Salı, Haziran 05, 2007

Böyle Olur Pansiyoncuların Düğünü

Uzun süre yazmayıp sonra tekrar yazmaya başlayınca bir nereden başlayacağını bilememezlik oluyor. Ben kendimi iş ve seyahat yoğunluğunda kaybettim. Buna rağmen anlar ve anılar birikmeye devam ediyor.

Pansiyon çiftlerini evlendirdik. Düğünleri dillere destan oldu. Biz de sanırım. Olduk. En azından bir eğlence destanı olduk varlığımızla. Bütün gün sen tut kuaförde kasıl dur. Kuaförün bizi ne kepçe kulaklı ilan etmediği kaldı ne de koca burun. Yani kulaklar eyvallah da koca burun olduğum ilk kez imalandı. Makyöz makyajını yaparken bilmem ne renkli bilmem ne kullanıcam, burnunuzu küçük gösterecek, dedi. Başlamadan göz makyajım ne renk olsun diye sordu. Ben de yeşil, dedim. Düella zevk ve uyum sorunuma parmak basıp ne dediğimi bilmediğimi, bana böyle sorular yöneltmemelerini, kendi kafalarına göre takılmalarını önerdi. Kuafördekilere de demiştik bakın düğüne gidiyoruz. Zengin koca bulcaz. Bizi bişiye benzetin. Haliyle hırpani halimizden çıkıp az çok ‘bişi’ye benzemek 5 saat-cik sürdü.

Kuaför işi bittiğinde zengin kocadan da vazgeçmiştik. Çünkü zengin kocaya varmak bizim için çalışmamak, bütün gün yatıp yuvarlanmak anlamına geliyordu. E, zengin adamlar kokoş kadınlar isterdi. Günde beş saat kuaför, üç saat gym, iki saat alışveriş falan uhuuuu, en iyisimi paşa paşa çalışalım olduk. Yani böyle bir iç şişkinliği yok. Zaten düğündeki taşkınlığımızla bütün avamlık da ortaya döküldü. Zerre ihtimal vardıysa o da yandı bitti kül oldu.

Sürpriz nikah şahidi olmuşum. İlk kez şahit olacaktım. Bir heyecan bastı. Dedim ben ağlarım. Saçmalama be, ne ağlaması, oldular. Yanıma aldım mendilleri gene de. Oturduk masaya. Haydaa. Bana saçmalama diyen gelin ve tüm diğer şahitler zırıl zırıl ağladılar. Ben donakaldım. Aman bee, diye çıkardım mendilleri artık herkese birer selpak dağıttım. Komedi anları yaşandı artık.

Herkes şampanya kadehlerini çın çın tokuştururken bir köşede Esincan’la nostalji yaptık Amerika günlerine dair. Özlemiş. Hayatı da burada biraz zor. En yakın arkadaşını da aşrı aşrı memlekete gelin vermiş. Ağla ağla mahvoldu. Ben gene donakaldım. Ayakkabılarımı çıkardım ve içmeye başladım. Düella'yı çağırdım. Gel şu kızı biraz hafiflet diye. Ben beceremiyorum lanet olası. Kalbim yoruldu.

Eller havaya müzik ve alkolün etkisiyle çıplak ayaklı üç kız ve bir de oynak Çıtır soğuk terasta rüzgarı ve yağmuru yiye yiye oynadık. Sonra içerde devam ettik. Şövalye çok ağır abiydi. Bizi tanımazlıktan geldi. Gelin ve damatla dahi yuvarlanıldıktan sonra Şövalye ‘şaptiler sizi’ diye diye evlerimize götürdü bizi. Ertesi sabah kart seslerimizle ve makyajı iyi silinememiş suratlarımızla çıktığımız kahvaltıda kahveler yetemedi ayılmamıza.

Gelin çiçeğini ben kaptım ama. Biraz torpilli oldu ama. Öyle arkasını dönüp fırlatmadı kız kurularına. Gelincanım, sen tut, sakla çiçeğini. Çıkarken kapıda elime sıkı sıkı tutuşturdu. Ayakkabısının da en tabana sürtünen yerine hafif hafif yazmış ismimi. Yani o kadar sağlam kazığa bağladı gelin olma hayallerimi. Biz de ona içinde ‘Pansiyon Forever’ yazan bir yüzük taktık.

En eğlendiğim düğündü.

Çarşamba, Mayıs 23, 2007

Sizi Hiç Böyle Bilmezdik

Kafayı kırıcam sanıyorum. Arada bir arabanın radyosundan bir adam konuşuyor ve o esnada radyonun dijital ekranında ‘traffic’ yazıyor. 100 kelimelik Almancamla trafik raporu verdiğini anlıyorum ama yani radyo dinlemezken, CD dinlerken ve hatta hiçbir şey dinlemezken dahi eleman hobarey diye dalıyor. O diil. Bazen irkiliyorum. Bu trafik anonsu isteğe bağlı değilmiş. Hangi yöne gittiğini tespit eden akıllı sinyaller sana önündeki yol durumunu anlatmak zorundaymış. Luzern’den Basel’e yol yaklaşık iki saat sürdü. Bu abi de en az 10 kez bize seslendi. Rahatsız oldum. Rahatsız olduğuma şaşırdınız, di mi? Benim gibi bir plan-program karıncasının nasıl olur da böyle bir şeyi sevemediğine takıldınız.

Hani yani trafik spikerini zaten anlamıyordum. Almanca konuşuyordu. Dolayısıyla yemyeşil dağların arasından yağ gibi bir asfaltta ilerlerken dinlediğiniz müzik içinizi göklere çıkarırken ayarsızca araya girilmesi pek hoş olmuyor. Ama bir şey daha var ki, seyahatteyken hiçbir şeyi planlamıyorum. Kur paritesini bilmeden, kalacağım oteli bilmeden ve hatta uçakta yerim olup olmadığını dahi bilmeden seyahatlere çıktığımdan böyle rastgele hali pek bir benimsedim. Planlamam gerektiğinde de o kadar daralırım ki yola çıkmaktan bile vazgeçebilirim - ki vazgeçtiğim çok oldu öyle son dakika havlu atıp bavullarımı lanetleyerek eve geri geri sürüklerken. O yüzden tatil planlayıcısı olmam, entegre olurum ancak. Nereye olursa oraya da giderim. Hiiiiç problem değil.

Eskiden ofisteki dünya haritasına gözümüzü kapatıp parmak basardık. Nereye konduysa oraya gitmek üzere. Bir keresinde de sular kesilmişti de tuvaletler iptal olmuştu. Eve erken gidebilirsiniz demişlerdi. Cuma günü öğlendi. A, ne iyi fırsat diye havaalanına gitmiştik. Nerede boş koltuk varsa o uçağa binerek. Brüksel mi? Olur. Yanımda bir minik hanım çantası. Dokuz saat uç, bir gün bir gece gez toz, dokuz saat geri dön. Bi keresinde de Gözde’yle Vegas’a gidiyorduk. Vegas kapısında bekliyoruz alanda. Sonra uhuu bir dünya şey çıktı, Vegas’ı beklemeyelim dedik de Boston’a gittik. Daha sonbahardı. Bizde tişörtler vardı. Boston’da kar yağdı.

İşte ben de aslında hiiiiç de göründüğü gibi olmadığını anlatma derdine düşmüş bir insan oldum. En derininden bir magazin gülü. En namuslusundan bir pavyon kadını gibi de denebilir.

Basel de sevimli bir yermiş bu arada.

Heidi Hafiye

Sevdiğim biri ağlarsa taş kesilir kalırım. Mantıklı mantıklı konuşurum. Çözümler ararım. Güzin Ablalık yaparım ama kalbim yorulur. Sonra ben de üzülürüm. Hem de öyle iki üç saat değil. Günler, aylar sürebilir. Empati kuramayan ben, sevdiğimin kalbi çoktaaan tamir olmuşsa dahi üzülmeye devam edebilirim. Üzülme haline saplanma hali. Şu taş olma ve kırılma meselesinde ortaya atılan ‘biz de kırmıyor muyuz’u kendime soru edindim de. Hayır. Kimseyi bu bahsettiğim şekilde üzmüş olamam. Kendi kendime bundan emin olmak istiyorum. Durup durup bütün filmleri başa sarıyorum. Yine kendi adıma bir şey çıkaramadım. Kendime karşı benden acımasızı bulunmaz oysa ki.

Ya üzen...daha sonra bir daha kimseyi üzmeden devam edebilir mi? Yani ‘üzmemek’ öğrenilir bir şey midir? Tabi şimdi ‘üzmek’, ‘üzülmek’ nedir, nedendir, nereden icap etmiştir, bir şey beni üzerken sana vız-tırıs olur, görece olur, falan filan. Biri çok şey beklemiştir de dillendirmemiştir; öbürü de yok saymıştır, anlamamıştır. Aslında ‘kötü insan’lıktan değil de iletişememekten olmuştur. Çoğu hikayenin özeti bu zaten anladığımca. Belki de bu yüzden yanlış olmasın, acı olmasın diye tuhafa kaçacak kadar netim konuşurken. O kadar ki ortamda duygu kalmıyor...gibi oluyor. Bütün naifliği, sürprizleri, kurları, jestleri, beklentileri atıyorum pencereden dışarı. Safi somut bir şey çıkıyor cıscıbıldak. İncelikler yazıya kalıyor. Söze en kurusundan katıksız ekmek. Yutulmuyor. Demiyorum ki bu da kimseyi üzmüyor. Hafiye’nin kullanma kılavuzundan bir bukle olarak sunuluyor sadece.

Her ne olursa olsun belki zamanla, belki bir anda üzülmemeye şartlanır insan. Üzmemeye değil sanki. Üzülmemeye çalışırken üzmemeyi de başarabilir mi? Sanki evet. Yani...bence işte o zaman gerçekten ‘olmuş’tur o insan.

Diye içimi devirirken hoooop kendimi İsviçre’nin dağlarında buldum. Bürgenstock’ta, 27 derece pırıltılı havada, yemyeşil kırlı bir dağda, önümde kocaman bir göl manzarasına karşı çiçeklerin arasında ne yuvarlanmak ama. Heidi oldum ben bugün. Peter’ım yoktu ama. Belki de uzaktan sesleri ninni gibi gelen çıngıraklı ineklerin başındaydı. Çıngıraklar. Kuş cikcikleri. Su şırıltıları. Börtü böcek vızıltıları...Ne iyi ettim de geldim buraya dedirtti yani. Burası bir cennetti. Çok gezenlere nispet olsun diye birkaç sms atıp hahayyt yaptım. Kara bulutlu İkitelliler’den homurtular yükseldi. Üzmiyim diye bir kulplar taktım artık ortama.

Salı, Mayıs 22, 2007

Zürih'teki Amerika

İçkiyi biraz fazla kaçırmış evsahibimin arabayı kullanmasına izin vermedim. Ben kullandım. Otelime gidip check-in’imi yapıp bir üstümü değiştirip geliym derken, arada da siz de bi durun bekleyin derken sandım ki arabada oturacak bu çakırkeyifli tayfa. Ama yooo. Siz tutun çıkın arabadan. Oysa ki ben anahtarı üstünde bırakmıştım. Zııııp. Kitledi mi kendini alet?

Onlar zil zurna araba çilingiri ararken ben de otelime check-in yapayım bari dedim. Hani hep beş yıldız beş yıldız konaklamışlıklar gezmişlik sayılmaz diye beynimi yıkadı bu şapti bitli turistler (bkz Barışnerede ve Özlem-Pansiyon). Hani hakkım da var şöyle concon concon takılmaya ama dedim bi enteresanlık olsun. Bi empati kurayım şunlarla da üç yıldız konakliyim bu sefer. Internetten lokasyonunu uygun bulduğum bir yere yazmıştım kredi kartını. Otelin önünde dev bir inek heykeli var. Crazy Cow isimli otel barına işaret ediyor. Yedi mahalle resepsiyonda bekleşiyor. Telefonlar çalıyor. Müşteriler bağrış çığrış. Resepsiyonist yok ortalıkta. Resepsiyonun arka odalarına girdim. İzbe izbe yerler. Hellooo, diye sesleniyorum ama tık yok. Derken birisi buldu resepsiyonisti. Abi Crazy Cow’da kafa çekiyormuş. Çıktı geldi terliklerini sürüye sürüye.

Otelin koridorlarında bir dünya graffiti. Odanın içi de aynen öyle. Bir yerlerden yoğun bir bas, bum bum bum beynime beynime çakılıyor. Eşyalarımı atar atmaz dışarı zor attım kendimi. Araba hala kilit. Ama bir cam biraz açık kalmış. İnce kollu biri kolunu sokabilirse kapıyı açabilirmişe varılmış. O da ben. Kollarım ince diye demiyorum. Tayfa içinde en incesi diyelim. Zorladık artık. Ağır hasar var sağ kolumda. Mosmor olur yarına. Ama kapıyı açtım yani.

Nierdorf Sokağı’ndaki bir piyano sesine doğru yollandık. İlginç bir kalabalık vardı. Hani bizim şu Beer Mug kıvamında. Hani yanmıştı da kapanmıştı. Ondan. Kendimi Amerika’da hissettim. Canlı müzik country, pop rock, Johnny Cash, John Denver, The Temptations, 4 Non-Blondes vs vs çeşitliliğinde seyretmekte. Bellerinde heybeli önlükleriyle al yanaklı tombul garson kızlar mutfak yolunda müşterilerle dans etmekte. Herkes şarkı istiyor piyanist şantörden. O da söylüyor. Bir beşlik atarsan iki tane istek söylüyor.

Bir ara 'American Pie' çalmaya başladı. Mahfoldum. Bir fena dokundu. Yani bu şarkı rock’n roll tarihine dair muğlak muallak bir hitabedir ki bu benle ne alakadır? Say desen üç beş isim sayarım, hepsi bu. Bu hitabenin içinde Amerikan toplumunun değer yargılarına kinayeler yedirilmiştir ki tekrar ediyorum...ne alakadır? Bir değer yargısı sorgusu beni neden hislendirsin? Şu anti-Irak meselesi niyetine Madonna’nın şarkıyı yeniden ısıtması da diil olay.
Belki de sadece ortam hiç beklemediğim bir şekilde ‘ as American as apple pie’dı. Bir nostalji miydi desem, bir hüzün, bi bişiydi. Sonra işte herşey birbirine karıştı. Şövalye çıkagelecek sandım. Gözüm kapıda takılı kaldı.

Sabah beş buçuk oldu. Ben uyusam iyi olacak.

Perşembe, Mayıs 17, 2007

Çocuğum Olsun İstiyorum

Çok çok mühim iş insanlarına çok çok mühim sunumlarla geçti haftam. Ben saçlarımdan memnundum ama dünya alem memnun değildi. Profesyonel duruş gerekliliği adına artık gereken şekli yaptırdım. Şekil bir yana kuaförlerin benle ısrarla muhabbet etmek istemesine dayanamıyorum. Small talk’ı kıvıramadığımdan mıdır artık ağzımdan çıkan kelimeler bana bir tuhaf geliyor böyle anlarda. İş arkadaşlarımı yanaktan öpememem de söz konusu. Kankalarıma sırnaşamam da. Özlem sarıldı geçen gün mesela gözleri yaşlı. Ne yapacağımı bilemedim. Kafasına küçük ve kısa pat patlar kondurdum. Bir kahkaha patlatıp itti beni. Hiç yakışmıyor sana samimiyet, dedi. Soğuk kadın. En azından aklı dağıldı. N’apiym.

