Perşembe, Haziran 26, 2008

Kişinin Ayinesi ve Diğer Açıklamalar

İşini iyi yapan insanları ben de seviyorum. Hatta işini iyi yapmayan insanlara bırakın sevgiyi, onlara karşı asgari gerekli saygıyı dahi kotarmakta zorlanıyorum. Fatih Terim’in işini iyi yapıp yapmadığını yorumlayacak kadar futbol bilgim yok. Benim bu konudaki uyuzluğum Fatih Terim’in açıklamalarındaki gereksiz ve yersiz ifadeler silsilesinedir. İşini iyi yapan insanlar mütevazi olmayıp göz önünde şovlar, artistlikler ve yersiz triplere girdiğinde de işini iyi yapmasına ’rağmen’ işini iyi yapmıyor-muş gibi bir algısı kalıyor bende. İşini iyi yapan insanlar işlerindeki başarı kadar egolarını da kontrolleyebildikleri zaman benim gözümde imparator olurlar. Türkiye’de her ikisini birden başarmış ve de şöhret olmuşlardan az var. Mesela Sezen Aksu. Mesela Murathan Mungan.

Fatih Terim’i Bülent Ersoy’u sevdiğim gibi seviyorum dedim dün gece. Sanat müziğinden de anlamam. Bu müziğin yorumundaki başarı kriteri kuvvetli bir sesle makamına uygun icra ise sanki Bülent Ersoy bunu başarıyor gibi. Albümleri de satıyor mu, satıyor. Gazinoya çıksa gecesine 100 bin kayme alıyor mu alıyor. Şarkı söyleme işini de ticaretini de iyi yapıyor yani. O noktaya kadar kendisi 'orada bir şarkıcı var uzakta' iken yanı sıra gündem olduğu maskaralıklar kendisini izlememe sebep oluyor. Ama işini de iyi yapmıyormuş gibi geliyor işte bana o saatten sonra. Şovmen olmaya kasan ya da kasmayan fakat özünde böyle ayarsız bir primadonnalık yatan bu kadın acaba ne inciler saçacak şimdi diye onu gördüğüm kanalda kalıyorum. Seyre değer buluyorum yani kendisini.

Fatih Terim elbette ki benim kendisini seyretmelere doyamadığımdan kazanmıyor ekmeğini ama bu işiyle alakası olmayan şovu ekmeğine katık etmesindeki manasızlığı gözümdeki değerini azaltıyor. Ha, bu durum adamın çok da bir tarafında ya da değil. Bence de. Ben bu konulardaki genel bakış açımı Fatih Terim’de cismanileştirdim. Kendisi sadece bir örnektir. Ana mevzu değildir.

***
Son günlerdeki bir diğer konumuz da benim sıkıcılığım, ilhamdışılığım ve soğukluğum. Düella'nın yazısındaki göndermelerin çoğunu üstüme alınmak için yeterince sebebim var yani.

Çocukluk dönemim sayılmazsa takım tutmadım. Müsabaka seyretmedim. Bahis de oynamadım ki her zaman kazanana meyletmiş olayım. Güçlünün yanında duran güç odaklı motivasyonlarım da olmadı. Tamam, eroin çeken veya köprü altında yaşayan bir çevrem yok. Holding patronlarıyla yalılarda da takılmıyorum. Bu beni ’yeterince’ başarılı ve ’kararınca’ doğru yerlere oynayan bir insan yapmaz. Bu olsa olsa benim ilgi alanlarımı ve sosyo-ekonomik sınıfımı gösterir. Bu beni sıkıcı yapıyor olabilir ama bu yüzden sevilmememi de biraz agresif bulabilirim.

Yine aynı yazıda bir başka –belki de- bilgelik dolu olan (üç noktalarından arındırılmış) "Sular yükselince, balıklar karıncaları yer. Sular çekilince de karıncalar balıkları yer. Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin. Çünkü kimin kimi yiyeceğine "suyun akışı" karar verir" önermesine de katılmıyorum. Bu ifade kadercilik dolu. Kimse hiçbir zaman üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin bence de. Her dakika popoyu kollamakta fayda var. Fakat ben balık olsam suların çekilebilme ihtimaline karşı daha derin sularda yaşayabilme adaptasyonu geliştirirdim. Su tamamen yok olup gidecekse de karada da yaşayabilme adaptasyonuna kasardım. Karınca olsam da suların yükselme ihtimaline karşı kıyıdan daha uzakta yerler bulurdum yaşayacak. Her tarafı su basacaksa da suda yaşayabilme adaptasyonuna uğraşırdım. Suyun akışı bir bağımsız değişken olurdu. Ne tarafa akacağına göre de alternatiflerim. Bence bu çok tutkulu bir çaba. Evrim de –olduysa - böyle olmadı mı? Aman, ne kasıyoruz bu kadar yaşama tutunmak için, diyenler de olabilir. O zaman bu kişiler milli takımın son dakikaya kadar maçı bırakmayan azimlerini de tutkulu bulmamalıdırlar. Her ikisinde de yaşama tutunma, ayakta kalma, yenilmeme mücadelesi görüyorum ben. Millilerinki mucize değildi. Evrimdi. Evet, evrim zaman alır. Mucize değil. Ancak evrim geçirenler sular başka yöne aktığında yaşamda kalır.

***
Bugünkü dünya düzeninin sol beyinlilere (realist, kocakafa, detaycı, plan-proje-taahhüt ruhlu) çalıştığına da inanmıyorum. Dünyanın hiçbir döneminde sağ beyinliler (sanatçı, sezgili, hayalperest, bütüncül) bu kadar değerli olmamışlardı. Mesela, beş yüz yıl önce harika besteler yapan sanatçılar aclarından ölebilirken sol beynin geliştirdiği düzende yaşam kalitelerini artırıp daha da verimli hale gelebildiler. Sonraları da fikirler sağcılardan çıktı, teknolojisi solculardan. İnsanlık olarak konforumuz arttıkça sanatsal yeteneklerin eskiden farkına bile varamazken şimdi hayata geçirir ve milyarlarla paylaşabilir olduk. Daha binlerce farklı alanlarda bunu ispatlayabileceğimizi düşünüyorum. Bütün bu beyin tarafları yazılarım da biraz kendimle dalga geçmek içindi, yoksa bu müthiş ying-yang durumlarını görmüyor değilim.
***
En iyisi magazinsel yazılardı valla. Ne bu kardeşim, tartış tartış, açıkla açıkla. Kuruduğum bir yana reytinglerim de düştü. Yeniden layt günlere dönücem, bu böyle biline.

Salı, Haziran 24, 2008

Mucizeler Zaman Alır Mı?

Sevgi böceği bir arkadaşınız mutlaka bir ara size bir powerpoint sunum yollamıştır. İçinde çizgi filmsel sevimli cüce ailesinin fakir ama sevimli bir yuvada uyuyor olduğunun sulu boya resmi vardır. Bunun Abidin Dino’nun çizdiği mutluluğun resmi olduğu iddia edilir. Ne bileyim Can Dündar’ın bir yazısını slaytlar halinde önünüze koyar. Backgroundunda da doğan ya da batan güneş, dağdan döne döne dolanarak şırıldayan dere, üzeri çiğ damlalı bir gonca gül falan vardır. İşte bunun gibi bir şey hazırlamış kanallarımız Milli Takım için. Millilerin ter içinde mücadele resimlerinin sağında solunca uçuşan bol üç noktalı manidar (olduğu sanılan) laflar. ‘Mucizeler zaman alır…’ en popüler olanı. Her kanalda Robocop Türkoların zikir ayiniyle dönüşümlü olarak dönüp durmakta.

Herkesin dilinde, sunumunda bu mucize. Fatih Terim’in Çek maçından sonraki basın açıklamasındanmış. Bu cümleyi de odasındaki (muhtemelen motivasyon posterlerinden birindeki) bir yazıdan alıntıladığını söylüyor. Açıklama aynen şöyle:

"(Çek maçında)...ilk karşılaştığım hasar tablosuydu. 6-7 oyuncumun hasarlı olduğunu görüyorum. Nihat Emre, Aurelio, Servet, Emre Güngör, Hakan Balta'nın sakat olduğunu görüyoruz. kendi işimizi en iyi şekilde yapmaya çalışıyoruz. 70. dakikadan sonra bütün yazdıklarınızı çöpe atmak kolay değil. Burada imkansız diye bir şey yoktur. 'Mucizeler zaman alır' demiştik benim odamda öyle bir yazı vardı. Biz pes etmeyen bir takımız. Bir söz vardır. Gecenin en karanlık zamanı gündüze en yakın olan zamandır..."

'Mucizeler zaman alır' ifadesinde, ‘zaman’ içinde çalışıldığı, çabalandığı, ondan dolayı normalde ‘mucize’ sayılabilecek kadar olağanüstü sonuçlara varılabildiği anlamı var. Benim de konuyla ilgili iki sıkıntım var.
Birincisi, Terim bu cümleyi maçları son dakikalarda almalarına istinaden söylemiş. Maçın son on dakikasına kadar bahsi geçen ‘zaman’ alınıyor ve bu mucize sonuca hazırlanılıyor gibi bir ifade çıkıyor –ki tuhaf. Maça maçta hazırlanılmaz sanki. İkincisi çalışıp çabalama, emek harcama sonucunda -kime karşı olursa olsun- kazanılan maç benim nezdimde ‘mucize’ değildir. Ben ‘mucize’ kelimesinde bir beklenmediklik, bir şaşkınlık uyandıran iyi bir şey alt anlamlarını çıkarıyorum. Zor şeyi çabalarımla elde edersem sevinirim, mutlanırım ama şaşırmam yani. Elde ettiğim şeye de mucize muamelesi yapmam. Yaparsam ikincisini, üçüncüsünü, sürekliliği bekleyemezsiniz ki. Çabaladıysam ve işi kıvırdıysam o mucize değildir, güdümlü bir başarıdır. Özetle bu ifade kendi içindeki tezatlarıyla (oxymoron) beni uyuz etmiştir.

Yeni bir mucize umuyorum bir de. Maçın başından itibaren ‘abi süper oynuyoruz, alırız bu maçı’ diyebilmek ve mesela ilk yarı bir gol, ikinci yarı bir gol daha atmak gibi bir ‘mucize’. Hadi bakalım, inşallah.

