Pazartesi, Ekim 15, 2007

Kızınız Hafiye'yi Oğlumuz Şövalye'ye İstiyoruz



Beni babamdan istediler. O da verdi gitti. Böylece bu yüzüğe genelgeçer bir açıklamam da oldu diyordum ki yüzükler çoğaldı. Parmaklarıma sığmaz oldu. Hangisinin nereye takılacağı konusunda da bir konsensüs olamadı. Şöyle ki:

Bir tektaşım vardı ya hani, söz mü, teklif mi, nişan mı ne olduğu belli olmayan ama evlenecek bir adamı buldum’u simgeleyen. Onun üstüne bir de isteme seansı akabinde kullanılmak üzere kırmızı kurdele ucunda duran, adetin yerini bulduran altın yüzükleri değiş tokuştuk. Üstüne bir de Anne Şövalye beş taşlı alyans taktı. Şimdilerde Barış Manço gibi dolaşmaktayım. Bir de her kafadan bir yorum çıkmakta. Hayır düz alyans sağ ele, tek taş sol ele, yok beş taş sola değil sağa. Ama üste halka, alta beştaş. Şövalye de tam tersine, bir altın halka takıcak hepi topu. En modern tipli en mat beyaz altından bir yüzük aldık kendine. Takmamak için ne bahaneler, yarabbim. Yok parmağına takmasa da boynuna kolye yapsa olur muymuş, cüzdanında taşısa olur muymuş, parmağına yüzük biçimli dövme yaptırsa olur muymuş diyerekten yaratıcılığın sınırını zorlamakta. En son biçimsiz parmaklarını bahane etti de sıkıyor diye takmamaya karar verdi. Bahaneler adı üstünde bahane. Adam utanıyor evli olmaktan. Hiç karizmatik diil tabii onun gibi outdoor bir abinin halka takıp kıçını kırması. Arkadaşları takmıyormuş efendim. Tamam dedim, evli arkadaşlarıyla bir sosyalleşme öncesi. Gidip bakalım. Çoğunluk takıyorsa takacaksın. Tamam, dedi. Bir baktık hepsi takıyor. Bu sefer senede bir tesadüfen karşılaşırsa sus pus yanyana oturduğu ve de üstelik benim arkadaşımın kocası olan Oğuz’u ‘arkadaşı’ ilan etti. O takmıyormuş efendim.

Bir iki didiştim. Sonra bıraktım. Benim takıntım bir başka takacak şey bulana kadar sürüyor, malum. Amaaan, dedim. Takmazsan takma. Neyse allahtan şu feysbuk çıktı da relationship status’umuzda nişanlı olduğumuzu deklare ettik. Arkadaşları da böylece duydu nihayet. Diğer türlü beş çocuklu aile babası olsa millet bekar sanacak. Listesinde ta ilkokuldan beri bütün eski manitaları gülümsemekte en janti, en bikinili pozlarıyla. Bari bir stoper görevi görür bu resmiyet- diye düşünüyorum en azından. Hoş, bunlar kadınları kamçılaya da bilir. İsterlerse buyursunlar alsınlar. Akacak kan durmasın bari. Erkenden. Ben de ekliycem eski manitaları diyorum. Ekleee, diyor. Adamın umru değil. A, bir de..nişanda çok beğenmiş beni. Saçımı fönletmiş, makyaj yapıp topuklular giymiştim çünkü. Ne zaman bunları yapsam kokoş sevmiyorum, sevmiyoruuummm diye yırtınıyordu. Daha neyi sevdiğinin farkında değil.

Neyse efendim, nişandan sonra İstanbul’a döndük. İşteki bekar kızlar kurdelemden bir parça getirmemi istemişlerdi. Bilmiyordum böyle bir gelenek olduğunu ama anlaması zor değil. Gelin teli, gelin ayakkabısı altına yazılan isim muhabbeti gibi bir şeydir diye. Hayır, efendim. Yediler kurdeleyi. Minik minik kırpan suyla beraber yuttu kurdelemi. Bağırsakları düğümlenecek kadar çok kurdele yutmuş olmalarına rağmen ben ilk kez şahit oluyordum böyle bir şeye.

İlişkiye resmiyet gelmesi tuhaf bir hal imiş. Nişandan sonra bayram geldi ya. Şövalyegiller’e ziyaretler Şövalyegiller’le yemekler, davetler tam iki gün sürdü. Çekirdek aile dışındaki akrabalar tarafından sorguya çekildim. Şimdi birkaç işte birden çalışıyorum ya. Evliliğe nasıl vakit ayıracağımı sordular. Akşam yedi ile dokuz arası dedim. İçimden. En iyi hangi yemeği pişirdiğimi sordular. Fırında karnıyarık dedim. Şövalye’ye ‘bir fırınımız bile yok’ bakışları atarken. Euee, biz pratik şeyler pişiriyoruz. Ne gibi? Euee, Marmaris Büfe’den ıslak hamburger ve dilli kaşarlı tost gibi. Evimiz küçük ya. Çocuğumuz olunca ne yapacakmışız. Başka eve çıkarız. Bir de dünürcü gelirken getirdikleri gümüş tepsinin modelinin devamı gümüş çatal bıçak ve gondol takımını almam önerisi var. Annem o tepsiyi bulaşık makinesine koymamamı, bulaşık süngerinin telli kısmını dokundurmamamı, üzerine bardak koyarken çizilmesin diye dikkat etmemi söylediğinde dahi içim şişmişti. Bu kadar fonsiyon dışı bir alet neden bu kadar değerli diye.

Bizim ev ve gümüş takımlar. Böyle bir tezat olamaz. Şövalye cimrilikle karışık IKEA katalogu hayranlığıyla 9,95’e perde almıştı da ikinci haftada kafamıza inmişti. Öyle kırık dökük durmaktalar hala camda. 29,95’lik halımızın üstündeki 19,95’lik sehpanın üzerinde 1,499’luk bir gümüş gondol hayal ediyorum da. Kayınvalidem-to-be bize geldiğinde kriz geçirecek diye bir korku sardı içimi. Şövalye bişi olmaz diyor ama hep sonradan patlıyor onun bişi diil’leri. Mesela, ben bizimkilerle biraz kavga ettim, iki gün küstüm. Chamonix’de dağlarda kendi kendimize evlenme fikrini kabullendiler. Bu fikri yayan kendisi olmasına rağmen annaane mürüvvet görsün diye düğün salonları bakıştırıyor şimdi. Olan benim aile içi sözlü şiddetime oldu.

Şimdilerde hem organizasyon şirketi kiralamak gerektirmeyen hem de hiiiiiç klişe olmayan, yani maytap püskürükleri arasından nikah masası tahtına yürütülmeyen, fiyonklu sandalye kılıfları olmayan, pasta keserken ’Love and Marriage’i çalmayan ortamlar sunan bir düğün salonu arıyor. Daha en az birkaç yıl arar. Ben böyle diyince de bana çemkiriyor. Fikrim varsa söyleyeymişim. Bana farketmez dedim ya. Merdiven boşluğunda bile olur dedim ya. Yetmiyor adama. İlla düğününde prenses olmak isteyen bir yetişkin Barbie istiyor bu adamlar. İstesen suuuç, istemesen suç.

Yurtdışında evlenmek sanki klişe değil. Bütün sosyete, magazin dünyası birkaçıncı evliliğini böyle yapıyor. Kaldı ki dönünce anneler görsün diye bir ufak parti de verirmişiz. Bunun adı ’düğün’ işte bildiğin. Niye iki parçaya ayrılayım? Paris’te evlenicez diye kış günü gelinliğimle yağmur altında taksi ararken, üzerime sular fışkırırken düşünüyorum da. O dakika olmaz bu nikah. Sırf ’farklı’ olucaz diye zatürre olmanın ne alemi var?

Baba Şövalye su altında evlenin bari, dedi. O da yapıldı. Havada da evlenildi. Paraşütle atlanırken. Ben zaten gıcık oluyorum böyle yapanlara. Evlenmenin kendisi klişeyken yöntemine ali cengiz yapıcaksın da n’olucak? E, o zaman niye evleniyorum diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Çünkü ben sıradışı olmaya çalışmıyorum. Kaldı ki evlenmek bir dünya şeyi pratikleştiriyor. Mesela, tek başıma bu minnak evi ancak kiralayabilirken evliyken çift gelirle güzel, geniş bir daire satın alabiliriz. Ne bileyim, gecenin bir vakti susadığımda kocam bana su getirebilir, hastalandığımda bana bakabilir. Eskisi gibi belimi kırdığımda evde saatlerce yardım beklemem gerekmez. Çocuk yapıp ya bakımını ya geçimini, en iyi ihtimalle ikisini birden onun üstüne yıkabilirim. En şahanesi çocukla beraber kendimi bile yıkabilirim. Tek başıma TV karşısında kucak tepsisinde bir düdük salata yemek yerine daha özenli sofralarım olabilir. Akşamları çene çalabilmek için Düella'nın insafına- yani moduna veya yeni arkadaşlarıyla buluşmamış olmasına- kalmam. Ayrılsak bile, ’yaşadıklarımız güzeldi ama buraya kadarmış kendine iyi bak’ gibi ’medeni’ takılmak yerine mahkemede donuna kadar heeerrr bir şeyini alıp hıncımı çıkarabilirim. Yani. Daha ne olsun?

Durumumu özetlersem: Resmi nişanlıyız. Bu kışa da evlenmeyi planlıyoruz. Daha doğrusu Şövalye planlıyor. Benim şimdi işim çıktı da Dallas’a gitmem gerekti. Bu uzuuun uçak yolculuğu sayesinde bu uzun yazıyı yazabildim. Bir hafta burdayım. Bomboş iki bavulla geldim. Yanıma yedek çamaşır bile almadım. 75 kilo malla dönücem inşallah. Dolar da bu kadar yerlerde sürünürken bir alışveriş furyası beni bekler. Neyse, işte Şövalye bu bir hafta süresince günde beş kez değişen kararlar alır, debelenir. Ben döndüğümde bir cinnet, iki telefon, bir salon ayarlarım görmeden etmeden. Artık maytap mı olur, fiyonk mu olur, papyon sosis tabağı mı olur, çiçekler ne renk olur umrumda olmadan. Ne varsa ondan.

Perşembe, Ekim 04, 2007

Kız İsteme

Şövalyegiller beni istemeye gelecek demiştim geçen gün laf arasında. İşte bu yüzden Anne Hafiye'yi ekstrem telaşlar içinde her akşam mutlaka beni ararken buluyorum. Benim de ya iki ayağım bir pabuçta oluyor ya da öfkem burnumda. Bu telaşını anlayamaz olup aldırmazlığa seyirtince bana gıcık oluyor. Anlamsız geriliyoruz. Dünürcüleri ilk akşam yemeğe mi alsa yoksa hemen 'dakka 1' samimiyet yapmasa mı, kız evi naz evi olsa mı diye bana soruyor. Bu İstanbulluların da bir tipik adeti yok ki, canım. Canın ne istiyorsa onu yap, diyorum. Sonra sonra acaba boncuklu bir bluz mu giyse, şöyle yaldır yaldır diye de sordu. Canın ne istiyorsa onu giy, diyorum. En sonunda bana da karıştı. Satın alırken ne gibi bir ruh halinde olduğumu bugün asla anlayamadığım, ışığa göre kah mavi kah eflatun tafta olması yetmiyormuş gibi, boncuk işlemeli bir üste, koskocaman paskırık ve de saray merdivenlerinden alt kattaki salona kuğu gibi inerken arkamdan süzülsün diye upuzuuun tutulmuş kuyruklu bir eteğe sahip olan elbisemi giymemi istedi benden. Hem de Şövalye damat adayı kotla çıkar gelirken. Az önce bavulumu yaptım ve en fazla siyah kumaş pantolonun üstüne bir edepli gömlek yapabildim ki o bile ağır kaçacak damada. Artık annem debdebesiz bavulu gördüğünde beni kolumdan tutup Adana fotoğraf stüdyolarının vitrinlerinden hülyalı bakan taze nişanlı kızların elbiselerinin satıldığı mağazalara sürükler mi, bilemem. Keşke bir gün önceden gitmeseydim. Sanki napıcaksam evde, annemin telaşının orta yerinde?

Bu durumla en çok babam eğleniyor. Hala evleneceğime inanmıyor. Beni kim n'aapsınmış. Kadınlık bilmezmişim. Zaten yüzyıllardır beni alacak birinin çıkamayacağını, es kaza saf bir oğlan düşürebilirsem de ona peşin peşin nasihat vereceğini söyler dururdu. Sonra eniştesi ona arkasından söylenmesin diye. Oğlum, diycekmiş. Henüz geç olmadan kaç kurtul. Bu kız senin önüne bir tepsi börek koyamaz, çocuklarına tiril tiril bakamaz, her işini kendin yaparsın. E, bu kızla o zaman n'aparsın? Diycekmiş. Gerçekten o diyeceğini iddia edip durduğu şeylere bu kadar yaklaştıkça merakım da artmakta. Bakalım nasıl getirecek punduna.

Hala ne zaman ve ne formatta evleneceğimiz konusu muallak. Daha doğrusu her gün değişen kararları(?) var Şövalye'nin. Geçen gün Pansiyon'a da yaptı aynı yamuktan. Her hoşuna giden şeye atlıyor. A, bir baktım Baltalimanı'nda kiralık villa aramaya çıkmışız. Neymiş, cümbür cemaat oturacakmışız. Hem adam başı kira masrafı ucuza gelirmiş hem de şık olurmuş, havuzu varmış, bahçesi varmış. En alt katı da ofis yapıcaklarmış. Ne iş yapacakları da meçhul. Kardeşim, evleniyor muyuz, öğrenci hayatına geri mi dönüyoruz belli değil. Millet bayramda Barcelona'ya, Sharm'a felan gidiyor. Bizimki Istırancalar'da çadır kurup kamp yapalım, diyor. Ben çadırda madırda kalamam, dedim. Ayılar, kurtlar tebelleş olur. Tuvaletin sorun, yemeğin sorun. Aaa. Biraz uzadım bunların muhabbetten ama baktım iş çığrından çıkıyor el koydum artıkın. Adama güzel ortam göster gelsin zaten. İyi kaçırmadılar bunu küçükken çikolata falanla kandırıp.

Noel süsleriyle bezeli şirincik karlı sokaklar görebilsin diye Fransa'nın dağlarında 15 Aralık gibi evlenmeyi düşünüyoruz bugünlerde. Ama yarın ne düşünürüz, bilemem. Şimdilik bu fikre ben de yakınım; tarihi yakın diye zira, yoksa ne Fransa'yla ne dağla işim olur. Sonuç odaklıdır Hafiye. Merdiven boşluğunda bile evlenebilirim, hiç tomas. Diğer türlü allah muhafaza bahara, yaza falan kalırsa bizim iş, gına gelebilir, cinnet geçirebilir ve ayrılabiliriz. Ha bire değişen bir ajandaya bir yedi sekiz ay daha dayanır mı bu plan-proje-taahhüt ruhum, gözüm kesmiyor. Ondan.