Saçımla ilgilenen oğlan değişik bir tarzı olduğunu, derin bir insan olduğunu göstermeye uğraşıyordu belki de. Bilemedim ki. Merhabadan sonra bana “En çok ne yapmak isterdin?” diye sordu pattadanak. “Saçımı mı?” Hayır, şu hayatta en çok ne yapmak istermişim. Bu soruya cevabım da yok ki. Bunu kendime ben de sordum milyon defa. Hiç havalı şeyler gelmez aklıma. Ne Everest’e tırmanmak, ne dünyayı turlamak, ne artist olmak ne genel müdürler, ceo’lar olmak. Hiçbiri. Yani olmazsa olmaz, yapmazsam ölürüm bir durum yok. Yani bazı anlarda çikolata yemezsem ölürüm gibi geliyor ama anlık krizler sayılmasa gerek. Kuaför oğlan bilmemne okulunda okumayı çok istermiş mesela. Kuaförlük okuluymuş. Bu mesleğin Harvard’ı falan olsa gerek. İstersen yaparsın, neden olmasın, dedim bıraktım. O devam etti. 18 yıldır bu mesleği yapıyormuş. Saçlarımı yıkıyordu; yüzüne anlık bir bakış attım. 32 yaşındaymış. Tabii ya, bu mesleğe 25’inde başlamıyor ki insanlar. Hiç göstermiyorsun, dedim yine de. Nezaket diz boyu. İçindeki çocuğu öldürmemiş, ondanmış.

İçerdeki çocuklar ve onları büyütmemiş olmanın aslında ne fevkalade bir insanoğlu özelliği olduğuna delalet eden yüce Türk klişesini bir kez daha duyduğum için fenalık geçireceğimi sanıyordum. Öyle olmadı. ‘Neden benim içimde bir çocuk yok?’ diye düşünedurdum. Vardı da büyüttüm, okullarını bitirdi, adam oldu, hayata atıldı falan da değil. Çocukken dahi içimde bir çocuk yoktu. O vakitte dahi sınır bilinçli, realist şeyler dönerdi kafamda -ki bunların da hiçbirini 'vay canına'layamazdık.


Kuaför oğlanın çocuğunu Özlem'e anlattım. Ne manyaksın, dedi. Oğlan beni entel bişiy sanmış. Yukarlara koymuş. Kendi çapında benim çapımda muhabbetler etmek istemiş. Bir dinleseymişim ölür müymüşüm? Hiç böyle düşünmemiştim. Her anımda sosyalleşmek istemiyorum sadece. Ağzını açan kendine klişe kesim gömlekler giyiyor. Herkes derin. Herkes ulu çınar. Herkesin içi kreş. Oysa 200 metre yürümemek için bindiği kısa mesafeli taksilerde dahi şoförler en gizli sırlarını anlatıverirler Özlem'e. Bir elektrik alırlar onun deli bakışlarından da bir elektrik vermek için yani böyle dökülürler. Bunca 'elektrik' beni yüksek geriyor sadece.

Hah, işte bu içsel çocukları düşünüyordum ki kuaför koltuğunda aklıma çok da evvel olmayan bir zaman içinde bir masal kahramanının beni masalına katmak istediği geldi. Ya da bu konu aslında aklımdan hiç çıkmamıştı da bu açıdan hiç bakmamışlığım cazip geldi. Lakin, kahramanın harikası bol diyarında 'Prenses’lik bana yakışmadı. Samimiyet kadar eğreti, bu yeni saçlarım kadar zorlama durdu. Bu yüzden içimde bir çocuğun olmasını istedim. İçim çocuk doğursun. Kısırsa evlatlık alsın. Masallara inansın, onlarla uyusun. Kelebeklerle dans etsin. En çok bunu isterim.
Bu cevap sayılmaz mı?

Salı, Mayıs 15, 2007

Taş Hafiye

Kaç kere kırıldıktan sonra -parçalarımı güzelce yapıştırsak dahi- artık aslıma benzemez olurum? Kaç kırıktan sonra 'ha bir eksiiiik ha bir fazla'ya tevekkül ederim? Hadi diyelim kaya gibi hatunum, metamorfozumu kendim yaratırım, yeniden kırıksız bütünlerim kendimi. Hafızam da silinip yenilenebilir mi? Bu rejenerasyonun zorluğu mudur beni bütünlük bozulmasına karşı bu kadar hassaslaştıran? Bırak kırığı, yeni ben'in bir çiziği dahi olmamasına dikkat etmek beni narin mi yapar, zalim mi? Ağlıyorsam narin, haykırıyorsam zalim, di mi? Tarzlara endeksli algılara kalmış.

Baaak, diyip anlatabilirsem başkalaşmış kayaları, neymiş ne olmuşluğunu, yumuşacık şeylerden ne kadar sert şeyler çıkarabildiğine şaşırırsın hayatın ki buna inanan olmadı hala.

Bu kayalar ama tam belaçekendir. Kırana kadar uğraşır dururlar. Kimisi balyozuyla böyle bam bam bam--ki o en kolayıdır. Göstere göstere. Bilirsin geliyor işte elinde yükü, yüzünde niyeti. Kimisi ama, su olur içine işler. Bir ferahlık, bir serinlik, bir hafiflik...değilmez keyfine. Yazlar iyidir de ilk soğukta içimi dondurur damar damar. Sonra işte.. bir bakmışım ben yokmuşum. Parça parça kırılmışım. Minicik bir şeyin şu yaptığına da ben inanamadım gitti.

Pazartesi, Mayıs 14, 2007

Dördüncü Aranıyor

Artık laga lugayı bırakıp aksiyon alma zamanıdır dedik ve Düella'yla sit-com senaryomuzu yazıya dökme eylemine koyulduk bu haftasonu. Cuma gecesinden Pazar akşam pansiyona dönene kadar beraberdik. Önce karakterleri, sahneleri falan planladık. Sahne kısmı kolay oldu da karakterler kısmı zor oldu. Sonuçta karakterler gerçek hayatımızdan çıkma ama isimlerin değişmesi gerek ama değişirlerse sanki özlerinden çok şey yitirecekler ama değişmezlerse de bütün dostlar bize küsecek ama da ama da ama. Neyse, bir iskelet çıktı artık. Gerisi bize kaldı. Bu konuda ne kadar disiplinli olacağımızı öngöremiyorum.

Düella'da Abla, benim evde kardeş Hafiye var. Abla Düella döndüğü seyahatten taleplerini de getirmiş, telefonda temizlik neden yapılmamış, içme suyu neden alınmamış konulu cinnetler yaptı. Ben de kardeşe neden çöpler uygun torbalara konulmamış diye yaptım aynından. Her iki ailede de bir abla-kardeş kavgasını eş zamanlı yaşadık. Lakin evlerimiz fecaat durumda. Dillerimiz de pabuç kadar.

Düella'ya seyahat arkadaşı kitabında ‘Türk Prensesi’ diye bir chapter ayırmış. Hah da aynından. Talep talep üstüne. Çayı, kahvesi, sigarası ayağına getirildi, kaz tüyü yorganda yatamadı da yorgana altlıklar icat edildi. Canımın yongası Victoria’s Secret pijamamın poposunu esnetti. Ne bileyim, televizyon ilgisini çekemediyse benle uğraştı. Soğuk ve mesafeli duruşumla en çok. Diğer herşey tamammış ama sırf bu yüzden benle evlenemezmiş. Ben de bu bitmez tükenmez sevimli-şımarık karışık taleplerine dayanamam zaten. O yüzden yeni adaylar düşündük. Ve bulduk: ÇITIR!

Öğleden sonra onu boğazda muhabbete çağırdık. O gelmeden biz Çınaraltı’na kurulduk. Güneşe oturalım dedik önce. Çok sıcak geldi. Bir yan masaya geçtik. Bir süre sonra güneş oraya da gelince bir yana daha kaydık, gölgeye. Bu sefer de üşüdük. Garsona güneşle gölge karışık bir yan masaya daha geçme talebinde bulunduk ki adam yeterin demedi de şallarla çıkageldi. Bu arada Çıtır da geldi. Ceycey de. Üçümüz de onla evlenmek istediğimizi söyledik. Hepimizi alsın. Tamam tamaaam..Düella ana kraliçe olsun. Ama hiçbirimiz çalışmayacak, Çıtır da bize bakacak. Dört hakkı var ya hani, bari dördüncü de hamarat olsun da kıçımızı toplasın istedik. Munis de olsun ki başımızı ağrıtmasın. Hamaraaaat... Ruş olurdu ama o da hepimizi muma çevirir valla. Düşündük taşındık, öyle biri aklımıza gelmedi. Çavdar olmayan erkek tanımadığımız gibi munis ve hamarat kadınlar da tanımıyoruz. Etrafımız dominant kadınlar ve layt erkeklerle çevrili. Ne fena.

Çarşamba, Mayıs 09, 2007

Bu Postadan Sonra Sabun Köpüğüne Devam

Kadrolaşma da (dini ya da maddi her türlü) istismar da her hükümetin başımıza açtığı bir bela. AKP iktidara geldiğinde kadrolaştı da daha öncekiler kadrolaşmadı mı? Ne AKP yanlısıyım ne CHP ne zırt ne zurt. Oyuma değecek bir tane parti yok ortamda. Birileri de buna üzülsün, buna takılsın. Kimseyi aşağıladığıma inanmıyorum burda. En sevdiğim insan da mitinge gitti zaten. O kadar demokratız ki kimse kimseye bir şey demedi. Yok. Dedik aslında biraz. Ben cimbit cimbit konuştum. O da bana 'laboratuar demokratı' dedi gitti. Ama giderken öptü. Ben de kafasına güneş geçirtmemesini tembihledim madem. O benim tatlı bebim. Hem canım isterse türban da takarıııım, tesettür de yaparım--ki geçenlerde bunu fişteklediler de Etiler Starbucks gibi "modern" bir Türk ortamında kafama eşarp bağladım oturdum. Yanımdakilerin rahatsızlığı süper eğlendirdi beni. İyice deşesim gelir benim bu huzursuz halleri. Ay, dayanamam, çok eğlenceli.

Hiiiç başka bir şeye değinemeyeceğim. Bildiğim kadarını söyledim zaten. Gerisini siyaset bilimcilere bırakacağım..ama siz her kim anlıyor kabul ediyorsanız halden ona endişelerinizi dökersiniz artık. Ben bu memleketi daha fazla tanımak istemiyorum zira son olaylar bana bir sınıf savaşının ve demokrasi bilinçsizliğinin utancını yaşatıyor...aslında herşeyin bilinçsizliği hakim burda. Siyaseti geçtim. Sanat bilen de yok. İş bilen de. Böyle haybeden nasıl oluyor da bu binalar dikili kalıyor, bu uçaklar uçabiliyor, bu elektrikler çalışıyor, sular akıyor, ben anlamıyorum. Konuştuğum kimseden tat da almıyorum. Herkes (yani "biz modernler") aynı tatta çünkü. O tat da baygınlık veriyor bir süre sonra. Böyle asosyal, evimden çıkmaz, TV seyretmez, gazeteleri de alay etmek için arada bir okuyan bir yabaniye dönüştüm. Herkes sarışınlaştırılmış, herkesin beyni boşaltılmış, herkes Bodrum'da, herkes bihaber ama yine de herkes en doğrusunu bilir. Sadece üç beş kişiye indirgedim memlekete dönüşümü. Onlar için dönmüştüm. Onlarla bir huzuruz. O kadar. Haa. Ya sev ya terket'ler başlar şimdi. O da ne muhteşem geyiktir ama.

Bu yazıyı da çok sevdim ayrıca:

'Yalnız değilmişim Atam; dekolte tişörtümü beğendiniz mi?' - Perihan Mağden
Keşke ben de Kemalist Dininin bir mensubu olsaydım. Her daim vesayet altında bir çocuk gibi yaşasaydım.
O zaman Anıtkabir'in mermerlerine başımı dayar, bi yandan mermerleri öperken iki yandan 'Çok yalnızım Atam!' derdim.
Mozoleden ses gelirdi: "Yalnız değilsin! Kendini benim vekilim telakki eden Büyükanıt paşan, kendini benim partimin başı kabul eden Baykal amcan, senin gibi hissseden yüz binlerce demokrasi özürlü kardeşin var."
Bu cevap üstüne ben de hemen deseni ay yıldızdan oluşan dekolte/streç bir tişört edinir, bayrak temalı kepim, 'de' ve 'da'ların ille de ayrı yazılamadığı pankartlarımla Çağlayan'a akardım. Orda Alara Uzan'ı alkışlayan mitingçilerimle bütünleşir "Yoksa bu milletin müstehak olduğu lider Cem Uzan mıdır? Konuşurken dişleri uzuyor Kırmızı Başlıklı Kız'daki kurt gibi: ne güzel!" diye düşünerek evime dönerdim.
Pazartesi sabahı, evimin en yakınındaki pastanede 2 mitingçi hanımefendi beni tanıdılar ve allem edip kallem edip bir gün önce katıldıkları Çağlayan mitingine sözü getirdiler. Ben 1 şeyler söyledim: Makûl ve mazbut şeyler. Yalnızca yazılarımda aşırı olabiliyorum.
Esas Hayat'ta çok korkuyorum insanlardan. Onların görüşlerinden.
Hanımefendilerden biri korkumu haklı çıkardı: "Haklısınız, Perihan hanım da; bizim milletimiz eğitimsiz bir millet. Gelsin, Askeriye yönetsin bizi," dedi.
GELSİN ASKERİYE YÖNETSİN BİZİ! O nümayişlerden çıkarılacak 'ceviz' budur!
***


Şimdi saadetten yeni parlatılmış Reşat altını gibi (Cumhuriyet altını mı demeliyim?) parlayan Deniz Baykal'ın nasıl bir demokrasi tıkacı ve manipülasyon şehzadesi olduğunu her akşam ana haberlerde izlemek ve ömrümde gördüğüm en karizma yoksunu kişilerden olan Zeki Sezer'le 'birleşip' birleşemeyeceklerini izlemek kaldı geriye.
Bu müthiş 'sol' partiler birleşsin de Tandoğan/Çağlayan mitinglerine katılan 'Akacak bir mecra bulduk Atam' isimli kalabalık demokratik tepkilerini sandıkta dillendirsinler; değil mi efendim?
"Yazlıkta değil, sandıkta!"
Artık '367 Kuralı' sayesinde Meclis'ten cumhurbaşkanı çıkarma olanağımızı sonsuza dek (Türk Sonsuzu: şu sıralarda, demek oluyor) kaybettiğimize göre ve bu Baykal, bu Erdoğan parti içi demokrasiyi pek tabii ki inşa etmeyeceğine, yüzde onluk baraj pek tabii ki kaldırılmayacağına göre-
22 Temmuz'daki seçimden nur topu gibi oylarını arttırmış bir AKP çıkar; e o zaman da internetten muhtıralanmakla kalmayız. Kadiri Mutlak Askeriyemiz'in 'ge' planı devreye girer. Zira verdikleri 'işaret' doğrultusunda hareket edebilecek 'seviyede' değil madem milletimiz.
"Buyrun Paşam: açık açık idare ediniz!" Erman Toroğlu.

Pazartesi, Mayıs 07, 2007

Kaşıntının Son Hali

Günlerdir bu meseleyi pansiyonda, yolda sokakta kendi aramızda sözlü olarak da irdeliyoruz. Tartışma adabından yoksunlar tez zamanda olayı kişiselleştirerek kendilerinden farklı bir fikri savunanlara hakaret savurma eylemine düşerler. Tartıştığım insanlar arasında böylelerinin olmadığını bilmek beni inanılmaz mutlu ediyor. Tartıştığım insanlar her yaştan, her boydan, her kesimden de denebilir. Zira bütün haftasonu pineklediğim pansiyonun misafirleri kesim kesimdi. Bir kısmı çok şaşırıyor. Benim gibi ‘modern’ birinin nasıl olur da ‘onlar’ın tarafında olduğumu anlamıyor. Ben yanlış anlattığımı hiç sanmıyorum. Neden ısrarla yanlış anlaşılıyorum, anlamıyorum. Ben kimsenin tarafını tutmuyorum. Ben ideali tanımlıyorum. Demokrasi ve laiklik kelimelerinin anlamlarını biliyorum. Laiklik adına demokrasiye yüklenilemeyeceğini, çünkü laikliğin din ve vicdan özgürlüğünü ifade ettiğini, dolayısıyla laikliğin demokrasinin alt kümesi olduğunu, demokrasinin daha büyük şemsiye olduğunu söylüyorum. ‘Onlar’ın dini, vicdanı kapanmaya değil de ne bileyim mesela burunlarına halka takmaya, saçlarını mora boyamaya, çokeşli ve hemcinsli bir hayata inansaydı onları da savunurdum. Benim demokrasi anlayışımda herkese yer var.