Terim’in açıklamasının kalanındaki “Gecenin en karanlık zamanı gündüze en yakın olan zamandır” sözünün konuyla alakasını da çok kuramadım. Yani bana ‘dibini gördün artık bundan sonra sadece yukarı çıkabilirsin’ vari çok bir şey yapmadan da ‘bekle düzelir’ gibi bir şeyi çağrıştırıyor. Ben mi totomdan anlıyorum? Aslında belki tam da durumumuzu en iyi anlatıyordur, o ayrı.

Belki normal insanları motive falan ediyordur gerçekten bu lügatlar. Şu motivasyonel poster işinde çok para var diyorum yalnız.

Cuma, Haziran 20, 2008

Sarımsaklı Köfte

Yurdum insanı bulgurla beslendiği için aklı fikri savruk, bedeni de kavruk kalmıştır derlerdi. Avrupalı ondan sırımdı, ondan medeniydi bir nebze. Bulguru bilmediği için. Bu ampirik ve de yampirik bilgiyle bulgura haksızlık yapıldığını düşünmekteyim. Mesela kısır, mercimekli bulgur pilavı, içli ve çiğ köfteler, Kürt köftesi, efendime söyliyim meyhane pilavı. Hepsi ama hepsi bir yana asıl efsane sarımsaklı köftedir. Ömrüm boyunca her öğün yesem bıkmam. O derece hastasıyım.

Annem geldi. Gelmesiyle Çukurova mutfağı günleri başladı. Kardeşimde kalıyor ama her fırsatta dolabıma yemekler taşıyor. Bugünkü mönüde sarımsaklı köfte vardı. Hani güya üç beş gündür yediklerime feci dikkat ediyordum. Ben diyeyim bir kilo, siz diyin bir buçuk kilo sarımsaklı köfte yedim az önce. Birazını Düella’ya götürecektim hesapta. O da bayılıyor bu bulgur düğmelerine. Ama işte dayanamadım ve hepsini yedim. Bu köfteye hiçbir zaman dayanamamışımdır zaten.

Bulgur iyidir hoştur ama feci gaz da yapar bana. Şişkinlikten hastanelik olmama ramak kalan şu dakikalarda televizyonda Hırvatlarla da maçımız var. Yollar boştur ve de hastaneye çabuk yetiştirilebilirim diyordum ki Şövalye geldi ve pencere yanında durmamamı söyledi. Bir serbest vuruş yapıyormuşuz. Gol olursa maganda kurşunu yiyebilirmişim. Bu şişkinlikle vurulursam küçük çaplı bir hidrojen bombası efekti de yaşanabilir mahallede.

Çarşamba, Haziran 11, 2008

Kötü Hissetmenin İyi Tarafı

Herkes ısrarla neden mutlu olmaya çalışıyor? Üzüntü, keder, melankoli falan bu yaşadığımız zamanlarda ve toplumlarda neden yok edilmeye çalışılınıyor?

Daha mutlu bir insan olayım diye şimdiye kadar yaptıklarımı düşününce alenen maymun olduğumu fark ettim. Neler yapmamışım ki? Aerobikimsi kickboxing yapmışım, olmamış taeboya geçmişim. En sonunda koşmaya başlamışım. Terapiste gitmişim, psikologa, psikiyatriste gitmişim. St John’s Wort içmiş, Prozac’ı denemişim. Oradan oraya gezinmekten hoşlanmasam da deliler gibi seyahat etmişim. Bir dünya self-help kitabı okumuş, telkin metodları uygulamışım. Birtakım kulüplerde, derneklerde insan içine karışmaya çalışmış, acı ada çaylarından içmiş, uyku hapları kullanmışım. Yasemin yağıyla sağımı solumu ovmuşum. Şimdilerde de meditasyona başlamaya çalışıyorum.

Bütün bu yaptıklarımı arka arkaya dizip film şeridi yapsak ortaya bir palyaçonun dramı çıkabilir. Aklım geriden geldiği için en başta sormam gerekeni en sonda soruyorum işte. Biraz depresyondan, iç sıkıntısından kime zarar gelmiş ki? Bıraksaydım da dağınık kalsaydı ya.

Tabii bu iç sıkıntısını giderme faaliyetlerinin çoğunu Amerika’da yaptığımı söylemem şaşırtıcı olmaz. Yapılan anketlerde Amerikalılar ezici çoğunlukla ‘mutlu’ olduklarını söylüyorlar. Genel hal ve gidişattan mutlu, aileleriyle ilişkilerinden mutlu, arkadaşlarından, tanrısından, kişisel yetenek ve gelişiminden, dış görünüşünden, sağlığından, arabasından, semtinden mutlu. Ne kadar bayık, allaam, adamlar herşeyden mutlular. Bir tek finansal durumlarından mutlu değiller. Bana sorsanız sadece maddi anlamda mutlu olmaları, geri kalan herşeyden büyük üzüntü duymalılardı. Ama Amerika, mutlu olmanın şart olunduğu, pozitiflik manyağı bir ülke. Mutluluk oranın en büyük endüstrisi ve orada kötü hissetmek yasak. Nasılsın sorusuna ‘iyiyim’ cevabının yetmediği, ‘sadece iyi misin yani?’ diye hayret edilmesi üzerine, ‘harikayım’ denilen bir yer. Yani şu Amerikalılar başka hiçbir şeye ‘mış gibi’ yapmaz, ama illa mutluymuş gibi yapar ya, deli olucam.

Oysa biraz hüzün çok yol alabilirdi.

Klinik depresyona övgüler dizmiyorum. O bir hastalık ve kesinlikle doktorlara bırakılmalı. Fakat hafif depresyon ve melankoli halinin, bazen ‘hüzün’ bazen ‘iç sıkıntısı’ bazen ‘karanlık’ dediğim şeyin yaratıcılık, hayata mana katıcılık anlamında gerekli olduğuna kanaat getirdim. Plan program insanı olaraktan modumun da günlüğünü tutuyorum uzun süredir. Mod günlüğümü yazılarımın tarihleriyle karşılaştırdığımda karanlığımla baş başayken ve de onunla baş etmeye çalışmazken çıkardığım yazıları daha çok beğeniyorum. Depresifken işimi de daha iyi yapıyorum. Mutluluk beni salaklaştırıyor, tembelleştiriyor sanki. (bkz sağdaki resim) Full-time işinin yanına doktoralar konduran Esincan da başarısının sırrını soracak olanlara ‘mutsuzluğum’ diyeceğini söylüyordu.

Mutluluk endüstrisinin dünyaya yayılmasına, hüzne hastalık muamelesi yapmasına, hüznün bir an önce bünyemizi terk etmesi için çabalamaklara kalkışmasına uyuz oluyorum. Bütün o serotonin artırıcı aktiviteler ve pembe haplarla aslında yapay memnuniyetlere çark ettirilmiş ve dünyayı olduğu gibi kabullenmiş, içi boşaltılmış tiplere dönüyoruz. Hüzün hayata alışamamaktan geliyor. Başka türlü bir şey aramaktan, arayışın huzursuzluğundan. Bu huzursuzluktan besleniyor kimi insanlar ya da bütün insanların bir tarafları. Kimilerinin daha çoğu, kimilerinin daha azı. Dokunmayın, kalsın öyle.

Orhan Veli Rumelihisarı’na oturmak yerine psikiyatriste gidip ‘içimde tarif edemediğim bir keder var’ deseydi, kendine depresyon tanısı konulup Prozac reçetelenseydi dünya daha mı güzel olacaktı sanki?

Pazartesi, Haziran 09, 2008

Sol Beyin - Sağ Beyin

Meditasyon yapsak iyi olur rahatlarız dedim ama hafiyelik icabı bu işin ilmini de araştırmadan edemedim. Önce ne olduğunu öğreneyim de sonra prosese girelim diye. Şimdiye kadar meditasyonla, beyinle ilgili o kadar çok şey karıştırdım, kendime o kadar çok test uyguladım ki aklınız almaz. En çok ama en çok, geçirdiği beyin kanamasında sol beyni etkilenen beyin bilimcisi Jill Taylor'ın tecrübesinden yola çıktığımı söyleyebilirim. Sol beyni etkilendiğinde yaşadıkları meditasyonun tanımına tıpa tıp uyduğu için etkilendim. Yani meditasyon aslında sol beynimizi kapatmak mıdır, diye düşünüyorum bu aralar. Yani bunu düşünüyor olmak bile sol beyinlilikken ne kadar başarılı olabilirim, bilemiyorum. Bir tarafım yemiyor açıkçası bu çabayı. Bayağı bir gaz gerek çünkü sol beynim feci dominant.

Şimdi beyin basitçe sağ ve sol diye ikiye ayrılamıyor elbet. Sağ da, sol da kendi aralarında birtakım alt fonksiyonlara ayrılıyor. Yaptığım testlerde sol beynimin alt fonksiyonlarına baktığımda en güçlü yanım olaraktan gerçeklik bazlı ve sözlü işleyişler anormal bir şekilde öne çıkarken (anormal derken gerçekten üzerinde çalışılıp düzeltilmesi gereken bir durumdan bahsediyorum), kullandığım kadarıyla sağ beynim bütünlük bazlı işleyişlerde sağlıklı ölçülerde, yani normal.

Sol beyindeki gerçeklik bazlı işleyişlerde kişiler ödevlerini, görevlerini yapmazsa başına geleceklerden feci halde haberdardırlar. İlla bir (adet olarak 1) kural ve yönetmelikle yaşamaz, her ortamın kural ve yönetmeliklerini baştan görebilip, öğrenebilip ona uygun davranrlar. Kurallar yoksa da yaratırlar. Adaptasyon yetenekleri üstündür ve hiçbir ‘iş’e duygusal anlamlar yüklemezler. Onlar için iş iştir ve işin sevilmesi gerekmez. Sadece verime, karlılığa ve bunlara yakın duran birtakım rasyolara bakarken ödül ve alkışla beslenen Düellavari motivasyonlara hayret ederler.

