Çarşamba, Nisan 12, 2006

Taksi Muhabbetleri- Atina

Her yerden gozuken Parthenon'un dibine kadar gittik de girisini bulamadik. Don Allah donerken enteresan mahalli olaylara da taniklik ettik. Etraf diye tabir ettigim cemberin bir yerinde bir pazaryerine denk geldik. Etraf cingene dolu. Kisa boylu, esmer, cigirtkan insanlar eski pusku seyler satiyorlar. Yanibaslarinda sahaflar, minik eskici dukkanlari, esnaf lokantalariyla tam bir memleket manzarasi aslinda. Sapsari da bir sehir. Bizim Mersin'in aynisi. Dukkan sahipleri 'buyruuun' (ceviri degil bu, gercek) diye de cagirmiyor mu gelen geceni iceri. Haydaaa.

Sonunda ciktik Parthenon'a. Resimler cektik, dolandik, indik. Otele donucez, taksi bakiyoruz. Kosebasindaki taksici 37 Euro istedi. Haydaaa Iki. Otelden gelirken 13 verdik. Neyin 37'si bu? Pazar oglen 1'den sonra kafalarina gore fiyat cekebiliyorlarmis. Bu bir kural miydi, taksici kendi kralliginda miydi anlamadik. Cok da ustune dusmedik. Caddeden cevirmeye karar verdik. El kol salliyoruz ama duran taksilerin hepsinin icinde musteri var. Pardon, diyip geri cekiliyoruz. Catherine de ben de anlamiyoruz neden musteri varken durduklarini. Sari saclarini sucladim. Akdenizli erkeklerin sarisin bayani yolda birakmak istemeyislerine verdim, eglendik. Son duran taksiciye de pardon dedikten sonra bir baktik ki adam Ingilizce biliyor. Orada boyleymis adet. Musteri varsa bile ayni istikamete gidiliyorsa yeni musteri alabiliyormus. Hem de musteriler yolun ortak kisminin ucretini paylasiyormus. Atladik biz de. Hem ekonomik hem etkili bir cozum. Bu kismi memlekete pek benzemedi ama olsun.


Taksici janjan cikti. Elektronik muhendisligi ogrencisiymis. Haftasonlari babasina yardim niyetine calisiyormus takside. Cocuk o kadar efendiydi ki 'taksicilere Turk oldugunu soyleme' ogudunu bozdum. Derin bir sessizlik oldu. Sonra buyuk teyzesinin Turkiye'de oldugunu soyledi. Sonra Catherine'i sikistirdi.

Taksici: Turkiye'ye gittin mi?
Catherine: Gittim, evet. Istanbul'a
Taksici: Istanbul mu guzel, Atina mi?
Hafiye: Soru mu bu? Tabii ki Istanbul daha guzel.
Taksici: Ben ona sordum, sana degil.

Bu soru Catherine'e en az yuz kez soruldu birkac gun icinde. Istanbul dese karsisinda heyecanla cevabi bekleyen ve akabinde gurur yapmaya hazirlanan adama ayip olacak. Atina dese bana ayip olacak. Catherine, ikisi de ayri guzel, diyor, sisi de kebabi da kurtarmak icin ama arada kendi sisiyor. Bu arada ben taksiciye Istanbul'un bogazinin uzerine dogal guzellik olamayacagini, bir Parthenon'dan baska bu sehirde gormeye deger bisi olmadigini da soyledim. Hani ulkeyi ulkeyle kapistiriyorsak onun ayri bir munazara olacagini ama 'Istanbul mu Atina mi' konusunda tartismaya bile gerek olmadigini tartistim. Bu konuda da cok objektif oldugumu da birkac kez yineledim.

Neticede otele yaklastik ama varamadik. Taksici bizi indirmeye karar verdi. Araba cikamaz dedi, kibarca cak cuk etti. Araba yeni, canavar bir sey. Teknik imkansizlik soz konusu bile degil; kaldi ki yokus da heybetli degil. Vizir vizir aliyor baska arabalar yokusu. Neyse, odamiza gitmek icin mecburen yokusu yaya tirmanirken Catherine pufladi uzun uzun. Sonra dayanamadi, elini omzuma atarak "Istanbul daha guzel," dedi. "Tabii ki de," dedim, "Tartismasiz". "Ama," dedi. "Sen yine de burada bunu kendine sakla ki sefil olmayalim daha fazla"


Hiç yorum yok: