Salı, Mayıs 30, 2006

Hafiye Ailesi Çiftlikte


İstanbul'dan geç kalkan uçak babama Atlanta bağlantısını kaçırttı Pazar günü. Dün sabah gelebildi ancak. İner inmez, "Beni bir çiftliğe götür," dedi. Senelerdir söyler. Senelerdir oyalarım. Baba, derim, burada bildiğin çiftçiler yok. Bu işi şirketler yapıyor. Yüzbinlerce dönümlük arazilerde dev tarım makineleri yani. Sana uymaz. A, olsunmuş. Bir görseymis. Hadi diyelim gittik, nasıl gircez ki içeri? 'Meraba biz gezi-inceleme koluyuz. Bi bakıp çıkıcaz.' Neye? Niye, demez mi adamlar? Senle mi uğraşacaklar? Bu geldiğinde, organik tarım toprakları görmek istediğini ayaklarını yere vura vura deklare etti. Hafiye bir yer buldu internetten. Evine 100 km ötede. Olabilecek en yakın yer. Gitmeden telefon da ettim. Ne diyeceğimi de bilmiyorum ki. Biz bi bakıcaz, dedim. Babam merak ediyor. Tamam, dedi telefondaki kadın. Pabucundan Çukurova'nın toprağı dökülmeden Georgia toprakları yapıştı böylece babanın. Benim de 47 no.lu nefis pabuçlarım, ilk kez toprak gördü, iyi mi?

Bir gittik. Dünyanın en tatlı 7.5 aylık hamilesi Jane bizi karşıladı köpeği Ranger ile. Kocasıyla tarlada çalışan bir kadın. Annem, yazık daha küçücük çocuk dedi ona. Tazecik durmaktaymış. Köylük yerde böyle körpecik, yazıkmış. Babam baktı fasulyenin yapraklarına. A, dedi bilmemne böceği var bunlarda. Söyle. Söyledim. Organikle falan işi olmadı. Zaten çok basit ki mantığı. İlaçlama, kimyasal gübre falan yok. O da direk makinelere atladı birçok erkek gibi. Hareketli ve havadan sulama yapan bir dev makineye, biçerdoverlere, fide dikene, fasulye toplama makinesine, hayvan yemini yeşilken bir plastiğe sarıp kurutan alete...hasta oldu. 200 dönüm arazisi olan bir çiftçinin sahip olduğu makine bolluğuna hayret etti. Ha, bir de 1953 model John Deere traktöre. Babamların köye Marshall yardımında gelen ilk traktör oymuş. Ne üşüşmüşlermiş başına o zamanlar. Nostalji yaptı başında uzun uzun. Dev biçerdöverin fiyatının sadece 30 bin dolar olmasına hala hayret ediyor. Türkiye'de 200 bin dolardan aşağı değilmiş. Dedim, baba, ben ayakkabıyı çantayı boşvereyim. Büyük düşünelim. Biçerdover götürelim! Yesss!


Babam makinelerde kendini kaybederken Jane'le sohbete başladık. Annemin 18 sandığı körpe Jane 32 yaşındaymış. Kocasıyla beraber kimya okumuş. Hem de benim okuldan. Okul birliği yakınlaşma ivmesini çok hızlandırdı. Annemin aklı almadı iyi okumuş bir kadının tarlalarda çilek toplamasını- ki Jane hamileyken de çalışıyor. Babaannem de böyleymişti hani, karnında, sırtında, elinde birer tane veletle güneş altında pamuk toplarken ama ya Jane? O bir kimyager ve o zengin bir ülke vatandaşı. O, buna mecbur değil. Jane tam bir militan. Aysudak'tan beter. Traktörler bile biyo-dizel yakıtla çalışıyor. Cehennemin dibinden gidip alıyorlar bu soya yağı yakıtını. Allahtan Aysudak tutturmadı biyo-dizel araba alıcam diye. Artık bisikletten düşüp kol kırmaklar biter, Chattanooğa'dan gelme yakıt varilini koyacak yer aramaklar başlardı.Çocuk işçiler çalıştırıyorlar diye kakao ve kakao mamüllerini protestosu aklımdan gitmiyor. Acılar içinde. Çikolata orucu. Yapamam, ulan. O da yapamadı zaten.


Sonra güleryüz Flores geldi. Jane'lerin yardımcısı, Guatemalalı ailenin hatun kişisi. Jane, Bush'a küfürler etti. İşçi bulamamaktan muzdarip. Göçmenlik yasalarına kıl. Bütün bunlar, küçük çiftçiyi öldürmek üzerine, onlara darbe. Bir de Wal-Mart yakında organik sebzeler satmaya başlayacakmış diye endişeli. Organik ürün fiyatları da düşerse, organik tarıma da şirketler girer zira. Babama da uzun uzun nasihat verdi taze topladığı çileklerin ikramında. Oralarda şirketlerin tarıma girmesini engellesinler diye. Gerekirse yardım edermiş. O anlattı. Ben çevirdim. Dünyanın en lezzetli çilekleri bunlar. Kahraman çiftçi, Cargill'e karşı. Bir varolma çabası içinde Jane. Hem de varoluşunu oradan tutmak zorunda değilken. Aklıma Düella geldi. Aklıma ben geldim. Aklıma böylesine adanabileceğim bir şey olmalı fikri geldi. Kendimi kurban etme pahasına. Bulamadım. Çok utandım.

Pazartesi, Mayıs 29, 2006

Ana Hafiye Komşulara Karşı

Evimi satın alan anal kişilikli lezbiyenlerden çektik çekeceğimizi. Bilmeyen kalmadı da şurada giderayak valide 75’lik gey çift komşularımla da bozuştu. Hani zaten “Bizim orda olsa hepinizi ahlak polisi basar“ demelerden nerelere genişledi. Çok üstüne de gitmek istemiyorum. Az kompulsif değil. Gey dedeler de ondan beter. Söyle ki:

Valide tutturdu bu merdivenler çok pis. Her taraf tertemizmis, merdivenler neden pismiş. Merdivenleri sen tut, süpür sil. Bunu yaparken de dedelerin saksılarının yerlerini değiştirmis. Valide dikkat etmemiş. Ne bilsin sümbüller mi laleler mi ne haltsa, o çiçeklerin biri sağda, ışığın daha bol olduğu yerde; diğerinin solda, gölgede durması gerektiğini. Bir baktım dedenin biri konuşuyor da konuşuyor. Valide anlamıyor, beni çağırdı. Adam bıt bıt da bıt bıt. Tamam, dedim, afedersiniz. Olmuş bi kere, bir daha olmaz. Dede hala söylengeç. Bırak ya, dedim. Bırak. Anne, sen de allah aşkına yuğunma öyle külkedisi gibi. Beş gün sonra boşaltacağımız binanın merdivenlerinden sana ne. Yok, efendim, eski komşular varken nasıl da temizmiş buralar. Hala bir ’denial’ içinde yaşıyor. Bizim ailede mal satmak diye bir kavram yoktur zira. Aç kalabilirsin, soğuktan donabilirsin ama senelerdir boş duran n'inci evini satamazsın. Geçen gün çamaşır makinemi götürdüklerinde oturdu hüzün yaptı. Sanki iflas etmişiz de haciz memurları eşyalarımızı götürmüş gibiymiş. İçi burulmuş. Şu Sümerbank neslinden yediğim dumurların sosyolojik açıklamasını rica edicem artık. Gınalar diz boyu.

Az önce markete gitmek üzere kapıyı açtık. A, önümüzde posta kolileri. Siparişlerin gelmiş, dedi. Yok, dedim, olamaz, bugün Pazar. Bir baktık, attığımız eski koliler. Valide onları sabah çöpe atmış ama site kurallarının gerektirdiği üzere naylon çöp poşetinde ağzı bağlı atmamış da öyle bırakmış. Ona söylemeyi unutmuştum bu kuralı. Bizim gey dedeler de, siz gidin onları çöpten çıkarıp bizim kapının önüne dizin geri. Valide, mis gibi karton kutular, pis değil, bir şey değil diye cinnet yaparken benim kahkahalar bütün siteyi çınlattı. İnip söyleseymişim ya çok ayıpmış bu yaptıkları.

Neden bu memlekette cam silme diye bir kavramın olmadığına da takık yanısıra. Ayrı bir mevzudur ama yeri geldi madem. Diyorum ki, camdan dışarıyı seyretmiyorlar, ondan. Kimse bizim gibi konuşlanmıyor pencere önüne. Panjurlar, perdeler hep çekik. Böyle güzel manzara varken deliler miymiş? Olabilir, dedim. Düşüneyim biraz.

Cumartesi, Mayıs 27, 2006

Hafiye Toplanıyor

Toplanmak benim gibi yapışkanlar için uzun iş. Bir çekmecenin toplanması bir akşamımı alabiliyor. Hiçbir ıvırı kıvırı atmamışlığım bir yana kimi zamazingoların paketini bile bozmadan tutmuş olmam cabası.
Memleketten 'yeni çıkan ne varsa hepsinden ver abı' diye aldığım ve çoğunu dinlemediğim CD'leri, izlemediğim filmleri bıraksam mı, bırakmasam mı diye düşünedürdüm. Bazılarını nasılmış bakıym dinliyim de öyle karar veriym, diye dinledim de. Ebru Gündeş'in 2004'te çıkardığı, Bize Mutluluk Yakışır isimli albümü de bunlardan biriydi. Her şarkıya üçer beşer saniye tahammül ederek 1-3-5 fıt fıt fıt ilerledim. Gıy gıy gıy arabesk buldum albümü o kısa geçişlerde. Sekizinci şarkı durulası çıktı. Bir eller havaya mucizesi. Tezahürat olası, rebound ettiresi, 'arkanı dön ve çık/istenmiyorsun artık'in ağır alaturkası:


Gün gelecek devran dönecek

Kahpe felek bana da gülecek
Sen mi vardın şimdiye dek?
Tek tabanca da yaşar bu yürek

A, dedim ya. Bayağı bir geç geldi ama iyi geldi. Hani şarkılardan hissi yönler çizmek garip bir dürtüdür yurdum insanında. Vakti zamanında bulsaydım Neden Bütün Arızalar Beni Buluyor kitaplarına gerek kalmayabilirdi. Dedim, bu albüm benle gelsin. Belki lazım olur. Tedarikli gitmek lazım. Terapötik malzeme nihayetinde.
Sonra ya salla, dedim. Bunlardan memlekette dolu. En kralını her gece git, tepine tepine çal, söyle.
Hem bir dakka ya. Sadece moralim bozulduğunda kullanılmak üzere bir şey götürüyorsam moralimin bozulacağına inanıyorum da demektir. Bu inanç bu başlangıca yakışmıyor. (Breh breh breh) Götürmiycem. Bırakıyorum.
İyi de neden illa ki bir mesajı olsun ki şarkıların? Ritmine elini kıçını salla, gitsin. Geri koyuyorum.

Bu anlamsız muhasebe yarım saat sürüyor. Annem odaya giriyor:
-Ne durumdasın?
-Euee, sadece beş cd'yi ayıkladım.
-Aferin, diyor. Aferin yani. Hiç anlamıyorum, nasıl kazandın da nasıl bitirdin o okulları bu mıymıylıkla? Hiiiç.

Ben de anlamıyorum valla. Hem de hiççç.

Perşembe, Mayıs 25, 2006

Miami Hapsi

Hafiye, çok dolaşık bugünlerde. Karman çorman. Taşınırken eskilere takılıyor. Nostalji yapıyor çabuk çabuk toplanacağı yerde. 2 Şubat 2005'ten bunu buldu. Hey gidi, oldu. Siz de bin parçaya bölünmüş ve bininin de peşine düşmüş bir Hafiye'den çok şey beklemeyin bugünlerde. Eskileriyle idare edin.
----

Sabah 4'e kadar Miami'de bir otel odasinda calisan kizimiz cok da zahmetli gelmeyen sabah uykudan uyanip yoklama verme merasiminden gecti. Ustleriyle kahvalti yapti. Bugunun ajandasini tartisti. Danismanlara fikir verdi. Sonra tam asagi, toplanti odasina inmisti ki ona 'git uyu biraz' dediler. Ustume iyilik saglik. O kadar da goz makyaji yapmistim belli olmasin kizarikliklar diye. Sanirim sesten caktilar. Travesti gibi cikiyor bugun. Nerde benim burundan cikan cir cir ses, nerde bu kalin catlak sey? Uyuyamam ben gunduz vakti. Havuzbasinda mojito mu icsem? Sevmiyorum mojitoyu ama sirf konsept kasmak icin bu caba gerekli midir? Bu kadar mi yaptim demek icin yapar insan? Irdelenesi konular.

Sabah alarmi niyetine TV'yi kurmustum. Bir acildi ki Groundhog Day kutlamalari varmis bugun kuzeylerde bir yerde, ismini degil telaffuz etmek, dogru yazmamin bile imkansiz oldugu bir soguk sehirde. Tam da o sirada aklima Groundhog Day filmi geldi. Kendimi o karelerde sıkışmış hissettim. Gunlerim birbirinin benzeri otellerde, benzer tartismalarla geciyor. Sadece penceremdeki manzara degisiyor. Mantigin durdugu yer neresi? Hani kisa omurluyduk? Birbirinin ayni gunlerle kisitli butcemizi harcamak takvim uzerine centik atmaktan baska nedir? Mahpus muyuz? Zincirlemisiz kendimizi kariyere, paraya, statüye. Emekliliğe övgüler duzmeye basladik bile. Hani genctik, guzeldik? Ne hayrını gorduk? Har vurup harman savursaydık bari. Alenen dolapta curuttuk.


Gene Sıdıka Sıdıka depresirken annem aradi. Ama Sıdıka annesi gibi degildi bu sefer. Bana aklimi basima toplayip, kavramlari karmasiklastirmayip, kicimi kirip, kocaya varip cocuga karismami ogutlemedi. Babanla ben gelicez, bizi Arjantin'e götür, dedi. Aynen. Bunu dedi. Bir ayda dört kıta, beş iklim, iki tekerlekli bir bavul, suru babam suru. Gurbetin basindasin. Derdin gunun yalnızlık. Akşam olmuş, güneş batmış. Gezmeyip de ne halt edeceksin? Di mi, ama?

Çarşamba, Mayıs 24, 2006

Istifa

Az once istifa ettim. Titremekten konusamadim dogru durust. Aglamadim, allah var. Isyerinde agladigimi kimselere gostermedim. Tuvalete gidip gozlerimi kuruladim. Hani profesyonellik? Yok. Bugunluk yok.

Ben daha once hic istifa etmedim. Istifa istifa etmedim yani. Bu daha bir istifa. Sadece isten bosanmak degil. Evimden, golumden, ordegimden, elbise dolabimdan, arabamdan, bu yollardan bos oldum.

Belki donersin geri, dedi Kris. Gozlerime bakti. Seni anliyorum, dedi. Chicago'daki ailesinden uzak diye suclaniyormus. 50 yasinda, iki yetiskin evlat sahibi kadinda da, bende de ayni sizilti. Donersin belki. Sana ucretsiz izin verelim. Bakalim, dedim.

Bir tenis topu gibi gecti 20'ler. Genis bir kortun her ucunda sektim. Tenis topundan emekli yeni bumerang olmaya gonul razi olmaya razi degil de hayat razi gelirse? Gelmesin. Ne olur. Gelmesin. Hani hayatina hukmeden haciyatmaz cimbit hafiye? Yok. Bugunluk yok.