Pazartesi, Ekim 01, 2007

Sisyphus'un Görevi*

Neredeyse bir aydır yokum buralarda. Olduğumda da evde değildim. Yine de bir şekilde evde abdal çalmış, çingene oynamıştı. (Kimsenin etnisitisine laf yok. Çukurova'da darmadağın, karmakarışık ortamlar için böyle derler)

Mesela yatağın üstünden bir dünya zımbırtıyı yere atıp uyuyorum. Sabah aynı dünya zımbırtının üzerinden atlayarak, kimileri ayağıma takılarak, sivri olanları ayaklarımı keserek, kimilerinin üstüne basıp kırarak, en nihayetinde hepsini yeniden yatağın üstüne atarak güne başlıyorum. Küçücük çamaşır sepetine sığamayan kirliler kurutma makinesi üzerinde devleşmişler. Oradan da taşıp küçük odadaki masada partilemekteler. Bir makine dolusu başka çamaşır grubu da çamaşır sepetinin içine tortop edilip, sığsın diye hatta üzerine basılarak tıkıştırılmış. İçinden bir kot pantolun çektim. Koskoca pantolunun bir lastik top ebatında ve formuna nasıl geldiğini anlamaya çalıştım. Kafama silah dayasan beceremem yahu.

Çamaşır kurutma zımbırtısının düzeneği de açılmış. Üzerindeki en az on kilo çamaşırdan dengesi şaşmış. Bu demir aletten nefret ediyorum. Bir kere odanın yarısını kaplıyor. Çamaşırlar tellerin şeklini alarak kuruyor. Sonra işin yoksa herrr bişiyi ütüle. Bir de boşuna mı aldık kurutma makinesini? Tişörtler falan mis gibi ütüye ihtiyaç duymadan çıkıveriyor içinden. Kırk defa söyledim, açılmasın bu diye. Yok. Yine açılmış. Şövalye çevre bilinci söylemiyle karışık elektrik tasarrufu etmek istediğinde, bir de ben de yoksam ortalıkta, kesin çıkarıyor bu çamaşır asma aletini ortalığa. Çıkarıyor ama çamaşırlar kuruyunca toplayıp kaldırmıyor, çıkardığı yerde bırakıyor. E, madem öyle ben de bunu atmaz mıyım?

Özetle dolaplarda atılması gereken kutular, çantalar maksimum yer kaplayacak şekilde yer alırken büyün giysiler evin her yerinde değişik formlarda yuvarlanmaktaydı. Bir aydır olmayan haftasonuma da bunlarla uğraşmak üzere başladım yani. Uğraş didin. Ancak dört saatte çamaşırlar ortadan kalktı.

Gündeliğe hangi kadını alsam kaçıyor. Kimi köyüne geri dönüyor, kimi sigortalı iş buluyor. Ev hepi topu 60 m2. Acaip merkezi bir yerde. Ben evde yokum. Evde halı yok, perde yok, avize yok, buzdolabı boş, yemek pişmediğinden mutfak her daim gıcır. Camları da silmenize gerek yok diyorum zaten. Bir tek çamaşırları katlayıp ütüleyip yerlerine yerleştirme işi var. O kadar. Gelen kadın en fazla üç saatte işini bitirip dönebilir. Milletin taa şehir dışındaki üç katlı ve oymalı kakmalı mobilyalarla dolu evlerine bile aynı paraya gidiyorlarmış. Deliricem yahu.

Şövalye hep bir kadın bulacak da bulacaktı. Bulmadı.
Kardeş hep eşyalarını toplayacak da toplayacaktı. Toplamadı.

Cinnet 'geliyorum' dedi ve de geldi nitekim. Açtım telefonu. Önce Şövalye'ye bağır bağır bağır. Bir dinlence günüm vardı, onda da çamaşırlarınıza boğulduk beyfendi. Hani kadın bulacaktın? Hani? Haniiii? Beyza'nın çok para isteyen kardeşiyle pazarlık yapıcam dedin üç beş lira için bütün haftasonum maaafoldu. Bohuuuu, diye de bir ağla üstüne.

Sonra kardeşe bağır bağır bağır. Evde hiiiç bir eşyasının olmadığını iddia etmesin mi? Hemmen topladım. Bir koca bavul, dört koskocaman dev torba dolusu eşyasını kapının önüne koydum. Madem sana ait değil, bana da değil. Hah, hadi bakiym, diye. Çıktı geldi. Topladıklarımı açıp ayıklamasın mı?

-Aa, bu benim mi?
-Evet senin. Bak, senin bedeninde.
-Bee, bunun tarihi geçmiş mi?
-Bak üstüne. Hadi ama. Hadi amaaa.

Şövalye de döndü o arada, canım ne yapmışmışım ki, yapmasaymışım, çıkıp dolansaymışım. Kardeşi de geriyormuşum.

"Beyfendi", dedim. "Bakınız, bu dolapların içini tamamen boşaltıp düzenlerinde yapısal değişiklikler yaptım. Mesela eskiden içi boş olarak şurada duran bu çantanın kapladığı alanla şimdi içinde eskiden ortalıkta dolanan zırt malzemelerini taşıyarak burada bulunması arasında en az yirmi santimetreküplük bir hacim kazanımı söz konusu. Sonra mesela..."

Kafasını yastığa gömdü ve bir daha plan proje duymak istemediğini haykırdı.
A, bi de makbule geçmiyor, iyi mi?

Nasıl yurdum erkeği askerden yırtmak için yurtdışında master peşine düştü, ben de ev işi yapmamak için kariyer yaptım diyebilirim. Bir de maalesef yaptığınızın asla anlaşılmadığı ve takdir edilmediği ama yapmadığınızın fazlasıyla sorun yarattığı bu işleri hayatım boyunca yönetemediğim gibi içimde huzursuzluğuyla yaşadım durdum. Bundan böyle evden çalışıyor olacak olmam yüzünden ev işlerini de üzerime almam icap ediyor-muş gibi duruyor ya. İşte ona da feci takığım. Sırf bu yüzden daha az paraya plazalarda sabahlayana kadar çalışabilirim. Dönüp dolaşıp bana yapışıyor bu işler yahu. Bir çare diyen çıkar mı aranızdan? Ya da gündelikçisini bana paslayan?

* Pek az iş Sisyphus'un görevine sonsuzca tekrarlanan ev işleri kadar benzer. Temiz olan kirlenir, kirlenen temizlenir, tekrar ve tekrar, gün be gün. Ev kadını, zamanın dışındadır; o hiçbir şey yapmaz, sadece şimdiyi sürükler."
-Simone de Beauvoir

Sysphus fanilere verilen ilahi sırlara ihanet ettiği için Tanrılar tarafından yuvarlak bir taşı bir tepeye taşımakla cezalandırılmıştır. Tepeye ulaşan taş, Sysphus'un bütün çabalarına rağmen, tepeyi aşmamakta ve aşağıya geri yuvarlanmaktadır. Bunun üzerine Sysphus taşı tekrar tepeye taşımaktadır. Bütün amacı ve görevi taşı tepenin öbür tarafına itmektir ama, bunu bir türlü başaramamaktadır. Ölmesine bile izin verilmemektedir Sysphus'un. Bu görevi tekrarlamasından başka yapacağı birşey yoktur.

Cumartesi, Eylül 29, 2007

Kontrol Kaybı

Acılarımdan bir demet sunmak istemem ama hayat söylenmeden geçmiyor. Şifayı kapmışım bir yerde. Düzelemiyorum. Şuracıktaki Stockholm’den dokuz saatte, bir terleyip bir üşüyerek döndüğüm için, haftalardır kimselerle görüşemediğim için, işyerinde sabahladığım için ve tüm bu durumdan ultra memnuniyetsiz Şövalye’nin bende yarattığı vicdan huzursuzluğu için olabilir mi? Yahu diyorum, bekleme beni. Özlemiş ama. İçim parçalanıyor. Hiç sesi de çıkmıyor. Bir şey söylediği yok ama bütün o sessiz mutsuzluğu ve benimle bir balıkçıya gidip oradan da eve gidip yuvarlanmaya amade duruşuyla içimi buruyor.

Bütün bu çileli yoğunluğun, tıkalı kulakların, sırt ve boyun ağrısının, geçmeyen nezlenin de son günlerindeyiz. Bundan sonra evde onu bekliyor olacağım ve belki aynı tripleri ben ona yapacağım. Bütün gün akşamki minik muhabbetimizi iple çekip umduğumu bulamayınca belki ben de ona duygusal baskılar yapacağım. Zaten artık evdeyken bile devamlı bilgisayar başında, devamlı ekranda bir şeylere söyleniyor, öfkeleniyor. İşini sevmiyor, kendi işini kurmaya çabalıyor. Bana döndüğünde yüzünde bunlar yok. Hala çok sevimli penguen. Yine de böyle huzursuzlanabildiğini görmek beni huzursuzlandırıyor. Ben onun çarşaf denizliğini seviyordum. Ya fırtılanalanır durursa bundan böyle? O notebook ekranına, ben de TV dizilerine sargın çile doldurur gibi yıllar geçirirsek? Gelecek hafta beni istemeye gelecek Şövalyegiller. Bu sefer törkiş stil gerçek nişanlılar olacağız. Yoğun seyahat ve tempolu iş günleri azalmaya yüz vurdukça hayatımın özeline çomaklar sokmaya başlarım artık. Buna da dayanırsa bir bakmışız evlenmişiz.

Hem yokluğumda değişen başka şeyler de var. Kardeş Hafiye galiba sanat bazlı bir meslek sahibi olmaya karar verdi. Ben onu elektronik mühendisliğinden bari kurtarıp endüstri mühendisliğine oturtmuşken şu hale bakın! Üstelik bundan benim haberim de yok. Çünkü aklından geçenleri onaylamayacağımı düşünüyor olmalı ki Düella'yı yeni ablası seçti bu konuda. Esincan’ın kardeşi drama okumak istediğini söylediğinde bir kriz yaşamıştık hep beraber. Eli ekmek tutamazsa ya? Yani hangimiz ayna karşısında saç fırçasını mikrofon yapmadık ki? Ya da prenses, hemşire gibi rollerde dramatik evcilikler oynamadık? Onların uzantısı hülyalı bir istek mi, temeli olan bir niyet mi? Önemli olan bu, diye diye. Yoksa illa evladım doktor, mühendis olsun diye kasanski değilim. Öyle miyim?

Bu bendeki sorumluluk hissi var ya, bir de bu kontrol arızası. İşte onları aldırasım var. Herşey biraz daha relaks olmam için alarm verirken bu koca kafamı duvarlara vurasım var.


Take it easy, take it easy
Don't let the sound of your own wheels
Drive you crazy

Pazartesi, Eylül 24, 2007

Tomruk Adacığı

Stock, tomruk demekmiş. Holm de adacık. Tomrukların suda giderken kendilerini buldukları adacığın ismi de Stockholm olmuş zamanla.
Feci gribim. Dün gece Düella'nın evindeki Benical'i alayım, dedim. Vermedi. Bugün azap olmuş ona hastalığım, iyi oldu. Sosyopattan itinayla vicdan azabı çektirilir.
Havanın soğuk olduğunu söylememe gerek yok. İşim de umarım işkenceli olmaz. Nerem kırıldı bilmiyorum ama bugünlerde işe feci sarabiliyorum. Buranın sendromunu kapmadan dönmek lazım. Sağ ve salim.

Cuma, Eylül 21, 2007

Memleket Molası

Birkaç günlüğüne Istanbul’a döndüm. Aa, kış gelmiş. Evimin sokağında kazı ve kaldırım döşeme çalışmaları başlamış. Otoparkım iptal olmuş. Bir de çılgın bir iş temposu, çılgın bir misafir trafiği içinde buldum kendimi. Bir gün, sadece bir güncük işten mantıklı bir saatte çıktım. Ki eve gidip çalışma niyetindeydim. Pijamalar içinde. Daaan, arkadan gene girdiler arabaya TEM’de. Üç ayda bir düzenli biri dalıyor arka tampona. E, kenara çektik. Bir trafik polisi aracı geldi. Bizi otoyolun dışına çıkardı. Emniyet şeridinin de sağında toprak zeminli bir inşaat alanına çektik. Sonra bize bekleyin dedi, gitti.

Bekle allah, bekle. Ne gelen var ne giden. 155’i arıyoruz. Tabii ki düşmüyor. Evde beni bekleyen Şövalye iki kez numarayı düşürmeyi başardı. Anında iki kez trafik polisi geldi. Yavaşladı. Yavaşladı derken tamamen durmadan hızlanarak uzaklaştı her ikisi de. Kaza ufak. Bişi diil. Ufak kazayı gören polis vakit harcamıyor bizle. Beklerken zaten 100 metre ötemizde sağlam bir kaza oldu. Bir minibüsle bir kamyonet kucaklaştı. Trafiği de tıkıyor tabii o kaza. Bize kimse aldırmıyor.

Çarpan abi efendi bir oğlana benziyor. Hem kazanın küçüklüğü hem de iftar saati yakınlığı yüzünden polisin çok gecikeceğini söyledi de söyledi. E, dedim, n’apiym. Para vermeyi önerdi. Ya ben bilmem ki nasıl olur? Araba benim değil, şirketin. Zaten yok kullanım hatası, yok zırt çiziği ha bire maaşımdan kesip durulan araba masraflarına gıcığım. Şimdi bu parayı alırım, gerçek masraf çok daha fazla derler, patlarım. Arıyorum araç sorumlularını. Şuncacık hasara en az 500 YTL eder, diyorlar. Efendi kaza abi 100 YTL diyor. E, madem. Bekledik de bekledik. Bekliyoruz diye gıcık oluyor değilim fakat. O keşmekeşte ben polis olsam ben de beni iplemem. Şeritler tıkanmış, kavgalar edilirken biz efendi iki tip yol kenarında blackberry’lerimizle sağa sola emailler atıyoruz sakin sakin.

İki saat sonra bir trafik polisi aracının önüne kendimi attım mecburen. “Durmam. Beni takip edin”, dedi. Ettik. İlerdeki minibüs-kamyonet kazasına gidiyormuş. Biz de gittik. Sağa çektik. Dışarı çıkıp izledik bütün olan biteni. Minibüsle kamyonet birbirlerini yiyor. Tekmeler, yumruklar havada uçuşuyor. Yaka paça bir tarafa gitmiş. Namusuna laf söylenmemiş aile ve ecdat kalmamış. Bizim Memur Bey bıdık ve çok komik bir adamdı. Ayırdı bunları bi güzel. Barıştırdı. Raporlarını yazarken minibüsle kamyonet birbirlerini abi-kardeş ilan etmiş, öpüşüyorlardı. Türklerin yanar dönerliğine anlam verememekle beraber seyretmesi müthiş zevkli.

Derken iftar saati geldi. Polisler hemmen sigaralarını yaktılar iftar niyetine. Elemanlardan biri gitti bir şehirlerarası otobüs durdurdu. Muavinden kaşla göz arasında bir şişe su ve plastik bardaklar yetiştirdi. Sonra bize alkol muayenesi yaptılar. Sonra klasik sorular başladı.


Geçen yıl yine bu zamanlarda böyle bir anımı paylaşmıştım sizlerle. Kaza raporlarında eğitim durumu soruluyor. Lisansüstü, dedim. Bizim polis meraklı. Hangi bölüm, nereden, diye sordu. Söyledim. Bana çarpan abi, ‘aaa, ben de’ dedi. Farklı bölümler ama yıllar yakın. Sorular birbirini kovaladı. Bir dünya ortak kankamız çıkmasın mı? Parayı alıp gitmeyip onu iki saat orada dikelttiğim için bana kıl olan abiyle aramızda bir samimiyet doğdu ister istemez.

