Pazartesi, Haziran 25, 2012

Fotoğrafçı Şövalye

Şövalye işsiz güçsüzlüğün son noktasına vurup günlük gazetelerin insertlerinde çığırtkanca duyurulan indirimli ürünlerin ve kampanyaların peşine düşmeye başladı. Bir nevi kupon kesen teyze – ki bizim evde bir tane var ondan. Hayriye Hanım her türlü masal anlatan ayıcık, aslancık ve Caillou’yu topladı bile eve. Jelibon onların yüzüne bile bakmıyor. Zaten ne anlattıkları anlaşılmayan tuhaf şeyler hepsi.

Şövalye geçen gün gazete eklerinin birinde Satürn isimli elektronik mağazasının Marmara Forum’daki mağazasının birinci açılış yıldönümü sebebiyle o güne özel bir indirim kampanyası görmüş. Kampanyada da indirimli fiyattan Canon marka SLR fotoğraf makinesini görmüş. Birden fotoğrafçılık aşkı kabardı. Marmara Forum’un yerini bile bilmez. Ben de her gün işe gider gelirken E5’te yanından geçerim binanın ama nasıl gidilir bilmem.

Senle geleyim sabah, dedi. Sabah 8’de mağaza açılacakmış. Böylece indirimli fotoğraf makinesini erkenden alabilecekmiş. İndirimli makine on taksitle toplam 1400 TL idi. Yani arada bir gelen fotoğrafçılık aşkı için biraz yüksek bulduğum bir rakamdı. Ben zaten hiçbir sanatı beceremeyenlerin fotoğrafçılıkla ilgilendiğini düşünürüm. Oh, bütün işi makine yapsın. Sen de kendine pay biç. Yani şimdi sözümü kimi meclislerden uzak tutayım. Ara Güler olsun, Cartier-Bresson olsun, bu adamlar başka. Sanatlarına milyon şapka çıkarırım. Benim sözüm etrafıma. Etrafımın %70’inin hobisi fotoğrafçılık yahu. Kimse şiir yazmaz, yazı yazmaz, resim yapmaz. Herkes ha bire fotoğraf çeker. İki martı, bir sokak kedisi, bir balıkçı. Tamam. Ben de bu işte tuhaflık bulurum. N’apiym.

Takdir edersiniz ki Şövalye’ye saydıra saydıra bir hal oldum. O da iplemeye iplemeye bir hal oldu. Fotoğraf makinesini almak için direndi. Uzun zamandır Fransa’da yaşayan Hemşo da o haftasonu bizdeydi. Pazartesi sabahı onu da havalimanına bırakacaktık. Üç kişi o sabah benzer istikametlerde yola çıktık.

Yolda trafik oldu biraz. Şövalye ancak 08:15 gibi Marmara Forum’da olabilecekti. "Geciktin", dedim. "Biter o zamana kadar o makine".

Hadi canım, dedi. Istanbul’da kaç kişi varmış haftaiçi sabah o uzak yere gidip de asgari ücretin iki katına fotoğraf makinesi alsınmış.

Hemşo da Şövalye’ye hak verdi. Kaç kişi olabilirmişmiş ki o paraya o makineyi alacak.

Dedim, hiç öyle demeyin. Bu şehirde herkes fotoğrafçı, herkes elektronik mal düşkünü. 1400 TL’yi verebilecek de çok insan var.

Hemşo’yu yolcu ettik. Ben ofisime gittim. Yarım saat sonra Şövalye aradı. Fotoğraf makinelerini görememiş bile. Mağaza o kadar kalabalıkmış ki, izdiham varmış. Zaten 15 dakika gecikmeli gittiği için mağazanın raflarında hiçbir şey kalmamış. “Türkiye çağ atlamış, bebim. Bizim haberimiz yokmuş”, dedi.

Ben sana demiştim, dedim. Bir yandan da sevindim makineyi alamadığı için. Ama benim de sevincim kursağımda kaldı çünkü üç gün sonra bir iş seyahatim esnasında, yokluğumdan istifade aynı makineyi 1800 TL’ye bir başka yerden peşin almış. Alışını takip eden on gün içinde Jelibon’un 9000 adet fotoğrafını çekti. Fotoğrafları koyacak yeri bırakın, hepsine bakacak vaktimiz bile yok. Zaten sonra da sıkıldı attı makineyi bir çekmeceye.