Pazartesi, Mayıs 22, 2006

Hafiye'nin Alışveriş Güncesi

Kesin dönüş yapmış insanlara sordum. Buradan elektronik eşya olaraktan neler getireyim, diye. Laptop'mış, playstation'miş falan umrumda değil. Erkek erkek konuşmayın. Aklım saç kurutma makinemle saç maşamda. Saç kurutma makinem sahane bir şey. Hem küçücük hem canavar. Atom karınca. Türkiye'de neler çekmiştim fiy fiy üfleyen aletlerden. Bu saçlar- ki tokalar yetmiyor zaptetmeye- ancak bu minik mucizeyle kurumakta. Saç masası da bu paskırık saçları yerçekimine amade tutmakta, edepli edepli. Kuaför özlemiyle yanıp kavruldum çok vakit amma velakin kuaför koltuğundan da disçi koltuğu gibi hiç hazzetmemişimdir. Hatta disçi koltuğunu tercih bile edebilirim kuaföre. En azından uyuyabiliyorum orada iki seksen uyuşuk ağzımla. Saçlarım ha bire çekilirken, o fon aleti kulaklarımı ve kafa derimi pişirirken ve de manikür istemeyişime tenkitçi nazarlar yollanırken uyuyabilmem mümkün değil zira. Kuaför; acısıyla, tenkitiyle, nazarıyla tam bir Türkken saç masam çabukluğu, acısızlığı, sorgu sualsız disipliniyle tam bir Amerikan Güzeli.

Bir arkadaş dedi ki, herşey var burda. Sushi getirecek halin yok ya. Sormayın, hergün sushi yiyorum, patlıycam. Memlekette çok pahalı ya, iyice gözümde kalmasın hesabı öğlen koca tabak Uçan Kamikaze'lerden indirdim mideye. Akşam ufak bir fesat yaşadıysam da dert değil. Sonra sanırım 63. çift ayakkabımı da aldım dün öğledensonra saat 17 sularında. Pembemsi, kırık gül kurusumsu bir süet pabuç. Yüksek topuklu, önünde tokası var, harika bir şey. Ona uygun çanta bulmak lazım diyordum ki valide mağazada fenalık geçirdi. 'İğreniyorum artık gömlek, ceket, ayakkabı görmekten', diye sızıldandı bir dolu. Eve dönmek zorunda kaldık çantayı bulamadan. Alışveriş asla bitmiyor. Bitemiyor.

Mısırlı Prenses Hafiye Şah önden yedi bavul götürmüştü zaten. Bir dokuz tane daha son batında geliyor. İyi mi? Artık bavul almayalım, dedik. Normal bir insan evladının dokuz adet dev boy bavula ihtiyacı olmaz ki. Çare niyetine valide sultan Adana'da branda bisi diktirmiş, bir kullanımlık, çart mavi ve çart yeşil. Süper amele şeyler. İstanbul'a öyle inicez. Dedim, valide sultan, söyliyim de kimse karşılamasın, rezalet. Ne vahimdir ki havaalanında ofisim. Birine görünmemek için haftasonu insek bari, diyorum. Kocaman kapkara gözlükler takip. Kocaman, kara, gözlük...Gözlük, dedim. Gözlük almalıyım daha ya...İyi hatırladim. Bunu da yazayım alinacaklar listesine. Unutmadan...

Cuma, Mayıs 19, 2006

Hafiye Alış-verişte

Bu kesin donme isi cok sizofrenik bir hal. Kapatilacak bir suru hesap var. Bir de zamanlama ekstra onemli. Evim bayagi bosaldi. Arabami satmaya calisiyorum simdi. Bir abi duymus geldi. Turk. 50lerinde. Hali vakti yerinde sanirim. Kizina alacakmis arabayi. Bizim cocuklardan duymus satilik oldugunu. Geldi uc bes konustuk. Bana 'dealer ne verirse aynini veririm' dedi. Euee, bakariz, dedim, gitti. Hergun ariyor simdi. Teklifi degisik de degil. Her aradiginda ofkeleniyorum. "Dealer ne verirse aynini vereceksen ben neden sana vereyim arabayi be adam? Ne kankamsin ne akrabam. Seni tanimam, etmem. Sana iyilik borcum mu var? Dealer en azindan sak diye sayacak parayi elime. Hem de daha guvenilir. Simdi bir de senin cekinle/bankanla mi ugrasicam?" demedim ama kibarca, uygarca demeye getirdim. Israrla anlamiyor. Artik o kivama geldi ki dealerdan daha cok bile odese satmiycam ona. Gicik oldum. Az daha israr etse Seinfeld'e sezonluk diyaloglar cikacak meydana.

Evi satin alan lezbiyen cift --evin duvarlarinin dili olsa da konussa artik--anal kisilikler cikti. Yok pervazin kiyisindaki siyrik, yok dus basliginin damlatan gevsekligi, yok klimanin esit uflemeyen havalandirma duzenegi, yok tel kapinin solmus rengi, yok kapi kolunun siyrilmis yaldizi...icime fenaliklar geldi. Hergun eve bir usta geliyor, biri gidiyor. Elden cikan paranin haddi hesabi olmadigi gibi ben geriye dogru herseyi hatirlayip kendime hayiflaniyorum. Ben bu evi gordum ve aldim. O kadar. Millet boyle inceliyor. Isin garibi benim beyaz esya sigortam varmis iki yillik. Firin da calismiyordu. Insan yeniler, di mi? Unutmusum sigortam oldugunu.

Kitaplarim tam 120 KILO cekti--ki bir kismi gitmis hali bu. Annem okuduklarini birak, dedi. Aglamakli oldum. M-Bag dedikleri seye kasicam artik. Su Amerikan postasiyla aylarca suren kargo opsiyonu. Umarim bir sey olmaz. Bir yandan TR'de hicbir sey yokmus gibi bir alisveris seysi geldi ustume. Acaba diyorum adaptor madaptor takip DVD player, sac kurutma makinesi ve sac masami getirsem mi? Bir kere bu kadar kisa surede sacimi kurutan makine ben hic gormedim. Bu sac masasindan TR'de yok. DVD player da canavar...Ben tam dayaklikim galiba.

Su esyaya baglanma seysi Fight Club'i animsatiyor. (Heyoo, sonunda ben de Fight Club'i izlemis biri oldum da referans bile gosteriyorum) Sahip oldugun seyler arttikca ozgurlugun ya da hareket etme alanin daraliyor, diycektim.

Salı, Mayıs 16, 2006

Sevgi Selli Kesin Dönüş Halleri

Son iki gündür annemin artan dozda anneliği bünyemi sarstı. İstanbul'a döndüğümde haftada birden fazla gece çıkmamalıymışım, temizlige kadın her hafta gelmesinmiş ayda bir yetermiş, hergün dışardan yemek yememeli, evde yemek pişirmeliymişim; haftada iki kez dışarda yemek yetermiş, ayda bir Adana'ya gitmeli, ayda bir de o gelmeliymiş tarzı yorumları beni şişirdi biraz. Hani tabii ki ka'ale almayacağım. Ne bileyim, ben oturup haftada kaç kez ne yiyeceğimi, nereye gideceğimi ömrümce planlamadım ki şimdi planlayayım. Kaldı ki planın ennn yapılası ortamı Atlanta'dayken bile yapmamışım, teklifsizlik özlemişim, dönücem de plan mı yapıcam? Kankalar arayacak. 'Yok, ben bu haftaki dışarıda yemek yeme haddimi doldurdum. Haftaya buluşalım' mı diyeceğim?

Kendimi 5 yaşında hissediyorum. Eskiden karıştığı şeyler daha 'vahim' şeylerdi en azından. Bunlar bana yeni. Acaba diyorum, Amerika'dayken deplasmanda pıstığından bu kadar karışamıyordu da mı karışmadı? Aslında o da biliyor dediklerini yerine getirmeyeceğimi. Aslında ikimiz de biliyoruz hiçbirinin gerçekleşmeyeceğini. O zaman neden konuşuluyor ve hadi madem konuşuldu, neden beni şişiriyor? Annemin yapılacaklar/yapılmayacaklar listesi uzadıkça bana basıyor.

Tuba'yla (kızkardeşim) paylaştım da annemin 'yeni' hallerini. Kardeşim de İstanbul'da ve annemin reçetesinden gayet de rafine bir hayatı var. "Bak ve gör daha kimler karışacak. Eski topraklara dönüş biraz acı olacak galiba. Ama annem karışmazdı genelde böyle şeylere, bakma sen ona yine de, o da yıllardır hayallerini kurduğu hayata kavuşacağını düşünüyor, heyecanlanıyor, " dedi. Üzerine de söyle bir şey yolladı Eksısözlük'ten. 10 dakikadır ona gülüyorum:

başlık: kesin dönüş

"çünkü insanlar (akraba, dost, arkadaş, tanıdık, vs vs) yıllardır size karşı içlerinde biriken "gel ve emrime amade ol" tarzı birikmiş heyecanlarını ve bilmem hangi yaz görüşememiştik geldin ve beni aramadın, evlendin mı sen, aa hiç haberim yok şeklindeki (ulan hıyar, davetiyeyi elimle koymuştum posta kutuna!) kinlerini üzerinize boşaltmaya başlarlar. ismini de özlem ve hasret koyarlar. çoğu kişi sitem eder ve yine çoğu kişi ne yardım eli uzatmayı teklif eder, ne de bu yeni ve çetrefilli hayatınıza uyum sağlama çalışmalarınızı kolaylaştırmak için bir yol gösterir... anca isteklerini ve size olan "özlem"lerini dile getirirler. welkam to the lovely country turkey. sevgi adı altında ruhunuzu s---n ülke."

Annecim! Yok, pardon, euee, babacım (?)!!

İtalya'dan Bir Yar Gelir Bizlere

Uzun zamandır beklenen Matteo geldi. Aylardır eski grubuma müdür bekleniyordu. Yeni yönetimin başındaki zat Alitalia'dan gelme olduğu için oradan beğendiği bir abiyi buraya almaya karar vermişti. İşte vizesidir, taşınmasıdır, neyse ne, birkaç ay sürdü. Bugün laciler içinde upuzun boylu, yanık tenli, hafif kırlaşmış saçlarıyla erkek karizmatik güzeli çıkageldi. Bak ve 'İtalyan', de zaten. Pabuçları çok janjan. Son erkek modasını öğrenmiş oldu sayesinde Güneyliler. (Kadınların, zevzek, düzenbaz ve de çapkın olmalarına rağmen İtalyan erkeği düşkünlüğü konseptini bilahare tartışırız)

Artık bu diyarlarda olmayacağımdan kaderime küsüp Allah sahibine bağışlasın, olduk da enteresan hadiseler yaşanıyor şimdi ofiste. Geçen hafta Ed ise başladığında 15 kişiyle tanıştırma faslı 10 dakikada tamamlanmıştı. 'Nice to meet you. See you around. Bye' diye. Düz erkekler Matteo'yla tanışma faslını gene bu üç cümleciklik çerçevede tuttu lakın düz olmayanlar ve kadınlar olayın şu dakika itibarıyla olayın suyunu çıkarmış durumda. Yan komşum Nadia muhabbeti 20 dakikada kesemedi. Sesinin tonu bile değişti alenen. Daha buğulu ve şarkılı konuşuyor. Şakıyor. 'Roma'da kankam Aleksi yaşıyor, tanıyor musun?'a kadar vardı sohbet. Jean o sırada bir koşu gitti makyaj yaptı. Onu hiç makyajlı görmemiştim beş senedir. Duz olmayan Joe ise pabuçlarına, gömleğine, ülkesine methiyeler dizdi. Direktörüm davayı çakmış artık. Abiyi üç disiden sonra bana getirdiğinde suratındaki alaycı ifadeyi farkedebiliyordum. Susmuştu ama gözleri konuşuyordu. 'Biliyorum, sen de yavşayacaksın. Beğendin, di miii?' diyordu bana içinden. Al, bu da sana kapak olsun:

Hafiye: Alitalia'dan mısın? Onlarla çok arıza yaşadım ben. Ne düzen ne disiplin. Ne biçimler. Tek kelimeyle başağrısı.
Matteo: (Alaka yerine ayar bulduğuna şaşkın) Haklısın. Kem küm. Akdenizlilik. Kültür.
Hafiye: Akdenizlilik makdenizlilik değil. Ben de Akdenizliyim. Randevu verip haber vermeden gelmemezlik etmez hiçbir koskoca şirket bizim orda. Bilemiycem, neyse. Pek sanmıyorum ya, Roma'dan sonra umarım seversin Atlanta'yı. Hoşgeldin bakalım. Baaay.

Sonradan düşününce aslında bütün romantik filmlerin, beyaz dizilerin hikayelerinin böyle başladığını hatırladim. Pansiyon bilir. Yani şimdi herkesler yeşillerini yakmışken yüz vermedik ve önemsemedik ya, abiye bir kaşıntı gelmiş olabilir. Avcılık ruhunu okşamışlık durumları. Ay, bu olaya da gıcığım. Kaçanın peşine düşmelere de gıcığım. Peşine düşülsün diye kaçmak istemediği halde kaçana da gıcığım. Kovalamadığı için değer bilmeyene de gıcığım.

İstanbul'a dönünce dernek düzenek işleri yapsam diyordum. Beşiktaşlı olup Çarşı ekibine katılasım geldi. Herşeye karşı. Anti sloganlar yazarak kendimi ifade etmiş olmanın huzuruna varırım, diyorum. Süper.

Pazartesi, Mayıs 15, 2006

Sadece Haber Vermek İstedim...

Herkes bana ne yaptığımı soruyor. Yemin ederim, ne yaptığımı bilmiyorum. Sabah 10'dan beri TV'de Brady Bunch açık, çıngılı kafama kazındı. Kazzzındı. Değişti. Her yer maç dolu. Law and Order. Seyrettiğim bir bölümü. Tım tım. İnternette alışveriş yapıyorum. Yüzümü bile yıkamadım, dişler fırçalanmadı. Yarın çamaşır makinem gideceği için herşeyleri yıkıyorum. Nevresimsiz kalmış yatağın jakarlı yüzeyi dirseklerimi yakaraktan alışveriş yapıyorum. Telefondan takım elbiseye, vitaminden ayakkabıya kadar bütün gün yattığım yerden alışveriş yaptım. Güya şu Pazar gününü alışverişten kurtarıp son ayak parklara, cafelere atacaktım kendimi. Oradan da akşam annemi almaya alana gidecektim. Yedi saat sokakta değil de internette alışveriş yaptım bu sefer de.

Bir yandan da arabamı satış için listeledim birkaç siteye. Formatı yamuk oldu, düzgün gözükmedi, VIN numarasını yanlış girdim. Numaranın son rakamı yukardan gözükmüyor, arabanın üstüne komik bir acıyla yatıp anlamaya çalışırken komşunun köpeği üzerime atladı bu sabah. Normal hareket eden normal insanlara bir şey yapmazmış ama beni öyle arabanın üstüne yüzüstü uzanmış görünce anormal bulmuş olmalıymıs. Köpek cüssesiz bir şey- de korktum feci. Kafama taş düştü gibi geldi. Evdeki ruhsattır, sigortadir birşeydir, ondan bulsaydım, di mi numarayı? Bir tane resmi evrak koruyamayan bir insanım ben. Tabii ki bulamadım. Ve hatta sırf bu yüzden özel hayatın gizliliğiymiş, Big Brother'mış falan ben anlamam. Bir gün insanların alnına bir çip yapıştıracaklarsa ilk gönüllü ben olacağım. Bu hareketi tabii ki protesto da edeceğim ama bir yandan da resmi belge arşivimi alnımda taşıyor olmanın huzuruyla yaşayacağım. Niyet önemli ya bana. Art değilse, olur, faydalı bile hatta. (Aysudak kızacak şimdi)

Annemin uçağı çok gecikti. Ya gelemezse? Sabahtan beri bir şey de yemedim diye dolapta bir tencerede kalakalmış sebzeleri yedim. Sanırım 15-16 gün önce konmuşlardı oraya. Ben evde yokken de hasere ilaçlamacıları gelmis. Yerler ölü böcek dolu. Ya zehirlenirsem? Ne zaman bir ses duysam içeri köpekler dalacak gibi geliyor şimdi. Devamlı bir geç kalmışlık hissiyle yaşıyorum.
Bu aralar Pansiyon'la senkronize olduk. İçimizin karmaşası herşeye yansıyor diye sadece kaydetmekle kalıyoruz. Geçecek. Geçecek... Özlediğiniz lezzetteki hikayelere yakında kavuşacaksınız. Bizim bir çözülmemiz lazım.