”Yaaani. İki saat bekleşirken konuşmadınız da rapor anını mı beklediniz? Pes valla,” dedi Memur Bey.
Haklıydı. Biz uyuz Türklerdendik. Bizi seyretmesi hiç eğlenceli değildi. İki saat boyunca paraya bağlasak da dağılsak veya ertesi sabah X karakolunun önünde yeni kaza yapmış gibi yapsak da öyle rapor tuttursak muhabbetleri dışında herkes kendi arabasında uslu uslu oturdu. Kimse kimseyi merak etmedi.

Çarşamba, Eylül 19, 2007

Seyahat Sıkıntısı

Magrip’ten direk Kuzey Almanya’ya geçtim. Sıcaklığın 30 derece düştüğü yetmiyormuş gibi dökülmüş yaprak tozlarından yeni bir allerji krizine tutuluyordum ki hap destekli uykulu dönemi tercih ettim. Buraların anlatılacak bir yanı yok. Mal toplıycaz diye çıkarttı patron fazlalıkları bavuldan. Yanımda sadece bir hırka var. Yüzde yüz yün ve kalın olmasına rağmen ısıtmıyorken, etraf da vinçlerden, çok dakik trenlerden, gri gökyüzünden ve uyuz Almanlardan ibaretken haliyle uyumayı dolaşmaya tercih ettim. (Bkz. Otel odamın darlangaç manzarası)

Magrip’te başarılı yemek yoktu. Yani sen Arap ol ama mutfağında soslar, baharatlar, salçalar olmasın. İki tane domates doğranmasın. İnanılır gibi değildi. Zaten global sermayenin yeme içme kısmına karşılarmış. Uluslararası fast food zincirleri yok. Tuzsuz iki dilim ekmek arasındaki köftemsiden ibaret hamburgere talim. Almanya da kendi mutfağından ibaret olsaydı midem de kulak-burun-boğaza dahil olup ek bir krize sebep olabilirdi ama Allahtan Çin'i var, Japon'u var, Big Mac'i var. Hepsinden önemlisi dönercileri var. Seyahat süresince yemeklerden zerre zevk almayıp açlık giderme namına patates kızartması ve burgere verince bünyeyi kilo da aldım korkarım. Pantolonumun beli sıkmakta. Bari kebapla, börekle, muzlu ruloyla alsaydım ya şu kiloları anıyla şanıyla.

A bir de en büyük sıkıntım su. Bir litre pet şişeye 5 yuro ver ver, nereye kadar? Gazsızından bulmak sıkıntı zaten. Restoranda kafede su istediğinde de çalkalamalık miktarda ama çok havalı İtalyan markalara sofistike kokteyl parası kadar bayılmak gerekmekte. E, dedim madem. Ben de musluğa dayarım avucu. Avuca dayarım ağzı yani.
Hani o kadar bezmişim ki yemekten içmekten bile bahsettim. Olacak şey değil.

Perşembe, Eylül 13, 2007

Ben Solcu Muyum? - 2


Sonra mesela 'bunlar' nikahsız yaşarlarmış, çocuklarına aşı yaptırmazlarmış. Ayaklarına(!) kadar belediyeden nikah memuru götürmüşler ama yine de resmi nikahlanmamışlar. Doktor götürmüşler ama çocuklarını aşıya getirmemişler. Yani sorun bu gibi servislerin yaşadıkları yerde olmaması değilmiş – hani Aklımagelmişken göçün en büyük sebeplerinden biri olarak göstermişti de ücradaki sağlık yetersizliklerini. Değilmiş. Sorun yine bunların hayvanlıkları. AKP bunlara para vererek oylarını almış bir güzel. O yüzden %50’lere varmış oyları. "Siz onların seviyesinde konuşmuyorsunuz, sizin söylediklerinizi anlamıyorlar”, dedim. ”Resmi nikahın, aşının ne olduğunu, ne işe yaradığını bilmiyorlarken diplerine kadar gelmeniz hiçbir şey ifade etmiyor onlara. Tersine, ürküyor bile olabilirler. Çocuk gibi düşünün onları. Kara cahil olmak böyle bir şey. Bu servisleri onları bilinçli sanarak gözlerine sokuyorsunuz hatta, kimbilir ne dürtükle. Doğru yöntem bu değil”, demiştim. Burada bir kavga yok, 'taraf' yok bence ve olsa dahi 'taraf' da tutmuyorken, sadece soru soruyor olmam bile şeriatçi, hadi bilemediniz en iyi ihtimalle 'saf' ilan edilmeme sebep olması durumu trajikomik.

Burada Düella çözüme şefkatle girilmesinden yana. 'Onlar’ı sevmeden, kabullenip bağra basmadan iyileştirilemeyeceklerini düşünüyor. Bu çok Düellaca. Böyle mıncır mıncır, kucak kucak, kokulu kokulu. Ben ’sevgi şart’ demiyorum. ’Saygı şart’ diyorum. Köpekleri sevmeniz gerekmiyor haklarını aramak için. Düella'nın da Çinlileri sevmesi gerekmiyor onların yaşamalarına göz yummak için :) O şimdi bu örneği konu dışı bulacaktır. İtirazı hatırı için kabul edildi. Benim için ise hala bir referans teşkil etmekte.

Durup dururken insanların 'yok birbirimizden farkımız, aslında hepimiz kardeşiz'e varacağına inanmıyorum. İnsanoğlunun özünün iyi olduğu varsayımıyla yola çıkmak naif geliyor bana. Bu büyük varsayım doğru olsaydı zaten sosyalist, komünist rejimler çok daha başarılı sonuçlar verir, çok daha sürekli olurdu. İşte o yüzden daha mekanik, daha analitik, daha sistematik yaklaşılsa cahil zihinleri bilinçliliğe taşımak tamamen mümkün olmasa bile başarılı olunacağını düşünüyorum. Sevmesek de saysak, hadi sayamadık da diyelim, herşey için beceriyoruz da buna da bari '–mış gibi' yapıyor olsak bana yeter.

Evet, bir babanın kızını okula ayda 300 YTL kazanmak niyetiyle göndermesi bizim için ayıp. Ama o babanın o düşük bilinç seviyesinde kalmasının ayıbı bizde. Babanın artık taşa dönmüş önyargılarını veya bildiği yolu değiştirmek zor. Bırak kalsın o öyle. Parayla da olsa göndersin kızını okula. Sen de adeta bir hafiye gibi düş peşine gün be gün. Kaç gün okula geldi kızı diye. Ne kadar okula devam ettiyse, o kadar para ver. Tamam, Etiler’in göbeğinde bile yüksek öğretim aslanın ağzındayken devamsızlığının takibiyle ittir kaktır eğitim almaya devam eden kızların belki hiçbiri doktor, mühendis, reklamcı, modacı, şirket yöneticisi falan olamayacak. Eğitim illa ki meslek edinmek için değildir. Kaçımız eğitimini aldığı meslekteyiz ki sanki? Diyelim o kız ilkokuldan sonrasına devam etmedi ve yine de gitti köyünden/varoşundan bir adamla evlendirildi, evinden ortamından hiiiç dışarı çıkmadı. Olsun. Türkiye’de en az ilköğretimi bitirmiş kadınların çocuk doğurma oranının gelişmiş Batılı devletler kadınlarınınkiyle aynı olduğunu biliyor muydunuz? O kızlar o kimbilir nelerden yoksun o okullara gitmekle meslek sahibi olmasalar bile 10’ar çocuk da doğurmayacaklar yani. O 10 çocuk da 10’ardan karanlıkları katlamayacaklar. Bakın, çok matematik. Kontrol mekanizmalarınızı biraz daha sıkı yaparsanız en azından ’onlar’ın doğurganlıkları 'biz'lerinkine indirgenip en azından 'ne kadar çoğaldı bunlar, uff' demeyecek, kurtarılmış yaşam alanınızda kendinize benzerlerle daha mutlu olacaksınız. Böylece CHP’nin oyu da hiç olmazsa %20’nin altına inmeyebilecek. Yaşasın, di mi?

Salı, Eylül 11, 2007

Ben Solcu Muyum?

Geçen gün Kerem yollamıştı Radikal’deki Gökhan Özgün’ün yazısını. Türkiye’ye döndüğümden beri düzenli bir şekilde gazete okuduğum söylenemez. Genelde bulmaca ekine dalıp gazeteyi unutuyorum. İnternetten bile takip etmez oldum. Bilinçli bir eylem değil bu. Zaten bir uzun zamandır internetten okumaya alışmışım herşeyi. Gazete kağıtlarının öyle rengarenk halleri tuhaf geliyor. O hallerini görünce web sayfalarından da soğudum belki de. Bilemedim. Arada bir birisi X’in yazısını oku bak ilginç derse gidip bakıyorum, gitmişken biraz sağına soluna da tıklıyorum, o kadar.

Gökhan Özgün’ün yazısı türban meselesiyle ilgiliydi. Çok sevdim de. ( http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=232235
) Arşivine dadandım adamın. 'Haaa hah! Ayyynen’ diye diye bittim okurken. Beğendiğim bir yazar daha çıktı. Radikal’e gelişiyle gazetenin solculuğu pekişmiş diye yorumlar da gördüm kendisini gugıllarken. Düşündüm de, ben de solcu muyum? Kendime şimdiye kadar bir siyasi tanım yapmamış olmam tuhafıma gitti. Yani zaten memleketteki sağ ve sol başka yerdekilere benzemiyor. Hatta dünyada bile anlamları şaştı denebilir. Gerçek tanımlarını çok uçalrda olmadıkça anladığım da söylenemez ki saplamalarına aklım ersin. Mantık silsilesine giriştim. Amerika’da dertler başka tabii. Mesela şu son savaştan yanaydıysan sağcıydın, değilsen solcu. Kürtajdan, gay evliliğinden, kök hücre araştırmalarından yanaysan solcu, değilsen sağcı. Ama zaten 'demokrat' kelimesi orda solcu manalardayken memlekette sağcı. Kelime hasbelkader her iki ülkede de farklı yönlerde de olsa parti isimlerine mal olduğundan mıdır, bilmem. Memlekette en halkçı söylemler sağ partilerden çıkma idi -ki zaten son zamanlarda sağ-sol değil, türban-laik tartışılıyor. Sanki biri diğerinin tezi-antiteziymiş gibi.

Düella MSN’e geldi de ona sordum. Ben solcu muyum, diye. Daha geçenlerde benim ne olduğuma dair o da düşünmüş. O kesin solcu zaten de ben değilmişim. Sosyal adalet duygum gelişmiş ama beni ancak 'refah ülkesi demokratı' olarak tanımlayabiliyor. Onu da eksik kalmış şefkat güdümden çıkarıyor muhtemelen. Sosyal, duygusal olgulara bile matematik problemiymiş gibi yaklaşmamdan. Hoş, Şövalye de bana 'laboratuar demokratı' diyor. Steril bir toprağın, Olmayan Ülke'nin demokratı. Gene tek kelimeye sığamadık, iyi mi?

Geçenlerde 'Atatürkçü' bir teyzeyle tartışaraktan tansiyonunu yükselttim de masanın. Aslında ben hiç tartışmadım. Sadece soru sordum. Hatta konu türban bile değildi. 'Cahil ve yoksul kesime nasıl ulaşırız' idi. Aslında ulaşmaktan amaç o kesimin AKP’ye oy vermemesini sağlamak imiş. Ben sonradan anladım. O da sorduğum sorulara sinir olup 'senin gibi biri bile böyle düşünüyorsa şeriat gelsin de o zaman görürüm ben seni', dedi. Hayır, ne dedim ki ben şimdi, oldum.

Kendisi beyaz olur. Sivil toplum kuruluşlarında takılır. Hatta kız çocuklarını okula gönderme kampanyalarında aktif görevler almış. O kampanya nasıl yönetildi, bilmiyorum lakin bana anlatılanca uygulaması şöyle olmuş: Adam kızını okula göndermiyor, ama bakıyor ki kampanyadan ayda 300 YTL para alacak, kızını okula göndermeye başlıyor. Parayı düzenli olarak her ay alırken kızın okula devamlılığı azar azar azalıyor. Sonra sonra hiç kalmıyor. Adam paraları almaya devam ediyor. Adam hayvan ilan ediliyor. Bu paraları dağıtırken neden bir kontrol mekanizması kurmadıklarını sordum. Yani adamın kızını okula para için yollaması kötü, tamam ama bulmuşsunuz doğru motivasyonu. Kaynağınız da var madem. Neden kızın okula devamlılığı takip edilmiyor o zaman? Her gittiği gün başına para alsın mesela. Hayır, bilmiyorum işleyişi. Soruyorum sadece. Ama adamın hayvanlığına takılmışız, gözümüz başka şey görmüyor. Sorun, benim adamı suçlamamam.

(Bu konu çok uzun. Hakkında çok şişkinliğim de var. O yüzden burada kesiyorum. Devamını yarın bir gün yazacağım)

Pazar, Eylül 09, 2007

İkilik

Akdeniz dedim, toprak dedim ama ayarı çok fena oldu. Bodrum’dakinden daha beter bir allerji krizine burda da tutuldum. Akdeniz’in olduğu yerde çoraklık da var tabii. Çoraklığın olduğu yerde de toz toprak. Bünyem çıktığı yeri reddediyor alenen. Amerika’da baharlarda, o arabaların gerçek rengini dahi anlayamayacağınız kadar çok polene boğulduğu zamanlarda Claritin kurtarıcımdı. Buralarda işe yaramıyor. Selpak’ı kutudan çekip burnuma götürene kadar geçen süre bile çok geç oluyordu oluğa dönüşmüş burnuma. Baktık çaresi yok bir doktor geldi de başka bir allerji hapını dayadı. İsmini duymadım ama ayık tutanından (non-drowsy) değildi. Bir uyudum, pir uyudum. Öğleden sonra güç bela uyandım.

Turistlikten emekliliğimi uzun zamandır istiyordum ama sanki buralara gelip de öyle otel odasında CNN seyredip internette dolaşmak dayak yemiş gibi hissetmeme rağmen çok büyük uyuzluk ve kınanma sebebi olduğundan zoraki kalkıp etrafı dolaşmaya çıktım. Acıkmıştım da. Otelin yemekleriyle aram da iyi değildi. Daha doğrusu iletişememekten muzdaribiz mutfak personeliyle. Benim Fransızcam onların İngilizcesi’yle bir olup Tarzanca da olsa bir dil edemiyor. Şekersiz çay istersin 10 şekerli gelir (burada çaylar kafadan şekerlidir, öyle tabağa küp şeker bırakılsın da miktarını sen ayarla değil yani), kepekli ekmek yok, karidesin kabuklarını ayıklayın, balığın kafasını istemiyorum dersin antenleri, gözleri iyice şişmiş baygın baygın önüne gelirler. Eti, balığı severim ama hayvanın bütününü tabağımda ölü gördüğüm anda vejeteryan olasım gelir. Nasıl ikilik ama. Kötü tarafını ört bas et, iyi tarafını bana bırak. Artık sadece hamburger-cips yiyorum, kola içiyorum. Supersize me yani. Onlarda sıkıntı yok. Amerikalılar bir dil yaratmışlar işte. Problemsiz.