Sözlü işleyişim de aynen gerçeklik gibi anormal boyutlarda. Sözlü kişiler kelimelerle düşünür ve görsel materyale çok az ihtiyaç duyarlar. Bir adresi tarif ederken normal insanlar Migros’un sokağından solda camiyi görünceye kadar devam et, oradan sağa dön derken bunlar X Caddesi’nden iki kilometre kuzeye devam ettikten sonra Y Caddesi’ne sağa dön demeyi uygun bulurlar.


Sağ beynimde ise sadece ve sadece bütünlük normal. Geri kalan bütün fonksiyonlar anormal boyutlarda zayıflar. Bütünlük de işte büyük resmi algılama şeysi ama gelin görün ki fantezi yok, görsellik yok, sezgi yok. Eğlenceli ve yaratıcı ne varsa bende yok yani.

Cosmo’daki kişilik testlerini cevaplayaraktan a, b, ve c’lerin yoğunluğuna göre ne kadar çılgın, romantik, çapkın, cazip falan olduklarını ölçen kızlara döndüm, canlar. Dön dolaş aynı salak şey. Ne olduğumu bilmiyor muyum? Eee? Daha ne. Bir de obsesif kişilik miyim testi bulayım ben iyisi mi.

Çarşamba, Haziran 04, 2008

Tembel Kocanıza Nasıl İş Yaptırtabilirsiniz?

Şövalye kablo ve adsl faturalarından sorumlu kişi olduğundan bu iki utilitymiz ha bire kesilip duruyor. Güya otomatik ödemeye bağlatmışmış. Hayır, bu faturalar öyle yüzlerce YTL’lik de değil ki. En düdük paketlerden aldığımız için her iki faturanın toplamı ayda 30 YTL bile tutmuyor. Yani hesabında bu kadar olmadığından değil. O kadar fakir değil kocam. Ya da vadesiz hesabında hiç para komayıp bütün parasını bir yere yatırıyor da değil. O kadar parasının peşinde koşturuyor da değil. Gerçekten anlamıyordum neden böyle olduğunu. Otomatiğe bağlatma emriyle beraber otomatiğe bağlandı sanmışılığı imiş sebep. O da ayrı bir saflık işte. Ama faturada da yazıyor, ne bileyim emri verdikten sonra da mesaj olarak çıkıyor karşına, 4-6 hafta sürebilir otomatiğe bağlanmanız diyor. Bu arada gelen faturalarınız atlanabilir, aman ha falan da diyor. Bu mesajları ka’ale almayınca sonuç ortada.

İlkin adsl bağlantısız kalmıştık. Internet bağlantısına kavuşmamız yedi hafta sürmüştü. Şövalye önce sinirlendi kudurdu. Sanki suç kendinin değilmiş gibi sisteme, telekoma falan küfretti. Sonra baktı bir komşu bağlantısı yakalayabiliyor, hiiiç oralı olmadı. Adsl’e para ödemenin gereksizliğine dair attı tuttu. Telekomun bu servisinin çok pahalı olduğunu, ama artık onların ağına düşmediğini gururla savundu. Gel zaman git zaman komşu bağlantıya kilit vurdu. Bizimki feryat figan gitti adsl servisimizi açtırdı.

Şimdi de kablo tv’miz yok. Daha durun, bir hafta oldu henüz. Hadi TV seyretmemesine seyretmiyoruz da ben salonda uzay mekiğimin üstünde koşarmış gibi yaparken aklımı oyalayacak bir şeylere ihtiyaç duyuyorum. Sessizlikte aletli egzersiz yapınca zaman geçmez oluyor. Yine ilkinde olduğu üzere sinirlendi, kudurdu Şövalye. Sisteme, telekoma küfretti. Sonra da dvd'lere dadandı. Allahım, her gün dört beş tane sahte dvd’yle eve geliyor. Ekmek yokken pasta yiyenler gibi bir dvd atıyor alete. Yemişim kabloyu, zaten ne biçim görüntüsü vardı. HD televizyonumuz var, seyrine bakamıyorduk. Bak, dvd ne şahane, diyerekten kendini kandırıyor, en geç yarım saat içinde de horul horul uyuyakalıyor. Artık evliymişiz. Demek oluyormuş ki benimle az ilgilenebilir, salondaki kanepede uyuyakalabilirmiş. Bu başka bir yazı konusudur fakat o yüzden şimdilik irdelemeyeceğim. Sadece beni ne kadar delirttiğini anlamanız için dahil ettim buraya.

İş seyahatine çıktım geçen gün. Giderken bana söz vermişti döndüğümde kablomuz açılmış olacak diye. Akşam döndüm baktım. DVD koymuş. Elinde de dondurma, mısır falan sinema keyfinde. Nerde dedim tv. Yine unutmuş açtırmayı.

Binbir Gece’nin canlı yayın sezon finali varmıştı dün gece. Binbir Gece’yi zaman zaman seyrediyorum sevgili okurlarım. Zaten üç dört bölümde bir izlediğinizde konuya hakim kalıyorsunuz. Hiç izlemediğim halde Yaprak Dökümü’ne de hakimim, nasıl oluyorsa. Kuzen Larry çekirdek çitlerken bize de anlatıyor, oluyor. Aşağılayabilirsiniz yani beni. Umrum değil. Fakat dün gece Türkiye’de ilk kez dizi canlı yayınlanacaktı diye ilgimi çekmişti. Amerika’da zaman zaman yapıyorlardı, enteresan oluyordu, bakiym bizimkiler becerecek mi diye merak ediyordum. En temel merakım buydu yani. Yoksa olay örgüsünü bir forumda üç satırda okur öğrenirdim. Ne olacaktı ki?

Şu çocuklara disiplin-dayak mevzuunu araştırıp duruyorum ya kaç gündür. Erkekler de çocuktur ya. Hatasını anlaması için çocuğu 'sevdiği şeyden mahrum bırakmak' tarzını Şövalye’de de denemek istedim. Çat diye kapattım dvd player’ı. Bütün dvd’leri de toplayıp kaldırdım. Kablo TV açılana kadar bu evde entertainment yasak dedim. Müzik dinlemek bile.

Sonra banyoya gittim. Banyo da ayrı sıkıntı. Spot lambalarıyla aydınlatılan banyonun da tek bir spotu kaldı patlamadık. Aylardır Şövalye yenilerini takmamak için bahane derelerini kuruttu. Elektrik tasarrufu falan bile dedi hatta. Zaten sinirim tepemde. Artık salonda saçımı kurutup fön çeker, kaşlarımı yolar oldum. Bizimki hala mesajı almadı. Tek başına kalmış 12 wattlık ampülle kör kör banyo yaptım. Çıktım bir baktım, dvd’leri kaldırdığım yerden geri çıkarmış, yarıda kalan filmine devam ediyor. Dvd player'ı yeniden kapatıp dvd'leri yeniden ortadan kaldırdım. Çok sinirlendiğim için banyonun kapısını da kilitlemekle tehdit ettim onu. Madem banyo umrunda değil, banyo
olmasa da oluyor olmalı. Ondan da mahrum kalmalısın. Git ofisinde gör hacetini. Lambalar takılana kadar banyo da yasak. O da gitti mutfağı kilitledi bu sefer. Ben de yemek yapmıyormuşum madem mutfak yasak olsunmuş bana da.

Oyun mu be bu? Yemek yapmıyorsam da yaptırıyorum parasıynan. Sen de taktır lambaları elektrikçiyEEE. Hem aç mı kaldın ki? Yemek yaptığımda yedin mi ki? Ama ben karanlıkta kalıyorum. Ben televizyonsuz kalıyorum. AAARRGGHHH!

Düşün taşın en iyi çözümün yine dayakta olduğuna karar kıldım. Yani ne ki bu şimdi uğraş uğraş, deli işi valla.

Cuma, Mayıs 30, 2008

Çocuk Disiplini Yöntemleri

Bugünlerde ebeveynler –en azından etrafımdakiler- neden çocuklarını dövmez oldular? Neden bundan çekinir oldular ki? Çocukken her azdığımda annem bir güzel pataklardı beni. Sonradan bu durum hakkında konuşup analiz manaliz de yapmazdık tabii ki. Time-out cezam da yoktu. Time-out’un ne olduğunu da ancak kolejde öğrendim. Kendisi bir ceza çeşidi olur. İzole bir yerde bir süre tek başına, aktivitesiz, stimulansız kalma halidir. Sınıfta azınca öğretmenin yolladığı ufak, loş, boş bir odada dikilirdik işte birkaç saat. Bana hiç de tomastı. Sadece üç time-out bir gün uzaklaştırmaya mı sebep olurdu, öyle yani sarı kart gibi bir şeydi. Kırmızı karta giden yol olması icabıyla huzur bozardı. O zamanlar Adana’nın kebap şişi, döner bıçağı, meydan dayağı meşrebine pek uzak kaldığından anlaşılması güç olmuş olabilir tabii bu Amerikan icadının.

Şimdilerde kimin bebesi varsa evlerinde bir time-out köşesi var. A, etrafı mı pislettin, sütünü mü fırlattın, ablaya mı vurdun, koş bakiym köşene. Çocuk gider. Birkaç dakika sonra, ‘geçti’ diye bağırır. O köşede o kadar çok bekleşilmiştir ki köşenin duvarı kirlenmiştir.

Çocuk büyüyünce köşe cezası odaya kapanma cezasına dönüşüyor. En güzeli. Oh, gelsin dvd’ler gitsin wii’ler, ohh msn chatler. Harika fikir valla. Eliniz değmişken bir de psikologa götürün onları. Götürün ki size ne kadar kötü anne-baba olduğunuzu söylemek yerine dikkat eksikliği ya da hiperaktivite bozukluğu teşhisi falan koysun.