Pazar, Mayıs 14, 2006

Anlayan Anlamayana Anlatsın, Ben Anlatamadım

Mutlu oraya '-miş gibi yapanların ülkesi' dedi. İçinde bulundukları ortamın çelişkilerini ve problemlerini yok sayarak yaşayan gelirin ve sosyal hayatın en tepesindeki insanları kastettiğini çıkardım ifadesinden. Hani gittimizde içinde yer alacağımız kesim. Sağolsun Mutlu, Adanalı'ya benzer yegane tarafını böylelikle göstermiş oluyor; pek açılımlara girmiyor. Öpüyor, bırakıyor. Komiktir, senelerdir Amerika için ben de aynı şeyi düşünürdüm; pür neşeli, pür siyasi doğrucu, pür tolerans miş'leri altındaki yalnızlık, paranoya ve ayrımcılık gerçekleri üzerine. Dünya miş'li insanlar dolu. Dünya yalan söylüyor.

Kıymetini elimizden çıkınca anladığımız şeylerden çıkardığımız dersler çok acıklı aslında. Kendim ve benim gibilerin namına burası vs orasına istinaden konuşuyorum. Burada farkına varmadan yaşadığımız konforların farkına elimizden gidince varıyoruz. Özel hayatın kilitli çelik kapıları, saygılı trafik/kuyruk, zamanı etkili kullanma hassasiyetleri, ne giyinip nerelerde takıldığının değil de ne yaptığının önemi gibi 'konforlar' mesela. Bütün bunları çok arayacağımı biliyorum. Bütün bunları burada yaşadığım sürede daha çok takdir etmek isterdim. Daha çok hazzına varmak isterdim. Türkiye'de de oranın 'konfor'larını göz ardı ederek yaşamamak gerek. Hislerini en doğal haliyle paylaşabileceğimiz insanlar var orada. Düzeltebileceğin şeyler daha çok ve hatta bu yüzden dokunduğun hayatların iyileşme oranı, zincirleme etkisi, geri dönüşüm katsayısı daha büyük. Bunlar unutulmasın.

İşimde öğrendiğim en önemli ders şudur ki: "Çözüm önerilerin yoksa şikayet edemezsin". Çözüme dair fikirlerin ve onları hayata geçirecek kapasiten var. Bazen 'en iyi'yi yapmak için zamana ihtiyaç vardır. Geçen zaman da genellikle sancılı olur. En iyi'den biraz daha azına razı olmak acil çözüm ve moral getirecekse o 'az iyi', 'en iyi'den daha verimli olabilir. Ne dedim ben şimdi?

Perşembe, Mayıs 11, 2006

Yine Mi?

Malum havayolumuz gelmis SkyTeam'e girme calismalari icabi. CFO'suyla ogle yemegi yiyecegimi ogrendim az once. Bes dakika once telefondan aldigim haber uzerine isi birakip eve gidip janti ciciler cekeyim ustume diyorum ama hepsini Istanbul'a goturdum bile.

Hadi burada kimse kimseyi iplemiyor. Biz de saliyoruz donem donem. Ama bi karizmamiz olacakti memlekette. Beni buradan taniyan mesleki tanislarimla dondugumde nasil bir iliskim olabilir ki? Hem de gelen kisi bir hatun. Ben onun terlik, pijama ustu is kiligini da biliyorum, diyecek simdi. Ne yapsak begenilmeyecek. En iyisi gidip yakindaki alisveris merkezinden kendime ust bas yapayim. Hey guzel allahim. Bunca isimin arasina karizma duzeltme katmasan olmaz miydi? Ne guzel surada yeni pasaport cikartma, kayip nufus cuzdanimi arama, camasir makinemi satma, arabamin yamulmus bagaj kapisini tamir ettirme, evin mortgage sirketine derdimi anlatma, balkonun kirik tel kapisinin yenisini Home Depot'dan siparis etme, Puebla'ya ucsak mi ucmasak mi diye analiz etmelerin arasinda capagimla, puskul saclarimla bari oturuyordum. Batti.

Perşembe, Mayıs 04, 2006

Bana Mutluluğun Resmini Çizebilir Misin, Aylin?

Hıdrellez muhabbetini Pansiyon'dan duymuşsunuzdur. Bizim ailede lafı bile geçmezdi. Haberimiz bile olmazdı. Mahalleli falan da kutlamazdı. Çukurovalılar farklı ritüellerin takipçileridir zaten. Dinle imanla işleri olmaz. Kebap şenliklerinde, tantuni günlerinde, rakı-pavyon-nezaret üçgeninde eğlenirler. Hıdrellez hadisesini batıl insan Aylin'den de duyuyorum günlerdir. Küçük bir kızkenden beri gül ağaçları dibine dileklerini çizip bırakırmıs. Evler, arabalar, bahçeler falan dilemiş hepsi gerçekleşmis. Yine dilekler biriktirmis. Cuma günü onları da çizip bırakacakmış. Bana da dedi, sen de çiz diye.

Hafiye: Cuma gecesini Atlantik üzerinde geçiricem ben, Aylincan. Buradan gittiğimde Cuma öğlen olacak. TR'ye indiğimde de Cumartesi öğlen olacak. Kaçırıcam. Hem Hızır beni yerde bulmadı da havada mı bulacak, allasen. (Neden Bütün Arızalar Beni Buluyor kitabımı göstererek)
Aylin: Olsun, sen abdest al. Çiz bir kağıda. Ben senin yerine niyete dururum.
Ogün: Abdest almayı biliyor musun? Üç sağa üç sola..
Hafiye: Teoride bomba gibiyim. Biliyoz tabe. Ne çizicem Aylin?
Aylin: İyi bir koca, iyi bir iş, janjan araba, janjan ev...

'İyi koca' nasıl resmedilir Aylin? Ya 'iyi iş'? Ben bunları söyledim söyledim, eğlendim. Çizdiklerime dikkat etmemi, eciş bücüş çizersem eciş bücüş bir adama karı olabileceğimi söyleyip beni korkuttu. Hatta belki bir dergiden kesilebilirmiş jön adam resmi, iyi koca sembolü olarak Hızır'a 'aha bundan' demek icin lakin derginin arka yaprağında bişi olmamasına dikkat edeymişim. Hızır karıştırabilirmiş belki. Birbirimizle kafa buluyoruz.

Bu iyi koca, iyi iş resmine taktim ben. Sağa sola danıştım. Bir arkadaş söyle resmedebileceğimi söyledi:

İyi iş için banknot (ekonomik mutluluk) ve bir durgun su birikintisi (huzur) çizeceksin. Bir tane de şişe çiz, içinde not olsun şişenin. Romantik sevgili çıkar şişeden. Bir tane motorsiklet çiz. Çılgın sevgili de motorla gelir. Bir tane de göbekli, elinde T-cetveli olan gözlüklü bir adam çiz. O da iyi koca olur, takılır. Çocuklar çiz. Hangi sevgiliye benzesin istersen onunla arana çiz. Yani hepsi sana kalmış.

Tabii ki erkek cinsinden olduğu için arkadaş birden fazla adam resmettiği bir yana 'çirkin ama zeki' adamların iyi koca olacağı klişesine düştü. Oysa biz ne çektiysek 'çirkin ama zeki' adamlardan çektik, o bilemedi. Hem hem kadınlar bu dediklerinin hepsini bir arada istiyorsa ne olacak o zaman?

Bu durumu işin uzmanı Aylin'e tekrar danıştım. O da resim yeteneksizliğimden korkup sen en iyisi yaz, dedi. En sağlamı o. Öyle yapıcam artık. Bu akşam iyi koca ve iyi iş kompozisyonu yazmam gerek. Eksiksiz olmalıymış yalnız. Ne eksik olursa oradan patlamasın diye. Demirden mühürlü bir tarif gerek. Bavul toplama işleri arasında bir de mektup çıktı Hızır'a. Hadi bakalım.

Çarşamba, Mayıs 03, 2006

Salgın

3200 dolara sırt bölgesi MR’ ı çektirdikten sonra doktor hiçbir şeyim olmadığını söyledi. Kas yırtılması, ezilmesi falan olabilirmis. Derken agrım da azaldı. Sabahları yine acılar içindeyim ama komik bir hal de aldı bu durum. Sırtımdaki ağrı üç gün önce belime indi, iki gün önce kalçama, dün yeniden sırtıma doğru çıktı. Öyle bir şey ki sabah acısı baki ama nereye denk düşeceği konusunda geceden tombala çekmemiz gerekiyor. Psikolojik ya da stresten vs söylemlerini kullanmıyorum, sağolun. Tarihimin en gergin anlarını yaşadığım doğru ama sinir stres benim çok çok iştahımı etkiler, midemi ağrıtır, o kadar yani. Oyuncaklı sırt-bel ağrılarına sebebiyet bana hala absürd geliyor.

Yine de doktor tavsiyesi üzerine gittim psikiyatriste. Bana Neden Bütün Arızalar Beni Buluyor (Why is it Always About You) isimli bir kitap hediye etti. Özgüven eksikliği, babamın ilgisizliği, annemin memnuniyetsizliği falan feşmekan takıldık gene. Yalnız şu Amerikalılar’i yeniden takdir ettim. Doktorun 21 yaşındaki oğlu araba tamirciliği okuluna başlamıs. Bir anlattı oğlanı, sanki atomu parçalamış eleman. Akıllı ve efendi ve zeki ve harikaymış oğlan. Elleriyle çalışabileceği işlerde çok başarılı olduğu, arabalari da sevdiği için böyle bir yol seçmişmis. Bizim memlekette olsa, ‘Peeh, koskoca doktorun oğlu araba tamircisi olmuş” diyip cıkcıklarlar. Yani ne bileyim ki, benim future oğlan tamirci olcam, dese, hani okuduk ettik o kadar şimdi. Gönül koyduğu, mutlu olduğu şeyi yapsin, derim elaleme nasihat amaçlı ama içim içimi yiye de bilir. Sonra benim oğlan da gider ruh doktoruna. Annem taş koydu. Annem beni hiç takdir etmedi, der. O yüzden annemin sebebi niyetine hayatıma eleştirel, kontrolcü, inatçı, bencil ve memnuniyetsiz kadınlar koyuyorum, der. Bu döngü sürer gider. Bir neslin ikirciği yedi nesil sülaleyi arızaya bulamaya yeter. Nezle olan bir çocuğun bütün okulu salgına boğması gibi, katlana katlana, çoğala çoğala miras kalir yenilere. Mutsuzluk bulaşıcıdir, demiştiniz zaten Hugo Bey, lakin mutsuzluk ırsi de olabilir mi acaba?

Salı, Mayıs 02, 2006

Maceraya Giriş

4 Ağustos 1999 Çarşamba günü o zamanki İstanbul-Atlanta Delta direk uçuşuyla Amerika'ya geldim. Kim derdi ki ertesi yıl onlar için çalışmaya başlayacağımi, hey gidi. Uçak öğlen gibi kalkıyordu. Haftaiciydi. O yüzden havaalanında kimse yoktu. Tek başımaydım. Uçak 6 saat rötar yaptı. İnisim, okula varışım geceyarısını geçecekti. Varış yerim Atlanta olduğu için otel vermediler. Oysa ben Athens'a gidecektim. Nihat'in söylediğine göre AAA Shuttle'ına binecektim. Athens'da inecektim. Oysa en son shuttle akşam saat 9'daydı. İstanbul havalimanından telefon kartlarıyla Nihat'i aradim. Beni karşılamaya geleceğini söyledi. Sağolsun. İçim rahat bindim uçağa.

Nihat, Alp ve Serdar'ın evine bırakacaktı beni. Alp ve Serdar da UGA'de MBA öğrencileriydiler ve yazın İstanbul'dalardı. Onlar benden daha geç geleceklerdi. Onlar gelene kadar ben de kendime bir ev bulmuş olacaktim. Nihat'in ayağı alcıdaydı ve gişgıcır bir Nissan'a biniyordu. Yeni almış arabasını. Öğrenci öğrenci hayırdır, oldum, borçla alınınca aylık ödemesinin düşüklüğünden falan bahsetti. Amerika'ya dair ikinci hayretim de oturduğum yolcu koltuğunun yanıbaşındaki dikiz aynasının üzerindeki "Objects in mirror are closer than they appear" yazısıydı. E, yani. Dikiz aynasına dair ampirik bir bilgi değil miydi ki bu? Üçüncü hayret ise 'Atlanta'nin dibi' diye söyledikleri Athens'in 100 km ötede oluşuydu. Yakın kavramının uzaklığı aynadakinin tam tersiydi. Söylendiği kadar yakın değil, uzak olmak vs göründüğü gibi uzak değil, yakın olmak. İzafiyet.

Karanlık bir yola girdik ve kırmızı tuğla bir binanın önünde durduk. Alp & Serdar'ın evi. Yanıbaşında bir gece kulübü. Amerikan pavyonu. Striptiz dansçılarının titrek neon ışıkları önümüzü aydınlatıyordu. İçeri girdik. Zifiri karanlık. Elemanlar evden çıkarken sigortayı kapamışlar. Bulamadık kutuyu. Işık yok. Karanlık baki. "Sabaha uyanınca bulursun sigortayı," dedi Nihat gitmeye hazırlanırken. "Nihat, beni burda bırakmaaaaa," diye yapıştım ona korkuyla. Çocuk sakat, yorgun, evini taşıyor ve üstelik yarı toplu evinde bu sene yeni gelen diğer Türk tayfasını ağırlıyorken kendimi de ekledim yüküne. Aldı, eve götürdü, ne yapsın. Ürkmüş kadını sahip çıkmamak erkekliğe sığmaz. Zamanla Nihat'a daha çok kanadı kırık kuş ayağı yapacaktım.

Nihat'ın evinde çıplak parkelerin üzerinde eğri büğrü zorla duran bir halojen lambanın ışığında iki yeni Türk öğrenci ortamını kurmuştu. Atletleri ve boxer'larıyla oturmuş, bir yandan Orhan Gencebay dinliyorlar, bir yandan da biralarını içiyorlardı. Gece saat ikiydi. Bana yatacak yer yoktu. Eski bir deri koltuğa yerleştim. Oturur pozisyonda içim geçmiş. Ertesi sabah bunaltıcı bir sıcağa gözlerimi açtım. Ter içindeydim. Heryer çürümüş ot kokuyordu. Okula gitmem gerekiyordu, dersler çoktan başlamıştı. Hatta da o sabaha yetişmesi gereken bir ödevim bile vardı. Dersler başlamadan şu şu şu kitapları okuyun gelin, demişlerdi ama Türkiye'de o kitapları bulamamışlığım bir yana, daha bir hafta önce geleceği belli olmuş bir insancıktım ben. Orhan Gencebay gençlik de pek yardımsever çıkmamıştı. Yersiz, yurtsuz ve ödevsiz okulun yolunu tuttum.