Ne verimli adamsın sen Şövalye.

Pazartesi, Haziran 04, 2012

İki Numara Yolda

Jelibon için -gereksiz olduğunu şimdi anladığım- çabalar sarf ederek hamile kalmıştım. Binbir çeşit çay ve hap içmiş, Şövalye’ye içirmeye çalışmış, hergün uyanır uyanmaz ateşimi ölçmüş, yumurtlama dönemimi bilimsel bir titizlikle takip etmiştim. Belki de daha öncesinde düşük yapmış olmanın verdiği bir endişe silsilesiyle böyle davrandım. Bana endişe olsun zaten. Hemen sahiplenirim.

Planters’a ise şıp diye hamile kaldım. Hem de köylü kadınlar gibi, son adet tarihimi bile tam bilmeden. İstedik kendisini ama bu kadar erken ummadık ve beklemedik. Doktorumla beraber tarihi hatırlamaya çalıştık. Seyahatten seyahate koşuyordum o ara. Uçak bileti koçanlarımdan vardım ben sonuca. Hmm, şu şehirdeydim, şu toplantım vardı en son regl olduğumda, diye. Doktorum eskiden kalabalık bir devlet hastanesinde ihtisasını yaparken ona böyle son tarihini hatırlamayan çok kadın gelirmiş. Hamileliğin yaşını belirlemek için kritik bu tarihi bilmek. Ona göre bebeğin anne karnındaki gelişiminin normal olup olmadığı anlaşılıyor. O kadınlarla beraber hatırlama egzersizi yaparmış işte doktorum. Ramazan’dan önceydi ama teyze oğlunun düğününden sonraydı, diye tarih hatırlamaya çalışırlarmış. Benimki de biraz o model oldu. O kadar delice seyahat ediyordum ki o dönem, Şövalye de zaten uzun süre çocuğun kendisinden olmadığını iddia etti. Allahtan onu ikna etmeyi başarabildim.

Bu bebeğin adına Planters dedim çünkü onun da ilk ultrason fotoğrafı yer fıstığına benziyordu. Planters biraz erkeksi bir isim sanki. Oysa cinsiyetini de bilmiyoruz henüz. Kız ya da erkek, ben ona Planters dedim bir kere. Geçen hafta bacaklarını kapattı, bize cinsiyetini göstermedi. Elde bir çocuk var, ikincisi değişik cinsten olsun kafası yüzünden ikinci çocuğun cinsiyeti konusu sanki daha bir önem kazanıyor. Meraktan ölen arkadaşlarım bir daha doktora gitmemi tavsiye etse de sonuca etkisi olmayacağı için bu konuda adım atmıyorum. Kız ya da erkek, bilsem de şu dakikadan sonra sonucu değiştirmeyecek.

Her cinsiyetin de artısı eksisi var ve genelleyerek konuşuyorum elbette: Kız olsa değişiklik olur. İdeal ‘bir kızlı, bir oğlanlı’ aile olunur. Kızlar daha uslu oluyorlar. Belki böylece restorana, gezmeye falan gittiğimizde totomuz sandalye görebilir. Her dakika cankurtaranlık yapmak zorunda kalmayız. Kızlara giydirecek daha çok cici şey var. Saçlarını uzatır, bukleleri güzel güzel tarar, toplarız. Kızlar daha çalışkan da oluyor. Ders çalıştırmak için önden sakinleştirici vermek gerekmeyebilir.

Yaşlandığımda da kızım benle daha çok ilgilenir. Beraber alışverişlere ve tatillere çıkabiliriz. Kızlar dilbaz da olur. Saatlerce çene çalabiliriz. Bir ilişkimiz olabilir yani. Şövalye’nin ve etrafımda gördüğüm çoğu erkeğin annesiyle diyalogu süper kısa. Ben ofisteki çaycıyla bile daha uzun sohbet ediyorum. Annemle kavgalarımız sokaklara bile taşsa üç beş güne unutup yeniden vıdı vıdı başlıyoruz. Haftada en az birkaç saat telefondayızdır onunla.