Çocuk dediğine azdı mı biraz acı çektirmek lazım. Böyle yapmazsanız kendi pisliğini toplamasını söylediğinizde size 'hayır’ der çıkar işin içinden. Kaldı ki, bu o kadar da kötü bir şey değildir. Yetişkin hayatını bir küpte veya ışıksız bir ofiste patronlarını zengin etmek için bilgisayar ekranı karşısında rapor yetiştirmek ve sunum hazırlamakla geçireceği için onu geleceğine hazırlamış da olursunuz. Hadi diyelim küçük yaramazın hayatı sizin kontrolünüzde. Onu laboratuar ortamında, harikalar diyarında yetiştirdiniz. Dış dünyaya kontrolünüz yetmediğinden gerçek hayata karıştığında ayarı alacak, o zaman başınız iki misli ağrıyacak. Ama nedir, mesela Finlandiya’da yaşıyorsanız gerçek hayat da steril olduğundan bunu yapabilirsiniz. Yani sözüm gerçek sosyal demokrat ülkelerden dışarı. En kötüsü bizimki gibi müslüman mahallelerde gavur yöntemleridir. 0-10 yaş arası Beyaz Türk çocukları neslinin bu memlekette ilerde neler yapabileceklerini görmeyi heyecanla bekliyorum şahsen.

Bugünün çocukları kendilerini adam sanmaktadırlar. Siz de burada devreye girip gerçekten kuralları kimin koyduğunu onlara göstermelisiniz. Çocuğunu pataklamayı bilmeyen ebeveynler için birkaç tekniği paylaşmak istiyorum:

1- Osmanlı Tokadı: 'Ön uyarı’ manasına gelen bu tokat azıntı devam ederse sağlam köteğin geldiğinin habercisidir. Parmaklarla yanağa değil de elin ayasıyla şakak kemiklerine vurularak icra edilir. El ve kolun omuz hizasında açısız hareket etmesi şarttır. Sarsıntılı bir tokat olması yüzünden çok tesirlidir. Ancak sonu gelmeyecek olduğunu tahmin ettiğiniz ciddi arızalar için kullanınız.

2- Seri tokat: Mesela markettesiniz ve sizinki onu isterim, bunu isterim diye tutturdu. Önce küçük, sıradan bir tokat atın. Beş saniye kadar bekleyin ki ağlamaya başlasın. Ağlamaya başlayınca biraz daha şiddetli vurun. Ağlama devam ederse tokadın şiddeti artarak devam etmeli. Tokat-viyak-tokat-viyak-tokat...şeklinde. Burada amacımız ağladıkça daha çok dayak yediğini ve yiyeceğini çocuğa anlatmak.

3- Oklava: Annemin favorisi olan oklavalar hala çalışan anne mutfaklarında bulunur mu bilemedim. Bulunmuyorsa da bulundurun fakat en iyisi bile 3-4 seansta kırılır. Önden toplu almakta fayda var. Sırt ve bacak kötekleri için idealdir.

4- Terlik: Tüm zamanların favorisi. En ideali ağır plastikten yapılma olanlardır. Eskiden her yaz mutlaka alınan poliüretan tabanlı Esem terlikler bu iş için idealdir. 38 numara kırmızılarının mazisi bende derindir.

5- Çimdik: Tek elle, iki parmakla yapıldığından kalabalıkta çaktırmadan da yapılabilir. Etraftakiler çocuğunuza işkence ettiğinizi anlamaz. Pratiktir. Arabayı kullanırken dahi tek elinizle arka koltuğa uzanıp bacakları sıkıştırıp yolunuza devam edebilirsiniz.

6- Kafaya tokmak hareketi: Çocuğunuz öğrenme güçlüğü çekerse bu hareketi deneyin. Her okuyamadığı harfte veya anlamadığı cümlede kafası kapıymış da siz de kapıyı çalıyormuş gibi yapabilirsiniz.

7- Baston: Eğer düşünüp taşınıp ancak bin yaşına geldiğinizde çocuk sahibi olursanız bastonunuzu da disiplin aracı olarak kullanabilirsiniz. Çocuk koşarken bastonla çelme takabilir, kalkmaya çalışırken arbedede üç beş kez ittirebilirsiniz de.

Çarşamba, Mayıs 28, 2008

Cennetten Çıkma

Geçen gün Yeşilköy sahilde oturduk Yonc ve Elyan’la. Yemek yedik. İşte işten güçten bahsettik. Kimin işyerinin olayları en şaka gibi diye yarıştırdık. 30 küsürlerinde ancak evlenebilmiş biyolojik saati de ilerlemiş taze evli kadınlar olaraktan çocuk konusunu da konuştuk haliyle. Hep konuşuyoruz bunu zaten. Konuşmakla kalıyor. Kimi bu düttürü dünyaya çocuk getirmek istemez, kimi çocuğa bakacak sabır ve enerjiyi bulamaz, kimi pahalı bulur. Hepsine de verecek cevabım var. Belki doğuracağın çocuk kansere çare bulacak, yok işte işe güce daha çok enerji harcıyorsun, Allah rızkını verir misali gitmesin kardeşim özel okula üç yaşından itibaren. Bak bize. Özel okula mı gittik? Kötü mü olduk? (Şeyyy, ben gittim. Ama ailem tutturmuştu. 10 yaşında ben kendi kendime yazılmadım heralde. En azından ilkokula falan özel gitmedim)

Çocuk yetiştirmenin zorluğunu biliyorum. Etrafımda yaşantılarını gözlemlediğim çok anne var. Özellikle ilk zamanlarında hayatın bütün akışı tamamen çocuğun etrafında kuruluyor. Bu etraf oldukça düzensiz, uykusuz, yorgun ve bol tuzaklı, kaotik bir etraf. Bilincimizin doruklarda olduğu şu yaşlarda ve konumlarda elalemin doğal halinde dangıl dungul yuvarlandığı bu yoğun kaos ortamına biz girsek mi girmesek mi bilemiyoruz. Özeti bu.

Çocuk yetiştirmekten bahsederken çocukken yediğimiz dayaklardan da konu açıldı. Hesabı ödemiş ve kalkmak üzereydik oysa ki. Travmalarımızı dışa vurasımız gelmiş olmalı ki iki saat daha oturduk yeni kahveler söyleyip. Ne acılı çocukluklar yaşamışız yarabbi. Mesela benim 13 yaşıma kadar annemden yemediğim sopa kalmamıştı. Her sopanın sebebi de birbirinden tuhaftı. Yemeğimi yemezsem, sofrayı kaldırmazsam, sakarlık yapar da bir şey kırarsam, ev işlerine yardım etmezsem mesela anında çimdik-tokat-terlik üçlüsü vücudumda yerini alırdı. Taze pişirdiği sıkmayı (Çukurova’ya has sacda pişirilen acılı, soğanlı peynirli dürüm) yemek istemedim diye sıkmanın açıldığı oklava sırtımda kırılmıştı jübilemde. Oklava kırıldığı için, oklavasız kalmıştık da dağ başındaki evde, bir süre sıkma yiyememiştik Allahtan.


13’ümde tombalak bir kız çocuğuydum. Regl olmaktan feci korkuyordum. 1.60 boylarında 72 kiloydum. Ergenleşiyordum. İri cüssemden de utanıyordum. Zaten senelerdir annem de boğazımı keseyim diye söyleniyordu. Söylenmekle de kalmayıp şişkoluğumla alay ediyordu. E, ben de işte artık yemiyordum. Sevmediğimden değil vallahi. Olsa şimdi bir tepsi sıkma yerim patlayana kadar. Diyet yapıyordum. Neyse işte, durum şudur ki ben o gün sırtımda kırılan oklavanın sebebini hala anlayabilmiş değilim.

O yıllarda kızların ebeveynleriyle en büyük sorunu oğlanlar idiyken benim davalarım hep böyle eften püften ve de çoğunlukla anlamlandıramadığım şeylerden olmuştur. Velhasıl benzer travmalardan paylarını almış arkadaşlarıma bakıyorum. Hepsini çok seviyorum. Hepsi iyi insanlar. Başarılılar. Ne bileyim, keşke böyle çocuklarım olsa. Ebeveynlerinden bir fiske dahi yememiş arkadaşlarım da oldu. Onlar da iyiler hoşlar ama çok da içten yanmalı hırs insanları olduklarını söyleyemeyeceğim. Potansiyellerini zorlamama halindeler. Bu onları huzurlu yapıyor ama hedefe kilitlenememe sorunları olduklarını söyleyebilirim. (Mesela Dak)

Birkaç aydır
ted.com'a giriyorum. Geçen yazımın yorumuna da Ted’den bir link bırakılınca tavsiye etmek aklıma geldi. Orada yazarın biri yaratıcılığın formülünü analizliyordu. Çocukluk travmalarını yaşama tutunma çabasına sebep oldukları için yaratıcılıkta önemli bir katalizör olduklarını anlatmıştı. Tamam hiçbirimiz sanatçı üstat falan değiliz de, yine de yaratıcı yöntemlerle tutunma mücadelesindeki asıl sebep anne tokadı olabilir mi? Çok takdir de ediyorum bu mücadeleyi bir yandan. E, o zaman çocuk yetiştirmede eski usule yeni nüanslarla devam edebiliriz sanki. Öyle çocuk nereye biz oraya da olmayacağımız için cennetten çıkma ürünümüzle çocuk yetiştirmek de kolaylaşır da belki doğurmaya karar veririz iyice tohuma kaçmadan.

Çarşamba, Mayıs 14, 2008

Dizi Senaryosu Yazmak

Pazartesi günü Çağan Irmak’ın yeni dizisi başlamış Kanal D’de. Çağan Bey’in dizileri genelde tutar diye Düella’yla pansiyonda oturup dizinin senaryosunun matematiğini çıkaralım dedik. Hani biz de dizi yazıcaz ya büyüyünce. Dersimizi çalışalım niyetine. Çıtır da elektrik faturalarının otomatik ödendiğini sanan bir insanken yanılarak karanlıkta kalmış bir birey olarak sığınmış pansiyona.

Kapıdan içeri girmemle Çıtır’ın ciddi, sakin profesör sesi bilmemne management projesinin getirisi götürüsü falan diyordu. Düella da karşısına geçmiş miş gibi yapıyordu. Onun bir ifadesi vardır. Siz bilmezsiniz. Sanki dişleri bir kilit de tırnağı anahtarmış gibi döndürür parmağı ağzında. Seni dinliyorum ve önemsiyorum ama aklımdan bir hinlik de geçiyor demektir o. Bu hareketten sonra genellikle tumturaklı yorumlar yapar. Dedim bırakın bu ne ya? Konferansa mı geldik? Bunu niye konuşturuyorsun böyle bilmiş bilmiş? Dizimiz nerede? Kağıtlar kalemler çıksın, notlar alıcaz.