Şu meşhur çarşılarına gittim nihayet. Yöresel hediyeliklerindeki Batılı efektler ilginçti. Bu sefer unutmayıp yanımda fotoğraf makinemi de getirmiştim. Rezalet bir fotoğrafçıyım, hani şu karelerde parmağı gözüken, resimlenmek istenen nesnenin karenin bir ancak bir ucundan gözüktüğü ve alakasız bir boşluğun karenin gerisini doldurduğu resimleri çeken benim işte. (Bloga da bu rezaleti koyucaz madem talep o yönde. Siz kaşındınız) Yine de bir özenti gelmiş bulmuş. Barışnerede ve Pansiyon Bolivya’daki çıplak ayaklı sümüklü kız çocuklarının resimlerini çektiler, üzerine de duygu dolu yazıp çizdiler ya. Bir baktım çarşı meydanındaki fıskiyede aynen Bolivya usulü bir hırpani kız çocuğu sularla oynuyor. Aman ne otantik bir görüntü dedim, şu bitli turistlere bir gol atayım diyip deklanşöre yeltenirken kızcağız kaçtı. Akşam makinemdekileri bilgisayara aktarırken farkettim ki ‘yoksulluğuna rağmen basit şeylerde mutluluğu bulan kızcağız portresi’ yerine fıskiyenin arkasında bir annenin haylaz oğlunu ulu orta pataklama görüntülerini yakalamışım ister istemez.

Bir geniş bulvarı var bu şehrin. Sanırsınız Paris. Art Nouveau tarzı binaları, sokak kafeleri sıra sıra. Oturmamla ay ne hoş, aman ne sıcakkanlılar dediğim Akdenizli erkekler yapıştı. Şövalye’nin tek taşını ters çevirince alyansa benziyor. Ben de taş gözükmesin, bir gasp olayına kurban gitmiyim diye ters takıyorum yüzüğü bilmediğim yerlerde. Böylece evli sandılar bari de yırttım. Evlilerin peşini bırakmaları da büyük erdem nitekim. Belki de niyeleri ciddiydi ve evlenmek istiyorlardı ya da maço koca potansiyelinden endişe ettiler, bilemedim. Baktım ufaktan burnum da akmaya başlıyor kalktım; bir alışveriş merkezine gittim. Alışveriş merkezleri de hep aynı biçim. Nerede olduğunu anlamana imkan yok. Ha Akmerkez ha burası. Hatta İstanbul’daki Mango’nun indiriminde bedenimin kalmadığı şortu buldum, aldım. Allerjim de kendiliğinden geçmişti bu arada. Kapalı yerlerde düzeliyor resmen.

Sıcak, tatil yöresi gibi bir yerdesin. Deniz ürünleri bol sofra. Basit oyunlarla mutlu olan çocuklar. Sıcakkanlı insanlar. Daha ne? Tüm bunlardan romantik-otantik hazlar almak isterdim elbet. Millet bunun için pılı pırtıyı satıp sahil kasabalarına yerleşmiyor mu? Ama eksisini de yok sayarak olamıyor ki bunlar. Zaten alternatif hayata rest çekmiş bünye. Mall da ister, plaza da ister, fast food da ister standart standart. Ben n’apiym? Zorla olmuyor ki.

Bu ikilik hayatıma o kadar sinmiş durumda ki Hafize Hanım’ın seyahat öncesi havaalanında mutlaka yanına aldığı iki derginin ikisi de bambaşka yönlere bakıyor. Biri The Economist, diğeri en bol resimli ve en klişe resim altı yazılarından ibaret bir magazin dergisi. A, bir de psikopatça, kafamı kaldırmadan çözdüğüm bulmacalar. Biriniz bu Pazarki bulmaca eklerini benim için saklar mı lütfen? Döner dönmez dadanıcam da.

Perşembe, Eylül 06, 2007

Bir Mekandan Diğerine

İlk kez Akdeniz’e güneyinden bakıyorum ya da ilk kez o benim kuzeyimde kaldı. Hangisi daha kolay anlaşılırsa o. Sağlamasını da yaptım denebilir artık bu denizin; her tarafının birbirine benzediğini görmek çok huzurlu. Güvenim bilimsellik kazandı. İnsanına da bulaştırmış kendini. Şöyle ki:

Otele gelirken yolda bir kırmızı ışıkta durmuştuk. Sokak lambalarını izliyordum. Ne kadar alçak olduklarına takılmışım. Patlak ampülleri kolaycana değiştirebilsinler diye olabilir mi ki, diye düşünürken elinde tablasıyla bir adam yanaştı şoföre. Şoför bozuk para uzattı, tabladan bir sap ucunda minik tomurcuk demeti olan bir şey aldı, bana verdi. Hediye. Üçüncü dil ya da daha doğrusu ikinci yabancı dil çok yalan. Çok zorlama duruyor. Araya hep birinci yabancı karışıyor. Çok tuhaf. Tutuk Fransızcam şoförün çok hoşuna gidiyor. Öğretmen edasıyla daha bir samimiyet yapıyor. Bu nedir, dedim tomurcukları koklarken. Yasemin kokusunu almamla ‘yasmin’ demesi bir oldu. Yaseminler Çukurova’da müstakil evlerin bahçe duvarlarından sarkan çalımsı ağaççıkların beyaz çiçekleriydi. Toplanıp demet yapıldığını bilmem. Dalları falan olmaz ki. Sadece çiçeğe yeltenirsin, onu da koparmanla elinde parçalanır gider. Bu sapın ucundaki tomurcuk demeti yaseminlerin kıvrılıp yuvarlanmış halleri. Etrafını ince bir iple bağlayıp demetlemişler. Dibine de limon yaprağından bir çanak yapılmış ki hangi bitkiye ait olduğu belli olmayan sapla demetin bağlantısı gözükmesin diye. Sapı da yaprağı da yaseminleri de ayrı ayrı Akdeniz kokuyor bu ‘yasmin’in.


Bir de ne oldum dememeli. Üç gün önce Bodrum’da Şövalyegiller’de Akdeniz’e veda etmiştik. Sezonu kapadık sanmıştık. Hatta belime yapışan denizanasının yakıcı acısı yazın bittiğinin de acılı habercisi olmuştu. Yaz sonu mahlukları koydaki bütün anneanneleri sudan kışkışlamıştı. Şövalye ısrarla o koyda 15 yıldır denizanası görmediğini iddia edip belimdeki kırmızı kabarıklı acıyı allerjiye yormuştu onunla biraz daha yüzeyim diye. Ki yüzmekten hiç hoşlanmam. Acıdan da. Ama onu kırmak da olmazdı. Sonra eve dönerken karşılaştığımız teyzelerden biri denizanası yapışmış bir arkadaşının gördüğü kortizon tedavisini korkulu sesiyle anlatıp cesaretimizden şaşkın bizden sahil raporu almaya çalıştığında Şövalye’ye dik dik baktım. Ertesi gün bütün site ahalisi denizanası hikayeleri anlatıyordu birbirine. Denize giren insan sayısında gözle görülür bir azalma olmuştu. Yine de o siteyi ve koyunu sevdim. Geçen yıl Türkbükü’nde taş sosyete çıtırları arasında kendimizi şişko, yaşlı ve demode hissederek feci ezilmiştik. Bende hiçbir değişiklik olmamasına rağmen bu yıl ortamın en taşı, en genci ve en jantisi bendim. Ruhuma çok iyi geldi.

Bazen çok uzaklara gitseniz de herşey aynı kalırken taş atımı mesafede bütün algılarınız değişebiliyor…gibi bir ifadeyle anafikrimi yazmadan edemedim zira yazmadan anlaşılmıyor. Sadece Hafiye’ye çağrışıyor.


Bu seyahate tahminimden daha erken çıkmak zorunda kaldığımdan Kerem'le bir kez daha oturup tartışamadık şu çember meselesini. Akdenizlerimizden döndüğümüzde belki karşılaşırız da biraz daha beyin yıkayabilirim. Bilenler bilir, olayım gittiğim yere kankaları toplamaktır. Bir grubu Amerika'ya almıştık da şimdi geri getirmek gerek. Memleketin muhabbeti ve yemeği güzel. Kankalarla daha bir güzel oluyor :)

Salı, Eylül 04, 2007

Kendin İçindeyken Kafan Dışındaysa

Bugünlerde kendimi iyi anlatamıyorum sanırım. Hiçbir şeyden pes etmiş değilim. Sadece önüme daha iyi olduğunu düşündüğüm bir fırsatı değerlerlendirmek üzere harekete geçtim. Aynı hareketi Amerika'da da yapardım, Japonya'da da. İşi bırakmamın Türkiye'de çalışmakla bir alakası yok yani. Başıma trajediler gelmiş de kendime istifa yolu falan çizmiş değilim. İşyerimden kötü ayrılmadım ve hatta tamamen ayrıldığım da söylenemez. Bana yapılan 'haksızlıklar' aslında her 'bordro mahkumu'na yapılan cinsten. Yani bir kurumda çalışmak böyle bir şey. Beyninizi satıyorsunuz. Gramla değil ki, halka açık borsası yok ki piyasa fiyatı bilinsin. Türkiye'de fiyatınızın sistemli değerlemesi yok. Hem Amerika'da hem de Türkiye'de performans değerlemesi ve buna göre yaratılmış range'ler, skalalar falan vardır ama bu kitaplara Amerika'da daha çok uyulur. Bu yüzden Amerikan şirketi en verimli çalışanlarını bile esneyemediğinden elinden kaçırırken Türkiye'de verimli eleman gitme tribi yaptığında olmadı bir ünvan uydurulmak suretiyle bir terfi yaratılarak çaresi bulunur. (Genelliyorum, istisnai olaylar dinlemeye niyetim yok). Avantaj gibi gözüken 'esneklik' ipinin ucu kaçtığında kaosa dönüşür işte. Hep derim. Her şeyin başı ayar. Sağlığın bile.

Aynı hislere senelerce ben de kapıldım Şükücan. Türkiye'de rüzgar esse, 'ay orası rüzgarlı, ben en iyisi hiiiç dönmiyim' derdim. Ay ortalık fecaat, trafik kötü, evler düdük, kadınlar frapan kokoş, insanlar kaba, vs vs. Bahaneler bitmezdi dönmemeye. Sonra sonra işte, bu bahanelere ne gerek olduğunu da çok düşündüm. Yani neden 'dönmek istemiyorum işte', demiyordum da 'dönmek isterim ama engel sebepler listesi kabarık' diyordum, onu da bilmiyorum. Olduğun yerde huzurlu, mutlu olmak suçmuş gibi. Diil, cancan. Hiiiç diil. Bir de 'mutlu olmak' mekandan bağımsız yahu. Savaşın göbeğinde bile mutlu olabilirliği var bu insanoğlunun. O yüzden mutlu olmak anlamında orası vs burası kıyası çok elmayla armut kalıyor.


Kerem gelmiş tatile Amerika'dan. Onunla da konuştuk. O da aynı şeyleri söyledi. Çok istermiş dönmek ama trafik, kabalık, kaos, ofisteki egolar, dedi. "Bunlara takılıyor musun?" dedim. 'Yani bunlara takılıp gününü mahvedebiliyor musun?" Elbette, dedi. Yani insan başka neye takılabilirmiş, daha ne olsunmuş. Ben ki öylesine söylenmiş bir kelimeden en karanlık, en nevrotik manaları bulup çıkarırım, bunlara şizofrenik senaryolar yazıp uykularımı bölecek kadar takarım, Kerem'in dediklerine bir türlü takamıyorum. Öfkelenebiliyorum, hatta bağırıp çağırıyorum da ama üç dakika sonra geçiyor. Zaman zaman boğazıma şeytan kaçtığını ama tuhaf bir şekilde hemencecik çıktığını söylüyor Şövalye.


Dün gece pijamalarımla atladım Pansiyon'a gittim. Şövalye tutturdu üzerime bir hırka falan alayım diye. Bu sıcakta? Deli mi ne? Arabaya binene kadar hasta taklidi falan yaptım bari. Görenler yadırgamasın pijamalarımla sokağa çıkışımı diye. Pansiyon bir söylendi ortama dair. Şapti düzeni, dedik. Zincirin her halkası şapti. Konuştukça farkettim ki kabullenmekmiş meğer benimkisi. Devrimci, hadi olmadı isyancı bir ruhum falan yok yani. Susup başka şeylerle oyalanıyormuşum. Olmadı uzaklara, doğaya falan bakıyormuşum. Ara sıra beliren öfke nöbetlerinin niteliği çok analitik, yüksek perdeden derslerden ibaret zaten. Biz de tüm şaptiliğin farkında ayrı bir cins şaptileriz. Ukala dümbelekleri olarak bu coğrafyada yaşarız. Hepinizi bekleriz.

Pazar, Ağustos 26, 2007

Açıklamalar

İşi bırakmam beni yakinen tanıyanlara sürpriz olmadı. Bir senedir anlatıp durduğum bir hikaye hayata geçti sadece. Öyle işimde yaşadıklarım canıma tak etti de lanet olsun dedim de yumruklu istifamı koydum masaya da, üstüne de tripli son iki haftamız başladı gibi bir durum ASLA yok. Kimseyle dargınlığım, gıcığım falan da yok. Görünüşe göre yorumcular benden daha çok alındılar üstlerine. Durumu bilmeyenler için yavaaaş yavaş anlatıyorum:

14 ay önce yedi yıl yaşadığım Amerika’dan döndüm ve ilk kez Türkiye’de bir kurumda çalışarak yaşamaya başladım. Başıma gelecekleri dönenlerden, yaşayanlardan, genç yaşımdaki staj mtaj, mülakat deneyimlerimden az biraz duydum, dinledim, hatırladım. Ben işini hayatı yapmayan bir insan olmuşum. Hiçbiri tomadı açıkçası. Yani döndüğümde baktım ki yerli yeni işimin bir makine düzeni yoktu; planlaması, stratejisi, toplantısı, giyimi kuşamı, ofis dinamikleri, performans tanımı ve değerlendirmesi, herşeyi ama kurumsal hayata ait heeer bir şeyi bambaşkaydı. Kaotikti. Bu kaosun da bir düzeni olduğunu ve kendinizi çok da zorlanmadan teflon kıvamına sokabileceğinizi unutmayın sakın. Zaten son birkaç yıldır kurumsal hayatın yalan olduğuna, ofiste yaşananlara takılmanın akla kar bir şey olmadığına, işi özel ve sosyal hayatınıza da konuk edecek kadar sahiplenmenin getirisinin çok marjinal olduğuna ve bu arada iş üzerinden kendinizi tanımlamamak gerektiğine ermiştim. Bu erginliğe vardığınızda zihniyetiniz ne menşeili olursa olsun her ülkenin her kurumsal ortamında mutlu olabilirsiniz. Aynı durumu başkaları ‘hırslı olmamak’, ‘beklentileri olmamak’, ‘loser olmak’, ‘aldırmamak’, vs şeklinde de tanımlayabiliyor; fakat hırs, beklenti, kazanmak-kaybetmek, aldırmak-aldırmamak gibi ifadelerin de Hafiyece’de tanımları farklı.