Cumartesi, Nisan 29, 2006

Güle Güle Onur

Onur, nam-i diğer Çıtır, babamın hemşeri arkadaşının oğlu imişti. Boğaziçi'nde son senemde ilk sınıfa başladığı söylendi. Aileler bir tanışsınlar, birbirlerine yol yordam göstersinler, dedi. Aileler der böyle şeyler. Benim İstanbul'da dördüncü senem olmuş, yollar yordamlar tükenmis. Onur zaten İstanbullu. He, hıı, dedik bıraktık. Amerika'ya gelmek üzereyken, Ruşen'ın evini kutulara boğmuşken çıkageldi. Okulu bitirince o da Amerika'ya gidecekmiş, MBA yapacakmış, planını programını yapmış, bana da danışmak üzere, gelmiş beni dinlemeye. Benim ne yapacağım son dakika belli olurken onun 5-10-15 yıllık kalkınma planları varmış.

Gel zaman git zaman, Amerika'daki ikinci senemde atladı geldi. Tam da annem, babam ve kardeşimin bir odalı evimde misafir oldukları zamanda. Alıp onu henüz bitirdiğim okula götürdüm. Kime emanet ettiysem hepsinin sevgilisi oldu. Tanıdığım herkes onu benden daha çok sevdi. Atlanta'da annemleri, Athens'da orada kalmış arkadaşlarımı fethetti. Maryland'de karar kıldı. Telefonlaştık iki yıl. Hiçbir şeye ihtiyacı olmadı. Çenemden başka. Ben konuştum o dinledi. Anlattıklarımdan hikmetler çıkardı. Hikmetime kendim bile şaşırdım.

Sonra Ruşen'di, Banu'ydu, Oğuz'du herkeslerle aynı şehirlere, işlere denk düştü. Arada ziyarete gelenleri de ekleyince neredeyse bütün arkadaşlarımla tanıştı. Onların da sevgilisi oldu. Hani artık onun hakkında bir tek kötü söz söyleyemez olmuştum. Karşımda onlarca insan buluyordum. Oysa kendimde onu yerden yere vurabilme hakkını görüyordum. O benimdi, size ne oluyordu.

Karanlıkla dalgacılık arasında gidip gelen ruhumun her evresine ayna tutan bir pamuk prens ve aynaya bakıp bakıp deliren bir meczup olduk beraber. Daha çok anlatmam, daha çok yazmam, kendimi daha çeşitli ifadelemem ve gökyüzünü her gün ama her allahın günü maviye boyamam için kahramanca direndi. Kendime acıdım. Kızdı. Kendime kızdim. Kızdı. Kendimden nefret ettim. Kızdı. Hep kızdı bana. Yordu beni. Gidiyor işte yarın geldiği yere. Bu da planının bir parçasıydı taaa o kutulu telaşe günden beri. Aradan yedi yıl geçti. Ben hala aynı krizli rastgele hanım. Sorularım zincir zincir. Onun takvimi tıkır tıkır, ruhu cıvıl cıvıl. Birkaç yıla kendi işini de kuracak, evlenecek de, baba da olacak, üstelik hepsini de güle oynaya yapacak. Çünkü o dünyanın en iyi hayat projesi amiri. Acaba diyorum, taşeronluk yapar mı bana da?

Cuma, Nisan 28, 2006

Yalnızlık vs Yalnızlık

Öyle hoppadanak yeni bir dil öğrenebilen insanlardan değilim. Bir dili yarım yamalak konuşmaktan hoşlanmasam da yarım yamalak da olsa okumaya uğraşırım hep. Kelimelerin ekleri, kökleri, nereden icabetmişliği, varsa hikayesi falan çok heyecan verici gelir bana. Hangi dil diğerinden daha zengin münazaralarına da bayağı ilgi duymuştum vaktiyle. Her münazara gibi 'duruma göre değişir'di cevabı. Dilin çıktığı kültür nelere yoğunlaştıysa, nelerle uğraştıysa o durumlara ait kelimeler zenginlik kazandı. Diğerleri birer kelimeyle geçiştirildi. Buna dair Eskimoların 'kar' için, Bedevilerin 'kum' için yüzlerce değişik kelimesi olduğu klasik örneğini kullanabiliriz.

Amerika'da yaşantim günlük muhabbetin ötesine geçtiğinde karşılaştığım kelimelerin detayları ifade etmekteki ustalığı ilgimi büsbütün artırdı. Buraya has olan şeyler ana kültürüme taban tabana zıt olduğundan İngilizce kelimelerin çeşitliliği benzer Türkçe kelimelerinkinden çok daha fazlaydı. Amerika'ya has yalnızlık vardır mesela. İki kelimedir burada yalnızlık. Solitude ve loneliness. Solitude'da içsel bir tatmin söz konusudur. Yalnızsınızdır ama ruhunuz dingindir, dinlencededir. Çok yoğun iş günlerinden sonra ıssız bir yere gittiğiniz tatil gibidir. Yalnız olmaktan keyif alma halidir. Loneliness'da ise içsel bir boşluk vardır. Acılı, isteksiz ve depresifsinizdir. Hiç kimse sizi önemsemiyor gibidir. Yalnız olmaktan mutsuz olma hali vardır.

Şimdi de bu yüzden Marquez'in baba romanına taktım. Orijinal İspanyolcası Cien Años de Soledad olan roman Türkçe'ye 100 Yıllık Yalnızlık şeklinde çevrilirken İngilizce ismi 100 Years of Solitude'dur. İspanyolca bilmiyorum ama sordum öğrendim. İspanyolca'da da kötü ve iyi yalnızlık ayrımı yok. Türkçe gibi. Samimi kültürlerde bu ayrımın olmadığını tahmin ettiğim üzere. Bu durumda romanın İngilizce başlığı bana sanki Karayipler'de bir adada yalnız başına, stresten, sehrin gurultusunden uzak kitap okuyup, margarita içmek şeklinde bir ruh dinlencesini çağrıştırıyor. Oysa ki roman körlükten iç boşluğuna kadar, huzura kavuşamayıp hayalet olup hortlayışa kadar yalnızlığın her acı turunu (loneliness) sunuyor okuyucuya. En azından bana. Belki de romanda iç huzurlu bir kopuş vardı da ben anlayamadım. Bilmem ki.

Perşembe, Nisan 27, 2006

Hangisi 'Ben'?

Ne istediğini bilmemekten muzdarip bir burjuva nesil olduk diye konuşuyoruz ya. Bir sırt çantası takip dünyayı dolaşmaya çıkanından Uganda'ya, Tayland'a yerleşeninden geçilmez oldu ortalık. Yapamayanlar da yapanlara özenip kendi derdine hayıflanıp durduğu bir çarktır döner oldu. Ben size işin aslını söyliyim. Çekip gidenler de mutsuz aslında. Kendilerini keşfe çıkmak gibi bir yüce bir kılıfa sarmalaşalar da eylemlerini, gittikleri yer onları en fazla birkaç gün oyalar. Dedim. Gerisi yine aynı terane. Mekan değişikliği sadece ihtiyaç değişikliği yaratır. Örneklerde gidilen yerlerdeki minimize hayatlardan anladığım üzere aslında yapılan şey ihtiyaçları da haliyle azaltmak üzerine. Oysa ihtiyacımız olan şey uzaklaşmak değil, azalmak. Bir yandan da ancak çoğalırken karakterimizin nüansları beliriyor. Azalırken aynılaşıyoruz. Çoğalmayı hayata dahil olan insanlar şeklinde tanımlarsak:

Kendimi hiçbir zaman korunası, gözetilesi hissetmedim. Başkasının parasına, olanaklarına muhtaç değilim. Evim, arabam, eşyalarım, sagliğim, param, vs var. Yalnız yaşayabiliyorum. Problemlerimi çözebiliyorum. Tek başımayken arabam bozulduğunda, musluğum akıttığında, borularım patladığında bir şekilde hallediyorum. Hastaysam kendi kendime ya da üç beş arkadaşa sızıldansam da doktoruma gidip tedavimi oluyorum. Evimin işini yapıyorum, işimin işini yapıyorum. Soranlara yuvarlanıp gittiğimi söylüyorum. Hayatımda birisi varken ondan gündelik sorunlarımla benimle beraber savaşmasını istiyorum. İstemekle kalmıyorum, buna ihtiyaç duyuyorum gibi geliyor.

Yalnızken akşam ne yiyeceğim hiç problem olmuyor. Ekmek-peynir, sandviç, mikrodalga yemeği, protein bar, hatta bazen direk konserve kutusuna kaşık daldırmak suretiyle nohut yiyebiliyorken beraberken özenli yemekler ihtiyacı ortaya çıkıyor. Bu özeni ben versem, onun da takdirini istiyorum. Takdiri verse, elime sağlık dese, sofrayı kaldırmasını istiyorum. Insan dogasi istekleri ihtiyaca cevirmeye cok musait. İstemekle kalmıyorum, buna ihtiyaç duyuyorum gibi geliyor.

Yalnızken TV karşısında don paça, gözümde gözlüklerle koltukta uyuyakalıyorum. Sabah oram buram tutuk küfürbaz uyanşam da bir şekilde güne başlıyorum. Beraberken güleryüzlü günaydınlar istiyorum. İstemekle kalmıyorum, buna ihtiyaç duyuyorum gibi geliyor.

Bu durumu kazara filozof Yonca vaktiyle çok güzel ifade etmiştir. Hırvatistan gezisinde gecenin bir vakti yorgun argın vardığımız Magarska'da otel bulamayışımız üzerine bir kafeye çekmiş ne yapacağımızı düşünürken, "Böyle zamanlarda sevgili gerek. Bağırır çağırır rahatlarsın, o otel arar bulur, sen burda oturursun" demişti. Otel aramaya, başımızın çaresine bakmaya kifayetsiz miyiz? Yoo. Karanlık adamların garsoniyerlerini kiralamanın sınırlarında gezindiyse de sonunda gayet güzel bir yer bulmuştuk.

Arıza bir his mi bu, diye çok düşündüm bugün MR-ofis arası. Yalnızkenki tanımımla birlikteykenki tanımım farklı olabiliyormus. Çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane, durumu. O zaman sabit bir 'ben' de yok. Dağlar kızının toprakları da heyelanlı iste yani. Öyle, di mi?

Çarşamba, Nisan 26, 2006

Zulüm

Bir belim diyorum, bir sırtım. Ne olduğunu ben de bilmiyorum. Bir ağrıdır musallat oldu. Tarifi mümkün değil. Sanki kemiklerimin arasına bir şey kaçmış, çıkmıyor. Aylardır artan şiddette seyretmekte. En fenası yatay durumdayken oluyor. Absürd ama ancak ters tombalak atmaya hazırlanır pozisyonda ağrı geçiyor.

Uzun zamandır doktora gitmeyi erteledim çünkü muayene randevusu almaktan nefret ediyorum. En kısası yarım günümü alıyor. Bir arıyorsun sekiz ay sonraya gün veriyorlar. bir arıyorsun, yeni hasta kabul etmiyorlar. Eskimek için de yeni olmak lazım, diyorsun, olmuyor. Mm-hhmm, şeklinde 'naparsın güzelim uza bakayım' ifadesi duyuyorsun. Paraya kıyıp acile gideyim de dedim. Ne zaman gittiysem en az 5 saat bekledim. Zaten de röntgen çekip ağrı kesici verip yolluyorlar. Hayır, pardon. Röntgen çekmeden illa ki hamilelik testi de yapıyorlar. Bir de onu bekliyorum yarım saat. Değilim, desen, imkansız desen de yapıyorlar. Birileri mahkemeye mi verdi nedir artık hamileyken röntgen çekip çocuğunu yamulttular diye, bilemiyorum. Kabak acılar içinde daha uzun haykırıslar suretinde benim gibilere patlıyor.


Yalvar yakar bir randevu aldım dün sabah için. Gittim. Bu akli onlara Japonlar mi verdi bilemiyorum ortama bir operasyonel 'etkililik' getirmişler. Önce hemşire, sonra teknisyen en sonunda doktor görüyor hastayi. Bunlarla geçirdiğin süre hemşireden doktora doğru kısalıyor. Yani ucuz işgücüyle sorun cozulurse, pahalı prosese ulaşmadan yollanmaca. Tabii ki ödediğim ücrette böyle bir fark yok. Hemşireyi görüp çıksam da aynı parayı ödüyorum zira. 15 dakikalık muayene haliyle 2 buçuk saate uzuyor. Bekle bekle bekleee. Önce hemşireye anlat, sonra teknisyene sonra doktora. Anlat anlat anlaaat.


En nihayet doktora da ulaştıktan ve bir de yeniden onunla "Ne olacak bu memleketin hali?" sorunsalına yorum bildirdikten sonra 'MR lazım' lafıyla randevumuz sona erdi. Ha, bu kadarını ben biliyordum zaten. 'MR için randevu alıcaz. Sizi arıycaz.' E, peki madem diyip ıhlaya tıslaya işe geldim. Bütün gece ağla bağır, sabahın köründe yine Şükü'yü aradim. Sanal doktorum o benim. 10-4 arası değil 24 saat müsait hem de randevusuz. Ama o bile demişti doktora git artık diye. Telefonda MR falan çekemiyor çünkü. Napiym, dedim tekrar. Ağrılar fena.

Şükü'nün tavsiyesi üzerine işe giderken eczaneye uğradım. İki adet ağrıkesici almıştım zaten, romatizma ağrıları için yeni bir Tylenol çıkmış. Ondan da iki tane aldım. Kremler yakılar falan alıp çıktım. Arabanın başında t-shirt'üme elime sokup sırtımı kremlerken markete giren abi 'yardım ister misin,' dedi hırt hırt. Evet, gel de elle bu romatizmali, okaliptus kokulu seksi sırtı. Hot hot! Grrr...

(Mecaz değil gerçek anlamında 'hot'. Sırtım yanıyor da)

Finlilerle Eğlenmek


Conan O'Brien'e haftaici uykuya dalmak üzereyken takılırım genelde. Geç saatlerde yayınlanan şovu arıza detaylar doludur. Geçen ayki olayı ise tam bir absürd komediydi. Conan, o zaman Finlandiya cumhurbaşkanlığına aday olan, sonra bizzat başkan olan hatun kişi Tarja Halonen'e inanılmaz derecede benzedigini keşfetmişti. Bu detayı da şovunda "Tarja Halonen'i destekliyorum çünkü aradiginiz herşey onda: dinamizm, zeka. Ama herşeyden önemlisi benim harika görüntüme de sahip" diyerek geyiklerin anavatanına selam yolluyordu.

Seçimlerden sonra Conan 'Finlandiya'nın en başarılı şovmeni' ödülünü almak ve Halonen'le tanışmak üzere Finlandiya'ya gitti. Gittiği yerlerde gördüğü inanılmaz ilgi ve yaşanan izdiham hiç Finlilerden çıkmaya benzemiyordu. Başkalarının kendileri hakkında ne düşündüklerine aşırı önem veren ve kopkuyu birer milliyetçi olan Finliler alet oldukları bu geyiğe sonuna kadar destek vermekle iyice gözüme girdiler. Benzerinin Turkiye'de yasanmasi halinde cikabilecek kompleksli histeriyi dusunmek istemeyerek kendimizle dalga da gecebilecegimiz geyikli gunler diliyorum.

Pazartesi, Nisan 24, 2006

Şu Disiplinsiz Türkler

Ağustos 2002'de hem süresi uzatılsın hem de 'yurtdışında çalışıyor' damgası basılsın diye pasaportumu NY konsolosluğuna yolladim. Yurtdışına çıkışlarda kesilen 50 dolarlık harç o vakitler çıkmıştı ve yeşilkartın yoksa illa ki istiyorlardı. Yaklaşık bir sene sonra Maliye Bakanı, 'pardon' diyip düzeltti bunu, neyse, konu o da değil. Ben pasaportumu UPS'le yolladim, içinde geri dönüş zarfı falan herşey kuralına göre.