Çıtır görsel yönetmenimiz olduğu için dizideki görsel mesajları bulup not almak onun göreviydi ama Londra’daki manitasıyla dizi sırasında Skype sohbetini tercih edince biz onu katip bilip söyledik, “Yaaaaz. Salondaki büfenin üstündeki aile fotoğraflarına zum. Mutlu aile mesajı.”. “Yaaaaz. Kırılmış kurabiye adama zum. Aldatan kötü baba. Parçalanmış aile mesajı,” diye. Diyaloglar karakterlerin yaşından ve tecrübesinden beklenmeyecek kadar olgun, tuhaf, iyi dikilmemiş, oturmamış geliyordu. Konu desen aldatılan kadın çocuğuyla doğduğu Ege kasabasına döner şeysi. Babam ve Oğlum'la Aliye kırması. Sonu belli. Ne bileyim, bize bir olmamış geldi. Belki ilk bölüm garipliğidir. Zamanla geçer.

Dizinin orta yerinde Kuzen Larry geldi. O tam anlamadı aslında ne yaptığımızı. Diziye dair notlar alırken görünce bizi yardım etmek istedi meşrebince. 'A, bu adam çok kötü rol yapmış. Yazsanıza. Deniz aslanı gibi, ne tipsiz' dediğinde kaç dakika güldük hatırlamıyorum.

Sonra da cıvıdı zaten herşey. Çözecek matematik falan yoktu. Vardıysa da çözüverdik hemen bitti. Dümbelekçe olacak ama matematik profesörüne dört işlem göstermek gibi bir 'geçelim’ hissiyatından bahsediyorum. Lost değil, ne bileyim David Lynch filmi de değil ki izlediğin, izleri birleştirip evrekaya ulaşasın. Bir bilgelik, bir mesaj kaygısı da yok. Biz böyle pffftt yaptık ya, kesin tutar bu dizi. Ben söyliyim şimdiden. Biz de bütün tembel dümbelekliğimizle fakir fukara hayatımıza devam ederiz. Ya zaten ben hep söylüyorum, biz yazamayız böyle nabız tutan hikayeler. Çıksa çıksa sit-com çıkar bizden. Seinfeld tarzı daha çok. O da niş olur miş olur ama bizden ve uğraştığımız tuhaf ve de anlatılması zor hallerden ancak öyle bir şey kotarılabilir.

Salı, Mayıs 13, 2008

Cennet Mekanı*

Handan Hanım bakıcı kadının kolunu destek alarak üçlü kanepenin sağına yerleşti. Salon henüz dolmamıştı. Nermin Hanım’ın kızının telaşlı sesi mutfaktan duyuluyordu. Çatal bıçak sesleri arasında ne dediği anlaşılmıyordu.

Başındaki mevlüt örtüsünün ucundaki oyalara gözü takıldı. Minik leylak oyaları kırk yıl evvel kendisi işlemişti örtünün bir yanına boydan boya. O zaman bile çok zorlanmıştı işlerken. O vakitlerde yakını iyi görmez olmuştu. Kırk yıldır eksiliyorum, diye düşündü. Eksilmek için, her geçen gün daha güçsüz olduğunu bilerek yaşamak için uzun bir süre olduğunu fark etti. Leylak sırası bir yerde boşalmış mı ne? İyice sökülmeden örtüye yeniden dikmek lazım, dedi içinden telaşla. Akıl defterine not eder gibi tekrarladı da. Unutmayayım bunu. Aslında sökük kalsa da olur diye de geçirdi aklından hemen. Belki de zaten son kez takıyordu örtüyü. Nermin de gitti. Son arkadaşı da gittiğine göre başka ölüm sırasız olurdu. Allah korusa ama yine de olsa cenazeye, duaya gidemezdi. Bu merdiveni inemez, o merdivenleri çıkamazdı.

Nermin’le bu koltukta ne çok vakit geçirmişlerdi. Evden çıkmaları iyice zorlaştığından beri karşı kapılarda karşı komşulardan öte can yoldaşları da olmuşlardı. Her kuşluk ve her ikindi vakti bu koltukta birbirlerine eskileri anlatmışlar, uzak memleketlerdeki torunlarını, torun çocuklarının yaramazlıklarını gururla anlatıp durmuşlardı.

Genizden gelen sesiyle hoca Kuran okumaya başladığında gözleri yanındaki sehpanın üzerindeki çerçevelerden siyah-beyaz bakan Nermin Gelin'e, Paşa Bey Damat'a, madalyalara, fonda gri duran kırmızı bayraklara takıldı. Gözleri boşaldı, boğazı düğümlendi. Leylakları örtüye dikmemeye karar verdi.

Çarşamba, Mayıs 07, 2008

Kendine Ait Hayat

Kimi insanlar rutinlerinin değişmesine tahammül edemezler. Geçen gün Esincan’la da onu konuşuyorduk. Herkesin dilindeki ‘kendine ait hayat’ alanından. Amerikalıların meşhur ‘space’inden yani. Mesela bir arkadaşı ona hadi gel, buluşup muhabbet edelim, sağa sola gidelim dese, yok çamaşır yıkamam lazım, yok kışlıkları kaldırmam lazım, yok evi temizlemem lazım, zırt dizisi izlemem, pırt kitabı okumam, tırt mp3’ü indirmem lazım falan diyemezmiş. Bütün bunlar nasılsa başka zaman, boş ve gereksiz bir akşam, plana programa gerek kalmadan yapılabilirmiş. Bu durumda benim bir hayatım yok mudur, diye sorguluyor. Daha doğrusu başkalarının ‘hayatım’ diye sahiplendiği bu gündelik ritüelleri ve onların programlı akışı ona tuhaf geliyor. Herkesin kutsal emanet gibi yapıştığı ve başkalarını bundan fellik fellik uzak tuttuğu ‘kendine ait hayat’ hepi topu bir çizelge midir, diye.

Ben de biraz Esincan gibiyim. Bizim kendimize ait hayatlarımızda ancak teslim günü yaklaşmış ciddi bir proje, feci trafik ya da 48 saatlik uykusuzluk gibi şeyler sevdiğim birine kapıyı kapayabiliyor. Ne yalan söyleyeyim, bu rutin işler bazlı sebepler biraz bahane gibi de geliyor.


Amerikalılar da böyleydi (genelliyorum). Onların bu gündelik rutinlerini, çok daha keyifli geçirilme ihtimali olan alternatifler pahasına önemsemelerini hiçbir zaman anlamadım. Mesela Pazartesi sabahlarının klasik sorusu olan ‘haftasonu neler yaptın?’a ben ‘hiiiç’ cevabını verirken onlar ‘arabamı yıkadım, çimleri biçtim, kardeşimle telefonda konuştum, televizyonda maç izledim’ cevabını verirlerdi. Ben de benzer şeyler yapmışımdır aslında ama bütün bunlar benim için ‘hiç’ken onun için iletmeye değer aktivite mi oluyordu, ne bileyim. Ancak arkadaşlarla sağa sola gitmişsek, seyahat etmişsek raporlamaya değer buluyordum ben şahsen.

Güneyde yaşamanın etkisi de olabilir tabii şimdi Amerika’dan Sex and the City kankaları bir laf etmeden ben bu yolu da tıkayayım.

Pazartesi, Mayıs 05, 2008

Sekiz Dakikada Meditasyon

Midem gaz yapıyor. Simetikon bazlı anti-gaz haplarından alınca düzeliyor ama hap almadan önce mesela, her akşam istisnasız en az beş aylık hamileyim.

Sonra sırtımın alt tarafında, belimin civarında bazen çok şiddetli ağrılarım oluyor. Bunun için çok kez doktor kapısını aşındırdım. Hatta MR’lar falan bile çektirdim binlerce dolara da domuz gibi olduğumu öğrenmek için. Doktor Simit’e de danışmıştım da ‘evlen geçer’ demişti. Evlendim ve geçmedi işte.

Etrafımda meditasyon yapan insanlar var. Kime dertlerimi anlatsam detoks diyor meditasyon diyor. Ben de meditasyonu yogayla özdeşleştirip olabilir diyordum ama yoganın zayıflatanından, popo, göbek küçülteninden isteyip 'ommm’ları ve ayak sevmelerini istemeden. Hımk mımk gülerim ben. Bir de asla düşünmeden duramam. Tilkiler ölmez. Fakat internette karşıma çıkan çakra testinde* kök ve göbek çakralarımın tıkalı olduğunu ve bunun da bel ağrılarına ve gazlara falan sebep olabileceğini öğrendiğim gibi Çıtır’a 'beni meditasyona götür’ diye yapıştım. O da eğer gülmezsem beni beraberinde götürebileceğini söyledi. Şimdi ona bu sözü vermenin ağırlığını tartmakla meşgulum. Tutulmayacak sözü vermiyim, çocuğu da ortamında rezil etmiyim diye.

Geçenlerde Hemşo da geldi Paris’ten o da demez mi meditasyon diye. Sen de mi Brutus, olmadım değil. Adanalı bir hırttır kendisi. Böyle egoyu bırakmaklar, sakinlemek dizginlemekler ona göre değil. Allah allah demeye kalmadı yeni hobisini açıkladı. Krav Maga isimli İsrail askerlerinin savunma taktiklerinden oluşan bir yakın dövüş sporumsusu. Sporumsu, çünkü kuralı yok. Isırmak, çırmalamak, saç çekmek, belden aşağı vurmak falan serbest. Ha, tamam, şimdi Hemşoluk oldu. Kavga gürültü mevcut yani. Adam böyle medite oluyormuş. Nasıl gözleri parlıyor anlatırken, şaşarsınız. Fight Club olmuş. Kavga ederek ermiş. Çıtır tabii daha pasifist, sufi, Mevlanavari bir yerde dururken Hemşo dayak arsızı olmuş. Her ikisi de meditasyon diyor yaptıklarına. Bana da serotonin salgıladığım sürece ne yaparsam adı meditasyon olacakmış gibi geliyor madem.