Ama kızlar samimi ve sakin de olsa psikolojileri daha zor. İnatları ve içten içe insanı kurutma potansiyelleri yüksek. Ben de zaten pek kadın kadın bir tip değilim, neyimle rol model olurum ona? Benden çıksa çıksa hırtı pırtı, takıntılı bir kız çıkar. Ben bile içimden hala keşke prenses olsaydım, bütün gün sporda, kuaförde olsaydım, zengin koca bulup çalışmasaydım falan diyorum. Bu iç sesimi kısıp kızıma ‘oku, meslek sahibi ol, kendi ayaklarının üstünde dur ama arada bir aile de kur’ falan demem icap edecek. Bir sürü kendi içinde çelişkiler yumağı.

Hem dünya hala erkeklerin dünyası. Kadın olmak zor. Hamilelik bile zor işte. Her köşe başında kusmaktan helak oldum haftalardır. Doğurmak zor. Anne olmak zor. Anneyken çalışmak, çalışırken bakımlı da olmak, camdan tavanları kırmaya çalışmak, ne kadar çok yardımcın da olsa arada evini de çekip çevirmek zor. Erkeklerin dertleri daha az. Sadece evlerini geçindirecek para kazanmaları beklentileri karşılamaya yetiyor. Kimse bana erkeklerin de zengin ve güçlü olmaları gerektiği baskısından bahsetmesin. Zengin ve güçlü olmayıversin. Bugün işçi/memur maaşlı erkek bile kendi küçük ortamında kral. Kadın ise bin parçaya bölünmüş. Her parçada da devamlı toplum baskısıyla yarış ve endişeler halinde. Erkek olursa belki aynı cinsten olan iki kardeş birbirleriyle daha çok oynarlar, ilerde daha kanka olabilirler.

Sanırım kız olursa kendi adıma, oğlan olursa onun adına sevineceğim. Her türlü sevineceğim. Galiba işte yüzden çok merak etmiyorum Planters’ın cinsiyetini.

Perşembe, Mayıs 17, 2012

Özgür Çocuk, Düşkün Baba

Bana demişlerdi ki oğlan anası olucan, ne güzel, çocuk sana düşkün olacak. Oğlanlar anacı olur.

Bana göre o kadar güzel değil bu durum. Ben istemem çocuğum da olsa biri bana çok düşkün olsun. Zaten sorumluluk sahipliğinden gebericem, bir de düşkünlük ekstra yükü beni bunaltır, diye. Başta ne şeker, ne cici mıç mıç bebeyle annesi de sonradan işin yoksa aranızdaki bağı gevşetmeye çalış da çocuk topluma karışsın.

Jelibon tam bir Özgür Willy çıktı.

Doğum izninden işe dönmeden önce Sabiha Paktuna’nın Çalışan Anne İş’te’sini okumuştum. Buna göre ben işe giderken Jelibon’la beraber belirleyeceğimiz bir objeyi onunla bir yere saklayacaktık da ben işten dönünce onu sakladığımız yerden çıkaracaktık. Böylece çocuk anlayacaktı ki annesi gitti ama dönecek çünkü objeyi sakladık ya, o akşama saklandığı yerden çıkacak. Böylece anneden ayrılma travmasını yaşamayacak.

Bir küçük top belirledim, yapacaktım bunu ama Jelibon hiç oralı olmadı. Ben giderken dönüp bakmadı bile. Hadi o zaman küçüktü ama hala da öyledir. Anne mi gidiyor? Eee? Anne mi döndü? Eee?

Kapı çalınca merakından koşturuyor ama. Bakıyor ben. Elime bakıyor, bir şey getirmiş miyim, diye. Bazen limango, markafoni falan kutuları oluyor elimde. O kutulara seviyor pat pat vurmayı. Kutudan geçince ayakkabılarımı gösterip ‘çıkarttı’ diyor. Sonra montumu gösterip ‘çıkarttı’ diyor. Mutlaka di’li geçmiş zamanda konuşuyor niyeyse. Psiko Başak burcu veledi olarak montumu yerine astığımdan emin olmak için bekliyor. Sonra zıplaya zıplaya gerisin geriye içeri koşup neyi yarım bıraktıysa onun başına koşuyor. Ne bir kucak ne bir öpücük. Sıkıysa kucakla adamı. Ciyak ciyak kaçıyor.