Bana devamlı söylenen ‘onlar’ın benim anlayışımda olmadığı ve ‘biz’i yok etmeye yönelik eylemlerinin olacağına dair inançlar, ipuçları vs olduğu. Olabilir. Onların demokrasi anlayışında bana yer yoksa onları da eleştiririm fakat şimdiye kadara baktığımda attıkları her adım, meşru alanlarda atılmıştır. Dolayısıyla onlara cumhurbaşkanı olamamayı dikte edemeyiz. Birincisi, aslında zaten bütün bu konuşmalara gerek yoktur çünkü türbanlısı sarıklısı olsa da olmasa da zaten Türkiye’de demokrasi yoktur. Ülkeyi ordu yönetmektedir. 80 darbesiyle solcular dağıtıldı, sağcılar coşturuldu. Bugün darbe olsa ve sağcılar dağıtılsa belki 20 yıl sonra radikal solcular tekrardan dağıtılmak üzere yeni darbe ortamlarına sebep olacaktır. Her toplumda açığından koyusuna sağcısı, solcusu, dindarı, ateisti vardır. Olmalıdır da. Bunlardan birini kısmak, diğer tarafı şişirir. İkincisi, inatla seçim sistemindeki bozukluğu göstermek isterim. %10 barajıyla halkın sadece %55’i temsil edilmektedir. Halkın neredeyse yarısı temsil edilmemektir. Halkın yarısının temsil edilmediği bir meclisten çıkan her karar anti-demokratiktir, cumhurbaşkanı adayı kararı ne kulvarda olursa olsun. Üçüncüsü, ‘onlar’ın ‘biz de laikiz’ söylemlerini samimi bulmuyorsanız, ben de cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ortaya çıkan bütün kaosun cumhurbaşkanı adayının karısının başının örtüsünden daha başka bir şeye dayandığını samimi bulmuyorum. Kendini ‘aydın’ ilan eden ve bayrağa sarılarak Atatürk ilkelerine sonsuz bağlı olduklarını gösteren halkımız -özellikle gençlerimiz- nedense kılık kıyafet devrimine gösterdikleri duyarlılığı dil devrimine gösteremediklerinden imla ve ifade yanlışlarıyla dolu pankartlarını, notlarını, mektuplarını internet ortamında toplumsal sorumluluk edalarında yaymaya devam etmekteler. Aydınlığı kıçına başına endekslemiş bu zihniyete darbeden, şeriatten, laiklikten, demokrasiden zırt zurttan bağımsız derinden üzülüyorum.

‘Sosyal içerikli’ yazıları kendimi tutamadığımdan yazıyorum. Çok da beğenmiyorum zaten yazdıklarımı. İçeriği tamam da bahsettiklerim böyle ne bileyim, el yordamı, iç kazıntısı şeyler. Öyle örnek mörnek de veremem zaten tarihten, politikadan. Bilgim pek kısıtlı zira. Ama "AklımaGelmişken"de çok sevdiğim bir arkadaşımın bu konuda 'en' olmuşluğunu gururla izliyorum. Bende püskül püskül sallanan ipler onda bir güzel bağlanmış ve çok da iyi ifadelenmiş. O, bu konunun uzmanı bir siyaset bilimcisi. Yakın zamanda onu daha geniş okurlarının, dinleyicilerinin, izleyicilerinin içinde alkışlayacağıma eminim.

Cuma, Mayıs 04, 2007

Toplum Toleransı

Alex'im coşmuş. Onu çok iyi anlıyorum. Ben herkesi çok iyi anlıyorum galiba. Derviş mi oldum, nedir?
Lakin, ben Amerika'da kölem nerde diye sokağa çıkıp pankart asan adamın varlığını da seviyorum, onu alkışlayanın da, ona meczup muamelesi yapanın da. Hepsi başka yöne baksa da hepsi var ve rengarenk takılıyorlar işte ne güzel. Kendi anım olaraktan Mardi Gras zamanı New Orleans'ta kızlar memeler ortada boncuk boncuk dolaşırken bir grup insan ellerinde kocaman haçlar, 'İsa kurtarıcıdır, imana gelin', diye dolaşaraktan uyarıyordu sarhoş ve çıplak ve kopuk kalabalığı. Bizde de buna benzer bir şeye bir kez şahit oldum. Ortaköy'de denize bakan kahvelerin birinde ahali kağıt, okey falan çevirirken sarıklı bir abi geldi. Kumar haramdır, dedi ve gitti. Sadece dedi. Kimseye dokunmadı. Kimseye bağırmadı. Yanımdakiler müthiş rahatsız oldu bu durumdan. Birkaç bağrış çağrış çıktı. Buna benzer hikayeler anlatan bin tane 'elden gidiyoruz' diye mail alıyordum zaten. Hayır, belki de daha demokratik oluyoruz. O yüzden 'biz'e benzemeyen sesleri duyuyoruz. Bunlara aldırmadığımız, daha doğrusu takılıp cinnet geçirmediğimiz gün demokratız işte. 'Onlar' demokrat, 'biz' faşistiz demiyorum. Herkes demokrat olsun istiyorum. Ütopya mı? Eyvallah ama şu bir gerçek ki 'onlar' bunu yaparken –benim gördüğüm kadarıyla- herşeyi kurallar çerçevesinde yapıyorlar. 'Bizim' kurallarımızın rejim değişikliğine bu kadar müsait olmasında bir gariplik var belki de. Bari bu tarafından düşünün meydanlarda bağırmadan önce.


Çıplaklar kampına tişörtle giremezsin çünkü orası o kampın işletmesinin özel alanı ve de özel kuralıdır. Ona bakarsan BÜMED'e İstanbul Üniversitesi mezunlarını üye yapmıyorlar. Kimi barlara da spor ayakkabıyla almıyorlar. Kimilerinin evinde sigara içemezsin, balkona çıkman gerekir. Herkes kendi özel alanının kuralını koyabilir yani. Kamu alanına gelince....

Sırf fonksiyonel yaklaştığımda türbanın görevin gerektirdiği işi yapmaya engel teşkil etmiyorsa ve türbanın içindeki şahıs işin gerektirdiği vasıflara haizse neden yasaklı olduğunu anlamıyorum. Eğer türban kamuda kabul görürse bundan sonra zincirleme bir şekilde kamuya sadece türbanlılar alınır, bütün kamu türban olur diyorlar. Bu da doğru olmaz. Kişinin yeteneğine ve vasfına kıyafetinden sonra bakılıyorsa bu da doğru değil tabii. Bu konunun iplerini düzgün bağlama anlamında kafam karışık ama kafamın takıldığı bir şey var ki o da bu işten her daim kadınların zararlı çıktığı. 'Onlar'ın erkek olanları kamu personeli olabiliyor, eğitimlerini aksatmadan alabiliyorlarken kadın olanları dışlanıyor. Kamuyu geçtim, özel sektörde de genelde erkekler 'radar'a yakalanmadan hayatlarına devam ederken kadınlar evlerine mahkum oluyor. Onların o türbanı takma kararı o dakikadan sonra kendi inisiyatiflerinde olmuyor işte. Eğitimi olmayan, ekonomik özgürlüğü olmayan kadınların fikri de zikri de hür olamıyor. Türban, çarşaf ya da mini etek, bikini, farketmez...kendi etini ne kadar örteceğini dahi bir erkek ona dikte edebiliyor. Anne olduklarında 'bizim' istediğimiz gibi çocuklar yetiştirmeyecekleri daha da sabitleşiyor. Bu da yuvarlandıkça büyüyen kartopu şeklinde 'biz'e önümüzdeki yıllarda kapak olmaya devam edecektir. Sadece ama sadece kadını eğitmekle bile çok şeyin değişeceğini düşünüyorum. Yarınlarımızın ilk öğretmeni onlar çünkü.

Perşembe, Mayıs 03, 2007

Toplum Paranoyası

Yapmak istemediğim bir şeyi ilerde bana zorla yaptırabilirler kuşkusu yüzünden bu sefer onlara yapmak istemedikleri bir şeyi bugün benim zorla dayatmam mıdır çözüm? Ben 'onlar' cici, 'biz' kötüyüz demiyorum ki. Ya o, ya bu değil ki bu. Karakter olarak pasifistim belki. Ölürüm madem gerekirse ama ben öldüremem, hani son dakika bir adrenalin basmazsa..belki. En azından ellerimi demokratik bulmadığım çabalar için çırpamam.
Şövalye bana 'yankee, go home' dedi. Ben yankee miyim? Bütün bu söylediklerim beni 'Amerikalı' mı yapıyor? Amerikalı söylemleri değil ki bunlar. Amerikalılar bu kadar demokrasi diye tuttursaydı ne Ortadoğu kaynardı ne de denizler.


Ya evim? Amerika mı? Belki çooook naifim ve belki bu naiflik bu coğrafyada beni bozuk para yapar. Amerika'nın dışı saldırgan. İçi barışçıl...değilse bile umursamaz. Orada birey olarak tutunabilirsiniz. Kimsenin ruhu duymaz. Umru olmaz.

Evinize hırsız girdiğinde dahi hırsıza ölümcül müdahale etmek sizi yargı önüne çıkarır. Sizin yaşam alanınıza açık seçik müdahale olmasına karşın suçlu olabilirsiniz. Haksızlık mıdır bu?

Salı, Mayıs 01, 2007

Toplumun Kutupları

Pürüzü az bir taşa popomu koymamla telefonum çaldı. Abdullah Gül Cumbaba adayı olmuş haberi geliyor memleketten. Bu çöllü vadinin dibinde ulaşılır olmanın iyi mi yoksa kötü mü olduğuna karar veremedim. Bir yanım 'e, yaaani?' diyor, öbür yanım durum değerlendirmesi yapıyor. Yani. Tayyip'e kıyasla daha efendi şimdi. Ananı mananı diye hırt hırt konuşmuyor. Dil biliyor. Özleri aynı, tarzları farklı denebilir mi? Denir heralde. Tipik bir müzakere ya da pazarlık sahnesi nostaljisine sebep bu bana. Fransızlara da derdik ki şu şöyle olsun. Aslında kendi istediklerinden çok da farklı olmayan ama çok hafiiiif bir ton farkı olan bir şeyle çıkarlardı karşılığında ilk etapta. Gerisi tartış tartış tartış allah tartış. Hep ortada buluşulurdu ama illa ki. Da bu işin ortası var mıdır? İki kutba yapıştı cemiyet. Ilıman iklimlerde kimsecikler yok. Ben mesela. Alenen aradayım. Cumana olabilirim o zaman.
***********
Çağlayan'daki mitinge Şövalye'yi uğurlamadan önce televizyondan görüntüleri, yorumları aldık. Mikrofonlar uzanıyor. Neden burdasınız, diye soruyor muhabirler. Türbanlıları sevmiyoruuuuz'dan darbe şakşakçılığına uzanan cevaplar. Bayraklar da onların. Kendine demokratların. Cevaplar geldikçe içim kaynayıp köpürüyor, nihayet buharlaşıp yok oluyor. Yok yani. İçim yok artık benim. Teneke Adam oldum. Onda bile bir kalp bulmuşlardı galiba. Bende o da yok.
***********
Şövalye mitingden sloganları esemesledi. Hepsi çok eğlenceliydi.
Mitingi canlı yayınlamayan 'bir kısım medya'ya kızılmış: "Tayyip alana, Aydın Doğan bedava".
Ankara'daki mitinge katılımcı sayısının abartıldığını söyleyen Erdoğan'a kızılmış: "Tayyip baksana, kaç kişiyiz saysana"
Çarşı ekibi de bütün şaklabanlığıyla katılmış: "Laik Türkiye, şampiyon Beşiktaş".
Yüzbinlerce kişinin aynı ortamda bulunmasından baz istasyonları cep telefonu trafiğini kaldıramamış. Hatlar düşmemiş. Komplo teorisyenleri bunu AKP'den bilmiş. Çok şeker. Her havayolu Cumartesi günleri frekans azaltır ama yoo, Ankara'ya gidememeleri için AKP seferleri kaldırtmıştı geçen sefer. (Ama talep varsa zırt diye bulurlarmış uçağı diye karşı da çıktılardı bu yoruma. Talep organize miymiş? 200 kişi bir araya gelip, parasını çatır çatır sayıp bize uçak kiralar mısınız, demiş mi? Hiç sanmam)
***********
Akşam haberlerinde mitingi düzenleyen modern Türk hanımlarından biri ağlamaklı şiirli sesiyle Çağlayan'daki modern Türklerle gurur duydu. Ona da sordular neden orda olduklarını. Toplanma misyonları bayağı ama bayağı bir kapsamlıydı. Ekonomik gelişimden, kardeşliğe, teknolojiden barışa...herşey için toplanmışlarmış. Misyon buyduysa başörtülüsü de, askeri de, porno yıldızı da, Kızılderilisi de, Afrikalısı da katılmalıydı bu mitinge. Ya şu Türkler bir kere de ne olur ama çok rica ediyorum ne olur, neyi niye yaptıklarını, misyonlarını, hedeflerini, yöntemlerini bir dağıtmadan, tam isabetten anlatabilir mi? Allerji oldum valla.
***********
Mitinge zaten gitmeyecektim. Çünkü bana ters gelen bir şey yok. Seçim, aday, oy, herşey ama herşey meşru. Ha, seçim yöntemleri doğru mudur, mantıklı mıdır, böyle mi olmalıdır, tartışalım, düzeltelim. Ama 'as is', herşey meş-ruuuu. Bölücülüklerinden korkulup kimi partiler meclise sokulmasın diye barajlar kondu. Meclisin temsil oranı o yüzden böyle modern Türklere ters geldi. Yazın yediğimiz hurmalar, kışın bir tarafımızı tırmaladı işte. Bu tırmalamalardan bir ders çıkardığımızı sanmayın. Şimdi de şeriatten korkup başka engelleyici anti-demokratik düzenlemeler isteniyor. Kardeşim, korkunun ecele faydası yooook. Ondan kork, şu engeli çıkar, bundan kork bu engeli. Engeller demokratik değil bir kere. Demokrasi bize göre olmasa bile özüne insek bari sorunların. Bantlar yapıştırmak tedavi etmiyor, yaranın üstünü kapatıyor sadece. Çareler tükenmez ama yara bantları çare değiiil.
***********
Hem var ya aslında bütün miting alanının derdi uluslararası platformlarda first lady'nin türbanlı görüntüsünden duyulan oryantal eziklikten başka bir şey değil. Yarın first lady adayı başını açsa valla problem kalmayacak. Bu kadar içi boş bir gerginlik yaşıyoruz. Darbe olacağına başörtülü first lady'm olsun yahu. Bana ne kadının ne giydiğinden. Bana darbe daha utanç verici geliyor.
***********
Bana da Türklük bulaştı. Bir toparlayamadım.
Çok da hırtım ayrıca. Sakın bana 'sen bişiy yap o zaman' demeyin. Isırırım.

Cuma, Nisan 27, 2007

Petra Harabeleri

Üç saatlik yolculuğun ardından Petra'ya vardım. Koskocaman boz bir vadinin girişinde bir dünya bedevinin bana eşek kiralama girişimlerinden kendimi zor kurtardım. Vadide dolaşmak zormuş da eşeksiz canım çıkarmış da falan da filan da. Ben siportmen bi hatunum ya. Bana tomas. Kaldı ki eşeğin üstünde dengede kalmak benim gibi hala bisiklete binmeyi beceremeyen bir balans sorunlunun harcı değil. Tecrübe yelpazemi yellersem illa bütün evraklar uçuşur ya eşeğe binmişliğim yok değil elbet. Küçük bir çocukken babaannemle eşeğe binip 'pambıh' ve 'buyday' tarlalarında gezindiğimizi bilirim ama eşeğin gemini o yönetirdi, çzık çzık, bürşş, bürşşş diye sesler çıkararak da vitesini ayarlardı. O sesler hoşuma giderdi. Bedevilerin sesi de böyle nostaljik bir hoşluk yarattı bende. Nallarının binlerce yıllık taşlarda çıkardığı sesler de.