‘Amerikan’ zihniyetli birinin kaos düzende dikiş tutturması zordur ve hatta zaman zaman trajikomik sahnelere dahi yol açabilir. Bunu bilen iş insanlarının bu tiplere kuşkuyla yaklaştıkları da bir gerçek. Bana da öyle bakıldı önceleyin. Zaman içinde ‘tuhaf bir hatun ama kafa bir tipe benziyor’a terfi ettim. Hafiye zihniyeti orijinden bağımsız. Sadece gözlesin, öğrensin, bunlar içini kıpırdatsın, bunlar ona yetsin zihniyeti ve şu da bir gerçek ki Türkleri gözlemlemek Amerikalıları gözlemlemekten çoook daha eğlenceli. ‘Bakın da gülün hallerine’ anlamında söylemiyorum. Daha çok aksiyon var bir kere. Daha çok kan, ter, gözyaşı var. Drama dozu daha yüksek. Bir keresinde Amerika’da, hiç hatırlamıyorum neye üzülmüştüm ofiste, gözlerim dolmuştu da tuvalete kapatmıştım kendimi, orda sessiz sessiz üç dakikada iki damla dökmüştüm. Sonra hiçbir şey olmamış gibi çıkıp masama dönüp işimi yapmıştım. Burada rahat rahat ağladığımdan değil (hala beceremem herkesin içinde ağlamayı), ama ofis ortamında ağlayan, cinnet geçiren, tersine neşe krizine de giren insanlar var ki seyirlerine doyulmuyor. Onlar gibi direksiyonu duygularıma bırakmayı ne çok isterdim. Bu kontrollülüğü mesela -Amerika’dan mı kaptım yoksa doğuştan mı vardı hiç bilemiyorum- burada da çok güzel kullanabilirsiniz. İfadesiz suratla, sabit ses tonuyla konuşmanız gereken ve pattadanak değil de büyük lafı çiğneye çiğneye yumuşatarak konuşmanız gereken pazarlık ortamları için nimet olursunuz mesela.

Neyse, dönmek isteyenlere iş ortamına dair biraz nasihatlar verdim ben de kendimce. Bir önceki yazımda söylemek istediklerimin yorumlarda çok farklı anlaşıldığını ve hatta en son bir hakaretimsi yorumdan sonra o yazıyı çekmek durumunda kaldım. Kimseye öfkem yok. Eski işyerimle köprüler yakarak ayrılmış da değilim. Serinim yani. Lütfen siz de öyle olun. Kaldı ki yeni işim hazır bile. Neredeyse hazır yani. Kesinleşince bildireceğim.

***
Bir diğer konu da şu ki bu yazıları beni şahsen de tanıyan ve fakat dünyanın dört bir yanına dağılmış bulunan çekirdek kanka grubuma yazıyordum. Hatta da ilk formatı her kankanın kendi post’unu yazabileceği bir platform şeklindeydi. Sonra baktım benden başka yazmaya iştahlı kimse yok, bugünkü haline dönüştü. Kanka grubumu okur kitlem diye düşündüğümden biraz özel hayatımı da seriyor olabilirim. Bunda bir sakınca görmüyorum. Dışarıdan da takip edilmeye başlandığımı farkedince gerçek isimler yerine lakaplar kullanarak devam ettim. Yazı yazarken o kadar keyif almaya başladım ki uzun zaman yazmadığımda kaşınmaya başladım. Yeni işimden dolayı önümüzdeki günlerde yazılarımı, blogu ve hatta daha başka yeni denemelerimi yapısal değişikliklerden geçirmeye ve geliştirmeye vaktim kalacak diye umuyorum. Hatta yeni işimi biraz da o yüzden istedim.

Böyle yani. Herkese iyi Pazarlar!

Çarşamba, Ağustos 15, 2007

Adam Çalıştıramama

Beyza gelecek diye erkenden uyanıp evi topladık. Şöyle her şeyi olduğu yerden kaldırıp altını silip sonra da aynen aldığı yere bırakmak yerine nesneleri kategorize ederek yerlerine yerleştiren bir temizlikçi hayaliyle yaşıyorum. Sorsan önemli bir şeyin yerini değiştirmiş olmaktan çekiniyor. Oya ne güzel, herşeyi tıkardı üst üste çekmecelere. Sığmadığı anlarda da bir köşeye. Üzerine de bir battaniye. Tamam. Battaniyeyi açmanla nesneler devrilirdi ama olsun. Nasılsa bir dahaki haftaya gelip yeniden bu denk yapılırdı küçük odaya, gözlerden uzak bir yere.

Bir de Beyza her geldiğinde sigaram yok, diyor. Birkaç kez ona sigara buldum bıraktım. Ama bu sabah da aynı şeyi iddia eder diye geçen hafta Abu Dhabi'den Düella'ya getirdiğim bütün duty-free sigaralarını topladım. Toplanırken Ruş'un Düella'ya getirdiği kahve kremaları gün ışığına çıktı. Onu da kattım arabaya indireyim diye dev poşet yaptım kapı önüne. Düella Hanım'ı ne zaman görebilirsek artık, vericez emanetleri hazır Beyza'dan kaçırırken malları. Yalnız kaçırdık hadi, eyvallah da sigara sorarsa ne diycem ben Beyza'ya? Bu basitlikte bir şey isteyen birisine 'hayır' demek o kadar zor ki ama bir, iki, üç derken bu sefer Beyza'ya sigara bulundurmak görevim oldu. H atta evde sigara yoksa bir gün öncesinden stres yapmaya başladı bu durum.

"Tamam o zaman", dedim Şövalye'ye Beyza'nın olası sorusuna ne cevap vereceğime dair prova yaparken. "Ben de derim ki, 'Her gelişinde sigaran olmadığını söylemen sence bir tesadüf mü Beyza?'"

Böyle prova yaptığıma da bakmayın. Anı geldiğinde Allah bilir açıcam duty-free paketlerini.
Şövalye bacaklarını karnına çeke çeke güldü bir beş dakika. Nefesini toplamayı başarınca da "Yo, yoo. Şöyle de: 'Senin sorunun ne biliyor musun Beyza? O lanet kıçının kafandan büyük olması. İşte senin sorunun bu ahbap' de". Hi ho hooo! Hiii ho haaa!


Çok Amerikanmış bu tavrım. Direk sert çıkışıp kaşlarımı çatmam gerekirmiş. Ama nasıl ya, nasıl? İşte de bütün odacı, şoför, fotokopici, muhaberat, sekreter, idari işler insanlarına bir işi yaptırmayı beceremiyorum zaten. Rica etmemem gerekiyor. Kendi kendilerine hatalarını farkedip düzeltmelerine yönelik ipuçları verip çakmalarını beklememem gerekiyor. Bu memlekette sadece cinnet çözüyor düğümleri. Ki o da sadece bir anlık.

Pazartesi, Ağustos 13, 2007

Siberevham*

Nasıl olduysa ilk kez duyduğum şu 'cyberchondria' olayını da cyberchondriacvari bir biçimde internetten okudum, öğrendim. Kendime tedaviler falan araştırıyorum. Şekerim düşüyor, evet. Bulgularım çeşitli tahlillerle sabittir. Mide gazı yapmaz yani bu şeker düşüklüğünü. Manyaklar sizi! Özetle, kanser değilim. İlerde diyabete temayülü olan bir hipoglisemi vakası. Uzun süre aç kalmamam, şekeri ani yükselten basit karbonhidratlardan uzak durmam falan gerekmekte. Yani bir muzlu rulom vardı günahım. O da gitti. N'apalım.

MR çektirmedim, tomografi de çektirmedim. Multiscan diye bir alet çıkmış. Onun çıktısına ne deniyorsa artık, ondan çektirdim. Teknoloji anlamında gerçekten Amerika'nın önündeyiz, kim ne derse desin. Herşeyin en son modeli burda. MR bir tüpken bu bir simit şeklinde. Tepeden tırnağa iki dakikada tarıyor adamı. MR eski tip printer gibi satır satır ilerliyor ya on saat. Bu şip şak.

Yalnız doktorları gibi teknisyenleri de bir tuhaf bu ülkenin. Alete girmeden damarınıza bir sıvı enjekte ediyorlar. Tabii ben sormadan bırakmadım. Bu sıvı nedir, nedendir, ne işe yarar, diye. Bu sıvı en kılcal damarlarıma bile hızla dalıyormuş. Daha iyi görüntüleniyormuşum böylece. Yalnızca biraz iğnesi kalın, acaba nerenizden batırsak derken elimin üstündeki damarları inceliyordu. Anneciiiiim, oldum. Doktor** koştu geldi . Korkma kızım'lar yaptı. Bu alet biraz moral bozar, haklısın, dedi. Yok, alet diil, kalın iğneler içimi şaapıyor, dedim. Doktor daha 'yoook bişiy, yoook bişiy', yaparken teknisyen bir çam daha devirdi. İğneyi yapıcaz, sonra yalnızca üzerinize haşlanmış su dökülüyor gibi bir his olacak. O kadar. Neeeeeee, oldum. Kalın iğneleri zarif bileklerime daldırmaya çalışmalar, haşlanmış su dökmeler. Bir moral, bir teskin, sormayın gitsin.

Yani neticede, evet, iğnesi kalıncaydı normalden ve de bir sıcaklık kapladı içimi hemen sonra ama o kadar. Teknisyen öncesinde öyle bir çekti ki beklentileri aşağı, sandım ki işkence görücem. Geçenlerde Mango indirimi gününde kasa sırasında 72 kadının olduğu (üşenmedim, saydım) iğnenin yere düşmediği ortamda arka dibimde duran kadının ayağına bastım. O anda o mağazada özürsüz mahçupsuz dakikada en az on iki ayağa basılıyordu ki ben yine de özür diledim. Ayağımı ayağının üstünden iki saniye içinde çekmeme ve üstelik lastik pabuçlar giymiş olmama rağmen kadın o kadar ciyakladı ve o kadar zırladı ki basiretim bağlandı. Ayağı kırıldı sandım. Birkaç kez özür dilememe rağmen hakarete ramak kalan sözler de söyledi. Utancımdan çıktım gittim mağazadan. Bakmayın burada car car yaptığıma. Çok ezik bir insanım aslında. Kavga edemem hiç.

Diyeceğim o ki, ayağına basılmasına bu kadar ağlayan bir millet varsa teknisyen de haklı olabilir bu tarz teşbihlerinde. Ha, ayrı bir küpe olarak şunu da takın ki bu topraklarda bir kez özür diledin mi cani ilan ediliyorsun. Hiç aldırmasan kimsenin bir şey dediği yok. Vergi beyannamesi gibi. Bir kez bildirdin mi yandın. İşini kapatsan, evini satsan bile sorumlu ilan ediliyorsun.

Yani neymiş? Biiiir. Röntgen teknisyenleri de dahil herkes acıları abartırmış. İkiiii. Kimseden özür dilemeyecek, kimseye bir şey beyan etmecekmişiz.

* Bu kelimeyi ben Türkçeleştirdim ya da Türkçeleştirir gibi yaptım. Her hakkı mahfuzdur.
** Uzun hikaye ama doktor Prof UC diil. UC son dakika nefes almaya yurtdışına gitmeye karar vermiş, tabii ki randevusunu iptal ettiğini bana söylemeye gerek duymamış. E, koskoca vergi rekortmeni adam, benim vaktimi neden ka'ale alsın? Ben de Cuma günü bir kere işten çıkmış bulunduğum için bitişikteki alışveriş merkezini gezdim. Yerine Cumartesi günü bir arkadaşımın babasının doktorluk yaptığı daha mütevazi bir hastaneye gittim. O beni bu cihazlara soktu işte.


Pazartesi, Ağustos 06, 2007

Psi psi-ko-pa-tım

Gece 4'te çaat diye ışıkları açıp Şövalye'yi dürterek uyandırdım. Ben hastayım. Çok hastayım. Yani hastaymışıııım. Bohuuu, diye. O uyumuştu gece 1 gibi. Benim uykum yoktu. Sen uyu, dedim. Ben biraz şu tahlil sonuçlarımın nelere işaret olduğuna bakıcam internetten. Uykusu varsa veya karnı acıkmışsa hiçbir incelik beklemeyin Şövalye'den. Ama sandım ki bu durum ciddi diye farklı davranır. Yok. Geçirdim onu internetin başına. İnsulinomalar, pankreas kanserleri, neler neler gösteriyorum. Gösterirken anlatıyorum. Böyle benim anlatışım vardır ya heyecanlıyken eller, kollar, tüm vücut muhabbete. Gözlerini ovuşturdu durdu sadece. Sonra da anlattıklarımı anlamadığını söyledi. Pankreasın çok güzel senin tontonum, dedi gitti yattı!!!
Senelerdir bir tuhaf kan şekeri problemim var. Ailede diyabet gırla olduğu için birçok doktorun kapısını zaman içinde zaten defaatle aşındırdım. Tahliller tahliller. Şeker yüklemesi yapılır. Benim şekerim yükselmez. Yani yükselir de normal insanlarınki kadar. Normalde diyabet teşhisi öyle konuyor. Gerisine bakılmıyor bile. Oysa benim şekerim yüklemeden 3 saat sonra patada diye öyle bir düşüyor ki, öyle 'karnım acıktı'yı 'şekerim düştü' şeklinde tanımlamaktan çok uzak bir şey. Bayılmak üzere olma hali. Bir şey yemezsem kan çıkar hali. Yer yemez rahatlarım. Herşey düzelir. Kandaki glukozun taban değeri 70-75'ken benimki 50'ye, hatta 40'a düşüyor.


Daha önce gittiğim doktor bir diyetisyene yolladı. Diyetisyen de bana bir not kağıdına 10 madde yazdı. Bal yeme, pirinç yeme, beyaz ekmek, makarna yeme, şekerli meşrubatlar içme vs vs. Bana basit karbonhidratları anlatmaya kalktı. Ben ondan daha çok şey biliyordum haklarında. O kadar çok Atkins ve Southbeach diyeti zımbırtısı okumuşum ki yiyeceklerin glisemik indeksini ezbere biliyordum, lif oranlarıyla beraber. Zaten bu saydıklarını da yemiyordum. Yani arada pasta, börek götürmüyor muyum? Evet. Ama senelerdir pirinç, beyaz makarna, beyaz ekmek, normal kola falan tüketmiyorum. Çayıma şeker splenda'dır. Spor yap, diyor. Haftada üç gün yarım saat hızlı yürü, mesela, diyor. Kardeşim, ben o kadar koşuyorum bile. Sporu azaltiym mi? Bu mu? Ezberlemişler dıt dıt dıt dıt bıt bı bıt herkese aynı reçete. Bir bak, bir dinle, bir düşün. Karşındaki herkes aynı mı? Birinin ihtiyacı, sıkıntısı farklıdır belki. Benim derdim zaten bana onu yeme bunu yeme, spor yap demeleri yerine mekanizmayı anlatmalarını istemem – ki Türk doktorları o noktada ağır alınganlıktan feci ayarcı oluyorlar. Sanki bilgilerine, kariyerlerine hakaret etmişim gibi. Soru soruyorum sadece ayol. Olmazsa olmaz vücuduma dair sorular sormamın nesi yanlış?


Kan şekerim yükselmiyorsa, neden bana diyabet diyeti veriyorsun, mesela? Şövalye de merak ediyor bunu. İlerde diyabet riskine işaret dedim. Onu da ben dedim. Internetteki medikal sitelerden öğrendim. Doktordan değil. Tamam, dedi, madem ilerde diyabet olacaksın. Olana kadar vur patlasın çal oynasın, o zaman. Hadi gidip Mevlam Pastanesi'nden muzlu rulo pasta yiyelim! Şimdiden neden diyabetmişsin gibi yaşıyorsun ki? Evet yahu. Neden?


Ben tuttum kendim okudum okudum. Durumu ve tahlillerimi Harvardlı doktor Şükü'ye de raporladım. Bana pankreas tomografisi çektir dedi. Ben devam ettim okumaya. Sonra tamam, dedim. Pankreasımı urlar bastı. Şövalye'yi kastım. Şövalye psikologa gitmemi önerdi. Obsesifmişim. Korkutuyormuşum artık onu. Akabinde Düella'yı kastım. O da eğlendi benle. Amaaan, ölürsen ölürsün, bu kadar kasmaya ne gerek, dedi. Hayatı sevme bu kadar, dedi. Ölüceksem ölürüm de bir an önce öğrenmek benim derdim. Asıl anlamazsam ölürüm. Hafiyeyim ya.