Gitti pasaport gelemedi bir türlü. Yurtdışına iş seyahatım var, aradan üç hafta geçmiş, benim pasaporttan ses seda yok. UPS tracking teslim edildi, diyor. Telefon ediyorum, telefonlar açılmıyor. Telefon açtığınızda çıkan menüde İngilizce için'i tuşlarsanız anında açılıyor telefon. Karşınızda sizinle İngilizce konuşan bir Türk. Az fırça yemedi benden. "Siz ben burdayım diye oradaşınız. Önce benim işimi yapmak zorundasınız, yabancıların değil," dedim ama bir şey farketti mi, emin değilim. Sonra aramızda söyle bir diyalog geçti konsolosluk çalışanı Ayça Hanım'la.


Ayça Hn: Bizim elimizde sizin paketiniz yok
Hafiye: Nasıl olur? UPS tracking numarasi XX tarihinde teslim edildi, diyor.
Ayça Hn: UPS şoförü geliyor, kapıya bırakıyor. Bırakmış olabilirler ama teslim aldık anlamına gelmez. Hafiye: UPS bu paketi Mehmet Özcan isimli birine bırakmış gözüküyor. Onun imzası da var, teslimat raporunda.
Ayça Hn: Mehmet Bey, bizim resepsiyondaki memur. Bazen yerinde olmadığında UPS şoförü önün yerine imza atıyor. Günde yüzlerce paket geliyor, Mehmet nereden bilsin neye imza attığını?
Hafiye: Hanfendi, bu çok ciddi. Bunu iddia ediyorsanız ben o zaman UPS'e anlatayım derdimi, bu onların hatası olur zira.Ayça Hn: Ben öyle bir şey iddia edemem.
Hafiye: Az önce ettiniz.
Ayça Hn: Ben bilmiyorum. Ben nüfus bölümünde çalışıyorum zaten. Pasaport işlemlerine bakan arkadaşım tatilde, yerine ben bakıyorum. Bilemiyorum.
--Catttt--

UPS'i aradim, derdimi anlattım. Teslimatı yapan şoförle bile konuştum. Böyle bir şeyin mümkün olmadığını söyledikleri gibi o gün, o adrese sadece benim paketimi teslim ettiklerini söylediler. Yani yüzlerce paketi tek tek kontrol edemeyen, işi başından aşmış bir Mehmet Özcan söz konusu değil.

Artık aradığında İngilizce menuyu tuşlamayı öğrenmiş bir Hafiye günde en az 15 kere konsolosluğu arayıp o bina içinde bir yerlerde olduğu kesinleşen pasaportunu bulmaları için onları taciz etti. H1'i, Schengenleri, osunu busunu yeniden çıkarmak için en az bir haftası ve parası yanması bir yana, barı yeni pasaportu bir an önce çıksın diye uğraşti. Bu esnada pasaportunun belki de yanlışlıkla aynı binadaki Katar Emirliği'ne ya da binanın ortak posta odasına gitmiş olabileceği tüyoları aldı. Herbirini takip etti. Bir sonuç alamadı. Ayça Hanım bir şey diyor, Hafiye peşine düşüyor şeklinde birkaç gün geçti. Ayça Hanım'i kızdırmış olacağım ki 'kim ne yapacak pasaportunuzu, kaybolmuş iste, allah allah' çekti. Ben de kendin hazırladığın belgeye, devletin en önemli belgesine, senin saygın yoksa benim söyleyebileceğim bir şey yok, dedim.

Tanıdık manıdık aracılığıyla konsolosa bile ulaştık. Derdim, ofisi bir arasınlar. Pasaport orada bir yerde yani. En son konsolos yardımcısı bile aradı. Onun da ağlakını dinledikten sonra, dedim, bana bari yeni pasaport çıkarın, acil. Savcılıktan emniyetten bilmemne kağıdı demesin mi? Dedim o dediklerin imkansız, ben Amerika'dayım, pasaportsuz bir yere gidemem ki. Nüfus cüzdanımın faksıyla idare etti artık. Yenisi geldi.


Yeni pasaportum geldikten bir gün sonra eskisi posta kutumdan çıktı. USPS getirmis. Zarfin üzerinde bir not. "Özel bir kargo şirketi paketi olmasına rağmen bizim sistemimize karışmıs. Buna rağmen 'first class' postayla elinize ulaştırdık. Sorunuz varsa xxx'i arayın". Anlaşılan benim zarfımı almışlar, açmadan 'giden USPS posta'ya atmışlar. O kadar. Belki anlaşılabilir bu hatayı kabullenmek yerine UPS'ten bina postacılarından bana kadar herkesi suçladılar. Yalnız USPS'e saygım bin katına çıktı. Böyle bir kamu şirketi olamaz. Çalışanları şeker, üstelrine vazife olmayan şeyleri bile önemli olabilir diye üstlenen bir zihniyet. Oturdum mektup da yazdım müşteri hizmetlerine, sizi seviyorum diye. Milyonda birini PTT'ye diliyorum.

Disiplinsizlik, diyorum. Türklerin en büyük sorunu. Çok akıllıyız, çok ciniz, insan/doğa bilmemne kaynaklarımız da sahane vesselam ama disiplinimiz yok. Yaptığımız ise saygımız yok. Bu olmadan da ne Avrupa Birliği ne sanayi/servis/teknoloji hamlesi ne cart ne de curt mümkün.

Uzun oldu ama demiş bulunmak istedim

Cuma, Nisan 21, 2006

Nostaljik Yazi

15 Agustos 2004'te Rusen beni terketmeden az once yazilmisti. Simdi sesi cikmiyor da, belki cikar diye durtuk olsun niyetiyle yayinina karar verilmistir.

Rusen East Coast kapsamli mulakatlar ve geziler zincir seyahatinden dondu. Ilk izlenimlerini de cark ettirmis.
Is bulmak icin olup bittigi New York'u artik sevmiyor. Dusunduk ki biz zamanla baharda cayirlarda mutlulukla otlayan kuzulara benzemisiz. Alismisiz park gibi orman gibi genis yesil alanlarda yayila yayila yasamaya, tanidik tanimadik herkesin kibarlikla yol vermesine, "gunaydin, nasilsiniz?" demesine, "hay hay"ina. NY'da bizimki ayarlari almis, omuzlari yemis, "biz biz arabayiz, onumuze gelene carpariz" oyunlarina kurban gitmis. Pek magdur olmus, pek incinmis. O yuzden buyuk sehirde yapamiycaz, Bayan Rottenmeier. Biz Klara'yla bulutlarin ustunde dans etmek, samanliklardageceliklerimizle kosmak, Peter gibi saf ve yurekli delikanlilarla goturmek suretiyle mutluyuz. Uzgunuz.


Rusen dondu donmesine de haliyle bana da yeterince malzeme yaratti kendinden.Sali gecesi indigi havaalanindan metroya binip eve nispeten yakin birdurakta indiginde onu karsilayacagimi soylerekten aksama basladik. Panik ataklar esliginde trenden inip boynuma sarildi. Koca trende birsarhos ve bir sapikla beraber ilk kez yolculuk etmislik tecrubesini kolay atlatamadi bizimki. Hatun bugunlerde bir 'ilk defalar' cemberine girdi ve hizini alamayarak ha bire tur atiyor. Simdi isi gucu belli oldu ama ciyaklayarak giden kulustur arabayi degistirmesi gerekiyor. Zira yeni arabayla daha Atlanta'dan DC'ye tasinacak. Yollar bir muddet daha memleket olacak, tir soforleri de hemseri. Neyse, su sira hane halki Rusen ne araba alsin sorusuyla cebellesiyor. Rusen'in babasi Ibrahim Beyamca bu konuda bana danisilmasini icabet buyurmus. Oysa ki 'her an tasimi taragimi toplayip memlekete donebilirim' ic kandirmacasiyla oyalanmis da oyalanmis bir insan olarak yeni araba almayi ancak dort sene sonra basarabilmistim. Nitekim aksam 9'da isten cikmistim. Otoparktaki tek araba benimkiydi ve onun da akusu bitivermisti. Acikmistim, yagmur yagiyordu, beynim zonkluyordu, arabam calismiyordu, en yakin isik iki kilometre otedeydi! Asfalta oturmus, boynumu egmis ve en yanigindan "arkasi gelmez dertlerimin"i soylemeye baslamistim ki minik cim saha arabasiyla tir tir tirlayarak dombalak guvenlik teyze yardimima yetismisti. Taklayan canim uzerine hemen ertesi gun de sadece evimin karsisinda bir galerisinin bulunmasi sebebiyle tercih ettigim Hondami almistim. Hatta arabayi almaya spor olsun diye kosarak gitmistim de satici, 'ilk defa birisi kosarak araba almaya geliyor benden' diye cok eglenip kan ter halimle arabanin yanindabana zafer isareti yaptirtip resmimi cekip ofisine asmisti. Goruldugu uzere bu konuda benim kendime hayrim yokken Turkiye'deki ebeveynlerde biraktigim cool imaja da halel getirmemek icabi Rusen'e dedim ki Scion al. Scion hakkinda bildiklerimi de Businessweek'te tefrika halinde cikan 'ne olacak bu Amerikan oto endustrisinin hali' konulu makalelerden ogrenmistim. Makalelere gore Scion, Toyota'nin Amerikanlara attigi fena bir celmeydi. O zaman iyi birsey olmaliydi. Oyle birtakim erkek kisilerin sordugu uzere torkunu, beygirini falan bilmem. Bunlarin anlamlarini ve ne ise yaradiklarini bile bilmem. Bilmek de istemem.

Rusen ise hala karar veremedigi koyluluk ve kentlilik tercihleriarasinda gidip geliyor. Arada Turkluk de karisiyor, tabii. Turkluk parazit yapinca cip alasi geliyor. Neyse, artan benzin fiyatlari bu fikri cabuk unutturuyor. Ama en cok Mini de Mini diye tutturdu. Dedim, onun bagajina senin yazlik kiyafetlerin bile sigmaz. Kaldi ki memleketten anne gelse nasil karsilarsin havaalaninda onu o arabayla kadincagiz koca bavul dolusu zeytin, salca ve nar eksisiyle gelmisken? Laf iste. Bu konuda hicbir erkegin fikrini de almamaya kararliyiz. Kimse sorsak ustu acik Mini diyor. Bunun icin aylarca sirada beklemeye razilardan tut, konu hakkinda teknik detay dokumlerini siralayanlara kadar envai cins var. Nedir bu erkeklerin araba sevdasinin kaynagi?

Bu konuyu irdeleyemeyecegim simdi. Uykum geldi. Iyi geceler,opsun sizi cuceler.

Perşembe, Nisan 20, 2006

Hafiye Brown

Az once John aradi. Isten cikarilmis. Bu şirketimdeki ilk direktorumdu. Seker bir adamdi. Akilliydi, hizliydi. Bizim sirketin 105. re-organizasyonunda isten cikarilmisti. Hani ben kendi cinnetimle kavruldugum icin ortamlarda pek de ortalikta neler oluyor bakinmiyordum. Bu isin ucu bana da dokunabilir. Yedi aydir yuvarlaniyorum sirkette. Bir is yaptigim yok. Yanginda son kurtarilacak malzemeyim acikcasi. Atilsam da tazminat alsam isterim ama bunlarin tazminat dedikleri iki haftalik maasin. Oyle binleeerce dolar seyler degil. Amerikan kapitalizmi. Ise almak da kolay, isten atmak da.

John'a seker meker dedim ama ona da arizalanmistim vaktiyle. Bir sirket piknigine uc cocugunu kapip getirmisti. Uc adet sari kafa bucur bicir ortalikta kosar oynarken ben de en ufaklari 4'luk Patrick'le bir diyalog cabasina girismistim. Cocuklarla arasi cok iyidir Hafiye'nin.

Hafiye: Tatilden yeni mi dondunuz? Nereye gittiniz?
Patrick: Sunrise Beach'e gittik.
Hafiye: Ucakla mi gittiniz?
Patrick: Ben senle konusmicam
Hafiye: Neden?
Patrick: Sen kahverengi derili misin?
Hafiye: Kahverengi denemez ama ben zeytin tenliyim ('bugday'in amerikancasi 'zeytin')
Patrick: O zaman senle konusamam

Kacti gitti. Hafiye donakaldi.

Etrafima bakindim. Bu departman piknigi denen seyde, 30 adet sari kafalinin ve onlarin sari kafa cocuklarinin, masmavi gozlerinin arasinda bir tek ben vardim butun zeytinligimle. Ilk kez o an dank etmistir bu fark bana.
John'a gidip Patrick'i sikayet ettim. 4 yasindaki bir oglanla duello edecek degilim. Ben ona irkci demedim ki. Bunu birinden duymus olabilecegine dair uyardim. Kucuk cocuklar kendi kendilerine bu tarz yargilara ulasamazlar. Daha resmi ortamlarda cocuktan al haberi seklinde dokulurse rezalet cikmasin diye. Gene bir derdimi anlatamama durumuna caprtim. Adam benim alindigimi sandi. Toparlasin diye anlamsiz bir cumle kurdu: "O demek istemistir ki, agac yesil, gokyuzu mavi, sen de kahverengisin"

Evet de bu yuzden benle konusulmamalidir kismina ne oldu?

Çarşamba, Nisan 19, 2006

Hafiye Nasil Kurtulur?

Vietnam konsoloslugu hatalarindan dolayi ozur diledi. Yanlis kagida bakmislarmis benim icin. Cumartesi gunu evinize postalanacak sekilde yollariz vizenizi, dediler.
Hafiye hep talihsiz olmak durumunda midir? Isler son dakika belli olsun da benim uzerime oynayanlarin eli yureginde kalsin midir?

Bu durumda Pazar gunu Tokyo'da durmadan Vietnam'a gidiyorumdur. Donuste Tokyo yapsam. Pazartesi Atlanta'dayim, Persembe de Istanbul'a gitsem. Hmm...

Haftalardir is salladigim da dusunulurse bir azar yer miyim patrondan?
Bu arada cok begendigim Istanbul isine baskasini bulurlar da gezentiligimin acisini ceker miyim?
Donuste anne-baba da benle gelecektiyse evde gecirecegimiz dar zamanlar bizi daha da daraltir mi?
Esyalarimi satiyorum dedim simdiden bin kisi istedi. Neye kac para isteyecegimi bilmiyorum. Nasil bilebilirim ki?

Birkac kisi de gitmeden buddy pass de istedi.

Batan Hafiye'nin mallari bunlaaar.

Hırtlar Vadisi - Atlanta

Kivrim kivrim konusmaktan yoruldum. Vietnam isi zannimca bugun suya dusuyor. Hala bir sonuc alinabilmis degil cabalarimizdan. Ulkede komunistlerin kongresi varmis haftaya. O yuzden iki hafta vize vermiyorlarmis. Hayir, kendi vatandaslari disinda herkesten vize isteyen bir ulke orasi. Bu durumda iki hafta sinirlarini kapatiyorlar gibi bir sey. Sirrina vakif olama, di mi bir seyin de? Yok, tuttu Hafiye Vietnam'in tarihini okudu butun gece. Niye boyle arizalanmislar ogrendi. Hocimen, mocimen.

Bir dugum sıkı sıkı atilirken baska dugumler cozuldu dun. Evim satildi. Sabah emaillerimde cok istedigim Istanbul'daki isin koordinatorunden aylar sonra merhaba aldim. Gelebilir, gorusebilir miymisim. Simdi Vietnam isi olmazsa ve emlakcidan ariza cikmazsa da hede hodo denmez kadina. Ay, ne diycem? Ben size Cuma gunu bildiririm ne zaman gelecegimi desem? Ne o oyle, artist artist? Cuma ararim, yola cikarim, hatta muhtemelen yoldan ararim. Pazartesi gorusuruz desem. Kadin bir gunde ayarlayabilir mi ki beni gorusturmek istedigi iki yoneticiyi? Boyle hirt hirt cavaplar yazamadim. Kitlendim.