Hadi ben canavar anneyim. De herkese böyle adam. Gelen ağası giden paşası. Hayriye Hanım’a da kılını kıpırdatmıyor. Babasına da. Hoş, babasına biraz kıpırdanır oldu bu aralar. Çünkü babamız yine sekiz ay çalış dört ay yat modunda, iki aydır evde. (Beni mutlu bir aileye sahip olmama rağmen kıymet bilmez belleyip acımasız yorumlar yazan okurlarım için bu bilgiyi veriyorum. Kocam şeker bir adam görünür ama sessiz direnişçidir. İçten içe bitirir. Sonra iş güç de dahil pek çok konuda çok large’dır. Sıkıya hiç gelemez. Hiçbir eksiği gediği gidermeye, tamire, birikime, bütçeye, plana uymaya falan meyletmez. Bunların hepsi ellerimden öper. Öpsün hadi, ben alışığım da bir de laf işitirim  çalıştığım, pek iş değiştirmediğim ve kapitalist sisteme ayak uydururken sistemi sorgulamadığım için. Ben de diyorum işte, her aileye bir sorguç yeter.)

Şövalye evde kalmaya başladığından beri Jelibon’la vur patlasın çal oynasın gezip tozuyorlar. Bu sebeple Jelibon da artık babasının arkasından ağlayabiliyor ama bu ağıt ‘babamı istiyorum’ ağıdı yerine ‘ben de gezmeye gitmek istiyorum’ ağıdı şeklinde oluyor. O sırada babası değil de Hayriye Hanım ya da X onu alıp dışarı çıkarsa yine sorunumuz kalmıyor.

Şövalye, Jelibon onu çılgınsa istesin, ona çılgınca yapışsın diye elinden geleni ardına koymamaya devam ediyor fakat. Dört aylıktan beri kendi yatağında, kendi odasında yatan çocuğu tutup bizim yatağa alıyor. Beraber uyuyalımmış, ne güzel mıncır mıncırmış. Jelibon bu. Pat küt kolunu bacağını savuruyor ve bir şekilde bizden kurtulup yatağına gidiyor mutlaka.

Eller çocuğunu yatağından ayırmak için akla karayı seçiyor. Şövalye’nin yaptığı kurulu düzeni bozmaya çalışmaktan başka bir şey değil. Hem baba yeniden işe başlasa bile öyle Çalışan Baba İş’te programlarını falan da uygulayamaz da bu baba. Yandık.

Pazartesi, Nisan 30, 2012

Kütüphane - Vitrin - Gardırop


Bu aralar hap bilgi çağına uyup okuduğum şeyleri genelde makale formunda okuyorum hepsini internetten indiriyorum. Hatta müthiş bir özenle ve özel çizimlerle daha iki sene önce evimize yaptırdığımız kütüphaneden artık çok pişmanım. Şimdilerde bu ‘şık’ kütüphane, Şövalye’nin olmayan ülkelerinden toplanmış hatıra nesneleri ve Jelibon’un milyon tane resmiyle dolu bir vitrin haline geldi çünkü.

Bu kütüphaneyi üçe böldürerek odalara dağıtma planım vardı. Marangozumuz buna müsait yapmıştı mobilyayı. Yoksa bu heyüla nesneyi başka bir eve ya da odaya taşıyamazdık. Şövalye hayatta istemiyor. Ben de bu mekansızlıkta bu dev vitrini gereksiz buluyorum. Çünkü sadece varlığıyla odayı işgal ediyor ve bu odada başka bir şey yaşamaya fırsat vermiyor. Kapı ve pencerelerin de konumları buna ayrıca etki ediyor tabii ama neredeyse eski evimizin salonu kadar büyük olan bu alanı hatıralar geçidi olarak kullanmanın anlamsızlığı beni geriyor.

Pardon, sadece vitrin değil, aynı zamanda gardırop görevi de görüyor bu kütüphanenin rafları. Çünkü Şövalye, evimizin antresine büyük bir gardırop yaptırmak yerine incecik bir portmanto koydurdu. Evimiz bir malikane olduğu için girişine dolaplar yerine çok şık ve üzerinde biblolar, heykeller, tablolar falan duran incecik ayaklı, miniş çekmeceli bir konsol koyulmalıydı. Ama ev halkının her birinin üçer beşer montu, hırkası, paltosu, atkısı ortada kaldığından bunlar hemen girişteki odada bulunan kütüphanenin raflarına ve çalışma masası kısmına yerleşti. Ayakkabılarımız da öyle ortalıkta, zarif konsolumuzun altında üst üste sıkış tepiş durdular.