Daha beter hırs yaptım. Zıvanadan çıktım. Hastaneden doktorun telini alıp Pazar günü adamı aradım durumu anlattım. Pazartesi de yakasına yapıştım. Önce, ooo, yaşıyorsun bakıyorum hala, diye eğlendi. Sonra da sana internet yasak, dedi. Git diyetini yap, sonra konuşalım, dedi. Oldu. Hem anlatma, hem okutma, hem sordurtma. Sus ve güzel ol bu memlekette.

İşe geldim. Doktora gidicem, gecikicem demiştim sabah. Dönünce soranlara anlattım. Öylesine anlatmıştım. Ta patrona gitmiş durum. Patron bir de üstüne alınmış. Ağır torpiller koyup Prof Dr UC'den randevular almış. Israrla pankreasımın tomografisini alıcak. Şimdi hangimiz obsesif? Dedim bu doktor neci? Bilmem, dedi. Gugılla bir. Sen tut koko hastaneler zincirinin sahibini ara, 'en güzel masanızı ayırtmak istiyorum' der gibi, en baba doktorunuza randevu alayım, de. Prof UC'nin prof'luğundan ziyade vergi rekortmenliği çıkıyor gugıl sonuçlarında. Uzmanlık alanı da endokrinoloji diil. Şimdi 'gitmem' de diyemem. Ayıp olur galiba.

Bu tomografiyi duvara asmıycam heralde. Yorumlanması da gerek. Şövalye sakın bunu asıl doktoruna götürme, endokrinologların kara listesine gireceksin, diyor. Uff. Ufff.

Perşembe, Ağustos 02, 2007

Meet the Parents

Hepiniz Adana'da olan bitenleri merak ediyor, biliyorum. Şimdi şöyle:
Şövalye tembellikten ne saçlarını kestirdi ne de Bebek'e inip yarım kilo badem ezmesi yaptırdı. Yerine Levent Çarşı'daki Hacı Bozan Oğulları'ndan bir kutu madlen çikolata aldı böyle janjan bir kutu ki rengini ancak 45 dakikada seçebildi. Bebek'e inse daha kısa sürerdi. Bebek'e inemediği bir yana, hediyesinde bir 'İstanbul dokunuşu' yaratamamış olmanın verdiği eziklikten de geçememiş. Hesabı öderken adama 'Sizin Adana'da şubeniz var mı?' diye sordu. Adamdan 'yok' yanıtını alınca pek sevindi Hacı Bozan Oğulları armalı kağıt torbayı teslim alırken. Ama sonunda ne oldu??? Cuma akşamı apar topar uçağa giderken zaten Bozan Oğulları'nı arabada unuttuk. Şövalye Adana'ya eli boş ve saç traşı çoktaaan gelmiş olarak geldi yani.


Şimdi farkediyorum ki evveliyatını anlatmadan 'meet the parents' kısmını yazması zor. Bundan aylaaar evvel Şövalye'nin annaanesiyle tanıştığımda annaane babamın ne işle meşgul olduğunu sormuştu. Ben de çiftçi, demiştim. Şövalye öksürerek araya girmişti. Yok, yani annaane, babası öğretmenmiş, emekli olmuş, demişti. Adana'da çiftçi olmak daha havalıdır oysa ki öğretmen olmaktan. Yani bu 'toprak sahibi', yani 'ağa' familyasından olduğunuza işarettir ve de iyi bir şeydir oysa. Neyse işte, Şövalye bizimkileri 'köylü' sanıyor olmalı -ki öyleler- ama buradaki köylülükten ayrı bir sınıf kastediliyor. Neyse işte o. Anladınız siz onu. (Eminim şu anda Şövalye bu yazdıklarıma kıl oluyor zira bu tezimi devamlı reddetmekte) Ben de Şövalye'ye verdim gazı devamlı. Yok bana düğünde ağırlığımca altın takmalısınız, yok ilk yamuğunda aşiret salarım peşinize Conolar vurur sizi topuktan falan da filan.

Neyse işte, babam karşıladı havaalanında bizi kamyonetiyle karşıladı. Doğru yazlığa gittik. Sanıyordum ki orası serin olur. Hep serin olurdu dağ-deniz arası rüzgarlardan ama haftasonu tam bir fırın havası hakimdi. Devamlı piştik. Babam gider gitmez kamyonetin arkasındaki meyve kasalarını Şövalye'ye taşıttı eve kadar. İçli köfteler ve dolmalardan sonra babam terastaki koltukta uyuyakaldı. Ne sordu ne de merak etti. Bize iki ayrı tek kişil yatağın olduğu aynı odayı hazırlamış annem. Rahatlardı. Biraz fazla rahatlardı hatta. Birkaç saatliğine bir evsahibi resmiyeti yaptılar yapmadılar derken babam evde donla, annem gecelikle dolaşmaya başladı.
Akşamüstü Narlıkuyu'ya gidip Şövalye'ye Cennet- Cehennem'i gösterdik. Rakı-balık yaptık. Babam iki kadeh içince konuştu da konuştu. Çukurova dünyanın en güzel yeri, dünyanın ilk ticaret odası burada kuruldu, dünyanın en lezzetli inciri, üzümü, karpuzu, kavunu, zırtı pırtı burda yetişir. Bu topraklar çok kahraman yetiştirmiştir. Bu topraklaaaar'la başlayan övünç nidaları. Bir memleket fanatizmi, sormayın gitsin.


Ertesi sabah nihayet babam sordu biraz işte. Ne düşünüyorsunuz, ne zaman evleniceksiniz gibisinden. O sormasa bizimkinden çıt çıkmazdı. İyi oldu fakat Şövalye yine müthiş çalımlarıyla top çevirdi. Önce bir Şövalyegiller Eylül-Ekim gibi yazlıktan dönsün de Hafiyegiller'i ziyarete gelsinler de o zaman konuşulsun da falan da filan. Biz istiyorduk ki gidelim yurtdışında evlenelim. Düğün dernek olmasın. Ben mutlu düğün görmedim hiç. Uğraşamam öyle davetiyedir, listedir, gelin başıdır, 8:30'da nikah, 9-11 arası da davetlileri öpmedir, falanca teyzeyi öpmeyi atladın diye alınılmadır. Şövalye zaten oralı diil. İyi bir ortak fikir gibi durmasına rağmen yine çalımlar geldi. Annaanesi mürüvvet görmek için yaşıyormuş da düğün olurmuş belki de. Hem belki bizimkiler de istermiş. Sorsan evet, isterler ama bir cinnetin üstüne bir hafta küsmeyle onlar yola gelir. Şimdiye kadar Hafiyegiller'in karar alma mekanizması hep böyle işledi. Bu muğlak Şövalye tam bir Terazi burcu insanı. Beş gezegeni birden Terazi'de hem de. Double, triple, quadruple diil, pentuple Terazi. Tam bir kararsızlık ve top çevirme ustası. Millet de sorup durmakta hala 'ne zaman evleniyorsunuz?' diye. Ben olacağı söyliyim. Gidip takviminde bir günü işaretliycem. Şövalye'ye de diycem ki, ben gelinliği aldım, gidiyorum. Sen ister geeeel, ister gelme.

Pazartesi, Temmuz 30, 2007

Aileyle Tanışmak

Birazdan Şövalye'yle Adana'ya gidiyoruz. Şövalye Peder'in elini öpücek. Ön kız isteme seremonisi yaşanacak. İyi niyet sembolü madlen çikolatalarını sunacak. Lakin annesi ona Bebek'teki badem ezmecisinden kilosu trilyon olan badem ezmelerinden almasını söylemiş. Hani bir İstanbul dokunuşu da olsun diye. E, bizimkiler sevmez ki badem ezmesi. Ben de sevmem. Ne Bebek'tekiniiii ne Emek'tekini. Anne Şövalye ona güzel giyinmesini ve traş olmasını da salık vermiş. Ya boşver dedim. Zaten hava 42 derece. Ne Bebek'e inecek takat var ne traş olacak ne güzel giyinecek. Öyle gel. Bizimkiler takmaz, diyorum. Pek inanmıyor. Kuşkucu yaklaşımı devam etmekte.

Şövalye aristokrat aileden beyaz bir oğlan. Türkler ne kadar aristokrat olabilirse o kadar, elbet. Yalnız var işte ailesinde sefirler, paşalar, eski İstanbulluluklar. Anadolu'ya ancak dağa çıkmaya, motorsiklet turuna, yamaçtan uçmaya gitmiş. Endişelerinde haklı mı ne? Anacım, haftalardır bunu korkutmuşlar. Adanalılar şöyledir, Adanalılar böyledir diye. Hepsi de hırt kırt şeyler. At, avrat, silah üçlemesini slogan yapmış bir babadan tutun, kızına yamuk yapılırsa peşine salınacak Conolar'a kadar. Evet ya, Conolar! Bilir misiniz Conoları? Ben bilirdim de unutmuşum. Çok yıl oldu hikayelerini duymayalı. Şövalye sordu geçen gün arabada. Siz Cono musunuz, diye. Neee, olmuştum. Sen nerden biliyorsun? İş arkadaşlarından duymuş. Aşiretmiş. Belaymış.

Conolar, aslında Çingenedirler. Mübadele yıllarında Romanya'dan, alın bunlar Türk diye bize çakılmış bir aşiret. Conolar köken olarak Çingeneler ancak Çingenelerden farklı bir yaşam tarzları vardır. Kendi içlerinde kuralları vardır. Tam Çingene değiller, tam da saf değiller; bir karışımdırlar. Saf Çingenelerde hırsızlık yoktur ve belirli bir inançları vardır. Çoğunluğu cahil değil, okuma yazma bilir ancak Conolar için hırsızlık bir yaşam biçimidir. Conolardaki evlilikler de Çingenelerinkinden farklı. Çingeneler mesela asla küçük kız çocuğunu evlendirmez. Conolar 9 yaşına gelmiş kızlarını evlendirebilir. Conolar şehirlerde ve yerleşik bir hayat sürerler, kendilerine özgü bir dilleri vardır. Çingeneler geldikleri bölgelerin dilini konuşmalarına karşın Conolar Bulgarca–İngilizce–Türkçe karışımı farklı bir dil konuşurlar. Tam bir haydutturlar. Geçenlerde bizimkilerin bahçesinde, bekçinin oturduğu evin damından güneş enerjisinin deposunu ve solar panellerini söküp bir güzel pikapa yerleştirirken yakalanmışlar. Bekçi pikaptan aletleri indirtir. Bir depoya kilitler gider. Birkaç saat sonra döndüğünde deponun kapısı kırılmıştır ve enerjinin yerinde yeller esmektedir. Bir keresinde de iyilik olsun diye yol kenarında bekleşen Conoları traktörüne alır. Römork kısmına doluşan Conolar gidecekleri yere kadar giderler. İndiklerinde bekçinin evine erzak olarak aldığı çayı, şekeri, mercimeği falan da götürmüşlerdir. Conoların çoğunun kimliği yoktur. Okula, askere falan gitmezler. Devlet bulduğu yerde bunları kimlik sahibi ediyor aslında. Buldukları yer de çoğu zaman karakol elbet. İlk kimliklerini, vatandaşlık numaralarını falan nezarette alıyorlar yani.

Neyse işte, ben de bozmadım durumu. Evet, dedim. Yamuğun olursa salarım Conoları peşine. Hazır korkmuşken biraz elimi kuvvetlendirmekte fayda var.

Salı, Temmuz 24, 2007

Nerden Başlasam, Nasıl Anlatsam?

Anlatacak şeyler birikince birikintileri toplayıp ve ortaya yanar döner meyve salatası yaptırmak konusunda çok başarısızım. Empresyonist tarzım bu kadar aksiyonu kaldırmıyor. Bir kısmınız Bodrum tatilimizi merak ediyor, kiminiz nişanlılık-sözlülük hallerinin neticesini. Arada inanılmaz yoğun iş günlerim oldu. Yani nereden tutsanız ayrı bir macera. Hiçbiri de heyecanlı değil. Böyle okuru kucaklar da bambaşka hislere uğratır cinsten değil. Şurada özetini geçeyim de sonradan detaylandırırız elbet.

Bodrum tatilimiz tam bir faciaydı. Bu kadar hatun, hepsi de aynı dönemlerde PMS olunca paso birbirimize kıl olup uyuz uyuz oturduk. İkizlere hamile de vardı, manitayı yeni terketmiş olanı da, yeni terkedilmiş olanı da. Uzun süredir evlenecek kız arayanı, iş konusunda kafası karışık olanı, bir Kanadalı, iki gay, bir nişanlı-sözlü (ben) ne ararsanız vardı tatil ekibinde. Yonc'un finansal anlamda başarılı ve fakat eğlence ve dinlence anlamında başarısız rezervasyonuyla gittiğimiz all-inclusive aile otelimizde huzuru bulamadık. Yerine birkaç kilo göbek yaptık. Gündüzleri etrafımızda çoluk çocuk gürültüsü eşliğinde tatil yapan ve snack bar'da önümüzü kesen Türk ailelerine kıl olduk. Bir akşam Bodrum'a indik. Eğlenen eğlendi. Bar tepelerine çıkıp oynayanımız da oldu, dağıtıp yumruk atanımız da, taksiden düşenimiz de. O anlamda 15 yıldır bir değişiklik olmadı fakat ertesi gün toparlanamadık. İki gece üst üste rezilce eğlenemedik. Bünye kaldırmadı. Düella artık orta yaşlı olduğumuzu iddia etti. Orta yaş'ın tanımına dair anket yaptık. Herkes 45-50 dedi. 10 yıl önce bu tanım 35 iken bu yıl barı yukarı çekmişiz. Kendimize orta yaşı kondurmama hali. Hem kel hem de foduluz.

Tatilin iyi kısmı şuydu ki en azından özgüvenimiz zedelenmedi. Geçen yıl Türkbükü'nde 18'lik taş ve de süslü medyatik sosyetik tipler arasında çok ezilmiştik. Bu sene en azından ilk gün daha bir bakımlı, alımlı, özenliydik. Sonraki günler gittikçe saldık. Pijama donumuzla havuzbaşındaki aynı metal görünümlü plastik masada çay, kahve, kola, bira, çekirdek çitleterek ve de iyice kendimizi salarak koca bir hafta geçirdik. Tatilin diğer bir iyi kısmı da nostaljinin bizi hüzünlendirmemesiydi. 'Kaç kişiydik o zaman? Bak, kaç kişi kaldık şimdi?' gibi bir durum yok. Büyüme hızımız müthiş. Churn neredeyse sıfır.

Ben tatil boyunca hep sustum. Özlem bir vakittir bende bir tuhaflık seziyor. Sebebini ben de bilmiyorum. Konuşasım yok. Yazasım da yok. Yoksa yoğunluk falan tomas buralara içimi dökmek için. Neden acaba? Yonc komplocusu Düella'nın da benimle çok vakit geçirdiğinden suskunlaştığını iddia ediyormuş sağda solda. Bizi kıskanıyor. Düella'nın en iyi arkadaşlığından uzaklaştırıldığı için. Zaten ekipte herkes birbirini kıskanıyor, birbirine feci laf sokup feci de uyuz oluyor ama bir yandan birbirini delice de seviyor. Tam bir aile sendromu.