Özetle canlarım, milattan önce birkaçıncı yüzyıllarda abiler kayaları oymuşlar, anıt mezarlar yapmışlar. Anıt mezarlar bir yana, o kayaların yapısı, renkleri, katmanları, duruşları falan bile başlı başına ilginç. Mezarlar sadece bonus'u. Zira dışardan baktığınızda heybetli bir anıtın içine girdiğinizde bomboş bir odadan başka bir şey yok. Bütün albenileri dışarıda yani. Bunu bir iki mezardan sonra anladım ya, uzaktan şaşaalı giriş kapıları gözüken mezarlara bakiym diye sonraki tepelere tırmanasım hiiiç kalmadı. Hava da sıcak. Açlık susuzluk, tuvaletsizlik ve toz bulutları canımı sıkmaya başladı. Gezi partnerimin içine bir atmaca, ne bileyim bir keklik ruhu girdi sanki. Dualar okudum, üfledim, çıkmadı. En son bir manastırın tastamam 850 adet basamağının önünde feryadımı duydu da insafa geldi. Geldi de ne oldu? Sen aşağıda bekle, ben çıkıyorum, dedi. Vadinin tek tük kafelerinden birine konuşlandım. Bekledim. Bekledim. Bekledim. Artık orada bekleşen 60'larındaki Fransız dullarından oluşan gezi grubuyla kaynaştım. İçimden geldiğinden değil, siparişlerini anlamayan garsonlarla çekişmelerine dayanamayıp atladığım için, yerlerine siparişi ben verdiğim için yani, beni bağırlarına bastılar. 3 saat sonra keklik ıstakoza dönüşmüş olarak çıkageldi de vadiden çıkışa giriştik. Bu esnada Victoria & David'i andıran havalı bir çiftin arkasına takıldık. Develer tarafından ezilme tehlikesini atlataraktan bir saat çiftimizin ardı sıra yürüdük. Çok gençlerdi. Çok güzellerdi. Çok kokolardı. Poşularla, bandanalarla çöl havası verilmiş piyasa hallerini beğendik. Evliler, dedim. Sol yüzük parmaklarında aynı banttan vardı. Hiç yoktan durup durup dakikalarca sarılıp koklaştıklarından balaylarında olduklarını da ıstakoz kekliği partnerim çıkardı. Harabeler umurlarında değildi. Gözleri, birbirlerine kenetlenmişti. Bizimkiler de onlara.

Akşam Şövalye gezimi sordu. Sonuçta bir vadideki kızıl, katmanlı kayalar ve anıt mezarlardı, diye özetledim. Bana çok kızıyor proses oryantasyonum olmadığı için. Var öyle bir şey. Mesela en aksiyonun doruklarında gezinen filmlerde dahi uyuyakalabiliyorum. Yatağıma gideyim diye uyandırıldığımda filmin sonunu sorduğumda neden bana kızıyorlar, anlamıyorum. Olmaz, sen sonra seyret seyret, diye bir anlamsız baskı. E, söyle sonunu kardeşim. Ben arasını tahmin edebiliyorum. Hatta sonunu da. Hani belki varsa bir twist mwist, onu bileyim yeter. Gece odama döndüğümde TV'yi zaplarken Cinderella Man'e rastladım. Oturdum, seyrettim ama final boks maçı sahnesinde uyuyakalmışım. Adam ya ölecek ya yenecek de tarihe altın harf olacak yani o derece önemli bir final. Sabah uyandığımda kıvrandım sonunu öğrenmek için. Şövalye'ye bir esemes, internetten şunun sonunu öğrensene ben toplantıma koştururken, diye. Ruinedendings.com' dan öğrenmiş, cevabını yetiştirdi. O siteyi çok kullanmışlığım vardı eskiden. Ne zamandır girmediğimden unutmuşum. Ooh, şimdi doyasıya bütün yarıda bıraktığım filmlerin sonlarını okuyorum. Bu vesileyle her tuhaf talebe bir buluntu çıkaran Amerikalıları bir kez daha huzurlarınızda takdir etmek istiyorum.

Cumartesi, Nisan 21, 2007

Manita Durumları Yaş

Düella İran'a gitti. Ben de Ürdün'e gidiyorum. O İran'da barınamazsa poposuna kadar uza(ya)mayan hırkasından ve delik deşik atkımsıyı kafasına dolamasından ibaret şeriat dışı kılığıyla yanıma gelecek. İnşallah gelir. Ben bu gidişimde bayağı bir mutsuzum. Hem çok stres var hem de çok mutsuzluk. Şimdi yalancı çobana döndüm, o yüzden ne desem boş bir 'Şövalye'yle ilişkime dair arızalar' yaşıyorum. O da beni yanlış anladı sanırsam. Herkes beni yanlış anlıyor olamayacağına göre cehennemde yanabilir mi lütfen şu dilim?

Petra'da Indiana Jones'luk yapıcam. Madem. Bizim de çıkışımız bu.

Perşembe, Nisan 12, 2007

Sanat Düşmanı Hafiye

Tembelleştim de bloguma yeterince katkı yapmadığımı sanmayın. Bugünlerde kalemim email ortamında çalışmakta. Herkese bir akıl veresim geldi. Çok severim zaten akıl vermeyi. Karşılığında huzur bırakmamayı falan. Bu işler şişler.

Geçen gün Aklımagelmişken Dak'ı okudum. Alkışladım. Sonra bir kendi yazdıklarımın tipine baktım. Bir aklımagelmişken'e. Suyu sabunu es geçip direk köpüklere dalmışım gibi geldi. Hayır, vakti zamanında birtakım abiler sırf bana çamur atmak için sığlığım ve aldırmazlığıma dair ifadeler kullanmışlardı. Onların da fikrine saygı duymak lazım gelse de kudurmama engel olamamıştır. Acaba haklılar mı oldum. Varsa yoksa Şövalye ve Düella ama şöyle bir durum var. Bütün vaktim ya işte ya Şövalye'yle ya Düella'yla geçiyor. Hatta sonuncu 'ya'yı 've'ye çevirmek daha yerinde olacaktır. Zira Düella'yla yalnız kalamıyoruz. Şövalye bir gölge gibi peşimizde. Nedense Düella'yla karanlık işler çevirdiğimizi sanıyor ve bunlardan haberdar olmak istiyor. Dün işten çıktım Düella'ya gittim. Şövalye'ye de çok işim var, geç çıkıcam, diye esemes attım. Düella bu durumda benim metresim mi sayıldığını sorguladı. Çarçabucak sevişir gibi doya doya çekiştirdik herkesi. Gelecek planları yaptık. Ona su içsin, ızgara et yesin diye baskı yaptım. O benim excel sheet'lerimle dalga geçti. Öyle itiştik kakıştık. Şövalye arayınca da onu öptüm, dizileriyle başbaşa bırakıp gittim. Apaydınlık, sevimli bir durum bence. İstemeden yer altına sokuyoruz. Karanlığa mahkum oluyor.

Asıl konumuza gelelim. Gelmeye çalışalım. Dağıttım gene.

Bir gösteri seyrettim geçenlerde. Hayatımı değiştirmeye karar verdim. Bilenler bilir, operaymış, baleymiş, tiyatro, sinemaymış, pek işim olmaz. Ya olayın kendisi ağır ağdalı yapay gelir ya da karanlıkta dar koltuklarda saatler geçirmeye dayanamayan kıl kurtlarım oynar. Ondan. Şövalye beni sanat düşmanı ilan etti. Zorla bilet aldı falan, demiştim ya. Gittik işte. AKM'de bir bale, opera, senfoni karışık gösteri. Dünya Prömiyeriymiş. Onlarca yıldır hayal edilen şeyin sonunda gerçekleşmişiymiş. Tek başına, iki başına bale yapıyorlarsa fena diillerdi. Ama ne zaman ki sahnede onlu, yirmili, otuzlu oluyorlar, o zaman aynı anda aynı hareketi yapabiliteleri yok. Asenkron asenkron zıplamalar, dönmeler, uçuşmalar...Olsun, yine de alkış. Hani danstan derin anlamam ama benim bildiğim bir olayı, hikayeyi sadece hareketlerle anlatman icap eder. Mesela Lale Devri'ni anlatacaklar sahnede. Ellerinde lale resimli posterleriyle sahneden geçen balerinler görüyoruz. Istanbul'un fethi mi anlatılacak? Ellerinde sur maketleriyle dönüyorlar. Gibi müsamere sahneleri de mevcut. Olsun, al-kış!

Senfoni kısmında Atatürklü bir video yansıtıldı perdeye. Bu sefer sağanak alkış. Yıkılıyor ortalık. Senfonide öksürülmez bileydi hani. Kemanlar, piyanolar yalan oldu. Alkış dinmiyor. Hayır, daha geçen gün gazetede Türkiye için yazılmış Reuters raporunda ders kitaplarındaki, duvara asılı metinlerdeki hitabetlerle küçük yaşlardan itibaren aşılandığı yazıyordu. Hatta başlık da 'böyle yazmışlar ama ne dediklerini bilmiyor şaşkalozlar' manasına gelsin diye "Türk Milliyetçiliği Böyle Aşılanıyormuş". Sanki ilk defa duydun. Bir iki sayı evvelki Ekonomist'te de 19 Mayıs gösterisinden etten kuleler kurmuş eşofmanlı gençliğin bir fotoğraf vardı. Aynı muhabbetler işte. Marşlar, ikonik hitabetler, sahnelemeler...Küçükken 'Allah mı büyük Atatürk mü?' diye sorduğumu hatırlıyorum alenen. Var böyle bir şey. İnkar niye? Tamam şimdi, tartışacak olursak asıl niyetin aslında bir başka gruba karşı gövde gösterisi olduğunu da duyarım. Atatürk düşmanı olduğumu sananları da. Ben bunu burda bırakırım. Aklınagelen anlatsın.

Sahnelenen şeye dönersek niyeti de akıbeti de her neyse, güzel kardeşlerim, bir daha bu memlekette gösteri mösteri izlemeyeceğim sonucuna varırız. Ne yüksek bir sanat zevkim var ne de algım. Kendime göre bildiklerim var. Dans dediğin bir disiplindir. O disiplinin yoksa bana ne anlattığın şeyin tarihi, nostaljik ve sofistike algısından, içeriğinden, süslü pullu kostümlerinden. Vaktiyle Amerika'da, Avrupa'da izlediğim şeyler buradakinden açık ara öndeydi. Hadi diyelim onlarda para bol. Altyapı bol. Sen burada mütevazi bir yapımla çıkabilirsin insan içine ama hani disiplinin? İşin tuhafı gösteriyi sevmeyen bir ben vardım sanırım seyirciler arasında. Herkes pek bir hoşnuttu. Bir arkadaşımla tartıştım da bu mevzuyu. "Bu ülkede 'yaparsın olur'. Halk ne verirsen alır; akılcı eleştiri eksikliği, cehalet, kültürsüzlük ve göçebe kültüründen gelen esneklik ve her kalıba girme yetisi sonucu... sunulanı değerlendirecek aklı başında bir göz olmadığı için kimin sesi yüksek çıkarsa, kim daha cüretkarsa malı o götürür. Buna alış bence." dedi.

Alışamazsam evimde paşa paşa otururum anacım.

Salı, Nisan 03, 2007

Tesadüfler, Taşınmalar ve Yolculuklar

Annem beni yerleştirdi, gitti. Ben yerleştim, Düella yerinden oynadı. Pansiyon tadilatta. Bütün mobilyalar apartmanın dibindeki depoya taşındı. Misafirler geçidi yuvarlanmalık koltuklar ise maalesef artık yok. Onları evin badanasını boyasını yapan ustaya hibe etti. Yılların izini taşıyan haritaya dönmüş halıfleksler kalktı. Altından ilkokulumun yerlerini andıran tahta salmalar çıktı. Sistreler, üzerine vernikler. Sonra eşyaların geri taşınması, kolilerin açılması, abladan gelen eşyalar ki ablanın evi tadilata girebilsin.

Cumartesi sabahı Düella'dan acıklı bir telefon geldi. Elektrik süpürgesi bozulmuş. Evde Oya var. Süpürgemi getirebilir miymişim. Kalktım gittim. Bir elimde süpürge, öbüründe borusu. Pansiyonun önünde eşofmanıyla Kabak Çekirdeği, arabasındaki pet su şişelerini çöpe atmakta. "Aaa," dedim. Boruyu gözüne soka soka. “Beni tanıdın mı?” “Şekeeer,” dedi. Kaç yıl oldu? Net sekiz. O sokakta oturuyormuş. Evlenmiş. Baba olmuş yeni. “Seeen?” dedi, boruyu gözünün önünden çekmeye çalışarak. “Ev kadını mı oldun?” Yok yahu. Keşkeee. Hani yüzük? Bekarım hala. Hayatta inanmam. Boşandın mı? Yürü git. Acelesi varmış, pansiyona çıkamadı. Kartımı verdim. İş bile konuştuk ayaküstü.

Düella pansiyonda acılar içinde. Dedim ağlama. Anneni çağır. Duvarlar, yerler mis gibi, lakin yoğun vernik kokusu boğazımı şişirdi. Akşama doğru zorla yerinden kaldırıp Pansiyon-2’ye taşıdım. Elmalı diş macunu yok diye, dişini o acı mentollerle ovusturamayacağı için fırçalamadı. Sabah duşu almayı batılı bulup ilgilenmedi. Pijamasıyla geldi. Pijamasıyla gitti. Mobilya kurucularıyla buluştu. Bense nihayet evime yerleşebilmiş olmanın mutluluğuyla aylar sonra boğazda kahvaltımı yapıp bulmacalarımı çözüp sinemaya gidebildim.

Sinemaya da gitmezdim ya, Şövalye tutturdu. Tek yaptığım çalışmak, Düella'yla buluşup iş konuşmakmış. İş dediysem kendi işim diil. Ne iş kursak, nasıl kurtulsak muhabbetleri. Bir de arada Çarşamba akşamına bale resitali bileti aldı. İşten erken çıkamayıp resitali kaçırmam farz oldu artık. Ne oldu? Şövalye’yle iş konuştuk bu sefer. Değişiklik? Oldu tabii. En azından Düella'yla daha aklıselim ilerliyorduk. Şövalye’ye ne önersem, hikayesini soruyor. Albenili hikayesi olmayan bir iş yapamazmış. Bahçıvanlığın ne hikayesi olabilir ki? Çok gerçekçiymişim. Yaratıcı değilmişim. O yüzden ancak kurduğu işi iyi yürüteyim diye genel müdürü yapacakmış beni. E, iyi. Şiştim. Artık konuşmayalım. Ona Tembel Ayaklanması-Yan Gelip Yatmanın Manifestosu diye bir kitap aldım. Kendime de bir The Economist. Sustuk okuduk.

Sinemada şu Paris I Love You filmine sessiz sessiz ağlarken sessizdeki telefonum yandı yandı söndü. DC tayfası brunch’taymış. Beni anmışlar. Mutlu bir hasretle konuştuk dışarı çıkar çıkmaz.

Sabah uçağımın kapısı çok uzaktaydı. Üşengeçlikten şu elektrikli arabalarla sürdürdüm kendimi kapıya kadar. Kapıda yine Kabak Çekirdeği! Bu sefer lacileriyle güvenlik sırasında. Uzun konuşamadık. Atina dediğin üç dakikalık yol.