Ortamim ya bir sirk ya huzurevi. Arasi olamadi gitti.
Ya her sabah degisik bir sorunla cebellesmek uzere cengaver cengaver kalkiyorum ya da tavana bakip bunaliyorum yapacak bir sey yokluktan.
Ya hic isim yok ofiste butun gun Hafiyelik yapiyorum ya da bir gunde 15 yeni rota aciyorum.
Ya ayni anda herkesin aklina dusuyorum, 15 kisilik misafir ekiplerini agirliyorum ya 15 gun birakin kapimi, telefonum dahi calmiyor.

Ya cok seviyorum ya cok nefret ediyorum.
Ya cok seviliyorum ya cok nefret ediliyorum.

Hem Giderim Hem Aglarim

Buyuk bir sey almaya karar vermek benim icin hep cok acili olmustur. Esya, araba, ev. Bu ulkeye geldigim yil, bir seneligine geldigimi sanmistim. Okulun dibinde ev tuttum, araba gerekmesin diye. Esya falan da almadim. Yerde yattim. Bir tavam vardi, iki bardagim, birkac catalim. Tabagim bile yoktu. Kagit tabaklar kullandim. Sonra arabasizlik olmadi. Bana kalsa yine almazdim da bir arkadasim buldu getirdi, al bunu, diye. Uygundu, kolay elden cikarilirdi, aldim artik. 'Yumurta' dedim ona, cok yol yaptim. Diyar diyar. Merakimi dindirdi. Sayesinde ortama alistim, sayesinde is buldum hatta. Kaldim.

Atlanta'ya tasindim. Bir ev tuttum, kutu gibi. Esya alasim yoktu yine. Belki bir sene daha kalacaktim. O kadarligina degmezdi. TV'm yerde, tenceresiz tabaksiz, sehpasiz, masasiz. Olmadi. Hepsini birileri durttu de aldim. Istemeyerek. Gonlumce secmeyerek, farketmez, diyerek. Sonra bir gun annem geldi. Ev sahibi olmanin avantajli bir sey oldugunu ogrendi iki gunde. Ucuncu gunde bu evi aldim. Guzeldi guzel olmasina. Genisti, iki kocaman odasi, banyosu, muhtesem bir gole bakiyordu. Park gibi bir yerdeydi. Mevsimler degisirken renklere bakmaya doyulmuyordu. Annem cok sevdi. On odemesini yollatti Turkiye'den. Kolay oldu olmasina ama imzayi attigim gune kadar panik ataklar gecirdim. Agladim, korktum, anneme kizdim. "Guzel yasa," dedi bana. "Hayat kisa. Guzel yasa." Israrla hala esya almaktan kacindim. Guzel evde egreti oturdum. Annem geldi-gitti-kizdi. Guzel yasa, dedi. Onun, 40'indan once guzel esyalari, guzel evi, sikintisiz parasi olmamisti. Hayat mucadelesine feda etmisti bu istegini. İcinde kalmis, degmemisti. Genclik yillarinda olsa daha guzelmisti. Onun guzel yasamdan anladigi guzel ortamlardi belki. Benimki degilmisti.

Zamanla Yumurta bozulmaya basladi. Yine elden dusme eski bir sey alayim, dedim. Annem engel oldu. Guzel bir sey al, dedi. Ancak Honda Civic'e elim vardi. Kendim secerek, isteyerek degil. Kolay elden cikarilir, diye. En azindan rahatti. Kucucuk beklentime fazla bileydi. Yumurta'yi Rusen'e verdim. O da iyi kotu kullandi bir yil. Sonra bir hirsiza kaptirdik kendi ellerimizle. Mahkemeden de, haciz emrinden de bir sey cikmadi.

Bu evdeki tam dorduncu yilim bu hafta. Aci tatli cok sey oldu. Cok misafiri oldu da son bir bucuk yildir ayaklar kesildi. Herkes baska diyarlara gitti. Bu evle kaldim basbasa. Satar giderim, dedim. Dedim dedim durdum. Elim bir vardi bir varmadi. Kendi mutsuzlugumu eve yukledim, ayak bagi ettim onu. Olmasa su son bir bucuk sene burda olmazdim. Belki kariyerim daha iyi olurdu belki keyfim. Hep bu ev yuzunden hicbiri olmadi, dedim. Uydurdum.

Yedi yildir burdayim. Icimde kocaman bir bosluk var. Hep vardi, daha da buyuyor. Artik bosluk benden de buyuk diye korktum. Mekan degistirmem gerek, dedim. Donerim memlekete. Her kararin kendi icinde bir mantigi vardir. Kalmak da donmek de iyidir. Birini digeriyle kiyaslayamam. Huzurun mekanla ilgisi yoktur, bilirim. Ustuste gittigim Paris'in civcivli meydanlarinda da, Hisar'da bogaza karsi cayimi yudumlarken de, Manhattan'da havali otellerde sampanyami patlatirken de, Buenos Aires'te et-sarap sefasindan semirirken de bir sey batiyordu icime. Onun ne oldugunu bilemedim. Evi barki, anne-babamin beni yetistirme becerisini, gittigim okullari, sevdigim adamlari sucladim. Tabii ki biliyorum. O her neyse ve her nereden geldiyse baska bir seyden dolayi orada degil.

Bugun evimi sattim. Icime o sey simdi daha da cok batiyor. Sana haksizlik ettim, dedim. Cok guzelsin sen. Seni cok ozleyecegim. Yerine bir baska evi de koyamayacagim kolay kolay. Bir arkadasim Bogazici yilligima, "Hem giderim hem aglarim diyen gelinlere benziyor" diye yazmisti benim icin. Hem giderim hem aglarim iste. Drama queen'lik diyin, o diyin, bu diyin. Ustume gelmeyin, dedim.

Salı, Nisan 18, 2006

Gerekli Kayiplar

Islak taslara oturup herseyi geriye dogru unutma islemi bitti. Icimde bir garip huzur. Uyku oncesi hesaplari da yapmiyorum, soyle mi deseydim, sunu da mi yapsaydim da hayatimi boyle bicseydim diye. Birine kizdigim icin, kizginligimi doya doya belli ettigim icin misil misil uyuyorum. Buna saskinim da. Bu kadar basit miydi, diye. Hissettigini disavurmak beni bebek yumusakligina getirebiliyorduysa bunca sene bosuna icimi doldurmusum, diye.

Geceleri Barnes and Noble'da kuytu rahat koltukta psikoloji kitaplari okurken bulabilirsiniz beni. Dunku kitabim Necessary Losses idi. Uzun ismi Necessary Losses: The Loves, Illusions, Dependencies, and Impossible Expectations That All of Us Have to Give Up in Order to Grow. Zor sahisla karsilasma durumunda dort tip insan davranisi ortaya cikiyormus. Ne olursa kabul eden, ofkelenen, analitik aciklamasini yapan, ve manipulasyon celmesine takilmayip birtakim basit sorularla sorunun kokenini bulup cozen. Ben analitik tipe dahil oldum. Bu kitaplari okuyup anlamaya calismam bile hala o tipte oldugumu gosteriyor zaten. Zor insanin beyni analiz etmiyor oysa. Bu yaklasim uzun ve sonu gelmez aciklamalara ragmen bir yere baglanmiyor. Bu yazi da 3. tipte kaldigi icin zor insan yine yeniden cok kizacak ama artik ofkesinin icimde sucluluk hissine donusemeyecegi bir yerdeyim. Kendi kabugumdayim.

Dorduncu tipe donus tekniklerini Stop Walking on Eggshells isimli bir baska kitapta buldum. Zor insanla yasamak durumundaki insanlar hislerini degisik sekillerde ifade ediyordu. Sevgi ve sefkatten degil de sucluluk hissinden hareket etmek, kendi duygu/dusuncelerini negatif algilanacagi endisesiyle saklamak, iyi zamanlarda dahi kotuye donecegi dusuncesiyle mutlu olamamak, gibi. Ben bunu hep 'kristal dukkaninda fil olmak', seklinde aciklardim. Kitapta Judith'in su ifadesi bana cok asina geldi: "Kendimi kanyondan ucarak karsi tarafa gecmeye calisan bir cizgi film karakteri gibi hissediyorum. Havada asili kalmisim. Yere mi cakilacagim yoksa kopru mu kuracagim, bilemiyorum."

Zor insan aslinda terkedilme, yalniz kalma korkusu yuzunden 'zor'a donusuyor. Butun bu zorluklardan gina gelip gittiginizde, terkedilmislik hisleri tavan yapiyor. Korkulari her zaman gercek olan insanlar bunlar. Bu korkuyu size yansitmakta da cok ustalar. Bunlari sizin korkularinizmis gibi size ayna tutarlar. Sonunda bir garip dongude, kimin motivasyonu ne, kim korkar kim zora sokar bilinemez bir halde, bir roller-coaster'da yasayabilirsiniz yillar yillar boyunca.

Zor insan ayni telefon konusmasinda size sizi sevdigini soyledikten bes dakika sonra sizden sogudugunu da soyleyebilir. Uc dakika sonra da sizinle bir tatil plani yapar. Bes dakika sonra vazgecebilir. Sizi goklere cikardiktan uc dakika sonra bakimsiz oldugunuzu dusunebilir. Bes dakika sonra cok guzel bulabilir. Yedi dakika sonra kafasindaki kadindan uzakliginizi iddia edebilir. Size agir gelen sozleri karsisinda kendinizi asla savunmamaniz gerekiyor. Dorduncu tip ipucu bunu soyluyor. Soylediklerini tekrarlayip soruyu ona yoneltmeniz gerek. "Bakimsiz oldugumu dusunuyorsun. Neden boyle dusunuyorsun?" gibi. Sen kendine bak, diyip kapi vurmuyorsunuz yani.

Zor insana tepkileri dort tipte grupladik ama zor insan da iki tip. Biri 'high-functioning/acting out' (yuksek performansli ve cevresine zararli) digeri de "low-functioning/acting in" (dusuk performansli ve kendine zararli). Yuksek performansli ve cevreye zararlilar, genelde akilli ve cok basarili ogrencilik ve kariyer yasarlar. Is, okul arkadasliklari gayet normaldir. Ogretmenlerin en sahane ogrencileridirler. En yakinlarina zordurlar. Disi kimseyi yakmaz ama ici sizi yakar modeli. Dusuk performanslilar ise genelde issiz, tembel ve intihar egilimlidirler. (Dusuk performansli biriyle bizim gibi 'beyaz'larin karsilasma orani zaten dusuktur. Zaten uzaktan zorluklarini belli ederler. O yuzden yuksek performanslilarla devam edecegim. )

Zor insanin 'mukemmel' bir dis kabugu vardir. Asiri mukemmeliyetcidir. Tabii ki mukemmelliyetcilikten beklentileri de hisleri gibi sik degisir. Algisi ve mantigi yerine hislerini baz aldigi icin ve hisleri de sik degistigi icin asla uzun vadeli planlar yapamazlar. Hatta bircok insan icin kisa sayilacak vadeye bile uzun kalirlar. Mesela haftasonu birlikte bir yere gitme planinizin gerceklesme ihtimali sifira yakindir.

Bu konuya neden bu kadar taktigim ayri bir hafiyelik mevzusudur.

Pazartesi, Nisan 17, 2006

Cevremizi Taniyalim

Bu kimdir? Hepimiz mi? Bazimiz mi? Yoksa ivir zivira bile medikal bir isim bulan Amerikan tarzi kurbani bir halet-i ruhiye mi?


- kendi hareketlerinden baskalarini sorumlu tutar,davranislarina onlarin sebep olduklarina inanir veya - - baskalarinin davranislarindan dolayi kendisini gereginden fazla mi sorumlu hisseder ?

- bir hatasini itiraf etmege istekli degildir veya yaptigi herseyin hata oldugunu mu dusunur?

- inanclarini gerceklere dayandirmak yerine,hislerine mi dayandirir?

- kendi davranislarinin baskalarinin ustundeki etkilerini farketmez mi?

- en kucuk bir provokasyonda kendisini terk edilmis mi hissediyor?

- duygulari dakikalar,saatler icinde cabucak asiri uclarda ve degisken mi?

- duygularini yonetmek,kontrol altina almakta problemli mi?

- duygulari o kadar yogun ki, mesela baskalarinin, hatta kendi cocuklarinin ihtiyaclarini bile kendi ihtiyaclarinin onunde tutamaz;kendi cocuklarini bile on plana alamaz mi?

- cogu zaman guvensiz ve supheci midir?

- cogu zaman endiseli veya sinirli,rahatsizlik icinde midir?

- cogunlukla kendisinde bosluk hisseder veya kendilerini yokmus gibi mi hisseder?

- eger dikkatlerin merkezi kendisi degilse, kendisini reddedilmis mi hissediyor?

- ofkesini, kizginligini uygunsuz sekilde mi ifade ediyor veya ofkesini ifade etmekte tamamen zorlaniyor mu?

- hicbir zaman yeteri kadar sevgi, sefkat veya dikkat elde edemedigini mi dusunuyor?

- sik sik,cogunlukla uzayda gibi, gercek degilmis gibi veya sanki bedeninde degilmis gibi mi hissediyor?

- baskalarinin kisisel sinirlarina saygili olmakta zorlaniyor mu?

- kendisinin sahsi /kisisel sinirlarini tanimlamakta zorlaniyor mu?

- oteki kisinin kendi hayallerine gore olmasini istedigi kisi veya olmasini istedikleri iliskiler uzerine kurulmus fantazilere dayali iliskilere girmekte acele eder mi?

- beklentilerini aniden degistirdigi icin karsinindaki kisinin ne yaparsa yapsin, yanlislik yaptigi ve hic dogru birsey yapamadigi duygusunu yasamasina mi sebep oluyor?

- gerek olmadigi halde krizler /icinden cikilmaz problemler mi yaratiyor veya kaotik, karmakarisik bir yasam mi suruyor?

- tutarli olmayan veya onceden neden, niye ,nasil davranacagi belli olmayan sekilde, beklenmedik tarzda mi hareket ediyor?

- baskalarina bir cok yakin olmak sonra da ayni kisiden vs aniden uzaklasmak mi ister?

- onemsiz veya abartilmis nedenlerle ,olaylar yuzunden insanlari hayatlarindan cikartip atarlar mi?

- baskalarina karsi acimasiz ve hatta haince suclayici, tenkit edici veya tacizkar mi?

- bazilarina cok guzel yuzlerini gosterirlerken, cok iyi tanidiklari kisilere kelime- sozlerle asiri tacizkar mi?

- saniyeler icinde bir moddan oteki duruma gecebilir mi?

- kendi ihtiyaclarinin karsilanmasi, istediklerinin yapilmasi icin asiri sekillerde veya kontrol eder sekilde mi hareket etmekte?

- baska insanlari yapmadiklari seylerle mi suclar-olmayan duygulari olmakla mi suclar-inanmadiklari seylere inandiklarini soyleyerek suclar?