Derken Hemşo bildiğimiz anlamda bağdaş kurup oturmalı ve konsantre olmalı meditasyonu denediğini ve bunun için de Most American Form of Meditation isimli bir kitaptan faydalandığını söyledi. Oradan çektiği kelimeleri kullanarak konuşan Hemşo beni derin düşüncelere sevk etmedi değil. Efendim, Hemşo 'Aha! moment’ ını bir türlü bulamamış bu normal meditasyonda ama Krav Maga esnasında birkaç kez 'Aha!' olmuşmuş.

Kitabın ismi aslında 8 Dakikada Meditasyon. 'Meditasyonun en Amerikanı’ ise tagline’ı sadece. Amerikalı Amerikalı herkesin bildiği ama ifadeleyemediği veya ifade etmeye yeltenmediği şeyleri kategorize etmiş, numaralandırmış ve hap niyetine vermiş. Tibet’te bin sene daha geçse 8 dakikada meditasyon teknikleri, mutlu olmanın 20 kuralı, sağlıklı iletişimin 35 yolu falan gibi pazarlama taktikli, kısa yoldan harikalar yaratabileceğimizin gazı verilmezdi heralde.

Kitabın kendini bilmesi erdemliliğine de hasta oldum. 'Meditasyonun en Amerikanı’ lafını kitap için Time’daki bir eleştiride kullanmışlar ilk. Aslında ufaktan bir ayar da var bu lafta ama çok beğenip reklamın iyisi kötüsü olmaz diye düşünüp aynen kullanmış olabilirler tabii. O kısmını anlamadım. 8 dakikayı da Amerikan televizyonlarındaki iki reklam kuşağı arasındaki süreden yola çıkarak belirlemişler. Modern toplumun ortalama bireyinin şartlandırıldığı konsantrasyon süresi olaraktan yani. Yazarı da hatta "Eğer sekiz dakika CSI seyredebiliyorsanız meditasyon da yapabilirsiniz" diyor dahil edici bir tavırla.

Bir başka kulvardaki arkadaşım ise hipnozu irdelemekte. Bu konuda da kafam meditasyon konusundaki gibi epey karışık.


* Bahsi geçen çakra testinin linki burada: http://www.eclecticenergies.com/chakras/chakratest.php

Cumartesi, Mayıs 03, 2008

Herkes Raymond'ı Sever

Herkesin sevdiği dizileri, filmleri ortaya döktüğü bu blog günlerinde ben de akıma uyaraktan en sevdiğim dizi olan Everybody Loves Raymond'ı (ELR) açıklamak isterim.

İki yıl evvel Gözde'nin televizyonsal anlamda commitmentphobic (bağlanma fobisi sahibi) olduğumu teşhis etmesinden de anlaşılacağı üzere öyle konu takibi gerektiren ve her hafta belli saatlerde ekran karşısına geçme zorunluluğuna sevk ettiren dizi izleyiciliğinden uzak duruyorum. ELR de bu fobime dokunmadan geçinen bir sit-com şovu.

Özetle dizi, Long Island'da yaşayan Ray Barone isimli İtalyan kökenli Amerikalı bir spor yazarı ve ailesinin etrafında gelişen olayları anlatmaktadır. Ray, karısı Debra, kızları Ally ve ikiz oğulları Michael ve Geoffrey'le beraber yaşar. Ray'in ebeveynleri ve abisi Robert, Ray ve Debra'nın hayatlarını zehir edercesine yaşantılarına müdahildirler. Ray, bu zehiri şikayetler silsilesi olarak karısı Debra'dan da devamlı dinlemektedir. Özellikle Debra, Ray'in pasif-agresif annesi Marie'yle sık sık sıkıntılı anlar yaşarken Ray de bütün bu sorunların ve didişmenin ortasında yerini alır. Abisi Robert da Ray'in daha çok sevilen evlat olduğunu düşünerekten arıza çıkarır. Babaları Frank duygularını belli etmeyen sert ve vurdumduymaz bir adamdır.

Sorunlar yumağı olarak ilerleyen dizide arızalar çoğunlukla Ray ve Debra'nın yatak odasında başlayan durum değerlendirmeleriyle başlar. Yolun karşısında yaşayan Ray'in ailesiyle araya mesafe koymak da pek mümkün değildir. Robert dizinin ilerleyen bölümlerinde Debra'nın arkadaşı Amy ile evlenir. Amy'nin de ailenin tuhaf dinamiğine alışması zor olur.

Cumartesi günü sabahın yedisinde işi gücü olmadan uyanan bir insan olarak kendimi bu diziye vurdum. Aşağıdaki klibi yeniden izlediğimde 'kendi kendime kahkahalar atmayalı ne kadar olmuş yahu' da dedim hatta.


Çarşamba, Nisan 30, 2008

Necefli Maşrapa

Haftasonu Esincan burdaydı. Herkes hararetle soruyor. Ne yaptınız, ne yaptınız, diye. Ayol biz ne yaparız? Sadece laklak. Kızcağız bir çarşı pazar ve hatta ev kılığıyla geldi. Tabii ki sırt çantasında kokoları vardı ama değiştirmeye fırsat ve de ihtiyaç olmadı. Biz süklüm ve de püklüm halimizle pek koko ortamlarda yemeğimizi yedik. Eve gelip muhabbete devam ettik. Esincan, Düella, Çıtır, Şövalye ve ben. Sabahlara kadar konuşacak ne buluyorsunuz diyenlere cevap niteliğindeydi muhabbet. Ölüm, din, felsefe, quantum fiziği, cinsellik, kıskançlık, sufizmden tutun signature’ımız olan karakter ve durum analizlerine kadar her şeyden bahsettik.

Eve girdiğimizde önce ev pek bir sessiz gelmişti. Televizyonu açıverdim sessizlik kırılsın diye. Zaplarken de TRT 4’te bir Sanat Müziği konserine denk geldim. Tanıdık bir şey çalıyordu. Orada bıraktım. Fonda radyo sanatçıları şarkılamaya devam etti. Arada Boş Çerçeve şarkısı çaldı. Aaaah, olduk. Hülya Koçyiğit miydi, Filiz Akın mıydı bunu hıçkıraraktan söyleyen falan derken yine dikkatimiz muhabbette yoğunlaştı. Derken derken TRT 4’te İstiklal Marşı başladı. Kapanış niyetine. Yani 15-20 yıldır bu sahneyi gördüğümü hatılamıyorum. Kimse hatırlamıyor. Dumur olduk, ekrana kitlendik. Hala 24/7 olmayan kanal mı var? Varsa da İstiklal Marşı’yla mı kapanır?

Marşın klibi değişmiş. Eski klipte Anıtkabir önünde açıklı koyulu üniformalarıyla askerler bayrak taşırdı. "Tüfeeeeek omza! Selaaaaaam dur! Çeeek!" derler ve marşla beraber getirilen bayrağı göndere çekerlerdi. Yeni klipte askerlerin bayrak töreni yok. Dalgalanan bayrak önde, arka fonda Anıtkabir, Millet Meclisi, Atatürk resimleri gibi görüntüler akmaktaydı. İstiklal Marşı bitince yine aynı sürekli dııııt sesiyle beraber ekranda o damalı karenin içinde yine damalı dairenin olduğu görüntü çıktı.

Dumuru atlattıktan sonra televizyon nostaljisi muhabbeti başladı. Teknik arızadan dolayı ekrana giren necefli maşrapayı hatırlayıp hatırlamadığımızı sordu Esincan. A, evet evet. Necefli maşrapa.

Çıtır anlamadı. "Ne, ne, ne?" diye sordu. Biz de kelimeleri duymadı sandık. Tane tane "Necefli maşrapa" diye tekrarladı Düella.

Çıtır da “Yahu tamam da, necef neee, maşrapa ne? Ne diyorsunuz siz?” diye sorduğunda yerlerde bulduk kendimizi.

Esincan açıkladı. Necef, boncuklu moncuklu süsler işte. Maşrapa da metalden sürahi gibi bir şey.

Yani şimdi bu 80’li oğlanla aramıza kuşak mı girdi, bilemedik. Maşrapayı hatırlamaya yaşı tutmadıysa bile dedemin ’filhakika’, ’veilla’ falan diyerek konuşmasında yaşadığım gibi hisler mi yaşadı? Zamanında Türkçe derslerinde her ders yılının ilk haftasının değişmez konusu olan İstiklal Marşı’nın anlamının çözümlemesi gibi dersler mi gerektirdi bu durum?

Ben çok severim şiir çözümlemesini. Hafiyelik icabı. Bir fihristimiz olurdu bu Türkçe derslerinde bilmediğimiz kelimeleri yazmak için. Okul başlarken kırtasiye alışverişine de dahil olan. İstiklal Marşı nerede Osmanlıca’ya dokunduysa fihristte baş harfinin olduğu sayfada bir açıklaması olurdu.

Garp = Batı
Afak = Ufuk
Serhad = Sınır

Dünyada hepi topu 60 yıl öncesine ait metinlerini elinde sözlükle takip eden başka millet var mıdır acaba?

Perşembe, Nisan 24, 2008

Idiot’s Guide to Dating in Turkey

17 yıldır yaşadığı Amerika’dan üç ay önce dönen Evo ile geçirdim 23 Nisan’ı. Hayatının yarısından çoğunu, kendini bildiği yaşlarının hepsini orada geçirdiği için Evo herşeyden önce bir Amerikalı’ymış. Bunun dozunu da yeni farkettim. Üzerine biraz da paldır küldür konuşunca kaoslardan kaos beğenin. Evo’nun adaptasyon sürecinde başına gelenlerle neşe dolduk valla bu 23 Nisan'da da.

Akıllı, zeki kız elbet. Tüm ülkeyi olmasa da kendi etrafındaki düzenin işleyişini anlamış üç ayda ama sebeplerini anlamamış. Onu biz de anlamadık valla ama en azından anlatmaya çalıştık.

Evo: Adam bana ’hayatım’ dedi??? Ama daha bir haftadır tanışıyoruz ve sadece iki kez yemek yedik? Nasıl hayatı olabilirim ki?