Kifissia’da kahvemi yudumluyordum. Türk kahvesi değil. Greek kahvesi. Eyvallah. Neyse ne. Bildiğim tat zira. İsimlerin ne önemi var? Ortam güzel. Zira oğlanlar çok yakışıklı. Kızlar ise çirkin. Daha ne isterim? Zaten peşime bir veliaht düştü. Şövalye çok kıskanıyor. Oysa veliahtın oyuncaklı buluşma manevralarını sadece Düella'yla çöplerini çatma niyetiyle kabul ettim.

Bütün gün ve gece yemekte boşanıp semerimi dahi yedim. Şimdi sol kolum uyuşuyor. Kalp krizi geçiricem galiba.

Pazartesi, Mart 26, 2007

Ev Eve Dönüşürken

Annem geldi ve ev işleri bitti denebilir. Bir aydır almak-getirmek-uymamak-geri götürmek, akabinde ismini duyduğum ama haritada asla yerini gösteremeyeceğim Yukarı Dudullular’da, Sarıgaziler’de kaybolmak, yollarında mahvolmak, rezil olmak, sinir olmak şeklinde ilerliyordum. Şimdi anne evde. Her sorun pıtır pıtır çözülüyor. Ev eve benziyor. Türkiye’de bayaa bir şeyler değişmiş, arkadaşlar. İyi mi, kötü mü karar veremedim lakin vakit aldığı kesin.

Şimdi beyaz eşya alıyorsunuz. Bayisi getiriyor. Öyle karton kutusunda bırakıyor gidiyor. Sonra siz 444 bilmem ne’den yetkili servisi arayıp bağlantısını kurma işini rica ediyorsunuz. Onlar da ‘döncez biz size’ diyor. Dönmüyor. Defaatle aramanız icap ediyor. Tamam, dediklerinde de Salı günü bir ara gelicez, şeklinde bir cümleden fazlasını sarf etmiyorlar. Bu bağlamda anne işe yaradı. Her beyaz eşya ayrı arıza çıkardığından servis abiler birer değil, üçer kez geldikleri için evde birinin sürekli varlığı harika oldu.

Gün içinde telefonumu 538, 539, 544’lü bilumum numaralardan arıyorlar. Tam açıcam, kapanıyor. Hafiye şaptisi anlamıyor, yanlış numara sanıyor. Bir tanesi o kadar üst üste aradı ve sinir etti ki geri aradım. Meğersem yetkili servismiş. Beni arıyor ve biz geliyoruz, evde misiniz, demek istiyor ve fakat kontörü bitmesin diye çaldırıp kapatıyor. Sizin bu durumu çakıp geri aramanız icap ediyor. Muş. Haaaa.

Mutlaka her gelen ya bir yeri yanlış monte ediyor ya da kombinin kapağını, duvarın kenarını kırıp geçiyor. Herhangi bir standart söz konusu değil haliyle. Elinde bıj bıj matkapla bir tamirci/tesisatçı abinin mutlaka bayi-servis sırasına eklenmesi, böylece bayi-servis-matkap-servis zincirine dolanmamız muhakkak gerekiyor.


Arada Şövalye’ye işler yüklüyoruz. Bize bin beter sorun olarak geri dönsün diye. Yolda gidiyorduk dün. Bir baktım bir elektrikçi dükkanı açık Pazar olmasına rağmen. Dedim, in bir koşu TV kablosu al da gel. Yarın kablo TV bağlamacılar gelecek. Prenses buyurdu diye söylene söylene indi arabadan. (Emir kiplerim yüzünden bana Prenses Banu diyor ev işleri çıktı çıkalı) Sen git hem beyaz kablo al- ki televizyon siyah. Hem de 3 metrelik kestir. Televizyon kablo çıkışına en az 5 metre uzakta. Beyazı gözükmezmiş, arkada kalırmış. Çıkıştan televizyona hipotenüs şeklinde uzatılırsa 3 metre de yetermiş. Yani odanın ortasından geçen bir beyaz kablo demek bu.

Sabır sabır ya sabır. Belki de akıllanır.

Pazartesi, Mart 19, 2007

Haftasonu Klasiği

Bir Kuzey Afrika ülkesinde iş bağladık geçenlerde. Oraya defaatle gitmem, orada bir takım oluşturmak, işi idare etmek için planını programını falan yapmak gibi işlerim söz konusu. Konu bu da değildi de.

Buluştuk işte Düella ve Yonc’la. Kendimi zor attım hatta yanlarına. Bütün haftasonu bir Şövalye Ailesi’yle sosyalleş, bir bilmem-ne-mobilya showroom’una ve hatta tiksinti gelmesine rağmen IKEA’ya git.

Sövalye bütün ayakkabılarımı kör gözüm parmağına, küçük odaya dizmiş. Odada adım atacak yer kalmamışlığına rağmen bilmem-ne mobilyacısının yan kapısındaki ayakkabıcıya sen gözlerim iliş. ‘Siyah çizmelere ihtiyacım var’, diyerek dalış ve alış. Aslında bu bir kaçış. Bir stres atış. Konu bu da değildi aslında.

O dakika aradı Düella. Aslında eve gidip bir prezentasyon hazırlamam gerekiyordu ama kulak asmadım. Balkon’a, yanlarına gittim. Şövalye de peşimde. Manası, Düella'ya çekiştirilmesine engel olma çabası. Ama ne kadar melek olursan ol, kadınlar bunu yapar. Bu da aslında bir stres atış. Gel de anlat. Madem öyle, germeden öyle o yanıbaşımdayken hakkında dökülüyorum ben de.

Yani sen tut Sinbo (o da ne?) marka küçük ev aletleri takıl, sonra git tanesi 250 milyondan üç nevresim takımı al. ‘Herkesin parayı döktüğü yer farklı’, demişti Pelinat, tatillerini normal insanlar gibi bir hafta, on günde değil, üç ayda ancak bitirebildiği için ona bir kızmışlığımda. Pelinat ufak bütçeli de olsa uzun sahil günlerine para dökerken Ruş vücudunun her santimetrekaresi için ayrı bir daha o gün piyasaya çıkmış en koko kremlere boşaltırdı cüzdanı mesela. Ay yarabbim.

‘Ne iş yapsak’, muhabbetine girdik gene. Tipik. ‘Afrika’ya gider misin?’ dedim Düella'ya. A, olabilir, dedi. Yonc panikledi. ‘Yaaaa, ben de. Ben de!!!’ Tipik. Aramasa da sormasa da Düella'yı taş atımı mesafede dursun. Damat Bey gelmek isteyebilirmiş. Fransızca’ya falan da hakim ya. Olur, dedim. Sahilde bahçeli evlerimiz olur. Ne güzel. Yonc ne yapacak peki orada? Çocuk yaparsınız. Mis gibi ortam. Çocuğu Düella yapsınmış. Yonc istemiyormuş. Tipik. Gelinlik giymek de istemiyormuştu. Evlenmek de.

Çocuk istemiyorduysa neden evlendi? İnsan çocuk istemiyorsa evlenmek ister mi?

Çarşamba, Mart 14, 2007

Amerikalılık Böyle Bir Şey

Internette şöyle bir geyik dolanıyordu:

World's Shortest Fairytale:
Once upon a time, a guy asked a girl, "Will you marry me?" The girl said "No" and she lived happily ever after and went shopping, drank martinis with friends, always had a clean house, never had to cook, had a closet full of shoes and handbags, stayed skinny, and was never farted on.

The End

Ben de tanıdığım bütün kızlara yolladım. Köste bana şöyle döndü:

Wow... Çok üzgünüm Hafiyecim ama sen üzgün değilsen ben de diilim, kızgınsan iyi olmuş eşşeğe. Merak ediyorum ne olduğunu ama anlatmak istemezsen anlarım.Seni çok seviyorum, daha iyilerine layıksın!

Hala kahkahalarla gülmekteyim. Köste benim Aladağ ablam. Kızmaz onu buraya yapıştırdığım için. Zaten ben olayın ardına, arkasına falan bakıyorum. Şu cevaptan 'Amerikalılık işte aynen de böyle bir şey'i çıkardım. Geyiği anlamama, gerçek sanma. Başka bir boyutta olma hali ki o boyutta fanteziye yer yok.

Şöyle de komik bir tarafı daha var ki olayın Şövalye’yi de tanıyan ve hatta onun en fanatiklerinden biri olan Köste direk iyi kız arkadaş modunda şefkatini yollamış. Manitaya hakaret etmiş, beni daha iyilerine layık bulmuş, beni sevdiğini söylemiş bir de. Ben de onu çok seviyorum valla.

Keşke bütün manitalar kız arkadaşlar kadar taraftar olsalar. Öyle olsalar zaten peri masalları bu kadar tekil ve kısa olmazdı. Hayat ne acımasız.


İşlerim ne çok. Oysa ben size eve nasıl bir türlü yerleşemediğimi anlatacaktım.

Çarşamba, Mart 07, 2007

IKEA'nın Köfteleri

Çok enteresan bir şekilde Istanbul IKEA’nın cirosunun yüzde yedisini İsveç köftesi oluşturuyormuş. Benim cinnetimin de yüzde yetmiş beşini bir başka IKEA köftesi oluşturmakta. İsmi Şövalye. Yanlış konmuş bir isim olduğuna aydım son bir haftada. Zamanında bir saklı ejderhaydı. Her başım sıkıştığında bir delikten çıkıp beni kurtardığı için ‘şövalye’ diye fısıldadık kulağına. Şu yazı yazmadığım son bir haftada manitama ‘Şövalye’ demek, tıknaz kıza ‘Ceylan’, çıtkırıldım oğlana ‘Aslan’, ‘Kaplan’ gibi isimler koymuş olmaya benzedi resmen. Şöyle ki:

Adam anlaşılan temiz, modern ve batılı imajından etkilenmiş IKEA’nın. Bir de tabii kendin pişir kendin ye halinden. Böyle modüler dolaplar, raflar, ipini çekince açılan perdeler falan. Eve getirsin, yapsın. İki önemli husus var atladığımız bu resimde. Birincisi kendisi dünyanın en uzun sürede –belki- bir karara varabilen insanıdır. İkincisi de kendisi ömründe eline tornavida, çekiç almamış; bir odayı, bir pencereyi ölçmemiş bir insan olmasıdır. Bu iki husus işte bana geçen haftayı zehir etti.

Tapınırcasına IKEA’ya gitmek eylemlerimizin sonuçsuzluğu bir değil iki değil, beşi, onu bulunca ben geçen Çarşamba itibariyle gitmekten vazgeçtim. O kendi başına gitmeye devam etti. Sonuçsuz kalıyor çünkü yedi saat dön allah dön dolaşıyoruz, bana bir şey gösteriyor, ben ‘tamam alalım’ diyorum. O düşünmeye devam ediyor. Sonra bir başka şey gösteriyor. Ben gene tamam diyorum, sonra o gene düşünme molası alıyor. Sonra saat 10’a doğru aşağıya iniyoruz. Belki işte fırsatlar kısmından bir kilim bir abajur. Hadi eve.

Dedim ki, IKEA bizi aşar. Bir kere öyle büyük parçalar ucuz falan değil burda. Resmen Tepe, Kelebek falan fiyatı. Ben bir yere gidip, şu odayı bana sarın, demek istiyorum. Hem ayağına kadar getirirler de paşa paşa. Sen kuramazsın bir de bunları. Düzgün takamazsın, sallanır. Sallanmazsa kırılır. Kırılmazsa illa bir tarafını incitirsin takarken. Babam Amerika’dayken bir TV sehpasını üç günde ancak kurabilmişti. Hergün kavga etmişti annemle. En son elinde beş vida, burgu, birkaç zımbırtı daha kalmıştı da nerenin nesi eksik sallamadık da öyle dangıl dungul diktik sehpayı. Yeter ki kavgalar bitsin diye.

Bir şey daha dedim ki ona haftasonu, ne bulursan onu al. Ben şişme mobilyalara bile razıyım artık. Hatta şu perdeleri al önce. Perdeler takılsın ki eve gireyim. Yerde oturayım, önemli değil. Yeter ki perdeler takılsın. Abi gene dağıttı konuyu. Bir IKEA seansı daha sonuçsuz bittiğinde PERDELEEEEEEERRRR, dedim. Fokus! Fokuuus! Fokuuuus!

Vay, amma Jennifer Lopez olmuşum ben. Özel jetlerle dolaşmışım da böyle olmuşum. Perdeler takılsın ne demekmiş. Emrediyormuşum. Onun evi miymiş sanki. Ben neden takmıyor muşum?

Perde nerde? Perde vardı da takmadık mı? İnsan 20 kez IKEA’ya gidip perde alamaz mı? Benim evimse sen neden karışıyorsun ki? Ben milyon kez ev düzmüştüm şimdiye. 'Taşınmak ne güzel, ne güzel' diye eteklerini uçuştururken mutluluğunu bozmiyim istedim de bunlar geldi başıma. Bir de tonlarca laf. Ha bir de eşyalarımın yarısı orda yarısı pansiyonda. Berduş berduş dolaşmaktayım.

Off annecim offff!

Salı, Şubat 27, 2007

Ev Alma, Manita Al

Pansiyondan çıkma vakti amansızca yaklaşıyorken Şövalye’ye kalsa beş ay kiralık ev arar, birine karar verinceye kadar o ev çoktan tutulur, bir sonrası için kafa patlatılırken o da kaçarken falan filanken sokakta kalırdım kesin. Atladım bir gün işten bir saat erken çıkıp gördüğüm üçüncü evi tuttum, bitti. Bizimki şoka girdi. İyi, dedim, akşama sen de gel bak bari. Gönlü olsun. Bir yandan da, yahu benim evim, ona ne ki, oluyorum. Bir yandan ama o da sevsin, diyorum.
Ev küçük, diyor. Sen ne karışıyorsun, oluyorum.
Ev çok cici, diyor. Burada çok mutlu olucaz, yeeeeyy, diyorum.
Bir sana ne, bir mıç mıç. Tahterevalli halleri.

Anonymous yazmış buraya iyi manita sen alışveriş yaparken en az bir saat cinnet geçirmez, diye. Anonymous bir kadın ve manitası bir adam ya. Ben evi 45 dakikada tuttum, eşyasını da 3 saatte alayım, bitsin istiyorum. Tersine, manita alışveriş ben cinnet yani. Tam dört gündür alışveriş merkezlerinde helak oluyorum. Şimdiye değin defaatle cinnet geçirdim. Bu cinnetler ev işleriyle haşır neşir olmadığım için eve fırın, süpürge, vileda gibi şeyler alınmaması ve bir minicik kova için dahi en az bir saat fikir teatisi yapma ihtiyacı direntisi gösteren Şövalye etrafında özetlenebilir. Mesela:

- Koçtaş’ta (Törkiş Home Depot) alışveriş sepetime attığım Vileda kovasını kapıp sallayaya sallaya gözüme sokarak, “Bak bu kocaman kova evinin 50’de 1’i. Emin misin, almak istediğinden? Ne zaman ev sildin ki? Gereği var mı?” diye sorduğunda...

- Fırın yerine sadece set üstü ocak alsak iyi olur fikrinin neticesinde fırın yeri boş kalacak, tuhaf olacak, nasılsa alınacak bu meret, alalım gitsin, diye düşünürken, “Bana börekler mi pişirecekti, minno?” diye sorduğunda...

- ‘Fırın boşluğuna kazaklarımı koyarım o zaman’ abuk fikrime, sırf fırın almamak uğruna artık sıcak bakar olduğunda...

- Tezgah altına koyacağımız çöp kovasının ‘basılınca açılan mı yoksa gel-git kapaklı mı olsun’, kararını 25 dakikada alamadığından dükkandan basıp çıkma eğilimleri gösterdiğimde yanı başımızdaki çiftten hatun olanın saatlerdir sabunluk bakması ve bu durumun kocasına darallar getirmesi yüzünden kocanın da benle aynı anda kapıya yönelmesi üzerine sinir boşalımlı kahkaha patlattığımda...

Bu liste daha uzar gider ama benim Yonca’nın marangozuyla randevum var. Gardrop ve şifonyer şeysi. Çitile, çitile. Bitsin artık bu çile!