Cuma, Nisan 14, 2006

Taksi Sohbetleri - Helsinki

Omrumde gordugum en sessiz millet olan Finlilerle tabii ki sohbet de edilmediginden ariza da cikmiyor. Karlar tasa topraga degil de Finlilerin ses tellerine dusuyor sanki. Restorana giriyorsunuz hinca hinc, catal bicak sesi bile olmadigi gibi fonda tatli bir yemek muzigi bile yok. Muzeye gidiyorsunuz, kapida bilet icin beklesiyorsunuz. Yuz adet 10 yasinda ilkokul veletini toplanmis goruyorsunuz. Baslarinda ogretmenleri muze gezecekler ders niyetine. Bir fisilti dahi duyulmuyor. Ben ilkokuldayken Istiklal Marsi soylenirken bile - ki kiprasirsak carpilacagimiz iddia edilirdi- illa bir itis kakis, bir nara, ne bileyim bir ciyaklama olsun duyulurdu. Kendimizi boyle ifade ederdik. Bu sessizlik bana acikli bir feryattan daha dokunakli geldi. Ilk kez kendimi bir yerde silme yabanci hissettim. Disari cikip ahaliye karismak yerine otel penceresinde oturup disariyi seyredisim Lost in Translation filminin yeniden cekimiydi sanki. Bunda sogugun da etkisi vardi tabii. Ahali bagrina basmiyor, soguk da cok fena canimi yakiyor, bari kendimle eglenmek icin 'karlar duser/duser duser aglarim' diye sarkilayarak dolandim sehirde. Tabii bu bes dakikada bir kendimi bir dukkana atip isinma molasi vermeme engel olamadi. Ne 'Yaylalar' ne de 'Eye of the Tiger' aciya tahammulu bu cografyada gereken seviyeye yukseltemez. Ha, bir de bunu oranin baharinda yaptim. Ne gunduzler kisacikti ne de hava sicakligi en dipteydi. En kotuye sahit etmedi Mevlam beni.

Donus ucagim sabah 6'da oldugu icin gecenin ucunde bir taksi cagrildi, bindik. Sofor, kadin. Bu ulkede tir soforunden sokak copcusune, politikadan jet pilotluguna kadar erkek egemen her iste kadinlar calisiyor zaten. Erkekler evde cocuk bakiyor. Finli erkekler degil ama, onlar ne yapar bilmiyorum. Zira kadinlar hep Ortadogulu, Akdenizli adamlarla evli. Belki de cazgır tayfa evlere kapatıldığı icin ya da belki de çeneleri donduğu için ortalık bu kadar sessiz. Bu son 20-25 senenin hikayesi oldugu icin yeni nesil sari kafa da degil, artik yari Akdeniz genleriyle kumrallasmislar.

Yol boyu biz konustuk sakin sakin. Sofor Abla isine bakti. Havaalanina vardigimizda taksimetreyi gorebilmek icin one dogru egilirken "Ne kadar tuttu acaba?" dedim. Abla arkasina donup "Yirmiyedi bucuk Euro," dedi. Turkce dedi! Fesim uctu! Allahtan kadina kil olup bir sey dememistim rahat rahat, Turkce Turkce. Hos, yine de bir tepki verecegini sanmazdim ya.

Esi Turkmus. Marmaris'ten almis. Ulkede 'Marmaris Damatlari' diye adlandirilan bir kavram var. Turk erkeklerinin %90'i guneydeki tatilci yerlerinden devsirme garson. Turksen ve erkeksen 'Marmarisli misin?' diye soruyorlar illa ki.

Heyt be. Yurdum erkegi Turkiye'de karisina geceleri taksi soforlugu yaptirir mi be? Evden uzakta yargilar da uzamakta galiba.

Perşembe, Nisan 13, 2006

Amerikan Draması

Sabahlari yolum uzun. Radyo dinliyorum cogu zaman. Uykumu alamamissam enpiar menpiar (NPR- National Public Radio. Bir nevi Bayrak Radyosu. Ciddi sohbetler iceriyor) falan bayiyor. Eller havaya bir seyler gerekiyor. Iste o zaman sabah sekerlerini dinliyorum. Elalemin hayatina vay vay ederek gunde bir bucuk saat geciriyorum. Su American Beauty filmi gercekten cok esasli. Onun cesitlemeleri yapilmali bence. Orda kalmamali. Bir haftadir bir baska Amerikan guzelligine sahit olmaktayim. Soyle ki:

Hersey Pazartesi gunu basladi. Sabah radyoyu arayan bir kadin hungurt bagirt bir suredir beraber yasadigi nisanlisinin onu aldatmis oldugunu henuz ogrendigini, Cumartesi dugunleri oldugunu, bu durumda ne yapacagini bilemedigini anlatiyordu. Gectigimiz Cumartesi aksami elemanin bekarliga veda partisi varmis. Erkek erkege yapilan bu partilerde striptizci kizlar olur, ayi geyikleri yapilir falan. Iste eleman partisindeki stripcilerden biriyle fifi yapmis. Cok sarhosmus. Cok gaza getirilmis. Ne yaptigini bilmiyormus ama sonra cok pisman olup nisanlisi hatuna soylemis. Hatun sok sokella radyoda anlatiyor butun olan bitenleri. Ha bire dinleyici telefonlari baglaniyor, bekarliga veda partilerinde olur boyle seyler diyenler, ben hayatimda gormedim diyenler, arada arayan striptizcilerin catalli sohbetleri, derken ortalik karisti iyice.

Bes gun sonra dugun var. 200 davetli, memleketin cesitli yerlerdinden geliyor. Oteller, salonlar, cicekler, pastalar, hersey hazir. 20 bin dolar harcanmis. Kizimiz ikircikli. Radyonun derdi reyting. Iyi de is yapti. Ben bile ise geliyorum, park ediyorum arabayi ama cikamiyorum muhabbet nereye baglanacak diye birkac dakika beklesiyorum arabada. Hergun ayri bir tat, ayri bir karmasa ekleniyor duruma.

Bu sabah kizimiz yalniz kalmak ve durumu eni konu dusunmek icin otele ciktigini soyledi. DJ'ler sempati yaptilar. Hatun benzer bir durum yasamis bir arkadasinin evlendigini ve 5 yildir da cok mutlu olduklarini soyledi. Ama tam aksi seylere de sahit olmus. Bir aldatan hep aldatir, yargisi dogru mudur diye tartarken aslinda kendisinin de yapmamasi gereken seyleri yapmis oldugunu farketmis. DJ'ler atladi, ne yaptin, diye. Universiteden beri bir arkadasi varmis ve alti ay kadar once onunla bulusmus. Evlenmeye dair endiselerini falan anlatmis. Ne yaptiklarini israrla sakliyordu. DJ'lerin "What did you do with him?" sorusuna ise bahsi gecen arkadasinin erkek degil, kadin oldugunu soyledi.

Simdi butun Atlanta erkegin bekarliga veda gecesinde yedigi haltin halttan sayilip sayilmayacagini tartismayi birakti; kadinin kadinla aldatmasinin aldatma sayilip sayilmayacagini tartisiyor. Bunlari tek tek teoride vaktiyle tartismisligimiz olmustu ama ustuste ve ayni hikayede pratige dokulmelerini ben "only in America" diye tanimlamak istiyorum. Bakalim evlenecekler mi, merakim cezboldu artik hafiye birakmaz ucunu.

Çarşamba, Nisan 12, 2006

Amerikan Güzelliği

Filme neden 'American Beauty' dediklerini merak ettim. Filmde Lester'in (Kevin Spacey) Angela'yi (Mena Suvari) yapraklariyla kapladigi gulun ismi 'American Beauty'ymis. Sozluk anlamina filmden boyle bir gonderme yapilmis. Mecazen, disardan mukemmel gozuken hayatlarin icyuzundeki umutsuzluk, hayal kirikligi, yalnizlik ve mutsuzluk anlamini cikardim ben.

Amerika da boyle bir yer zaten. Sabahlari muntazam ve konforlu evinden cikip tertemiz bahcenden gecip rahatlikla satin alabildigin luks arabana binersin. Asla camur ve toz tutmayan agacli, cicekli pufurdek yollardan kaymak gibi akarak isine gidersin. Rutindir isin. Bazen krizler ciksa da insan arizasi yasamazsin. Taslar oturur. Sorunlar cozuluverir. Lakin, Amerikan guzelligi ciladir, kesif yalnizliginin ve naifliginin uzerine cekilir. Cilaya karisamadiysan vay haline. Disardan bakan herkes piriltina hayran kalir. Aksamlari muntazam evindeki rahatin icine girerken bu resmi bu kadar guzel tutmaya neden mecbur oldugunu anlamadigindan solucanlar yer icini kitir kitir. O solucanlar beyninin ve kalbinin etleriyle beslendikce kaybedersin. Zira sarki da soyler ya karismadiysan kahrolursun diye:

ya disindasindir cemberin
ya da icinde yer alacaksin
kendin icindeyken
kafan disindaysa
çaresi yok kardeşim

her akşam böyle içip kederlenip
mutsuz olacaksın
meyhane masalarında kahrolacaksın

Obsesif kompulsif bir hayattir bu. Gunde 16 saat evini temizleyen temizlik hastasi bir ev hanimi gibi adeta. Devamli bir yerleri ovusturan, parlatan. Her toz tanesi omrunden bir sene goturen biri gibi tutmaya calismak bu hayati. Jilet gibi duzgun. Milimetrik detaylari ince. Olabildigine guzel olmaya mecbur olma hastaligi.

Taksi Muhabbetleri- Atina

Her yerden gozuken Parthenon'un dibine kadar gittik de girisini bulamadik. Don Allah donerken enteresan mahalli olaylara da taniklik ettik. Etraf diye tabir ettigim cemberin bir yerinde bir pazaryerine denk geldik. Etraf cingene dolu. Kisa boylu, esmer, cigirtkan insanlar eski pusku seyler satiyorlar. Yanibaslarinda sahaflar, minik eskici dukkanlari, esnaf lokantalariyla tam bir memleket manzarasi aslinda. Sapsari da bir sehir. Bizim Mersin'in aynisi. Dukkan sahipleri 'buyruuun' (ceviri degil bu, gercek) diye de cagirmiyor mu gelen geceni iceri. Haydaaa.

Sonunda ciktik Parthenon'a. Resimler cektik, dolandik, indik. Otele donucez, taksi bakiyoruz. Kosebasindaki taksici 37 Euro istedi. Haydaaa Iki. Otelden gelirken 13 verdik. Neyin 37'si bu? Pazar oglen 1'den sonra kafalarina gore fiyat cekebiliyorlarmis. Bu bir kural miydi, taksici kendi kralliginda miydi anlamadik. Cok da ustune dusmedik. Caddeden cevirmeye karar verdik. El kol salliyoruz ama duran taksilerin hepsinin icinde musteri var. Pardon, diyip geri cekiliyoruz. Catherine de ben de anlamiyoruz neden musteri varken durduklarini. Sari saclarini sucladim. Akdenizli erkeklerin sarisin bayani yolda birakmak istemeyislerine verdim, eglendik. Son duran taksiciye de pardon dedikten sonra bir baktik ki adam Ingilizce biliyor. Orada boyleymis adet. Musteri varsa bile ayni istikamete gidiliyorsa yeni musteri alabiliyormus. Hem de musteriler yolun ortak kisminin ucretini paylasiyormus. Atladik biz de. Hem ekonomik hem etkili bir cozum. Bu kismi memlekete pek benzemedi ama olsun.


Taksici janjan cikti. Elektronik muhendisligi ogrencisiymis. Haftasonlari babasina yardim niyetine calisiyormus takside. Cocuk o kadar efendiydi ki 'taksicilere Turk oldugunu soyleme' ogudunu bozdum. Derin bir sessizlik oldu. Sonra buyuk teyzesinin Turkiye'de oldugunu soyledi. Sonra Catherine'i sikistirdi.

Taksici: Turkiye'ye gittin mi?
Catherine: Gittim, evet. Istanbul'a
Taksici: Istanbul mu guzel, Atina mi?
Hafiye: Soru mu bu? Tabii ki Istanbul daha guzel.
Taksici: Ben ona sordum, sana degil.

Bu soru Catherine'e en az yuz kez soruldu birkac gun icinde. Istanbul dese karsisinda heyecanla cevabi bekleyen ve akabinde gurur yapmaya hazirlanan adama ayip olacak. Atina dese bana ayip olacak. Catherine, ikisi de ayri guzel, diyor, sisi de kebabi da kurtarmak icin ama arada kendi sisiyor. Bu arada ben taksiciye Istanbul'un bogazinin uzerine dogal guzellik olamayacagini, bir Parthenon'dan baska bu sehirde gormeye deger bisi olmadigini da soyledim. Hani ulkeyi ulkeyle kapistiriyorsak onun ayri bir munazara olacagini ama 'Istanbul mu Atina mi' konusunda tartismaya bile gerek olmadigini tartistim. Bu konuda da cok objektif oldugumu da birkac kez yineledim.

Neticede otele yaklastik ama varamadik. Taksici bizi indirmeye karar verdi. Araba cikamaz dedi, kibarca cak cuk etti. Araba yeni, canavar bir sey. Teknik imkansizlik soz konusu bile degil; kaldi ki yokus da heybetli degil. Vizir vizir aliyor baska arabalar yokusu. Neyse, odamiza gitmek icin mecburen yokusu yaya tirmanirken Catherine pufladi uzun uzun. Sonra dayanamadi, elini omzuma atarak "Istanbul daha guzel," dedi. "Tabii ki de," dedim, "Tartismasiz". "Ama," dedi. "Sen yine de burada bunu kendine sakla ki sefil olmayalim daha fazla"


Salı, Nisan 11, 2006

Taksi Muhabbetleri - Rio

"Cok gezen mi bilir, cok okuyan mi?" diye bir ortaokul münazara konusu vardir ya. Bu tip seyler icin "duruma gore degisir" der gecersin. O durumlardan birini bizzat yasadigim Rio'ya cevirmek istiyorum Hafiye'yi. Cok okuyan ansiklopedik bilgi edinirken cok gezen ariza edinir. Dunyanin en deli soforleri Sariyer-Taksim hattinda degilmis. Bunu ogrendim, mesela.

Geldigimizden beri ne zaman bir araca binsem yüregim agzimda ve olasi bir kazaya karsi ellerim kafami kucaklamis halde seyahat etmekteyim. Geyigine kanka bizi bir otobuse de bindirdi tecrube olsun diye. Otobüsün her ani freninde, her hasin vites degisiminde koltuklardan en az bes yolcu koridora dusuyor. Sonra kalkmak icin debeleniyorlar zelzeleli otobüste. Kanka buna guluyor. Bir cesit eglence edinmis kendine dokuz aydir memleket yaptigi yerde. Yerde debelenen kalabaliga karismamak icin parmaklarim morarana kadar kavramisim onumdeki demiri. Dualarla bu eglencenin sona ermesini bekliyorum. Yolun ortasinda uzerlerinden arabalar gecmis, kanlar icinde yere serilmis birkac adam da gordum. Baslarinda bazen birkac kisi oluyor. Yardim mi bekliyorlar, anlasilmiyor. Ben bakamam boyle seylere. Sag yanimizda bir milyon insan zevk-u sefa icinde yari ciplak gunesleniyordu. Yani basimizda bikinili, speedolu, tas vücutlu insanlar spor yapiyordu. Sol yanimizda favellar'dan uzerimize camasirlar, yikik catilar dusecek gibi egiliyordu. Eglenemedim trafikte. Kankaya da cinnet yaptim. Indik. Catherine'le bulustuk. Hala uykulu gozleri. Geldigimizden beri uyuyor.

Donus vakti kanka bildigi bir taksi duragindan taksiciye emanet ediyor Catherine'le beni. Havaalani uzak sehre. Ucagimiz da geceyarisi kalkiyor. Catherine taksiye biner binmez uyuyor. Taksicide duzgun bir Ingilizce var. Muhabbete basliyoruz. Severim taksici sohbetini ama bu adam ha bire futbol konusuyor. Ben de bilmedigim karanlik yollardan bizi goturen bu adama muhabbette kusur etmemeye calisiyorum.