Arada bir bu vitrin-gardıroba dönmüş kütüphane ve ortalıktaki ayakkabı yığınları sinirimi bozar ve iki günlük öfke moduna girerim. Hatta girişteki o konsolu ve portmantoyu indirip yerine gardırop yaptırmakla Şövalye'yi tehdit ederim. O iki günlük öfke esnasında Şövalye bütün ayakkabılarını ortalıktan kaldırıp kapalı balkona koyar. Bir de bana ‘köylü’ der hasbam. Ayakkabıları ortada olanları bu memleketin ilkokul sosyal bilgiler kitapları bile kınar oysa.

Böyle kitaplardan soğumuş ve kafayı dolaplara takmış bir ev kadını kıvamına geldikçe sonumu merak eder oldum.

Çarşamba, Nisan 11, 2012

Küçük Çocukla Restoranda - 2

Geçen Pazar Şövalye’nin arkadaşlarıyla topluca çoluklu çocuklu pazar kahvaltısına gittik Moda Deniz Kulubü’ne. Harika bir mekan. Harika zenginlikte bir açık büfe. Denizin üstünde. Hava da güzel. Feci güzel her şey. Ama ben mutlaka yorulacağımızın farkındaydım. Şövalye’yle Jelibon’u ortaklaşa yönetmeye karar verdik. Önce ben hızlıca kahvaltımı yapacaktım. O sırada Şövalye Jelibon’a bakacaktı. Sonra Şövalye yiyecek, ben çocuğa bakacaktım.

Mekana ilk biz varmıştık. Ben kimseyi beklemeden görevime koyulup yiyeceklere yumuldum. Jelibon ilk dakikadan merdivenlere, terasa, masaların altına, üstüne, açık büfeye, nereyi gördüyse saldırdı. Çocuğa bakma görevinin tanımı da zaten çocuğu, saldırdıklarından uzaklaştırmaya çalışmak. Tabii takıntılı bir çocuğu taktığı şeylerden uzatmak çok güç. Bir yanım Şövalye’nin sakarlığına ve görmezden gelebileceklerine takıldığı için hızlı hızlı yiyorum ki Jelibon’a bakma görevini devralayım. Hem ben Şövalye’den daha sert davranabiliyorum Jelibon’a. Benleyken daha az tehlikeli oluyor o yüzden.

Mekanın canlı müziği başlayınca olay koptu ama. Yüksek bir platformdan oluşan sahnede duran piyanoyu Jelibon’un keşfetmesi fazla sürmedi. İlk yarım saat platforma tırmanamadığından sahne önünde ağlıyordu. Sonra sahnenin arkasına doğru bir yerde sahneye yaslanmış hoparlörleri merdiven olarak kullanmayı keşfetti. Böylece rahatlıkla sahneye çıkabiliyordu. Piyanistin yanına gidip tın tın tın tuşlara basmak tek derdiydi.

Piyanist ise daha sahne önünde ağlayan bir çocuğa kıllanıyordu ki çocuğu sahnede görmeye hiç dayanamadı. “Lütfen çocuğunuzu buradan alın” dedi durdu. İyi de güzel kardeşim. Alıcam da nereye alıcam? Bir salonun içindeyiz. Sahneyi de ortadan kaldırmadan bu çocuğun piyanoyu unutması çok zor.

Onu da anlıyorum. O bir sanatçı. Üstelik kader ona oyun oynamış ve onu sanattan anlamaz, değer bilmez çoluk çombalağın açık büfe homini gırtlaklıklarının arasında sanatını icra etmesine sebep olmuş. Ama bu “lütfen çocuğunuzu buradan alın” lafı beni çok ezdi. O ikazın altında gizli mesajlar vardı. Bana ‘köylü’, diyordu. ‘Kötü anne’, diyordu. ‘Çocuğuna laf geçiremiyorsun’, diyordu.

Ne diyorsa diyordu ama Jelibon bunlardan anlamıyordu. O gün en az yetmiş kez sahneye çıktı. Yetmiş kez onu sahneden indirdim. Kollarım ağrımıştı. Jelibon’un enerjisi dinmemişti. Sonunda kalkma saati geldiğinde içim mutlulukla doldu. Sahne önünden ayrılmak istemeyen Jelibon orada son bir cinnet geçirdi. Kendini yerlere attı. Öyle bir yapışmıştı ki yere, bildiğiniz kazımak gerekti kendini. Ağlamaktan gözyaşları sel olmuştu. Sümükleri halıya yapışmıştı, onu yerden kazırken halıdan uzaklaşan yüzü ile halı arasında iplikler halinde sümükleri esniyordu.