Çarşamba, Şubat 21, 2007

Regl Öncesi Sendromu

Ruş yeni manita yapmak üzere, Muratçım. Ondan da sana yar olmadı. Az farkla kaçırdın. Onunla detaylı bir manita seansı açtık. Boyu posu, parası pulu pek sonra geldi. Ortalığı topluyor mu, yemek pişiriyor mu, falan gibi kriterler konuşuluyor artık. Nasıl kadınlarsak, ben annamadım. Erkeklere sorsan kadınların onlarda aradığı şeyler bunlar değil derler. Tersine dünya. Ben benimkini kalemimden düşürmüyorum ya. Hadi germiyim, bir kez daha konusunu edeyim. Ben onu böyle sevmedim, anacım. O da ortalık toplar, yemek koşturur, arar sorardı. Hırt oldu. Hatta dün akşam hiiiiç haber vermeden gelecek sandığım vakitten dört saat sonra, geceyarısına doğru çıktı geldi. Cebinin şarZı bitmiş. Arayıp haber vermek -nedense- aklına gelmemiş. Yok yok, nedeni belli. Sanmış ki ben zaten alemdeyim. Bir sanmalar sunmalar.

Sabah yine uzun commute’uma eşlik eden Leonard Cohen. Açtım baktım Düella beni rahat bırakın, derdiniz sizin olsun, diye bloglamış. Aaaa! Gece saat 3’te demiş. Uyuyordur diye esemes attım: Benim sana olan aşkım bir başka. Derdim varsa sana anlatırım; yoksa seni derdim yaparım. Rahat bırakmam. Psikopatınım. Şak diye telefon etti. Uyumamış hiç. Nodüllü nodüllü güldü. Neden üstüme alındığımı anlamamış. O da bazen Yonc'un psikopatı oluyormuş durduk yere. 'Neden depresifsin böyle?', dedi. Bilmiyorum, dedim. Herşeye psikopatça takıyorum. Şövalye’nin gecikişine. Beni artık sevmiyor. Her blog satırında kendime cezalar arayışıma. Beni kimse sevmiyor. Şarkının sözüne. Kimse kimseyi sevmiyor. En son da hergün birkaç kez yedişer ytl bayıldığım Starbucks’ın ginger latte’sine. Hazır sevgi.

“Sen,” dedi. “PMS olmayasın?”


Bütün bunların açıklamasının bu kadar basit olmasını kabullenemedim. Tamam, PMS karmaşık bir olgu fakat kısaltmaya vurunca pek bir basit duruyor, canım. Açıklaması bu olunca sanki dertlerim tanımlanamadığı gibi anlamsızlaşıyor da. Söylediklerimi kimse sallamıyor.

Yok yok, olamaz, biliyorum. Beni kimse sevmiyor.

Salı, Şubat 20, 2007

Leonard Cohen'le Depreşmek

Memlekete yeniden döndüğüme herkes bin pişman. Ne Şövalye’de huzur bıraktım ne Düella’da. Şövalye beni aramadı sormadı ya ben yoldayken. Gıcık oldum bi kere. Hiç öyle ‘Hafiye Şövalye’den Ayrılmasın’ kampanyalarına kalkışmayın. Adam sempatikliğiyle hepinizi zehirledi. Ben buzdan analizlerle konuştuğum için kanınızı ısıtamıyorken Şövalye takıyor mavi boncukları tabii her tarafınıza. Feel-good-movie gibi adam. Ama sadece size. El iyisi resmen. İçi beni yakmakta.

Düella'yı da çektim kenara. Bıdır da bıdır da bıdır seyahat dertlerimi sıraladım. İş güç. Üstüne planlar, programlar, çizelgeler. Daraldı, yok oldu. Kaçtı. Geldiğim belli olmuş. Huzuru kaçmış. Şu hayatta kimseye yaranamadım. Ona yanarım.

Sonra mesela arabada Leonard Cohen dinliyorum. İyice depresyon. O buğulu boru ses ve ekosu. Felçli Hafiye sözlere de takar. Sözler bir hikaye anlatıyor ama tam da ne olduğu belli değil. Hepsi birer Aziz Latif örneği adeta. Kodlar var. Dayanamam. Çözmem gerek. Belki telgraf hanımın tellerine de konu olur:

Well, maybe there's a god above

But all i've ever learned from love
Was how to shoot somebody who outdrew you
It's not a cry that you hear at night
It's not somebody who's seen the light
It's a cold and it's a broken hallelujah

Benim için tüm zamanların favorisi Famous Blue Raincoat’ tur mesela. Ortada bir aşk üçgeni vardır ama Leonard bu üçgenin içinde midir, dışında mıdır; üçüncü şahıs kadın mıdır, erkek midir, nedir yahu, olur dururum. Bir de şu mısralar var ki:

Yes, and thanks, for the trouble you took from her eyes

I thought it was there for good so I never tried.

Acaba diyorum benim de gözlerimde bir huzursuzluk mu var? Öyleyse bırakın Şövalye uğraşsın lütfen. Uğraş(a)mazsa üçüncü bir arızayla gazımın alınması muhtemeldir. O arızayı Düella ilan etmiştim. Madem cinsiyeti belli diil. Ama o da pek bir boşverişçi bu aralar.


Belki benim de yollara vurmam gerek. Böyle fondip usulü değil ama. Sindire sindire. Gurme gurme. Şövalye’nin gidesi var ama onunla gitsek yollarda dönüşümlü olarak bir naz, bir domuzluk yapıcaz. İtişicez kakışıcaz. Bir anlamı kalmıycak. Çift olma hali kafadan karizmatik değil bir kere.

Pazartesi, Şubat 19, 2007

Hafiye'nin Farkı

Özlempansiyon olsun, Barışnerede olsun, Cüneyt360 olsun, bu tip insanlar böyle bloglar bloglar tutadururlar. Sonra da seyahatleri bitince zirvedeyken jübile ayaklarıyla bloglarına ara verirler. 10 ayda 14 ülke gezmişiklerini anlatıp durdukları eski defterlere bakıp durursunuz. E, aferim. Ne oldu? Hafiye kadın 12 günde 12 ülke gezerek seyahatlerini de bloglarını da ellerine tutuşturdu bunların.

Efendim, onların haberleri çıka çıka Cosmo’nun, Kelebek’in kıyısında köşesinde çıktı. Benimkiyse ekonomi bültenlerine manşet oldu. Onlar yüzleri gözleri toz toprak içinde dolanırken benim özel İngiliz uşağım vardı. Her işime koşturdu. Dudağım çatladı krem, gömleğim kırıştı ütü yetiştirdi. Çıplak ayaklı köylü kızlarını görmedim ama Paris’te, Milano’da, Dubai’de, manzaralı, jakuzili odalarımda binlerce yuroluk şarap kadehlerindeki dudak izlerinin sahibi oldum. Yalnız bütün zarafetimle ayrılırken eşantiyon sabunları, jelleri toplamayı bilhassa unutmadım. Hatta o kadar çok otel armalı havlu terlikleri oldu ki Şövalye’nin, sevinci ömre bedeldi.

Ha, arada Şövalye’ye arızalandım, o ayrı. Bu şapti oğlan ben gidince beni unuttu resmen. Önceden ‘ne şeker, tıpkı bebekler gibi’ diye size anlattığım şey döndü dolaştı beni tırmaladı yani özetle. Adam aramaz, sormaz oldu yahu. Köşeyi dönmemle varlığım bilincinden silindi alenen. Cicim aylarımız bitti galiba onlan. Ayrılırsak haber veririm, Muratçım. Ben zaten buralarda zor durucam gibi. Beni yanına, Chicago’ya aldırırsın artık. Öyle Amerika’ya Türkiye’den getirilme gelinlere de benzemem. Bana yol yordam öğretmen gerekmez. Hazır yapılmış bir hatunum. Rahat edersin.

Bir tenis topu gibi fırlatılırken bir ülkeden diğerine, arada bir Murat krizi çıkmış. Size çok kızdım sevgili hırt arkadaşlarımdan ibaret okurlarım. Yahu neden okur yelpazemin genişlemesi çabama tıpa oluyorsunuz ki? Ben topluma mal olmak, herkesin sevgilisi bir yazar olmak peşindeyim. Arada şehirli kadın çıkışları yapıp Ayşe Arman’ın tahtını sarsan kadın olmak isterim. Beni paylaşmaya açık olun çok rica ederim. Bağlaç olan de’leri ayıramayan da, birtakım deyimlerin farkında olmayan da okusun, lütfen ya. Çok rica ediyorum.

Salı, Şubat 13, 2007

Sevgililer Günü Hediyesi

Nerden takıldı dilime, anlayamadım. Canlarım, süper sizsiniz. Nııı-nıy-nıy-nıynıy-nınınım-nınınım. Süper Fm. Yol insanı bu hale getiriyor. Hafıza hangi dehlizlerinden geçti, bilemedim. Bu Murat şeysine de amma takılmış okurum. Yorum yapıcam dedim ama gece saat 2’de Stockholm’de kralın buzlu sarayına bakarken pek de bir şey olamadı. Arada Dubai’ye falan da gittim. Bünye bu. Makine diil nihayetinde. Yorum namına çıka çıka bu çıktı işte: 'Canlarım, süper sizsiniz'

Burada herkes ne kadar da Şövalye’ye benziyor. Özlemek bile tuhaf bir hal aldı. Kuzeyli gövdede Akdenizli kucakmış o. Sarsa da uyusak. Burada böyle çöpleri çıkarmaya uğraşmasak gözlerden.


Dün gece birkaç saatliğine uğradığım İstanbul’da biraz saydırdım ona. Olacak o kadar. Özlemenin sıkıntısından, diyelim. Hadise şöyle:

Bende alışveriş yapacak hal yok. Görev icabı uçaktaki duty-free’den bir traş makinesi kaptım ona. Amsterdam’daki otelden de godivaları yürütmüştüm. İğrenç bir naylon poşette verdim bunları ona. Al, sana manitalar günü hediyesi, diye. Ya zaten iki saatçik görüşüyoruz. Bu çocuğa hediye falan vermemek lazım. Sevindirik şirin gibi gitti traş oldu gecenin köründe. Ay, allaam. “Eee”, dedim. “Hani senin hediyen?”. “Çok ayıp”, dedi. Romantik romantik vericekmiş o. Hem zaten daha manitalar günü gelmemiş. “Ama”, dedim, “ben burda değilim ki 14’ünde. Bunu öngörerekten hediyeni sana erkenden aldım verdim. Senin de öyle yapman gerekirdi” Söylenmezmiş böyle. Neden ki? Çok güldü bana. Oysa ben her erkeğin rüyasıyım sanırdım. Odun odun işte, ne güzel. Al, ver. Tamam. Bir kucaklaşalım, bitsin. Rahat rahat.

Analiz bitmez. Neden de niye de, uhuu. Sanırsınız ki almış bir şeyler ama atmosferine kasıyor. Sonunda anlaşıldı ki adam daha hediye mediye almamış. Öyle çabuk(!) karar veremiyordu ya. Doğruuu, oldum. Bunu atlamışım. Böyle de bir huyumuz vardı. Hangi pantolonu alsa iyi oluru üç hafta düşünen biri var karşımızda. Bense üzerime giymeden takım elbise bile sipariş verebiliyorum internetten.


Ben kullanışçılık ve çabukluk, o ise estetik ve atmosfer kasarken nasıl bir arada olabiliriz endişesine kapıldım şimdi. Çöpler. Çöpdemirler. Şu seyahat bitse de rahatlasak.

Salı, Şubat 06, 2007

İzahnamem

Murat isimli okuyucumun gerçekliğine inandım ve onun yol açtığı birtakım içsel devinimler yaşadım. Bir elektrik aldım. Bir elektrik veresim geldi. Empresyonistiz ya hani. Anlatıym bari. Şimdi şöyle ki:

Murat kızmış bana. Bir yorum yaptık. Yapmaz olaydım. Hale bak, diye. Haklı.

Birincisi, o kadar inanmıyorum ki tanıdığım birkaç kişinin dışında blogumu okuyan olduğuna, hemen kuşkucu bir yaklaşımla, bi dakka bi dakka, oldum. Hafiyelik yapıp hatta, kimin bit yeniği bu diye araştırmalar bile yaptım. Bazen birisi beni beğense, flörtöz sebeplerle olsun, entellektüel sebeplerle olsun, insani sebeplerle olsun, ne sebeple olursa olsun, bir reddetme hali yaşamaktayım. Türkiye’de herkesin diline pelesenk olmuş Gaffurca tabirle, ‘beni beğenmiyor musun?’ hali. Beğenmiyorum, efendim. Hırt oluyorum karşılığında. Şövalye dediğimiz manita şahısın yerinde başkası olsa çoktaaan uzamıştı hatta. Onunla şu kısacık geçmişimizde dahi, binyediyüzyirmiyedi kez ayrılalım-bitirelim-farklıyız-bu iş yaş falan oldum. Allahtan o bir sabır taşı. Israrla stres testine devam ediyorum. Bakalım ne zaman çatlayacak?

İkincisi, kimse okumayacaktıysa neden halka açık bir blog var karşımızda, diye sormuş. Gene haklı. Gene açıklamasını yapayım. Kendimi anlatma telaşım hiç bitmesin: Biz bir kankalar grubuyduk. Dünyanın dört bir yerine dağıldık. Gel zaman git zaman, kendi adıma kesif yalnızlıktan kaynaklandığını düşündüğüm bir yazı yazma aşkı belirdi bende. Blog yazılarına benzer şeyleri emaille yolluyordum hepsine. Uzun yazıyorsun, dediler. Meşguluz, dediler. Mırın kırın ettiler. Bir web sayfası yap kendine, inbox’larımızı meşgul etme, dediler. O yüzden bu blog çıkageldi.

Muratcan. Keşke Atlanta’ya yolun düştüğünde bana bir not bıraksaydın da senle buluşsaydık. Bir kahve falan içseydik. Olmadı madem, tatilinde Türkiye’ye geldiğinde not bırak bari. O zaman görüşelim. Hırtlaşsam da kaçma. Aslında iyi bir insanımdır. DC’ye yolun düşerse Ruş'a da not bırak. Ha, bak o daha hırttır benden. Belki de ona baka baka karardım, bilemem. Ama korkma, o da yemez. Ne olur Hafiye'yi okumaya devam et. Bize biraz anlayış gerek, hepsi bu. Di mi Şövalye?

Bugünkü toplantılarım da bitti. Birazdan gym’e gidip yediğim sufleleri öğütücem. Yarın Amsterdam’a geçiyorum. Bilenler bilir. Orada paranoyam coşarsa daha karanlık şeyler saçabilirim buraya. Korkmayın. Nihayetinde acı patlıcana bişicikler olmuyor.

Umrumda Değil

Hala üç beş kankamın, onların da üç, hadi bilemediniz beş kankasının dışında bir okuyucum olmadığına inandığımdan bloguma yorum bırakan Murat isimli kişinin gerçekliğine inanasım gelmiyor. Eğer bu abi tanıdığımız biri olmasına rağmen sadece ortalığı karıştırmak adına bir mahlasla ortaya çıktıysa bu hareketini çok zekice buluyorum. Özellikle de Ruş'a, ‘bey’ demesini. Bizim seksi dansözümüzü erkek sanmasını sandırmamız gerçekten çok başarılı. Tebrik ediyorum. Yok, gerçekten Murat ise o zaman 20 Ekim 2006 tarihli Hafiye’nin Karakterleri yazımı okuyup Ruş'a dair fikir edinmesini rica ediyorum.

Gündüz toplantılar, akşam yemekler şeklinde ilerliyorum. Az önce haftalar önceden rezervasyonumuzun alındığı koko bir Fransız restoranına gittik. Menüyü anlayana aşkolsun. Hadi benim eski Parizyenliğim sayesinde çözdük. Masadaki bir iki kişiye yardımım da dokundu. Lakin ortamda sigara içilmeyişi çoğunu bozdu. Beni de üç saatten önce çıkamayacağımız. Kalkalım isterseniz, köşedeki bağrış çağrış sesleri takip edelim. Pubdaki gençlerin eğlencesine akalımı önerdim. Aa! Anında kabul gördü. Ama garsonumuz, pardon, le serveur’ümüz, Fransız aksanıyla rezervasyon iptali paramızı isteriz diye tutturunca oturduk yerimize.

