “Ama o an gözüm dönmüştü.”

Anne Şövalye Hayriye Teyze’nin gözünün bizim evde yeniden dönebileceği endişesiyle huzursuz olurken ben bu hikayeden kendime rahatsızlık çıkarmak istemiyorum. Yeni bir bakıcı sorununu göğüsleyebilecek sabrım yok. Henüz. Hala yaralarım taze.

Çarşamba, Şubat 02, 2011

Çalışan Anneliğe Giriş

İşe başladım sonunda. Herkes nasıl hissettiğimi soruyor. Yine bir şey hissetmiyorum. Kabullenmiştim bu durumu ve bekliyordum diye heralde ne üzüldüm ne sevindim. Sadece şunu söyleyebilirim ki ofiste çalışmak anne olarak evde çalışmaktan daha kolay geldi bana. O yüzden ofiste dinleniyorum sanki. Belki de evdeyken de ofis işlerini takip etmeye çalışıp her işi bitirmeye takıp yorulduğumdandır, bilemiyorum. Evde ne olacağı belli olmuyor ki. Jelibon kah iştahlı kah değil. Kah uykucu kah yaygaracı. Bazen uyuyor ama biliyorum ki gündüz bir seferde en fazla 1.5 saat uyuyor. İşte o son 15 dakikaya girdiğimizde elimdeki işi bitirmek için zamana karşı yarışmaya başlıyorum. İlk ‘uaaaaa’ ile yanıyorum. Sobe oluyor.

Jelibon’la beraberken rastgele fırlatılan oklardan kaçınarak tapınağa ulaşmaya çalışan Aztek askeri gibiyim. Öyle bir oyunum vardı Commodore 64’ümde. Ne strese sokardı beni. İlk ve son oyunum oldu, bir daha bu adrenalini kaldıramadı bünyem. Sanırsınız o oklar kanlı canlı etime saplanacak da oracıkta vurulup öleceğim.

Anksiyete basıyor dediğim şey bu işte. Oysa Hayriye Teyze evde çocuklu hayatı o kadar rahat ve kendiliğinden yaşıyor ki ona gıpta ediyorum. Bebek uyandığında ana kucağına oturtup, eline iki zımbırtı tutuşturup dizisini seyrederken akşam yemeğine fasulyesini ayıklıyor. Bir elinde çocuk varken öbüründe telefonuyla arkadaşıyla sohbet ediyor. Ben ki ofiste multitasking’in dibine vurmuş bir insanım, evde bunu yapamıyorum. Yapamadıkça da kendime öfkeleniyorum. Bebeğin gözü açıksa onunla oynamam, ona şarkılar söylemem lazımmış gibi geliyor. Bundan vazgeçsem de kötü anneymişim gibi. Bunda Şövalye’nin de payı büyük. Üç dakika Jelibon’dan ayrılsam bana kötü anne olduğumu söylüyor. Hoş, ona bu laflarını yedirtiyorum ama yine de izi kalıyor demek ki.

Ebru Şallı’ya da uyuzum. Almadığı ve zırt diye verdiği hamilelik kilolarından dolayı değil elbette. Zira ben de doğurduktan dört gün sonra doktor kontrolüme giderken eski pantolonlarımı giyiyordum rahatlıkla. O kadar büyütülecek bir durum değil. Hamileyken 10 kilo alırsanız iki haftada çatı matı geniş kalıyor ama eski halinize aynen dönüyorsunuz. Ama Ebru Şallı tuttu dedi ki kadınlar doğumdan sonra kilolarından dolayı depresyona giriyorlar. Postpartum depresyonunu kafadan kilolara bağladı. Zaten şu hayatta başımıza ne geliyorsa totomuzun çapından geliyor.

Perşembe, Ocak 20, 2011

Doğum İzni Bitiyor

Doğum iznim haftaya sona erecek. Bekledim bekledim son izin haftama dişçi kontrollerini, kuaför işlerini, yoğun pilatesi, bir fırsat sitesinden aldığım masajı sıkıştırdım. Sanki ilk kez işe başlayacak kadar heyecanlıyım. Kendime ciciler de almak istiyordum ama hamilelikten kalan iki kiloyu veremediğim için kendime çok yakında üzerime büyük gelecek şeyler almak istemiyorum. İşe başlayınca o iki kiloyu da vereceğime inanıyorum. Zira bütün gün evde homini gırtlak yaşamaktan kurtuluşu bulamadım şimdiye kadar. Hayriye Teyze bir yandan Anne Şövalye öbür yandan, devamlı kekler börekler yapılıyor taze taze. Sıcacık. Ha bire çaylar demleniyor. Sabahları gelsin Seda Sayan gitsin Müge Anlı. Öğleden sonraları da evlenme programları. Yurdum kadınları yine az kiloluymuş. Ben ona inandım. Bu hayat şartlarında insan 120 kilo altındaysa disiplin abidesidir derim başka bir şey demem.

Geçenlerde ofise gitmem gerekti. Seneyi değerlendirme toplantısı gibi bir şey vardı. Bizim şirkette her sene yapılır. Rutin bir şey. Sene boyunca ne yaptığın anlatılır. Bunla ilgili bin kez yazdık çizdik, elimde bin kez sunduğum sunum da var. Bir de artık yani kanıma girmiş şeyler. Ay ben bir konuşamadım. Kelimelerim uzadı, uzadı. Girişi gelişmesi sonucu olamadı. Yönetim kurulu başkanı ,CEO ve bilimum genel müdürler karşısında ben bildiğin stajyerden beter acemi durdum mu? Sinir bastı sonradan da. Düella’ya anlattım. Dedim ben 5 ayda resetlemişim iş hayatımı. O kadar da evden çalıştım güya. Bitmişim ben. İşe başladıktan bir hafta sonra düzeleceğimi söyledi Düella. Moral verdi.

Çalışan kadınların da işi zor. Altı ay evde oturmak önce batıyor. Yadırgıyorsun. Acıyor macıyor ama zamanla eve alışıyorsun. Sonra tam alıştığın anda hooop bir daha ofis. Yeni bir adaptasyon süreci. Tokat tokat üstüne. Benim öyle pat diye değişimi kucaklar bir yanım yoktur. Zor olur her değişim bünyemde. Üniversiteye başlarken depresyondaydım. Amerika’ya giderken depresyona girdim, dönerken gene girdim. Çocukla yine depresyon. Arıza çıkarıyorsan uzak dursana da diyebilirsiniz ama işte bile bile yürürüm de üstüne. Merak kediyi öldürmese de süründürüyor.

Geçenlerde benden 5 hafta önce anne olan Melo da işe başladı. İşe başlamadan onunla konuşuyorduk da. Altı aylık ev hayatında İngilizce’yi unuttuğunu söyledi. İşe başlayınca kara kara nasıl İngilizce konuşacağını düşünüyordu. Trajikomikti. Ben ne iş yaptığımı unutmuşum, İngilizce de unutulabilir haliyle, diye düşündüm.

Reva mı bunlar bize yahu?