Cevap: Türkiye’de tanıştığınız abiyle bir hafta içinde samimi olmak hızlı değildir. Abi size ilk bir iki gün içinde 'hayatım’, 'canım’, 'bi tanem’ diyebilir. Bunda bir abes aramayın. Hatta bu hoşunuza gitmeli zira ying ve yang olayı. Türk kızları da bundan sever ve bundan ister. Abi size kendince değer verdiğini, niyetinin ciddiyetini gösteriyor. Bir keresinde evden doktora gitmek için çıkan annem, muayenehanenin bekleme salonunda tanıştığı birtakım kadınlarla 15 dakikada 'best friend’ olup sohbete çay ve böreklerle devam edebilmek için onlarla beraber eve dönmüştü mesela. Samimiyet doruklarda yaşanır bu topraklarda.

Evo: Adam beni ertesi gün aradı ve her gün arıyor da. İnsan her gün ne konuşur yahu? Uyandım, dişimi fırçaladım, yemek yedim falanı mı raporlayacağız?

Cevap: Amerika’da telefonunu verdikten 3 gün sonra aranırsın fakat burada vakit kaybedilmez. Hem dedim sana. Ying-Yang. Kızlar her gün aranmazsa arıza çıkarır diye bildiğinden devamlı arıyordur o da belki. Belki onun da gerçekten arayası ve rutin işlerinizi raporlayası yoktur ama Amerika’da kural nasıl 3 gün olageldiyse burada da kural bu farz et. 3 gün kuralı ne kadar mantıklı ki bu ne kadar mantıklı olsun? Bençmarkları at kafandan.

Evo: Eue, peki benim hoşlandığım bir abi (Abi-2) daha var. Abi-2’yi kahve içmeye çağırmak isterim. Biz Abi-1’le sevgili miyiz şimdi? Bu durumda bu Abi-1’i aldatmış mı olurum?

Cevap: Teknik anlamda hayır ama artistik anlamda evet. Bakışmaya ve cilveli konuşmaya başladığınız andan itibaren sevgilisinizdir artık. Burada 'date’ kavramı yok. Kafadan ya sevgilisinizdir ya değilsinizdir. Üç beş vakit 'date’ edip sonra da birbirinize L-word’lar (yani ‘I love you’) veya artık ’exclusive’iz (yani ’senden başkasıyla görüşmüyorum’) demeniz gerekmiyor illa ki. Böyle sözlü birtakım durum değerlendirmesi ifadelemeleri falan yok burada. Zaten seviyorsun ve zaten de başkasıyla görüşmüyorsundur. Bence sen Abi-2’yle iç kahveni ama bundan Abi-1’e bahsetme. İlişkilere bodoslama girildiği gibi kavga gürültü çıkılır da.

Salı, Nisan 22, 2008

İllallah Dedirtmek

Bu aralar hakkımda usançla konuşuluyor. Herkeslerce. Her yerde. İş ortamı malum. Doğruyu düzgünü söyle söyle söyle, eksiği gediği kapat kapat kapat sonra patla ve sus model. Kimseyle konuşmak isteme. İki yaş çocuklarının gözlerini kapatınca kimselerin onları görmediğini sanmasından bana da gelse diyorum. Gözlerimi kapatınca yok olmak hissinden.

Gözleri kapatınca rüyalar başlıyor. Melo başlattı, ben de sabahları uykuyla uyanıklık arası o flu anda yanı başımdaki deftere not ediyorum. Balık. Tren. Boncuk kolye. Diye. Bu sembollerine ne anlama geldiğini karıştırıyorum sonra. Genelde rüyalarımda bir yere yetişmeye, bir iş yetiştirmeye çalışıyorum ama işler hep sarpa sarıyor. Mesafeler uzuyor. Rötarlar oluyor. Falan. ‘Kaygı düzeyi yüksek insan’ın günlük yaşantısının uykuya yansıması yani özetle. Üzerine bir de sembol takınca moralim bozuluyor. Balık görmek iyi ama benimkiler bulanık denizde ve küçükler. O zaman balığın kısmeti az ve sıkıntılı oluveriyor. Trenle yolculuk yapmak hayırlı uğurlu bir şey mesela ama rüyamda trene bir türlü binemiyorum ki rötar üstüne rötar yiyor. Boncuk kolye küçük ve değersiz olaylar silsilesine işaretmiş. Falan.

Düella da işte yaka silken illallahçılardan. Onun işlerine biraz fazla burnumu soktum galiba. En deli olduğu şey. Onu al bunu alma. Onu ye bunu yeme. Onu yap bunu yapma. Derim ben. Çoğu zaman da demek için derim. Tavsiyeler yumağı.

Komşu bloglardan da tepki geldi ya Şövalye’yi yollasam da iki tek atıp açılsa diye. Kuruturum ben adamı.

Düella da Şövalyeci. 24 saat kesintisiz çekilemeyeceğim için 3’e 5’e bölünmemde fayda varmış. Şövalye’ye de ona da mola niyetine gerekirmiş bu parçalılık. Paslaşılıyorum aralarında.

Blog da işte bu molalardan biri nihayetinde. Siz de bana iyi bakın bu aralar, tamam mı?

Perşembe, Nisan 17, 2008

Cahil Vicdanlar

Gebze'de tecavüz edilerek öldürülen İtalyan sanatçı, Barışın Gelini Pippa gibi naif buluyor beni Şövalye. Ona yazık olmuştu barbarlara güvendiği için. Bana da kafama zorla geçirilecek bir türbanla yazık olabilirdi. Laboratuar demokratıyım ve laboratuar ortamında herkes aynı, herkes eşit, herkes suçsuz ya. Hani dağdaki çobanla ben aynıyım çünkü ortak paydamız insan olmak ya. Ben ondan daha çok kitap okudum, o benden daha çok ampirik tabiat bilgisine sahip ya. O kadar ya.

Ben ‘o kadar’da bırakıyorum ama Pippa vakasında dünyaya rezil olduklarından muzdarip aydın Türkler orada bırakmıyor. Pippa’nın katili odur budur, iğrençtir, pisliktir. Tamam, tamam. Bence de. Her ne gazına gelinmiş olunursa olunsun bir canlıyı öldürmek noktasına gelindiğinde adını koyamadığım ama belki de ‘vicdan’ denen şeyin devreye giremediği durum aklıma sığmıyor. Peki vicdan öğrenilebilir mi? Beslenip büyütülebilir, değişik formlara sokulabilir mi? Kesinlikle. Doğduğunuz andan itibaren şimdiki ‘iyi’ ve ‘kötü’lerinizden, ‘doğru’ ve ‘yanlış’larınızdan farklı şeylere iyi-kötü, doğru-yanlış denseydi sizin de vicdanınız bu yeni kavramlara göre şekillenirdi. Aklınızı yeterince eğitmeseydiniz, muhakemeniz zayıf kalsaydı bunlar yine etkilenir, değişirdi.

Pippa’nın katilinin vicdanının nerede bizimkilerden başkalaştığını tahmin edebiliyorum. Senelerce gazetelerde, filmlerde yabancı kadınların bozuk meşrepli, önüne gelenle yatan tipler olarak görmedik mi? Turist kızlar Türk erkekleriyle yatabilmek için koşmadılar mı sahillerimize? Tabii ki tecavüz edilebilir onlara. Çünkü aslında onların istedikleri şey de bu. Yine tarihimizde, tarihi filmlerimizde hin ve cin fikirli Katerinalar, Bizans kadınları Kara Muratların, Tarkanların kuyusunu kazmaya çalışmadılar mı? Onlar da bu kadınlarla sadece yatıp kalkıp gerektiğinde vurup kaçmadılar mı?

Sizin entellektüel vicdanınız bütün bunlarla eğlenmenize sebep olurken cahil vicdanlar bunlara gönülden inanıyor işte. Bu memlekette hala filmlerde kötü karakteri canlandıran oyuncular sokakta dayak yiyor. O yüzden bu kadar geniş cahil kitlelerin olduğu bu ülkede ne yazıp çizdiğinizin, ne sunduğunuzun çok hassas vicdani süzgeçlerden geçmesi gerek. Bu kitlelere cinselliği erkeğin zaferi olarak pazarlayarak -güya- kendilerini önemli hissettirtecek, onların Batı ve Batılılar karşısındaki ezik egolarını –güya- bu gazlarla giderecek bu medyanın günah listesi oldukça kabarıktır. Medyanın çarpık sunumlarının içselleştirilmesine sebebiyet veren geniş cehaletin sorumlusu bu sistemin savunucularının ise yatacak yeri yoktur.

Çarşamba, Nisan 16, 2008

Amerika'da Pompacı Olmak

Düella benden önce davranıp yazdı bu Balat gezisini. Arada söylemeyi unuttuysa ben söyliyim. Kendisi Balat sakinlerinin et değil de tavuk yemesinin ardındaki gerçeği anlayamadığı gibi, onlar da bizim Türk olduğumuz gerçeğini anlayamadılar. Ömrümde ilk kez Türkiye’de turist sanıldım. Hadi Hans kılıklı Şövalye’nin yanında yürüyordum diye sanılmış olayım ama yine de beni turist sanmak zordur yahu. Düella, Şövalye ve ben, dağcı rüzgarlıkları, kargo pantolonları, postacı çantaları içinde yürürken yanından geçtiğimiz banklardan çocuklar bize ’hello hello’ diye el salladı.

Gezi esnasında karşısına çıkan mangallardan, çekirdek dağlarından, türbanlardan ve küfürlü konuşmalardan rahatsız olan Beyaz Şövalye, Anglosakson bir ülkeye göç etme kararı aldı. Ayol iş kurdun daha burada yeni. Orada n’aaparsın, olduk. Hata bizde ki hala her söylediğini ciddiye alma eğilimindeyiz. O da ciddiye alıyor aslında ama üç dakika sonra unuttuğundan tutarlılığını kaybediyor ama o üç dakika boyunca gerçekten çok azimli ve kararlı duruyor. Orada da iş kurarmış. Vay, bizim lafımızın üstüne laf, ha? Biz de ona oralarda bu düdük mallarla para mara kazanamayacağını hatırlattık. Çtakk. Burası düdük olduğu için az biraz eli yüzü düzgün işlerle karnını doyurabileceğini ama Anglosakson rekabetinde yok olup gideceğini de ekledik. Hala susmuyor. Benzincide pompacılık yaparmış, daha iyiymiş. Yahu her Türk’ün Amerika’da 'en kötü' pompacılık yapması da ne klişe bir kurgudur. Evet, benzincide kasada kantinde falan çalış da pompacılık bir tuhaf. Bir Oregon’da bir de New Jersey’de pompacı vardır. Diğer her yerde kendi kendine doldurursun benzinini.