Bir saat geçti. Sadece suyumuz ve şarabımız vardı masada. Su da sparkling su. Soda. Normal su getirin yahu. Bin kez söyledim. ‘Regular water’, diyorum. Servör yüzünü ekşitiyor. ‘Still water’ diyorum. Geliyor. Su bardağımda köpüklü sudan var. Hemen yanında boş bir şarap kadehi. Köpüksüz olanı ona koyuyordum ki servör koşaraktan gelip bana kızdı. Birileri de gelmişti kodaman kodaman. Şarap kadehine su koyamazmışım. Kardeşim sana ne. Yanımdakilere dönüp ‘amma lordlarmış bunlar da’, dedim.

Yanımdakilere hürmet sonsuz yalnız. Şaraptan mı, artık rezil olduk bir kere daha kötü ne olabilir hissinden mi bilemedim. Bir rahatlık var üstümde. Birine, ‘Ne iş yapıyordunuz?’, diye sordum. Masada bir sessizlik oldu. Adam meğerse önemli bir üst düzey bürokratmış. Ne bileyim ben?

‘Ben’ dedim. ‘Hiç bilmem Türkiye’deki önemli insanları. Kusuruma bakmayın’
‘Önemli değil,’ dedi. Kusur bir yana, yüzüme de bakmadı.
Çok da umrumdaydı. Gibi bir şey.
Yani...
Benim umrumda değil ama masadakilerin umruydu galiba. Bu bağlamda dolaylı olarak umrumda olsa iyi olur gibi gelmesi gerekirken yine de olamamasından yana bir sıkıntı oldu bende.

Pazar, Şubat 04, 2007

Penguen

İstanbul’a karlar serpişirken burada yani güneşli ve mutlu Londra’da otel odamda oturası gelmekten başka bir şeyi gelmeyen bir uyuzum. Uyuzluğumdan da bloga yazıyorum. Başka bir şey değil. Çık gez, di mi? Nereyi ve niye? Geç saatlerde otel odamda yığılmaktan baska düşüncem pek az. Son sekiz yılım yollarda geçtiğinden kendimi sokağa atma hevesim de en az o kadar. Az.

Hani kıskançlığım sonsuz ya şu Andlar’daki sümüklü kız çocuklarının çıplak ayaklarını görenlere. Büyük şehirlerin koko otellerinden onlara nispet yapabilir miyim bilemem. Ama onlardan birini burnumun direği sızlayaraktan özlüyorum. Lokmalar da büyük geliyor ayaklarım da ağır. Etrafım bana o kadar aşina geliyor ki zamanın burasında asılı kalmaktan korkuyorum. Senelerce asılı kalmışlıktan birikmiş düğümlerimi hatırlıyorum.

Resimlerine bakıyorum penguenlerle çekilmiş. En az penguenler kadar sevimli, onlardan daha bebi yüzüne. Sanki okula yeni başlamış bir çocuğum. O bebek penguene yapışmak istiyorum. Tıpkı annemin eteği gibi. Önümden kaldırılıp arkama konmasıyla yokolacak sanıyorum. Tıpkı bebeklerin sandığı gibi.

Cumartesi, Şubat 03, 2007

Tartı Telaşı Londra'da

Bilenler bilmeyenlere anlatsın. Ben çok anlattım. Çok da ağladım. Ağladığım için hor da görüldüm. Birçokları için havalı ortamlarda kolayından James Bondçuluk oynuyorum çünkü. Hain bir kurguda başrollerden biri bana düştü. Londra’da, yatırım bankacılarının arasına zembille indim. Dizi dizi minik küplerinin içinde beş ayrı ekranda royterz moyterz grafikler yanıp sönen adamlar ve kadınlar. Ama en çok adamlar. Akşamları yemeğimi yerken ne kadar da kibirliler. Herşeyi bilirler. Ben de biliyorum herşeyi ama benim bir şey bilmediğimi sanmalarına gıcık oluyorum. Özetle az gelişmiş ülkenin az bilinçli şapşalı muamelesine maruz kalıyorum. Eskiden savaşlar verirdim bu gibi hallerde aklımı fikrimi ortaya koymak için. Aklımsıra milli kimliğime laf getirmeme kasıntısı. Bir çeşit eziklik belki. Oturup onlara memleketi Levent-Etiler-Nişantaşı üçgeninden anlatacak değilim. Öyle yapanlara da gıcığım. Sallamıyorum artık. Hıı. Hıı. Whatever. Hava güzel allahtan. Piccadilly’deki koko otelim de güzel. Akşamları beş çayına gelen pinpon teyzeler de. Peki gözleyecek ve dolduruşa getirecek bunca şey varken ben ne yaptım?

Tartı telaşına yenik düştüm tabii ki! Banyomda bir tartı. Aman allahım. Ne kadar dijital. Fütüristik bir tarzı var. Şeffaf camımsı gövdesinin içinden parlak metalik şeritler geçmekte. Markası da Soehnle. Daha önce Soehnle markayla tartıldığımı hatırlamıyorum. Çık bakayım üstüne. Haaah. 66.2. Dur biraz da şu tarafa çekeyim. 64.7. İskandinav çağrışımlı ismine ve cismine baksan işten anlar duruyor ama pek deterministik çıkamadı alet. Hangisi doğru ki şimdi? Sonuca göre minibardaki koko çikolatayı yiyecektim fakat en kötüsüne çalışan aklım yüzünden yemedim.

Akşam Gippi’nin çıtır ve haliyle çok enerjik sevgilisinin peşinden bar bar dolaştım. O alkole vurdu, ben diyet kolaya. Sabah da uyanır uyanmaz spor yapmaya indim aşağı. A, orda da tartı. Kantar usulu. Kaçmaz. 64. Bu bağlamda bir kilo verdim galiba nihayet. Banyo yap, saç kurut, toplantıya yetiş derken öğledensonra olmuştu ama hala yemek yememiştim. Çılgınlar gibi kendimi etraftaki restoranlara attım. Birinden diğerine. Diğerinden öbürüne. Yemek yok! Junk yemiycem diye kastığımdan tabii, yoksa burger olsun pizza olsun gani gani.


Özetle, koskoca Londra’nın göbeğinde aç kaldım. İkibuçukta öğle yemeği servisleri bitiyormuş. Sevsinler. Gözünü sevdiğim memleket. Gözünü sevdiğim Amerika. Otele döndüm. Orada da aynı hikaye. Barmene yalvardım en son. Mutfaktan iki tike tavuk getirdi. Titreyen ellerimle çatalı bıçağı beklemeden Erol Taş misali yumuldum. Abiden meraklı bir ‘where are you from?’ geldi; o tikeler de boğazımda kaldı.

Salı, Ocak 30, 2007

Tartı Telaşı- 2

Bloguma yorum bırakanların kimler olduğunu tahmin edebiliyorum. Yem attım. Tuttular. Süper. Demiştim ya. Tartı cinnetinin kanı yerde kalmaz. Devam ediyorum. Hangi işin peşini bırakmış Hafiye, ha? Hangii?

Gugıl olsun, eşe dosta sormaca olsun, yaptık araştırmalarımızı. Hatta da bu sayede Fatosfatos isimli blogcunun sitesiyle bile tanıştım. Laf arasında, ilk kez kendimden başka birini de beğendim. Şöyleymiş işin aslı: Dijital tartı analog tartıdan ortalama 2 kilo fazla tartıyormuş. Kilo verme prosesini bloglayan Fatoş'un da zaten her iki tartıdan kilo skorları ayrı ayrı listeli. Eş dost da onayladı. Dijital çok çekiyor dediler valla. Para vermeye kıyamadım da bir diji tartım olamadı şimdiye kadar. Ondan bu kadar önemli bir ayrıntıya bu kadar geç vakıf olabildim.

Gene de bırakmadım ucunu. En doğrusu bildiğin kantar da diyen var madem. Yandaki eczaneye gidip bildiğimiz kantarda boyumu, kilomu bir kez daha hesaplattım. 65 işte. Senelerin değişmezi. Kasar 63 olurum. Tutunamaz. Yukarı çıkası gelir. Ama iyi bir şey oldu. Boyumu 1,75 sanıyordum. 1,76 çıktı, iyi mi? 8-10 yıldır boyumu ölçtüğümü hatırlamıyorum. Bazen birisiyle kıyas muhabbetine yanına dikilirdim, hepsi o. Hani üniversitedeyken bile uzamıştım da duyan şaşardı. 30'unda da uzar mı insan? Olmuş bişi artık. Tiroid falan bozulduydu ya bi aralar. Belki ondandır. Neyse yahu.

Hangi densiz şimdi bana şişko diyor? İspat ispat üstüne. 1,76 boyunda 65 kilo birine şişko denmez, tamam mı? Hem bende kas çok. Ağır çekiyor. 'Sporcu'yum ya. Ondan. Eki eki eki...

Cuma, Ocak 26, 2007

Tartı Telaşı

Düella'ya oturmaya gittik bir akşam. DVD'lerini seyrediyoruz işte, ne akşamı, gece olmuş. Ara verdik, banyoya gittim. A, bir baktım tartı. Her gördüğüm tartıya çıkarım ben. Yalnızsam tabii. Özellikle misafir olduğum banyolarda bulduklarımı hiç atlamam. Önce bir ayak hareketiyle bulunduğu kuytudan ortaya doğru iteler, sonra da üzerine yavaşça çıkarım. Hop diye çıkarsam fazla tartar diye korkarım. Çıktım işte Düella'nın ablasınınkine de öyle. Şok şok şok! 67.7'den 68!

Anneciiiiiiim! Diye bağırdım istemsiz. Hemen bir koşu içerden Şövalye'yi getirdim. O sıskalığıyla meşhur ya hani. Onu da çok tartarsa anlıycaz ki bozuk. O zaman rahat edicem. O da çıktı üstüne. Şok şok şok! 87!

O bir yandan ben bir yandan isyan ediyoruz. Evdeki tartıda ben 63, Şövalye 82 çekmekte çünkü. Hadi bugün akşam olmuş, şişmişiz, çok yemiş, çok içmişiz desek bile 5 kilo fark çıkmaz! Hadi ayın sonu olmuş, su tutmuşum kandırmacasını da ekliyim. Yine olmaz.

Düella acı gerçeklere davet ediyor bizi. O da istemezmiş böylesi rakamlara şahit olmayı ama gerçeklermiş ve acıtırmış. Sonra isyanı bıraktık, filme devam ettik. Önümden kareler, içimden liste liste diyet menüleri akıyor. Kendime de kızıyorum. Ulam, Amerika'da yedi sene o kadar kukinin, donatın içinde kilo almadın. Burda hemen cortladın. Amerika bitti disiplin gitti. Bir de o kadar spor yapıyorsun. Yapmasan ne olacaktın. Şişko.

Şövalye de huzursuz. Üstünü boş bırakmadık tabii. Yürüdük. Ben sadece tanıştığımızda 74 kilo olduğunu, beş ayda 13 kilo almış olduğunu söyledim. Bu ivmenin burda sonlanmasının iyi olacağını, aksi takdirde hızla bir tonton ailesine dönüştüğümüzü söyledim, bıraktım. Düella'nın baskısı daha psikoloji çökerteden cinsten oldu. Bütün erkekler manita bulunca salarlarmış zaten. Bizimki güya o kadar outdoor sportif dağcı gezginmiş ama tutmuş sonunda bir pansiyonda göbek büyütmüş, olmuş muymuş. Şövalye benden iyisini bulamazmış. Ama bu göbekle şansını zorluyormuş falan filan. Bir beş dakika geçti geçmedi, adam kalktı banyoya gitti. Ah, dedim. Kesin tartılacak. TV'yi kıstık. Sustuk. Banyo seslerine kulak kesildik. Sifonun ardından tartının itelenirken çıkardığı sürtünme sesini işitir işitmez kahkahalarımız deprem oldu. Şövalye döndüğünde bizi aşırı kıkırdamaktan yerlerde yuvarlanır buldu.

Kilolarıma bahane bulmadan bırakamam elbet. Devamı var bunun...

Perşembe, Ocak 25, 2007

Fişler ve Şişler

Ailecek 'çok yuvarlanma'dan 'hiç yoktan hır çıkarma'ya uzanan geniş spektrumlu ruhiyatımızı doya doya yaşadığımız kış aylarımızın oturma odasında ne zaman belirirse o zaman bilirdim ki evden kaçma zamanıydı. Beliren ne? Üstü kahverengi formika kaplı, demirden çitlembik bacaklı bir yazlıkçı masası. O kadar bu mevsime ait değildi ki açıldığında yazdan kalma kumlar bile serpilirdi halıya. Peki neyin habercisiydi bu masa? Vergi iadesi için yazılacak fişlerin! Arkasında babamın bıyık altı otoriter suratı. Haydi kızım, marş marş.

Annecim, benim sınavım var! Ödevim de var! Yalan. Sömestr tatili olurdu zira. O zamanlar bilgisayar da yok. Bileğine kuvvet yaz babam yaz. Turan Manifatura. Nehir Kundura. Öz Gıda. Oğul Giyim. Şen Kasap. Alt alta yaz ve topla bir de. Benden daha özürlü hesap makinesi kullanan yoktu; hala da olduğunu sanmam. Mesela en son hangi rakamı girdiğimi unuturum. O zaman beşer beşer toplıyim. Yok, üçer üçer daha rahat. Tuh, toplamayı bıraktığım yerin işaretini unuttum galiba. Haydi baştan. Ayy, yanlışlıkla MC tuşuna bastım. Bişi mi sildim demek bu? Öyleyse ne? Offff.

Birkaç gün o masa ve üzerinde o malum fişler, kardeşin üzerlerinde gezinen meraklı elleri ve annemin 'hadi bitir artık'larına rağmen mızıklarım ve babamın umursamazlığıyla kalırdı ortada. Sonuna doğru da illa bir kavga çıkardı. Öyle ya da böyle biterdi ama fişleri yazmam kaydıyla bana vaadedilen vergi iadesi tutarı da yalan olurdu. Harçlığıma bir zırnık iade eklenmemiştir zira.

Fişler gider masa gitmezdi yalnız. Masa, oturma odasının bir parçası olur, TV karşısında ödev yapmanın keyfine varılırdı. Çok uzamadan, okullar açıldıktan en geç bir ay sonra kalksa iyi olurdu yalnız. Aksi takdirde babam bu sefer ilk yazılılarını bana çakardı. Cevap anahtarı burda. Oku bakayım şunları. Kurşun kalemle mizan cetvelleri çizilmiş, karga burga doldurulmuş, paket lastikle tutturulmuş beş rulo çizgili parşömen. Ne anlar 10 yaşında bir velet muhasebeden? 21 yaşında işletme okurken de anlayamadım zaten. Mazimdeki travma yüzünden her muhasebe dersinden çaktım. Tek ders mek ders, ancak öyle bitirdim okulu.

(Uzun lafı gene kısaltamadım. Bayılanlara selametle. Zaten 'donsuz kadın resimleri'ni gugıllayıp her ne hikmetse buraya düşen 20-25 kişiden başka hepi topu üç, bilemediniz beş tirajlık bir blog bu. Onların da keyfine uyamıycam)

Neyse işte, sonu her daim işkenceyle biten fiş doldurma işlemlerinden baba evinden çıktığımdan beri uzaktım. Zaten Amerika'da yoktu bu işkence; fakat kahretsin Joe, ucundan gene yakalandım. Bu sene sonmuş. Ne de olsa excel çıktı, mertlik bozuldu sanmıştım. Yanılmışım. Yıllar içinde paslanmışım. Ne iadeye geçiyor, ne geçmiyor, bilmiyorum bile. Vaktinde de pek başarılı sayılmadım zaten. Babamın zarflarında hep hata çıkardı. Şövalye girdi benimkileri excele sağolsun.