Perşembe, Temmuz 12, 2007

Yazariniz tatilde

Birkac gundur Bodrum'da 10 kanka tatildeyiz. Pazartesi'ye kadar yazilarima ara veriyorum

Pazartesi, Temmuz 02, 2007

Kara Kutu'dan Pandora'nın Kutusu'na

Bir haftadır çekmecede sakladığı kutuyu cebine koyduğunu gördüm. Beyti’ye giderken cebindeki kutu ebatlarındaki kabarığı da. Erol Taş misali pirzolalarımızı dişlerken kutudan yüzük çıktı, onunla evlenir miyim, diye sordu. Evlenmeden beraber oturamayızdan ucu açık beraber olamayıza, en nihayet hiçbir türlü beraber olamayıza uzanıp ha bire ayrılmaya kalkışınca çocuktan ister istemez bir climax'e ulaştık. İttir kaktır benim de bir yüzüğüm oldu yani.

Önce uzun süre bakamadım. Sonra yağlı parmaklarıma geçirdim tek taşımı. Yan masada 15 kel amca, bilekte taşınan cüzdan-çantalar masada Toyota Camry’nin yeni modelini tartışmakta. Haliyle pek romantik olamadık. Zaten bana “bissürü tontonumuz olsun, hayat boyu hiç çalışmadan mıncır mıncır yaşayalım” da dedi. Tembel duası gibi hiç çalışmama temennisi neden araya sıkıştırılıyor, anlamadım. Java’yla Özlem başta olmak üzere ha bire hesap yapıyorlardı geçen gün. 50 bin dolarla ömür boyu çalışmadan geçinebilmenin yolunu bulmuşlar. Ömrün sınırını nereye koydular, NPV’deki discount rate’i ne aldılar bilemedim ama pek ufak bir hayatı hedefledikleri kesin.

Sonra Şövalye Bodrum’a gitti. Hem tonton yeğeniyle mıncıracak hem de aileye durumu bildirecek. Ben de Merkür geri hareketliyken yeni bir taahhütte bulunmak iyi olmaz diye yüzüğü takmadım. 9 Temmuz’a kadar beklemek lazım, dedim. Ama sonra araştırdım ve öğrendim ki taahhüdün planı geri hareketten önce yapıldıysa okeymiş. Haa, diyip taktım artık yüzüğü Pazartesi işe giderken. Hoydaa. Millet soruyor:

İş arkadaşı: Nişanlandın mı?
Hafiye: Evet.
İş arkadaşı: Ne zaman?
Hafiye: Haftasonu.
İş arkadaşı: Ee, aileler, merasim falan? Adana’da mıydınız?
Hafiye: Yok. Abi yüzük çıkarıp teklif etti. Ben de kabul ettim.
İş arkadaşı: Aaa, o nişan sayılmaz ki.
Hafiye: Höö?

Bu diyalog o kadar tekrarlandı ki ben artık hiiiç bir şey anlamaz oldum. Nişan aileler bir aradayken alyanslarımızın arasındaki kırmızı kurdelenin makas darbesiyle ayrılmasına denirmiş. Kimi bizimkine ‘söz’, diyor. Sözlüsünüz siz. İyi peki sözlü olalım. Peki sözlüyken bu yüzüğü takmamalı mıyım? Sorun yokmuş, takabilirmişim.Akşam Çıtır’a anlattım telefonda. O da çok batılı olduğumuzu, sözlü bile olmadığımızı, söz denen şeyin kız istenmesinden sonra yaşanan minik kutlama olduğunu söyledi.

Ben de Şövalye’yi kıstırdım. Yaaa. Ben nişanlandık sanıyordum. Kandırdın beni. Sözlü bile değilmişiz, dedim. Amerikalılığımdan faydalandın. Orda teklifli yüzük nişandır. Ben bu yüzüğü menem bir şey sandım. Ne zaman nişanlanıcaz o zaman, dedim. Ben görenek cahili, o da şaptisi. Yeter yahu, dedi, kaçtı gitti. Her ne için olursa olsun gün ayarlamak stres yapıyor abide. Ya ben, yani biz, yani bütün bunlar, ne demek oluyor? Biz neyiz allaaşkına? Bu nasıl zımbırtılardır yahu? 'Biraz hamileyim', gibi bişi. Muğlak, muallak. Cinnet kokan gelişmeler. Hiç Hafiyelik işler diil. Bu kutu Pandora'nındır artık.

Pazar, Temmuz 01, 2007

Uykusuz Her Gece

Cumartesi geceyarısı gibi Çıtır pansiyondan giderken ona sözler verdim ertesi gün beraber koşarız diye. Düella hiç hoşlanmadı bu konuşmalardan. Çıtır gittikten sonra da oturduk Bodrum’daki ünlülerin selülitlerini seyrettik. Bülent Ersoy’un çıtır yarışmacı Armağan’la nişanlandıklarının ispatı gizli kamera görüntülerini ‘az sonra’, ‘az sonra’ anonslarıyla bir saat kadar bekledik. Zaten ‘az sonra’ derken gösterdikleri kısacık anlar kadardı haberin aslı da. Biliyorduk özetiyle esasının aynı olduğunu ama olsun, gene de bekledik. Daha doğrusu ben beklemişim. Düella uyuyakalmış. Ben farketmemişim. Magazin programı bitip de başka bir program başlayınca televizyonun sesi aniden yükseldi. Kısayım diye Düella'nın elindeki kumandayı çekerken uyandı. Yataklarımıza yollandık.

Abla taşınmış yeni renove evine. Ben de Abla’nın eski, yani aslında benim eski, daha doğrusu Yonca’nın eski yatağına gidip yattım. (Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?) Tam dalmak üzereydim ki ‘kalk dediiiim’ diye bir ses. Aniden gözüme giren lamba ışığı. Hmmmppff. Pufff. N’oluyooo? Gözümü bir açtım. Shakira kemeri takmış. Beline de 1800’lerde kovboyların kullandığı cinsten pompalı bir oyuncak silah. Bizimki şakır şakır şukur şukur göbek atıyor. Televizyon karşısında uyurken uyandırılırsa sabaha kadar uykusu kaçıyor bunun. Biliyordum ama kumandaya uzanmam şarttı. Pişmanım.

Oturduk. Kiraz yedik. ‘Parmak İzi’ diye bir sabaha karşı programını seyrettik. Gerçek törkiş cinayetlerin canlandırmalı hikayeleri. Cinayetleri işleyenler de, rastgele değilse kurbanlar da süper şaptiler. Yani. Kızın biri manitasına kendi evlerini soydurup annesini öldürtüp altınlarını çalıp manitayla beraber İstanbul’a kaçmayı planlıyor. Yahu bu durumda ilk şüpheli kim olur? Anne ölmüş. Altınlar yok. Kız manitayla kayıp. Hayır, kaybolup yurtdışına falan kaçıyor da değiller. İstanbul’a gidiyorlar. Hiç polisin aklına gelir mi kızdan şüphelenmek? Yok canııııım. Hani gönül isterdi ki bir Law & Order, bir CSI kompleksitisinde ilerlesin de bir haz versin. Şapti gibi de yakalanıyorlar anında. Özlem’le sabaha kadar oturup izlediğimiz bu ilkel cinayetlerin kurgularını geliştirerek ‘perfect murder’ haline getirdik, rahatladık.


Şövalye köşeyi döner dönmez özüme döndüğümü söyledi. Özüm, pansiyonda bir koltuğa konuşlanıp sabaha kadar oturup birbirinden alakasız muhabbetler üretmek yani. Konuştukça azalır acılar.

Cuma, Haziran 29, 2007

Şair Oldum Sevgiliye Şiir Yazdım Ben de

Düella şiirler döşedi sitesine. E, 'tatlı' bir rekabet söz konusu ya, ben de geri kalmıyim, dedim.

Geçenlerde çok mühim şahısların olduğu bir toplantıda önümdeki kağıda önce çiçekler çizdim, sonra imzamın ucundan bucağından biraz çekiştirirsem daha karizmatik olabilir mi diye test ettim. Sonra bir bakmışım, aşağıdaki şiiri yazmışım. Şiir yazan, yazabilen bir tip değilim. O kadar structured olamıyorum. Söyleyeceklerimi uzuuun uzun anlatmam gerek, rahat rahat. Ondan. Şu hayatta toplasam üç, bilemediniz beş şiir yazmışımdır- ki bunların bir tanesi 1984 yılında Orman Haftası'nda ödül alan ağaçları kesmeyelim mesajı veren bir şeydi. O kadar nadir yani. Değerini bilin. Daha doğrusu Şövalye bilsin. Bunu ona hitaben yazdım oldu.


Abur Cubur

Yirmi beş santim ötemdeki
şu fındıklı kurabiyenin kokusu
gıdığının kokusunu andırmasın mı?
Aaaah, olup fırt fırt yaparken
burnum boynuna gömülü
bir mıncır hülyasındayken
patron bir soru sordu
ki duyamadım neydi
Rezaleti bir yana
hafiyesiyim ya her bir şeyin

merak ettim mesela,
neden bütün abur cuburlar
bana seni hatırlatıyordu?
ya da ben seni
neden abur cuburlar gibi seviyordum?
Sevmek sindirim gibi
ağzımdan mı başlıyor ki?
ya da iştah açıcı niyetine
kokusundan, buramından mı?

Salı, Haziran 26, 2007

Salonumuz Klimalıdır

Dışarda yemek demek kebap yemektir zaten Adana’da. Öyle İtalyanmış, kuzinmiş, bistroymuş, geçelim hepsini tek kalemde. İsmi bile restoran değildir dışarı yemekçilerinin. Kebap Salonu’dur. Bu salonlar da klimalı olsa konforu olsa keşke deriz hep beraber.

Klima şart hakkaten. Birkaç gündür defaatle ruhumu teslim edeceğim sandım. Bu sıcaklardan yana ne kadar şikayet etsem azdır. Utanma belalı Şövalye dahi evde donla dolaşmaya başladı. Bütün pencereler açık ama yaprak kımıldamadığı gibi küçük parmağımız dahi kıpırdamayabiliyor pestilliğimizden. İki günlük sıcak tatili genciz güzeliz diye bize verilmedi. Bari işe gelip serinliyoruz.


Bana Adanalısın, Atlantalısın, alışıksındır, diyorlar. Yok böyle bir şey. Güneylilikle duyulan gurur sıcağa dayanıklılık ba’bında değil maalesef. Bizimki bol baharatlı yemekleri yiyebilirlik, dandunluk, saman alevi cinnetlikten öteye bir şey değil. Adana’da yazları şehirde durmazdık ki. Yaylaya çıkardık. Buz gibi. Okul kapanır, akşamına biz giderdik o sadece kuşun uçtuğu ama kervanın geçmediği dağ başına. Okullar açılmadan önceki gün de dönerdik. Tek kanallı TV dahi çekmezdi de Suriye kanallarından Esteban’ı izlerdik. Hoş, oralarda da şimdi siteler kurulmuş da gençlik dolmuş da piyasalar yıkılmış da yaz aşkları yaşanır olmuş. Oysa civarda konaklayan yaşı bana en yakın olan insan 97 yaşındaki Emine Nene’ydi o vakitler. Ya hep diyorum feci bir jenerasyon benimkisi. Tüm acısı bana. Kokosu kardeşe. 10 yıl erken gelmişim şu dünyaya derim, başka bir şey demem.

Atlanta’da ise sıcakla aramız park yerinden binaya kadar olan beş on adımda kaldı. Yaz kış 20 derecede yaşadığınız karpostallar kadar düzgün bir yer orası. İçerilerde tıkıldığımı da hiç hissetmemişim. Tamam, cayır cayır sıcakta kafelerde dışarda oturmuşluğum da oldu da, böyle kaçışlarınız olabiliyor orada. İki dakika içeri girip serinleyip falan. Serin havaya uzun ve kesintisiz bir maruziyet dönemi geçirmedim kendimi bildim bileli yahu.

Sıcaklardan mıdır bilmem, Şövalye de ben de biraz tuhaf tavırlar sergilemeye başladık. Bana bir hediye aldığını sanıyorum. Kutusunu gösteriyor ama açmıyor da vermiyor da (cinsel anlamlar çıkartmayın burdan, sözlük anlamları çıkarın). Sonra da kikirdeyip çekmeceye kaldırıyor. Sakın açma, diyor. Hayır, ben de hıyar gibi gidip açmıyorum o duştayken ya da dışardayken. Deli gibi merak ediyorum ama açıp bakmak da istemiyorum. Gördüğüm şeye sinirlenmekten korkuyorum galiba en çok. Bu sıcaklarla Adanalıların 3. sayfaya konuk çıkma sayısı arasında bir sıkı bir korelasyon var zaten. Görmiyim de sinirlenmiyim de en iyisi mi. Bir kaza maza çıkar elimden.


Allah muhafaza madem işte bugün artık bir klima aldım telefonla. Görmeden. Bakmadan. Eve bıraktılar. Yarın da servis ayarladım. Gelip takacaklar- ki bu müthiş bir şey. Klimacılara talep tavan yapmış, en erken bir hafta sonrasına randevu veriyorlar. Artık salonumuz klimalıdır. Pansiyon'a konfor açısından bir gol daha attık efenim.



Cuma, Haziran 22, 2007

Hafiye Kesitleri

Yine trilyon dolarların peşine düştüm. Bu süreçte kendimden de birkaç tahtayı peş yollarında düşürdüğüm için yani allah sizi inandırsın tipim de modum da metamorfoza uğruyor. Üstüne bir de havalar sıcak mı sıcak. Bu haftasonu 45 dereceyi bulacak bir İstanbul düşünün. Cereyan yapmayan, kıpırtısız bir en üst kat evi. Cilası ise en soslu tarafı. Sular da kesiliyor benim evimde. Barajlardaki su seviyesi bu yaz %40’mış, geçen yıllarda %85’lerdeyken.

Kendime kokuyorumdur zaten ama başkalarına kokmadığımdan emin olmak için burnumu gövdemin değişik yerlerinde fırtlatırken, bir an önce eve gidip duş alma hayalindeyken sular akmayabiliyor. Her tip restoranın önüme bol kepçe bıraktığı şu kolonyalı mendilleri allahtan süpürge bir tip olduğum için çantalara atı atıvermişim. Ters çevirip salladığımda yatağın üstüne onlarcası dökülüyor. Bunlarla silinerek bir çeşit teyemmüm ediyorum işte.


En fenası da ayaklar. Topuklularla vitesli arabalar, hele de benim beyaz traktör zor kullanılıyor. Beyaz traktörüme şirkettekiler Porsche diyor. Sabahları marşına basar basmaz mahallenin kedileri kaçacak delik arıyor. Küçük akıllar kaçıyor. Bazen pencerelerden başlar uzanıyor. Öyle fena bir gürültü. Neyse işte, pabuçları çıkarıp kullanıyorum bu traktörü mecburen ama ayaklarımın dibi simsiyah oluyor bu sefer de. Artık sular kesik, saçlar yağ içinde. Ayaklar simsiyah. Yakındaki kuaförü banyo belledim. Maksat temizlenmek. Süslenmek değil. Ama her gittiğimde ne utanmak.