Benzin konusuna girdik madem. Gerçek kadınlar kendi benzinlerini kendileri doldurmazmış. Pelinat’ın Amerika’da ilk ayları, ablasıyla beraber takıldığı zamanlardı. Uzun mesafe yola çıkmış, Birmingham’dan bana, Atlanta’ya geliyorlardı. Bir benzin istasyonuna girmiş, arabada pompacı bekleşmişlerdi de ne gelen olmuştu ne giden. Hadi Pelinat neyseydi de ablası bir senedir oradaydı ve düzenli de araba kullanmaktaydı fakat gerçek bir kadına yapılması gerektiği gibi, benzini boşalmasına yakın kocası arabayı götürür, doldururdu. Neyse işte bizim şapşiler işin başa düştüğünü anlayıp kendi kendilerine benzin doldurmaya çalışırlar. Pompanın tetiğine basarlar ama bir şey akmaz. Hadi bu pompa bozukmuş diyip ikinci pompaya arabayı sürerler. Onda da aynı hikaye. Üçüncü pompa, dördüncü pompa derken pompa istasyonunun üstündeki bir kolu yukarı da kaldırmadan bu işin olmayacağını gösteren kocaman işaretin farkına varırlar da nihayet benzine kavuşurlar. O gün bu gündür gerçek kadın bilirim ben ablayı. Pelinat da gerçek kadındır aslında. O da az kalmadı sokaklarda benzini biterekten.

Şövalye ise inadına ışığı yanasıya kadar sürer arabayı bana bırakmadan önce ki ancak 25 km sonra yoluma düşen istasyona panik içinde kendimi zor atayım. Zaten bünye adrenalini fazlasıyla salgılıyor. Körüğe gerek yok. Anlatamıyorum.

Perşembe, Nisan 10, 2008

Şarkılar Bizi Söyler

Düella’nın doğumgünündeki karaoke muhabbetimizi anlatmayı içim elvermedi. Bu, geçen yaz Bodrum tatilimiz gibiydi. İyi niyetli ve mutlu başlayan ama tek tip eğlence dayatmasıyla güllerimizi solduran bir şeydi yani. Her ikisinin de organizasyonunda Yonc imzası vardı. Pratiklik ön planda. Detaylar hiç sorulmamış.

Bodrum’a katılamayanlar çatlasın diye durumu dışarıya ballandıraraktan yansıtmıştık. Hatta aynı havuz başı şemsiyesinin altındaki aynı demir masamızda, açık büfe öğle yemeğindeki camızlığımızın acısı aynen midelerimizde, herkesin aynı içecekleri elinde (Düella kahve, Yonc kola, Sawyer bira, Hafiye diyet kola), Düella’yla Sawyer’ın aynı belden aşağı ifadeli çığlıklarıyla şak şuk tavla oynanırken, içimize çöken tatil sıkıntısını blackberry’mden Amanda’ya yolladığımız ‘woow, çılgınız, wow şöyle eğleniyoruz, böyle kopuyoruz’ emailleriyle gidermeye çalışmıştık.

Karaoke’yi de aynen Bodrum tatili gibi lanse ettik. Gelmeyenlere ne biçim eğlendik dedik. Ama eğlendik aslında. Sadece ilk 15 dakikasında. Kapalı oda sormak Yonc’un aklına gelmemiş. Açıktaydık ama olsun, başlarda bar nispeten boştu. Bol bol şarkılayabiliyorduk. Sonra sonra bar kalabalıklaştıkça mikrofon bize az ulaşır oldu. Ulaştığında da nakaratı kulağa eğlenceli ve basit gibi gelen ama söylemeye kalktığında feci kasandra şarkıları seçmiş bulunduğumuzdan rezil olduk özetle. Bir oğlan geldi bara sonlarımıza doğru. Yakışıklı, güzel bir oğlan. Tek başına barda oturmaktaydı. Gül Döktüm Yollarına’yı söylemek için mikrofonu bizden aldı. Tarkan halt etmişti bu oğlanın yanında. Param olsa prodüktörü olucam oğlanın, o derece. Yalnız çifte standart varmış. Haberimiz yokmuş. Biz söylerken süper kısık tutulan mikrofonun sesi o söylerken bangır bangır açıldı resmen. Oğlanın sahnesi de iyiydi. İyice ezildiğimizden mekanı terk etmeye artık çok yakındık.

Karaoke sayesinde yanlış bildiğimiz bazı şarkı sözlerininin doğrularını öğrendik bari. Serdar Ortaç’ın Mesafe şarkısındaki iki sohbet aralı / bütün mesafemiz kısmındaki mesafeyi ‘iki gofret arası’ sanmaktaymış Şövalye hep. Ben de Mirkelam’ın Tavla’sındaki şeşicar ve pencüse / severim güzeli gencüse dizesindeki şeşicar ve pencüse’yi 'kişi car ve bencilse' diye biliyordum. Öyle bildiğimin de farkında değildim tabii. Şarkı modayken duyduğumda tuhaf gelirdi tabii bu dize, kel alaka haliyle. Meğersem usta tavlacıların lafıymış bu. 'Şeş cihar' ve 'penc-ü se' imiş aslının aslı. Şeş cihar 6-4, penc-ü se ise zarların 5-3 gelmesi haliymiş ki güzel kapı aldırırmış. Ben anlamam ki tavladan.

Seval’in de üniversite yıllarında moda olan Yaşar’ın Onun Vedası şarkısındaki dünya küçük / aşkım büyük dizesini 'dünya küçük / aklım büyük' diye söylediğine de şahit olmuştum. O gün bu gündür ne zaman biri ‘dünya küçük’ dese içimden aklımın büyüklüğü geçer.

Pazartesi, Nisan 07, 2008

Yıldız Haritası

Astrolojiye feci sarmış durumdayım. Annemin ve teyzemin hafızasını kazıya kazıya yükselenimin Yengeç olduğunu üzülerek de olsa teyit etmiş bulunmaktayım. En azından enerji birikimimin huzursuzluğa evrilmeden kafayı takacak yer bulma halimin kaynağını anlamış olduk. Astroloji de ‘kafayı takacak yer’ ba’bında sakin bir liman. Kimseyi manipüle etmiyorsun, etliye sütlüye karışmadan kendi kendine haritalar çizip duruyorsun. Diyordum ki Pazar günüm herkesin yıldız haritasını çıkartıp yorumlamakla geçti.

Kimdi bu herkes? Java ve Yonc.

Java ısrarla yükseleninin Aslan, Yonca da Yay olduğunu iddia edip durdu. Internetteki doğum saatinizi çok kabaca 2 saatlik dilimlere böldürerekten yükselen bulduran sitelere güvenmemelisiniz, dedim. Bir kere doğdunuz yer de önemli. Enlem boylam meselesinden. Mesela benim doğduğum günde 16:12’de doğsaymışım yükselenim İkizler olacakken 16:13-18:32 arasında doğaraktan Yengeç’i bulmuşum. Böyle hassas saat hesapları daha doğru olmakta işte. Bu durumda Java da ucundan Başak olduğunu öğrenince tepesi attı. Hayır, efendim Aslan’mış o. Neresi Aslan adamın ayol? Bu Aslan burcuna duyulan sonsuz itibar niyedir hiç anlamam. Ormanların Kralı ayağına bir haşmetli algısı var, eyvallah ama Aslan’a sen aslansın kralsın de, pohpohla kandır gayet. Öyle de alıktır. Görüntüsü var kendi yok yani. Başakları severim ben. Toprak toprak. Munis munis. Söylengeçtirler ama çok da arıza çıkarmazlar. Uyumludurlar. Kötü bir şeymiş gibi. Java bu enlem meselesinde tuttu aslında Konya’nın Bilmemne Köyü’nde doğduğunu, bu durumda belki de aslında hala Aslan sayılabileceğini ispata soyundu. Bilmemne Köyü’nün coğrafi koordinatlarını hesaplamaya kasamadığımdan boşverdim. Zaten de öyle iki mahalleyle değişecek kadar da ramak değildi durumu. Zaten bu kadar detay kasması bile onu bir Başak yapmaya yetiyordu.

Yonc’un yükseleni de Yay değil, Akrep çıktı. Bence de yani. Yay’dan çok Akrep o. Böyle bir ‘yapılanı yanına koymazlık’, ‘bana bulaşmayın, oyarım’ havası falan var onun. Yani bize yok da. İş yerinde gördüm onu, orada var. Yay yükselen gibi her konuda fikri yoktur. Yonc da Yay olmak istermişti ama onunki ramak mamak da değildi alenen tam orta yerinden Akrep’ti.

Java’nın senelerdir beklediği voliyi vurmasına hala seneler olduğu ve ancak moruğa kaçtığında çok zengin olacağı çıktı ortaya. Aradaki bütün hayatı hayhuyla geçerken yukarı sosyal statüden biriyle evlilik de çıktı. Dedim işte Sosyete Dilberi’yle evlen. Kız hem güzel hem akıllı hem de munis. Bize munismiş. Ona cabbar. Evlenmek mevlenmek de istemiyormuş. Şövalye de arada ’evlendim de mahvoldum’ tripli evrensel erkek söylemlerini katıp Java’ya verdi ha verdi coşkuyu.

Yonc’un haritasındaki tek ve sürekli çıkan arızası hep sevilmek istemesi üzerine. Annesi sevmezse arkadaşlarından sevgi talep etmesi ve bunsuz kalamaması, kalırsa depresyonlara girecek kadar bir sevgi/şefkat açlığı söz konusu. E, bunu biliyoruz. Asıl bomba şu ki Yonc’un haritasında uçurtma çıktı. Bu ballı börekli başarının işaretidir. Okulu arka kapıdan bitirmiş olsa da okul birincisinden çok para kazanacak, ünlü starlarla yan yana duracak, savsaklasa da kucağına kısmetler düşecek yani. Java bu duruma gıcık oldu. Şaşı bakıp şaşıraraktan kendi haritasındaki birtakım işaretleri uçurtmalara benzetmeye çalıştı ama olmadı.