Ha, fişlerin sıralı olmaları gerektiğinden bile bihaber Hafiye, tuttu onları dağıttı mı bi güzel excele girildikten sonra? Öyle verilmezmiş diye de günlerce süründü fişler sehpanın, büfenin, buzdolabının üstünde. Babaevi repeat. Son gün Düella da geldi. Bir tutam fiş verdiler elime, diz tarih sırasına diye. Sadece ay sırasına dizmem gerekiyormuş. Ben gün ve saat bile kastım. Meğer Düella'da da varmış ayrı bir tutam. Önce ayrı ayrı aylara bölecek, sonra ayları birleştirecek en sonunda günlere dizecekmişiz. Ben kafadan günlere dizdiğim için yeniden gene aylara bölmem gerektiği bi yana, dalga da geçtiler.

Madem öyle, işte böyle ben de domuz gibi oturdum. Elimi bile sürmedim. Oradan alacağım 350 yetele'ye de lanet olsun. Şövalye bozuldu. Hiç ilgilenmemişim diye bu sefer o domuzluk yaptı. İşin yoksa bir dolu numarayla gönlünü almaya çalış. Tam alıcam, bir laf ediyor, ben bozuluyorum. Bu sefer o uğraşıyor. Ben domuz. Sonunda hır da çıktı. Babaevi repeat 2. Offff.

Yani. İki sonuca vardım.
Bir. İnsanın yetiştiği ortam geleceğine dair ipuçları veriyor.
İki. Bu fişler insanı şişler.

Çarşamba, Ocak 17, 2007

Filmin Sonunu Merak Etmek

Bilenler bilir. Normalde televizyon seyretmem. Seyretmeye başlasam bile ilgimin sürekliliğini tutturmak zor. Bazen çok heyecanlı bir filmin orta yerinde tuvalete gittiğimde çıktığımda filmi unutmuş, mesela yemeğe ya da alışverişe çıkmaya hazırlanır bulurum kendimi.

Amerika evde film seyretme eğlencesinin cennet mekanı. Bin tane dvd geldi gitti evime zamanında Netflix sağolsun. Öyle kimileri gibi burn edip arşivlemiyordum da klasör klasör. Seyrettim, ettim. Etmedim, selametle. Ha, zamanında Gözde’yle de yaşadık. O ve binlerce dvd ve ben. Baştan sona adam gibi on tane film seyrettiysem en az bin tane de yarım yamalak film var hafizamda. Bazen biri aklıma gelir, sonunu merak ederim. O zaman da bir seyredene sorarım. Bazen seyredenin favori filmlerinden olur sorduğum film. Aa, sonu söylenmez, mutlaka izle diye beni kasar. Kardeşim, söyle yahu. Bir merak ısırığı bu. Kaşı işte. Di mi ama? Çok kastırırlarsa internete bakmaca. Sağolsun
www.themoviespoiler.com . Adı üstünde filmi mahveden. Başındaaan sonuna kadar tuvalette manita kritiği yapan kanka hatunlar gibi detay detay anlatılmış.

Oh be. Sizle mi uğraşıcam bi de?

Salı, Ocak 16, 2007

Mercimeğin Faydaları

Bana neler olduysa dün artık. Eve geldim, kimse yok. Ne dışarda yemek istedim ne de eve sipariş vermek. Canım da mercimek çorbası çekiyor. Şövalye’yi annesi beslemiş mücverle, dolmayla. Benim canım mercimek. Bir mücver-dolma paketi yollanmadı bana valla.

Hadi madem, yapayım oldum. Yemek yapmayı sevmediğimi alem biliyor zaten haliyle hiç öyle alengir malengir kasamam. Arada bir mercimek krizim geldiğinde atarım bir bardak kırmızı mercimeği suya, bir kaşık salça, bir tutam un ve biraz süt. İki karıştır. Kapağını kapat, tamamdır. Kapattım, duşa girdim. En kısık ateşteydi halbuki. Amanın, taşmış. Ocak mahf. Salla.


Zaten Oya gelecek yarın. Ona da iş çıksın. Geliyor heryer temiz. Ooh, kebap. Ortalık dağınık sadece. Bir yığın yapmış küçük odada. Dağınıklığı alıp oraya atıyor. Zamanla yığın oldu koca bir dağ. Eskiden ufak bir masaörtüsü yetiyordu kapatmaya. En son koca battaniyeyi kullanmış kapatmak için. Tabii ‘temizliğin’ üstünden iki saat geçmiyor ki, “euuee, benim siyah kotum nerde, kırmızı tokam nerde, yeşil pabuclarım, bifacilim, aynam, cımbızım...nerde yahuu?” olmıyim. Sonra o yığın dağı açılıyor, açılırken devriliyor ve karman çorman edilerek kayıp eşya bulunuyor. Ertesi hafta Oya yeniden aynı yığını dağ yapıp kırmızı polar battaniyemle kapatıyor. Bu böyle sürüp gidiyor. Bazen kayıplar kaybolduğu yerde kalsın desem sadece battaniyemi kaldırdığımda bile dağ devrilebiliyor. Nasıl ince bir dengesi varsa bu gavur dağının artık, bilemedim.

Neyse mercimek, diyordum. Yaptım mercimeği. Şövalye içmedi. Annesi doyurmuş onu. Zaten de beğenmedi. Ezmemiş, süzmemişim. Evde blender yok ki. Olsa da uğraşamam. Hiç süzmem ben mercimeği. Bir de işin yoksa blender’ı kur, o yoksa süzgeç üstünde kaşıkla ez. Bir dolu bulaşık çıksın. Peeh. Dişlerimde eziliyor, ağzımda süzülüyor ya. Yeter.

Oya’ya temizlik çıksın istemiştim ya. Ne kötü bir insanım ya da ne sevgili kulu Allah’ın Oya. Bilemedim. Gece yatmadan çorbayı dolaba kaldırayım istedim. Tenceresinin sapı elimde kaldı. Gerisi yerde. Halıda. Kapıda. Duvarda. Turuncu turuncu, yapış yapış. Oya’yı beklemez bu. Aldık artık elimize bezi, süngeri. Ha babam halı sildik, yer sildik, kapı, duvar sildik gece gece. Hayır, evin her tarafının elimde kaldığı yetmiyormuş gibi zaten üç tane tencere tava vardı, onlar da bizlere ömür.

“Bir daha yemek yapma, minno. Yazık, çok yoruluyorsun” gibi tuhaf bir cümle kurdu Şövalye. Gece temizliğinden yorgun düşmüş, uykuya dalmak üzereyken.

Cuma, Ocak 12, 2007

Uyanmış!

Saat 11'de arıyorum. Uykudan uyandırıldığına kızgın bir ses. Başka bir gün öğlen 1'de arıyorum. Aynı kızgın ses. 3'te arıyorum aynı. Derken geçen gün işten çıktım, eve gittim, yemeğimi yedim. Sonra aradım. Akşam saat sekiz. Yine aynı. Eeeh, oldum. Bu ne yahu? O da bana çemkirdi aynen. Bana neymiş. Hiç Hafiye'ye ne, olur mu? Karışmadan yaşayabilir mi?

Geçenlerde bir akşam oturduk CV'sini yazdık beraber. Her gün ısrarla soruyorum. Bir hafta geçti hala bir yere başvurmamış. Kariyer net bozukmuş. Bana yolla, dedim. Ben n'apabileceksem. Uğraşır didinir bulurum nasılsa başka yöntemlerle onu yaymayı. Önce nodüllü nodüllü güldü, sonra da azarladı bir.

Gerçekten ilginç bir hatunmuşum. Neden bu kadar müdahilmişim. E, çünkü içim rahat etmiyor onun düzensiz hayatından. Onun uykuculuğu, tembelliği, uflaması falan bana batıyor. Düzeltesim var. Düzgün bir işe girsin, onbirde uyusun, yedide uyansın. Izgara etli salatalar yesin, bol su içsin, spor yapsın falan istiyorum. Olduu, diyip gülüyor. Sonra yine 'sana ne yahu'luyor. Hakkaten bana ne. Neden haddini bilemiyor bu bünye?

Dün değil evvelsi gün de Levo annanesine yemeğe çağırdı. Bu şapti evde uyuycam, siz gidin diyor. Olmaz ayıp mayıp, incelik yapmış, hırtlık yapma etme, zorla götürdüm. Orda uyuyakaldı bu sefer. Misafirlikte uyuyakalan çocuklar gibi, az kalsın sırtlanıp götürecektik. Eve girer girmez uyudu. Gündüz oldu, işe geldim. Bu sefer kasmadım. Aramadım. Saat 3 gibi biip biip, esemes geldi. "Uyandım" diye mesaj atmış gülücüklü suratla beraber.

E, dedim, manyak kadın. Uyandırmasam da kendini böyle hatırlatıyorsun. 'Beni bugün sen uyandırmadın, aa, hayırdır', gibisinden. Onu boşverdik beni sordu. Anlattım işte. Sabah altıbuçukta kalktım, spor yaptım, banyo yaptım, işe geldim... 'Dur dur dur', dedi. Dinlemeye dahi enerjisi yokmuş. Başının belasıymışım. Sen, dedim, yeni uyanmadın heralde. Öyleyse 16 saattir uyuyor da. Yine kükredi bana. Bu sefer topladı pırtıyı ablaya gitti. Orası ücralığıyla bezginlere daha çok huzur vaadeden bir yer.

İkimizi de okuyan biri zaten ona benden en az beş kilometre uzak durmasını tavsiye etmişmiş. Ahaha, dedim. Evle abla arası sadece 3.7 kilometre. Arabayla giderken ölçmüştüm.

"Umarım kimsenin psikopatı olmazsın. Korkuyorum senden", dedi.

Salı, Ocak 09, 2007

Şöhret Yolunda

Cosmocular benden vazgeçtiler. Röportaj hatun gugıllamış, blog yazan başka kadınlar bulmuş kolaylıkla. Dolayısıyla benim 'resim vermem, isim vermem', sultan kanunlarıma katlanmasına gerek kalmamış. Şu gugıl çok rahatlık, canım.

Ben de gugılladım. Hoş, buna gerek dahi yok aslında. Pansiyon olsun Barışnerede olsun, 'seviyeli' bulduğumuz blog arkadaşlarımız dahi linklemişler kendilerini bunların bir kısmına. Bu kadınların kimilerinin yürekleri suskun bir peri kızı olmuş, kimilerinin kampana sesiyle gizemli tünellerden yalnızlığın başkentine doğru gidesi gelirken kimileri ilk masallarını dedesinin kucağında potinleri(!) yere değmiyorken dinlemiş. Kimileri 'gitmeyi, gezmeyi, görmeyi; hayata bu şekilde farklı açılardan bakmayı seven' kadınlarken kimileri kedili sıcak su torbası bulucam diye yıpranmış. Ve fakat ne olursa olsun pek çoğu gün batımında uçan martılar olsun, farklı ırklardan olmaları itibariyle ten renkleri kontrast yaratan şirin tonton bebecikler olsun, egzantrik mekanlarda uyuklayan kedi yavruları olsun bir yığın pıtırcık kartpostalı scan ederek koymuşlar sayfalarına. Ay çok güzeeel!

İşin birinci tuhafı, arkadaş diye bağrıma bastığım, beni tanıdıklarını sandığım KİMİLERİ ise 'sen bu siteyi çok seversin' diye bana ha bire bunları yollamaz mı? Çıldırıciiim. İşin ikinci tuhafı ise Hafiye iki yıldır uğraş didin, tehditle, şikeyle zoraki arkadaşları blogunu okusun diye kasarken öteki blogların hitleri çoktan yüzbinleri aşmış. Her bir yazıları en az 39 yorum almış. Yorumlar da bambaşka akıl fikir mucizelerine açılıyor elbet. 'Çok güzel olmuş', 'harika yazmışsın, ellerine sağlık', veya 'yüreğine sağlık'tan geçilmiyor ortalık.

Birbirini mütemadiyen alkışlayan, yalayan bir blog camiası var alenen. Bugünlerde bir çıkış arayan Düella dedi ki, bizim arkadaş çevresi yanlış tribünler, bizim asıl bunlara sızmamız gerek. Başka türlü şöhretin kapıları aranmaz. Ben de hala burda size laf anlatmaya çalışarak vakit kaybediyorum. Peeh! Başka blog açtım bile kendime. Oh olsun, yüreğime sağlık.

Cuma, Ocak 05, 2007

Öteden Beriden

Geriden gelmeye devam eden yazarınız aslında bütün gün blogunu toparlamaya uğraştı. Görücüye çıkacak diye. Cosmo dergisi blog yazan kadınlarla görüşmek istemiş. Resimler, röportaclar istemiş. Cosmocu bir röportac soruları yolladı. Eyvah ki ne eyvah! Meşhur olucam, diye önce bir hevesle başladım blogdan argoları, hakaretleri, (Türkler alıngandır hani) yanlış anlaşılabilecekleri ayıkla, uhuu, baktım, olacak gibi değil. Geriye kuş gibi bir şey kaldığı yetmiyormuş gibi tadı da kaçıyor. Salla dedim. Hafiye'nin meşrebi hafif. Görücü usüllük bir kız değil. Toplum hazır değil.

Hoş, Düella kendisininkini kolay ayıkladı. Seyahatname oldu çıktı pansiyon. Edebiynen. Hafiye linkini de söküp atacak sayfasından, görürsünüz. İzi kalmasın diye bu çabalar fakat ömür boyu yıkasa yüreğini çıkmaz bu aşkın lekesi, dedim. İnkar inkar bir yere kadar. O nasıl Yonc'a ültimatom koyuyor kocasının soyadını alıyor, babasınınkini atıyor diye. Aynı şey işte, Düellanım. Kel göründü.

Yonc dedik de... O ayrı bir şaptiye vakası. Şaşmaz. Cosmocu kızları başımıza o yolladı. Vay, bu konuyla ilgili en güzel arkadaşlar bende, gidin onlarla konuşun, diye. Her satırdan bir Yonc fiyaskosu damlayan bu blogları bir insan neden halka açar, ben anlamadım. Özgüvenden değil özbihaberlikten. Blogları okusa zaten böyle bir şeye kalkışmazdı.

Herkes Yonc'un nikahını merak ediyor, biliyorum. Pazar sabahı bize ihtiyacı olur mu, diye sorduk. Yok, dedi. E, dedik bizim de kuaföre falan gitmemiz gerekecek. Hani gelin bir kuaföre gider, düğündeki ağır top kadınlar da onunla gider, saç baş yaptırır. Herkesin paralarını da nikah salonuna götürmek üzere gelini kuaförden almaya gelen damat öder. Buna güvenerek saçımın kesimi geldiği halde bekletmiştim. Düella desen altı aydır tropik orman Jane'i. Saçları kaşlarına kavuşmuş. Pelinat desen Amerika'dan gelmiş. Saç kesimi falan haliyle kötü. Avucumuzu yaladık. Yonc bile evde yaptırdı saçlarını. Damat da duyarsa kriz geçirir diye bu dileğimizi dillendiremedik.

Nikah güzeldi ama. Yonc'un annesi bir cinnetle bütün salonu hizaya soktu, organizasyonu ele aldı. Yonc herzamanki gibi durumu abartmış. Damat geldi ve evet, dedi gayet. Tek protest hali kravatsızlığıydı ki şahsen bana batmadı. Sonra herkes şapır şupur öptü onları. Eğlenmek için de pansiyona yönlendik. Yonc, 30. doğumgünümde evlenerek rüzgarımı çalmaya çabaladı ama ı-ııh, her iki törene katılan kişilere sorun bir, herkes doğumgünümü koca bir kahkahayla anlatacaktır size. O kadar ki hatta, ertesi hafta yılbaşı da pansiyonda olsun diye imzalar toplandı, oylar, sloganlar atıldı.