Taksici: Iki tane cocuk var elimde. Biri askerde, cikacak birkac aya. Digeri burda. Harika futbol oynuyorlar. Cok gelecek var onlarda.
Hafiye: Yaa, ne iyi. Hayirlisi
Taksici: Aslinda, soylemiycektim ama, hadi tamam. Bunlar benim ogullarim. Kendi ogullarim diye demiyorum ama harika futbolcular.
Hafiye: Ne hos, ne mutlu
Taksici: Diyorum ki, sana ben bunlarin videosunu yollasam. Sen bu cocuklari pazarlasan sizin mahallenin takimina?
Hafiye: ??? Beyefendi, Amerika'da mahalle takimi yok. Olsa da bilmem ben. Zerre anlamam futboldan.
Taksici: Olmaz mi? Her mahallenin takimi vardir illa ki.

Once ısrarla yok, dedim. Sonra ısrarımdan vazgeçtim. Gotursun de bizi alana sag salim. Tamam dedim, bakicam. Alana yaklastik. Taksimetre 30 Real tuttu. 50 uzattim. Ustu yok, dedi. Para ustu kesin var. Her bindigimiz taksi aynı ayagı yapiyor. Yeter, aaa, oldum. Sinir oldum adama. Geri koydum parayi cebime. İyi ,o zaman, gel benle icerde bozdururuz, dedim. 6 dolar icin ne sekiller yapiyorum. Gicik olmusum bir kere. O sirada Catherine leylasi uyandi. Bagajdan bavulunu alirken adama parayi vermesin mi? Parayi alan sofor, pirr, kayboldu. Catherine'e cinnet yaptim. Hadi, allasen, gidelim, dedi.

Check-in'imizi yaptik, tam guvenlikten geciyoruz, polis elime bir kagit tutusturdu. Kagitta telefon numaralari vardi. Parmagiyla otede bana el sallayarak bagiran taksi soforunu gosterdi: MAHALLE TAKIMINA SOYLE, BU NUMARAYI ARASINLAAAAR!!! Seytan dedi atla siradan, cik, yapis bogazina. 20 REAL'imi GERI VEEEER. ALCAAAAAK.

Catherine ittirdi. "Yürü," dedi, "Yürüüüü. Ucagi kaciricaz. Biktim her gittigimiz yerde ahaliyle kapismandan"

Perşembe, Nisan 06, 2006

Tek Taraflı Ayıp

Birkac gundur zehir hafiyelerimiz memlekette birtakim meshur(umsu) kadinlarin pazarlandigi bir sebekeyi basmakla mesgul. Bu kadinlar para karsiligi unlu isadami ve futbolcularla beraber olmuslar. Olabilir. Tipik bir asayis masayis vakasidir. Hadiseye karisan isimlerin unlu olmasi tabii ki olayi populer yapar. (Meraklisina: hadisenin gundemdeki ismi 'Manken Operasyonu' ya da 'Barbie Operasyonu'dur) Yalniz benim anlamadigim,

-Neden fuhus yaptigi one surulen kadinlarin suclari ispatlanmadan dahi isimleri aciklaniyor da erkeklerinki sadece kodlaniyor ? Hos, o kodlardan kim olduklari anlasildi zaten ama burada bir saygi dengesizligi yok mudur?

-Neden kadinlar peslerinden kosan gazetecilerden gizleniyor da erkekler gizlenmiyor? Fuhusun ayibi kadina daha mi buyuktur? Gizlenmesinler, demiyorum. Utanmislardir, dogal olarak. Istemsizce saklaniyorlardir utanclarindan da...neden erkekler utanmiyor?

-Neden cinsel hastaliklari var mi diye fuhus yaptigindan suphelenilen kadinlari Zuhrevi Hastane'ye sevk ediyorlar da erkekleri etmiyorlar? Cinsel hastalik sadece kadina mi bulasir? Ya da kadinda mi yapisir kalir?

-Zuhrevi muayene yapilan 22 kadindan 17'sinde mantar ve akinti tespit edilmis olmasinin ne onemi vardir? Bunlar ivir kivir hastaliklardir, asagi yukari her kadinda donem donem olur. Bir hastalik cikmadi demek yeterince sansasyonel degil diye hastalik olsun, reyting dolsun, demek icin midir? Ondan once, hasta-doktor iliskisi gizliligi nerededir?

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=4203283&tarih=2006-04-05


Baştan Almak

Sabah sabah mujdeli haberi verdi Tim. Vietnam vize basvurumu reddetmis. Sebebini de bilmiyormus. Soyle de tahmin buyurdu aklievvelim benim.

Tim: Filipinler'de bekar ve guzel kizlara Amerikan vizesi vermiyorlarmis. Gelirler de Amerika'da evlenirler diye. Öyle bişi olabülür mü?
Hafiye: Su kurdugun mantiktaki bes hatayi bul, oyle konusalim.
Tim: Tahmin yürütüyorum, işte.
Hafiye: Tamam, en azindan iki tanesini bul.
Tim: ?
Hafiye: Tim, ben zaten Amerika'dayim. Vietnam'a gitmeye calisiyorum. Orada evlensem kime tehdit?
Tim: Dogru, haklisin.

Aklisira bana iltifat da ettigini saniyor. Genc ve guzelim diye (hehe). Bu isyerinde tum tembelligime ragmen beni basarilica yapan sey bu fark iste. Bu fark benim velinimetimdir. Nimete hiyanet olmaz. Bozmadim cocugu o yuzden.

Vietnam konsoloslugunu aradim. Zor dustu. Karsimdaki Vietnamli kadina anlattim derdimi. Anlamadi. Ben de onu anlamadim. Ismimi vermeyi harflerimi kodlayarak basardim ama pasaport numarasinda cakildik. Numarayi bes kez verdim.

Hafiye: Eight-six-four
Vietnamli Vizeci: Hua? Hua?

Keske harfler gibi rakamlar da kodlansa diyordum ki aklima muthis bir fikir geldi. Koseye sikismis aklimi normal zamanlardakinden daha heyecan verici bulurum zaten.

Hafiye: Eight as in one-two-three-four-five-six-seven-eight! Eight!
Six as in one-two-three-four-five-six. Six!

Ilkokul birinci sinifta carpim tablosuna "Yedi kere biir, yedi. Yedi kere iki ondort.." diye baslamadan 'yedi kere sekiz'i bulamayabildigim oluyordu. Bazen bastan saymak ayip oluyor diye icimden sayardim, sekize gelince icimin sesini acardim. Ayni seyi Istiklal Marsi icin de soyleyebilirim. Iki sene kadar once bir arkadasim aradi. Kankalarla yol seyahatindelermis. Muhabbet marsimiza dayanmis. 'Arkadas, yurduma alcaklari ugratma sakin' misrasindan sonra gelen misrayi unutmuslar. Sisip beni aramislar. Dedim hayatta aradan hatirlayamam. Bastan baslayalim. 'Korkma, sonmez bu safaklarda yuzen al sancak..'

Velhasil davetiyem yokmus diye reddetmisler. Oysa yollanmisti, elimizde fax raporu var. Gelen gidenin farkinda olmama hali olabilir mi? Insallah. Gezime iki hafta kaldi. Bunun cozulmesi gerek. Hayatimdaki hersey neden birer son dakika kasislari halinde cereyan ediyor, ben anlamamaya devam edeyim. Belki bunu da bastan alsak iyi
olacak.

Salı, Nisan 04, 2006

Mind Eraser

Bourbon'daki karaoke barda bir yandan coluk cocugun soyledigi 80li yillarin sarkilarini dinliyorduk, bir yandan da pina colada'larimizi hupletiyorduk. Agzimdaki asiri sekerli alkolden de, yapis yapis nemden de bayilmistim. Alex daraldi, basti gitti. Karsi taraftaki barlardan birinde olucam, dedi. E, iyi, dedik. Sikintidan yine Dülla'ya satastim. Otelle Bourbon arasi on dakikalik yuruyuse mizik yapmisti. Ustelik seyri bol Canal Street'e ragmen yurumek istemiyordu. Otel cok uzakta diye soylendi. O on dakikada yine yeniden cisi de geldi. Gunlerdir su iciriyoruz ona zorla. Bunyesi tutmuyor suyu. Yol boyunca kervan gecmez Mississippi benzinliklerinde yarim saatte bir cis molasi vermek durumunda kaldik. Onu yolda birakmakla tehdit ettim. Bu fikir hosuna gitti. Mississippi'nin gulu olurum, dedi. Sonra da su icmemekle bizi tehdit etti. Hayrina ne yapsak bize giriyor zarari. Ustune de mizik. Olsun. hadi, cikalim, dedim. Alex'i bulalim.

Karsidaki ilk bara girdik. Ismi Oz. Gey, lezbiyen bariymis. Iceri girer girmez zincirli izbandut bir hatun Düella'nın kolunu oksadi. Gayriihtiyari Düella'ya sokuldum. Bizi cift sandilar. Rahat biraktilar. Bara oturduk. Barmaid de izbandut. Bira istedik. Bosverin, size bir kokteyl hazirliyim, dedi. Tezgahin uclarinda Amerikan bayrakli tangalariyla tuysuz ve tas oglanlar dans ediyor. Arsiz bir gorgusuzlukle bayraklarin dalgalanmasini izliyoruz. Bir tanesi nasil bir elektrik aldiysa bizimkinden barin tepesinden indi ve Düella'yı omzundan optu. Bu sirada kokteylimiz hazirlandi. Bardakta kahverengi bir sivi. Icine uc pipet koymus hatun. Bir hupte bitirilmeliymis. Raconu oymus.

Hafiye: Ismi ne bunun?
Barmaid: Mind eraser
Hafiye: Ne var icinde?
Barmaid: Votka, kahlua, tonik
Düella: Neymis neymis?
Hafiye: Mind eraser
Düella: Eraser neydi?
Hafiye: Silgi. silen sey. Hafiza silici yani
Düella: Hafizamiz mi silinecek? Sabah kadinin yatagindan cikarmisiz, hatirlamazmisiz, hehe.

Barmaid bizimle sicak bir dostluk pesinde. Ucumuz birden huplettik ickiyi. Tadini sevmedim. Ozlem yine sordu, "Ismi neydi bunun?". Mind eraser, dedim. Gercekten ise yariyor galiba. Ha bire unutuyorsun adini. Gece boyunca en az 15 kez daha unuttu ickinin adini. Bazen 'mind'i unutuyor, bazen 'eraser'i. Alex'i bulamadik. Gunun ucuncu posta beignet ve cafe au lait'sini icmek uzere zorla Cafe du Monde'a surukledim onu. Karsiliginda otele yurumeyecegini deklare etti. Taksiye binip donduk uc adim mesafeyi.

Odaya girdik, yorgunluktan pestil olmustum, uyumak uzereydim ki laranlik odada Düella'nın kisik sesi yükseldi:

Düella: Ne 'eraser', ne 'eraser'di????
Hafiye: Mind eraser, Düella. MIND ERASER.

Pazartesi, Nisan 03, 2006

New Orleans Yolunda Bülbül Molası

Hemşerilerimle farkli eyaletlerde de olsak bayramında seyraninda tatilinde hazir evlerimizden uzak kovboylarken bir araya gelip birkac yer gezmisligimiz vardi. Hesapta bir yilligina geldigim Amerika'ya Turkiye'yi tasimadan onceki gunlerdi ve hala birkac ay içinde memlekete donecegimi düsündügümden gezi gorüye inanilmaz hiz vermistim. Bahar Tatili gelmisti. Hemserilerim, Hasan, Osman, Gokhan ve ben Mardi Gras'yi tecrube etmeye New Orleans'a gitmeye karar vermistik. Benim evde toplanildi, yol haritamiz cikarildi. Alabama'dan geciyorduk, hem de Montgomery'den. Bülbülü Oldürmek' in gectigi yerde. Internette hemen bir karistirdim. Romanin anisina bir mahalleyi halen koruyorlarmis, evler, bahceler, herseyler 1930'da donmustu. Gormem gerekiyordu. Yola benim arabamla cikiyor olmamiz bana bir pazarlik avantaji sagladi. Sozler verildi. Montgomery'de duracaktik.

Sabah planladigimiz saatte yola cikamadik tabii ki. Uyanamadilar ki! Montgomery'e yaklastikca da gec kaldigimizdan, durursak daha da vakit gececeginden dem vurmaya basladilar. Baktilar kulak asmiyorum, demi koyulttular. Cok fuzuliymis de, neden boyle salak seyleri merak ediyormusum da, bulbul kimmis de, uhuu, aldilar yuruduler. Inadim inatti. Duracaktik.

Oglen Montgomery'deydik. Turizm enformasyon burosuna geldik. Arabadakilerin suratini bir karis birakip sekerek iceri kostum. Brosurler, bilgiler istiyordum. Hayalimdeki Finchler'in evini gorecektim. Maalesef renovasyon yuzunden kapaliymis! Tam vahlaniyordum ki Hasan iceri girdi. Kapali oldugunu duyunca cigliklar atarak sevincli haberi Osman ve Gokhan'a yetistirmek uzere disari firladi. Hayal kirikligimdan etkilenen gorevli istersem F. Scott Fitzgerald'in evini gezebilecegimi, aslen onun da Montgomeryli oldugunu ve evinin henuz muze olarak acildigini soyledi.

Fitzgerald'i New Yorklu falan saniyordumdu. Great Gatsby 'si de sevdigim bir baska roman. Aman, ben buna da bir heyecan yapmiyim mi? Ne bereketli yermis Montgomery! Kucucuk sehirde tas atsan baba bir yazarin evine degiyor. Nedenini bugun hala irdelerim. Belki de mureffeh ama sakin, kimiltisiz yerlerde insanin eli kaleme gidiyordur. Belki de ayrimciligin ve tutuculugun en yogun oldugu yerlerde hassas bunyeler boyle disavuruyordur kendini. Depresif rockcilarin Seattle veya Iskocya'dan cikmasi gibi iklime dayali birsey midir, sosyal yapiya mi? Bu yazi kendini degisik yerlere cekmeden ben kendi hadiseme doneyim.Disari cikip elemanlara cok sevinmemelerini zira bulbul mahallesi yerine Fitzgerald'in evini gormek istedigimi soyledim.

Gokhan: Ya, yapma allah askina. Bin gidek, geciktik zaten.
Osman: Yemin ediyorum, yaramadi Amerika sana.
Hafiye: Ya bana ne ya. Siz iki cift daha cok meme goreceksiniz diye neden ben alikonuyorum?
Hasan: Ya kizim, bulbul diye tutturdun iki gundur. Yokmus iste. Don git, di mi? Her duyduguna atliyon. Fitzgerald mi ne haltsa, o hic hesapta yoktu. Duydun, tutturdun. Alla allaaa.
Hafiye: Hesapta burda durmak var miydi? Vardi. Ne degisti ki? Ha bülbül ha Fitz. Cok mu umrunuzda ki hangisinde durdugumuz?
Hasan: Sen bilin. Biz durmuyok.

dedi ve basti gaza gitti. Arkalarindan feryat figan kosturdum. Sonra kaldirima oturup agladim. Montgomery sokaklarinda bir Adana Adliyesi manzarasi yasandi. Drama dozu bol bir reality sov oldu. Geri döndüler. Arabaya aldılar. Sandım ki dayanamadılar aglamama. Gidiyoruz Fitzgerald'a. I-ııhh. Sert bir dönüşle otobana girdik. Kandırılmıstım. Annesinden kacirilmis cocuklar gibi New Orleans'a dogru saatte 80 mil hizla bagirdim da bagirdim. Soz verdiler donüste ugrayacagimiza. Burnumu ceke ceke razi oldum. Baska carem yoktu.

Dönüşte Montgomery'den gece yarısı gectigimiz icin duramadık tabii ki. Hala hıncı cıkmamıs bir ofkedir icimde.