Eve vardığımızda evi manastıra çevirip dış dünyayla bağlantımızı koparmayı düşündüm. Telefonlarımız da çalmasın, maillerimiz de çalışmasın. Kimse bizi bir yere davet etmesin istedim. Şövalye’yle hemen büfeden tost söyledik bir de. O zengin açık büfeye 100 kaat para bırakmış olmamıza rağmen karşılığında ağır spor yapmış, aşağılanmış ve aç bilaç evimize dönmüştük.

Salı, Mart 27, 2012

Yatılı Bakıcı En Çok Babalara Yarıyor

Evden işe gitmek için çıktığım her sabah, Hayriye Hanım sorar: “Şövalye akşama ne yer?”

Nasıl da irrite eder beni bu soru. Bazen ‘ne yerse yesin yahu’ derim ama bu sefer kadıncağız ne yapacağını bilemediğinden her şeyi yapıyor. Ev bal börekten geçilmiyor.

Hayriye Hanım da Şövalye’den geri kalmıyor zaten yemek konusunda. İkisi de boğazlarına feci düşkünler. İkisi de birbiriyle o yüzden feci mutlu.


Hani Hayriye Hanım 20 yaş daha genç olsa, 55 değil de 35 olsa, ikisi beraber, cennetten çıkma bir çift olacaklar. O derece.

Her gün börek, her gün tatlı. Homini gırtlak tipler. Kafalarındaki tek düşünce ne yesek, ne pişirsek. Bir gün de birisi çıkıp ‘Hafiye akşama ne yer’ diye düşünse ya? Bu kızın onlar kadar hızlı metabolizması yok. Yediğine dikkat ediyor. Salata falan yemek ister diye düşünseler ya?

Hem ben de her gün işe gidiyorum. Ben de her gün yoruluyorum. Ben de akşam aynı saatlerde geliyorum. Neden benim ne yiyeceğim sorun edilmiyor da Şövalye’ninki ediliyor?

Şövalye bir de evde yatılı kadın istemem diye kendini yerden yere atmıştı zamanında. Hiçbir şeyi tartmadan muhalefet eder zaten. Oysa farkında bile değil ki Hayriye Hanım en çok kendi işine yarıyor.

Hem ‘modern’ bir karısı var. Eğitimli, çalışıyor, kendi parasını kazanıyor. Karısını koluna taksa, toplum içine çıkarsa utandırmıyor. Üstüne üstlük, Hayriye Hanım sayesinde ‘geleneksel’ bir muameleden de eksik kalmıyor. Evde pastası, böreği açılıyor, hürmeti ediliyor.

Evde yatılı yardımcımız olmasa beni eve çakacaktı. Ben de evden dışarı çıkamayan bir tip olarak sanki onu öyle özgür bırakacaktım? Hayatı ona zindan etme yeteneklerimi kullanamayacaktım?

Ey, yatılı yardımcısı olmasını kadının lüksü gibi algılayan erkekler! Yatılı yardımcının asıl en çok sizin işinize yaradığınızın farkına varın artık. Tıpkı feminizmin en çok sizin işinize yarayıp, toplumu sizin için sadece işe gitmek kadar az ve öz bir beklentiye bağlayıp rahata erdiğiniz gibi.

Salı, Mart 06, 2012

Küçük Çocukla Restoranda

Düella’yı boşuna sevmiyorum. O kendi rahatına düşkün bir insan olduğu kadar empatik de bir insan. Yani aslında kendi rahatını düşünürken aslında benimle empati de yapabiliyor. Şöyle ki:

Çevremdekilerin genellikle çocuğu yok. Tek tük çocuklunun da çocukları melek ve yumoş. Haftasonu beraber dışarı çıkmayı, brunch yapmayı falan öneriyorlar. Hem de Jelibon’la. Onu da getirelimmiş. Özlemişlermiş.

"Ama ama", diyorum. "Öyle kuduruk ki, valla keyifli olmaz. İki kelime edemeyiz."
"Olsun", diyorlar. "Özledik, iyi olur. Biz de ilgileniriz" falan diyorlar. Iyi niyetli ama külliyen yalan olduğunu bile bile mecbur kalıp gittiğimiz oluyor.