Türklerin şu plazma mı LCD mi her ne zımbırtıysa o ince ekran TV’lerle olan aşk ilişkisini anlamakta güçlük çekiyorum. Oldukça yüksek fiyatlı olmalarına rağmen her ortamda varlar. Ofislerde muhakkak. Sanırsınız ki dünyayı anında izlemek ihtiyacında uluslararası borsacılar hepsi. Yani ancak öyle bir durumda kıyılmalı bu paralara bana göre. Vaktin nakit olduğu hallerde. Ya da işin belki televizyonculuktur da olur, halbuki çatal bıçak satan şirketin insan kaymakları müdüründe dahi var bunlardan.


Aman ne bileyim. Benim evde de var işte ama bu huplaya atladığımı iddia edemeyeceğim. Evim bit kadar olduğu için ince bir şey olması gerekiyordu TV'nin. O kadar. HD-ready bir Samsung’umuz var ama yayınlar HD’nin yanından geçmediğinden görüntü rezalet. Altyapı zerre önem arz etmiyor; tüm Türkler ready bu HD’ye. Dükkanda gördüğümüzde enfes dağlar, göller üzerinden paraşütlerle atlayan tiplerin kameralarından çıkan cıncık gibi görüntüler vardı. Meğersem onlar DVD’ymiş. TV yayını değil. Kandırıldık. Hadi ben cahilim yayın kalitesi konusunda ama Şövalye de bilirkişi çıkmadı. O zaten pek seviyor böyle şık ve sleek şeyleri. Fonksiyon artçıl bir motivasyon Abi'de. A, bir de herkes birbirine arabasında GPS olup olmadığını soruyor. Reklamlarda ha bire GPS-ready olmadan bahsetmece. Önemini vurgulamaca. Olanlarınki çalışmıyor yalnız. Yolların sokakların henüz sistemli bir uydu şeysi, sokakların girilip girilemediği falan belli değil. Keşke başka şeyler için de hazır olsak böyle erken erken.

Tam bir saksağanım bugün. Stresten. Valla billa. Özlem’e sorun isterseniz. Şimdi bu trilyon dolarların peşinde birazcık profesyonel gözükmek ve en çok da temizlik uğruna ziyaret ettiğim kuaförde de vardı bu ince ekranlardan birkaç tane. Hepsinde de Türkçe pop klip kanalları açık. Her koltukta bir sahte sarışın. Dip boya yaptırıyor. Kafalarında saçlarını uzunlu kısalı, antin kuntin gösteren çıtçıtlar. Ne çıksa ekranda hep bir ağızdan söylüyorlar. Kuaför oğlanlar, saçları süpüren çıraklar, saraşın kadınlar, hep birlikte “Yan yan yan yanmam lazım. Daha yol almam lazım.”


Adeta bir müzikal sahnesindeyim. Hair olabilir. Müthiş eğlenceli. Şimdi anladım bu ekranların önemini!

Salı, Haziran 19, 2007

Gelin Kesesi

Dilocan’ın bekarlığı sona ermeye yüz tuttukça görüşme sıklığımız neredeyse hiçe düştü. İçime sıkıntılarıyla birlikte tabii. Ben aradım, o düğün hazırlıklarındaydı. O aradı, ben yurtdışındaydım. Görüşmeye görüşmeye unutucaz birbirimizi diye gene son bir çaba. Derken aniden çıkageldi kokoş kokoş. Tam onun tarzı. Çat kapı. Kaynanası seviyor olmalı. Tam da Düella ve Çıtır’ın üstüne geldi bir de. Hem de pizzamızı yerken. Cümbüş.

Yani Türk bir insan Ekim ayında ta Temmuz’daki düğününün tarihini koydu da dokuz ay boyunca her boş dakikasını nasıl bunun hazırlıklarına ayırdı, ben anlayamadım. Hayır, öyle yeni ev kuruyor falan da diller. Eniştenin hazır evi var. Oraya iki bavul daha götürecek hepi topu. ‘Düğün’ hazırlıkları, diyorum. ‘Evlilik’ değil.

Ne eksik kalmış? Duvak ve kese, diyor. Kese bakmaktan geliyormuş. Nişantaşı’nda 300 yuroymuş. Şu gelinlerin misafirleri öperken elinde dolaştırdığı, içine altınımızı attığımız bez torba yani. Üç yüz yuro. Biz dikelim sana, dedik. 200’e dikeriz. Bezden büzüp. Biri demiş ki Fatih’te bir Gelinlikçiler Çarşısı varmış. Orada ucuza bulabilirmiş. ‘Aferim Dilocan’, dedim. ‘En azından bir tarafın hala amele kaldı. Bu kokoşluk tüm bünyeni sarmamış henüz. Rahatladım yahu’ demem bitmemişti ki bize Fatih’e nasıl gidildiğini sordu. Ben zaten bilmem. Turist ben. Varsa yoksa iş, ev, Pansiyon, Boğaz. O kadar. Düella da Balat’ta Malat’ta entel nostaljiler yaparken geçmiş içinden. Oralardan başlangıçlı bir yol tarif etti.

Şu ekmek kaç para bilmeyenlerdeniz galiba, dedim. Ki doğrudur. Bilmem. Ekmek yemiyorum ki. Pasta yiyorum. Muzlu rulo olanından. Ya da bol kepekli, lifli dilimli poşet ekmeğinden alıyorum. Onun da fiyatını bilmiyorum. 1,5 yetele de olabülüüü 3,5 yetele de. Gerçekten hatırlamıyorum. Şımarık ve sahte dünyalı cadde kızı mıyız şimdi? Ama Allah var, Amerika’da hepsinin fiyatlarını biliyordum. Markasını da. Lif oralarını da, kalorilerini de. Burada hiçbirini bilmiyorum. Algılarım mı şaştı yoksa diye bir yokladım. Yok. Önceliklerim şaşmış. Artık öyle beş buçukta işten çıkıp sonsuz gibi gözüken akşamüstlerinde süpermarkette saatlerce alışverişle vakit harcayamıyorum. Yerine sonsuz muhabbet koymuşuz. Paso laklak. Konuşmasam da izlemesi çok eğlenceli. İstemesem de çıkı çıkıveriyor illa ki bir yerden.

Ertesi gün öğlen Dilocan mesaj attı. Duvak, toka ve keseyi toplam 100 yetele’ye Fatih’ten almış. Şiddetle de tavsiye etti.

Çarşamba, Haziran 13, 2007

Şövalyeli Günler

Geçen haftasonu sosyal kelebeklerdik. Nikahlar, düğünler, arkadaşlarla buluşmalar, mezunlar günleri, uhuu. Arada hatta bir doğumgünü partisini sattık bir başka ekibi de yüz üstü bıraktık. Çünkü artık cinnet geçiriyordum. Zaten iki haftadır birbiriyle alakasız üç destinasyona gitmiş gelmişim. Her bir bavulun ağzı ayrı açık. Birinden mayo sarkar öbüründen hırka, bir diğerinden koskocaman dosyalar. Ev desen 60 metrekare. Daha düğünden kalma pırıltılı ayakkabılar, firketeler ortada. Efendim, Şövalye söz vermiş. Havuz başındaki doğumgününe gidermişiz mezuniyete uğrayıp. İçine de giydi mayosunu. Poposuna bez bağlanmış gibi pofidik pofidik dolaşmakta. Hadi bir çanta yapayım madem, güneş yağı, mayosu, terliği, iki saat mezuniyet, iki saat de doğumgünü yapsak, yarım saat de arada yol yapsak diye hesaplıyordum ki gerçekten ama gerrrrçekten asabım bozuldu. Yeter, dedim. Ben evde oturucam. Hiiiç bir yere gitmiyorum.

Çok mu huysuzmuş bu bebito, dedi. Öptü kokladı. Çıkardı beni dışarı. Gitmeyiz doğumgününe, tamam, dedi. Almadım ben de yanıma bir şey. Ama mayo bezini çıkarmadı altından. Haşır huşur yanım sıra yürüdü. Mayosuz da olurmuş, yine bir saatçik de olsa doğumgününe gitme konusunu açmasın mı yolda? Bu adam kadar sakin sakin tutturuk yapan biri daha var mı acaba şu dünyada?

Şövalye’yle tanıştığımızdan beri 14 kilo aldı. Geçen yıl mezuniyet gününde onu 73 kilo gören bu yıl 87’lik haline şaşkın, merhaba’yı tamamlayamadan göbeğine kilitleniyorlardı. Moralimiz bozuldu elbet. Zaten annesi de oğluna zeytinyağlılar pişirmediğimi, onun yerine ayvalık tostu, ıslak hamburger ve muzlu rulo pasta yediğini öğrenince biraz ayar vermişti. Kolesterol ölçümleri de önerdi. Düğündeki lise ekürileri de almış kiloları ama onlar suçu evliliğe attılar. Lakin karıları hala çıtı pıtı. Erkekler mutluysa kilo alırmış. Ondanmış. Bizimkinin aslında ne kadar da şanslı bir mutlu olduğuna dair telkinler oldu. İyi oldu. Birinin ona zaman zaman benimle ne kadar mutlu olduğunu hatırlatması lazım.

Gün boyu köfte kokularına yenik düştüğünden eve dönerken kalbi sıkıştı. Yani aslında sadece heartburn oldu. Mide asidi şeysi. A, dedim kriz kapıda. Hemen bir tencere zeytinyağlı dahi olmayan yağsız tuzsuz fasulye, yağsız tavuk göğsü parçalarından ızgaralar yaptım, koydum. Hafta boyunca bunlar yenecek diye de ültimatom. Bir de tarttım. Yalnız şöyle bir şey var. Tartımın markası Sinbo. 19 YTL’ye aldığım bir şey. Koridorun dümdüz seramiklerinde 89 çıktı. Türk evlerine has dalgalı zeminler yaratan parkelerde ise 87 küsür. O 87’ye inandı. Ben 89’a. Hemen uzay mekiğine bindi. Ter atmaya başladı. Ben de bir koşu Özlem’e esemes attım. “Şövalye 89 kilo olmuş. Spora başladı. Hihihii” diye. Bu durumla çok eğleneceğini sandığım Özlem’den cevap gelmedi. Ertesi gün öğrendim ki Özlem’in telefonu bozulmuş. Bir sonraki gün yeni telefon almış, bana geldi. Telefonu şarj etmeden kullanamayacağını öğrenince sıkıntı bastı. Şarja bırakılmış telefonun ayarlarını mayarlarını Şövalye’ye yaptırırken bir anda cebimden Özlem’e mesajımın iletildiği notu gözüktü. Bir saniye sonra da Özlem’in yeni telefonundan mesaj sesi geldi. Yeni ayarlar şifresi esemesi aldığını sanan Özlem, Şövalye’ye mesajını okumasını söyledi. Herşey göz açıp kapayıncaya kadar oldu. Şövalye mesajı okudu:

“Şövalye 89 kilo olmuş. Spora başladı. Hihihii”

Sobenin bu kadarı. Önce aslında 87 kilo olduğunu iddia etti. Sonra da arkasından eğlendiğimize bozuldu. Kurtarılabilir bir durum değildi.

Çarşamba, Haziran 06, 2007

Sesler

Haftasonu sakin, huzurlu, mırıl mırıl, deniz kenarı Bodrum’uydu. Bize uydu. Ruhumuz dinlendi. Yalnız bir ara tesadüfen önünden geçtim Cem Pansiyon’un. 9 yıl evvelki saf şoparlığı hayatımızın gözümde canlandı. Önünde resim çektirip kaldığımız odaya bir göz atıp mesaj attım Pelinat’a hemen ‘hatırladın mı’ diye. O vakitler yaz tatilinde babasının zoruyla resepsiyonda bekleyen 16’lık Cem yoktu. Oda fiyatını 7 milyondan 6’ya inmesine Pelinat’ın tavla oynadığı oğlan. Ha bire yenilmesine rağmen mızıp yeniden yeniden, zaten paylaştığımız 1 milyonluk indirim için saatlerce tavla oynadığı çocuk. Şimdi 25’inde olmalı. O bile çıtır değil artık. Hayat ne tez canlı. Dışarda tüm cuptıslığıyla Bodrum akarken Cem’in resepsiyondaki can sıkıntısını giderme bedeliydi o 1 milyon. Motivasyonlar da değişti. Biz bile sefil öğrenci değiliz artık.

Geceyarısı döndük eve. Sular kesik. Cem Pansiyon’da da elektrikler kesilirdi. O sıcakta bir vantilatördü tek kurtarıcımız. Evde susuzluk kurtarıcı diye bir şey yok. Hazırlıksız yakalandık. Şövalye’de yarım santim sakallar. Sabah traş olurum artık dedi. Uyumamız çabuk oldu. Artık sık sık sular kesiliyor. Bunu boru bakım tamirine bağlıyor radyo ama global ısınma, barajlarda su kalmamışlığı, kurak yaz etkisine yormaya yatıyor aklım artık. Sabah uyandığımızda hala sular akmıyordu. Şövalye sakalıyla işe gitti. Malzemelerini kapıp orada traş olmuş. Ben de çapaklı gözlerimle Dubai bavulumu yapıp işe gittim. Gider gitmez bir yoğunluğa yakalandım ki çapaklar saatlerce benle kaldı. Özlem’i özledim. Bir ben arıyorum o müsait değil. Bir o arıyor, ben müsait değilim. En son ikimiz de müsait olduk, aldım telefonu elime, dışarı çıktım. Yandaki kafeye doğru yürürken nihayet konuşuyorduk ki..aaa! Parisli Hemşo. Kafede oturuyor. Telefonu onun kulağında dayadım. Özlem’le konuştular. Bizim muhabbet yalan oldu. Hemşo’nun yeni manitayla tanıştım. Adanalı kız bulmuş. Tam bir Adanalı’nın beğenisini yansıtan bir kız. Balık etli bir küçük Sibel Can. Aşağılamıyorum canım. Yengemiz doktoralı sosyolog felan. Görünüş Sibel Can.

Son dakikaya kadar bir işlerle uğraştım. Uçak kapısına yine şu şarjlı el süpürgesi arabalarla yollandım. Çekiliiin, çekiliiiin diye bağıraraktan. Şimdi Dubai’deyim. Sabaha karşı olmasına rağmen bir sauna ortamı. Yazın Atlanta’da havalimanından dışarı adımımı atmışım gibi. Yeni anlar eskilerden bir şeyleri seçip çıkarıyor. Bünyemin arşivi ne kadar da kategorik. Birbirine benzeyenleri bir araya getiriyorum haaa, diyor.

Otelin altında Arabic Night Club var. Alemden yıkılıyor. Cümbüşler, tefler, oryantaller. Tepsilerce et yemekleri. Sürme çekmiş kadınlar gözlerini süzerekten, gerdanlarını kıraraktan pırıltılı eşarplarıyla kımıl kımıl kıpraşıyorlar. Bu sesler beni uykuya dalarken ne güzel oyalar. Uyurken dışardan, hayatın içinden sesler gelmesine bayılıyorum. Bir kamyonun yük boşaltma sesi de olsa, karga sesi de olsa...sesler normalde ne kadar ‘çirkin’ olursa olsun. Mutluluğun resmini çizemesem de müziğini böyle yapardım kesin. Sanki her ne olursa olsun hayat devam ediyor ve ben uyandığımda kaldığım yerden ya da tamamen bir başka yerden ama elbette bir yerden o hayata gireceğim. Amerika’dayken televizyon açık uyurdum bu gerçek hayat seslerini fonda duymak için. En ideal sesleri bulmak için uykumdan uyanıp kanal kanal zaplardım. Istanbul’da pencereyi aralık bırakmam yetiyor. Gündüzün tüm keşmekeşi canıma okusa da en çok da geceleyin döndüğüm için mutlu oluyorum.