Buluşma anı gelince arkadaşlarımızın ilgilendikleri şey yemekleri ve ortamları oluyor. Bizse mama sandalyesine oturmayı reddeden, totosunu koyabildiği maksimum üç dakika süresince de normal sandalyeden düşüp duran, bütün yemekleri mıncıklayıp yere döken ve en iyi ihtimalle onuncu dakikadan itibaren de restoranı ama en çok da mutfağını keşfe çıkan bir bücürle uğraşmak zorunda kalıyorum.

En iyi ihtimalle Şövalye’yle onar dakikalık nöbetler halinde Jelibon’u oyalamaya, daha doğrusu onu mutfaktan ve caddeden uzak tutmaya çalışıyoruz. Garsonlar da diğer müşteriler de etraflarında dolaşıp duran bacaksızı çok sevimli buluyor ama hiçbiri biz yemeğimizi yerden on dakika ona bakmayı düşünemiyor. Ben de garipsenirim diye öneremiyorum.

Düella işte bizle restoranlarda buluşmaya çalışanlar gibi yapmıyor. Bilakis, grup toplanması bile olsa “Jelibon geliyorsa ben gelmiyorum”, diyor. Kendisinin Jelibon’a baktığı falan elbette yok da adamın tüm tahmin edilemez ve önlemez enerjisiyle oradan oraya koşturmasına tahammül edemiyor. Ben de ona hak veriyorum. Bence de dayanılmaz.

Bir kere Jelibon’un bir restoranda bulunmaya ihtiyacı yok. Biz de ayakta restoranı dolaşmaktan ve inatla sokağa kaçmaya çalışan bir ufaklığı zorla masaya yönlendirmekle vakit geçirmekten keyif almıyoruz. Garsonlar da, restoran sahibi de ortalığa coco pops döküp sonra da üstlerinde tepinen bir veletin ardından temizlik yapmaya bayılmıyor olmalılar. Hele yan masalar gürültümüzden ve itiş kakışımızdan bıkmış oluyorlar. E, o zaman? Nedir restorana gitmenin amacı?

Geçen gün Çıtırlarla bu şekilde, önden erken bir saatte brunch için buluştuk. Öğlene doğru kalktık. Biz kalkarken Düella geldi. Jelibon varken gelmeyeceğini günler öncesinden bildirmişti zaten. Biz evimize gittik. Akşam oldu, Jelibon uyudu. Düella’yı tekrar gördüm. Sanki daha o sabah Çıtırlar’la iki saat geçiren ben değilmişim gibi, “Eee, Çıtırlar ne yapıyorlarmış?” diye sordum. Aynı mekanda vakit geçirmiştik ama hayatımızdan birbirimizi haberdar edecek dahi ortamımız olamamıştı. Onlarla yetişkin sohbeti yapabilen Düella sayesinde Çıtırlar’dan haberdar olmuştum.

Perşembe, Şubat 23, 2012

Füzyon Oyuncak

Beşiktaş pazarına ancak iki üç ayda bir yolumuz düşüyor. Ben düşürmeye çalışıyorum en azından. Hem evimize yakın hem de seviyorum ben pazar yerlerini. Geçenlerde oradan bir oyuncak da aldım Jelibon’a. Laptop şeklinde ama klavyelerine basınca alfabe söylüyor, o harfle başlayan isim şehir hayvan söylüyor. Zibilyon tane düğmesi var. Şarkılar, melodiler falan.

Aldım ama çok da incelemedim. Aslında tuhaf bir şeydi. Pembeydi bir kere. Oğlan çocuğu rengi değil. Bende renk seksizmi yok ama Jelibon’un başka akrabalarında var. Neyse ki üzerinde taşıyacağı bir şey değildi, idare ederdik.

Sonra oyuncağın hesapta ekran olan kapağının arkasında yedi bölgeye ayrılmış bir Türkiye siyasi haritası vardı. Bu harita ilkokul boyunca bizim karatahtada asılı kalmıştı. Ondan beridir de gördüğümü hatırlamıyorum. Haritayı görünce bir uyuz oldum oyuncağa. 18 aylık bir çocuk için uygun değil galiba dedim. Ama benim maksadım Jelibon tuşa bassın, şarkı çalsın, el çırpsındı. Böyle birkaç oyuncağı daha vardı ama onlardaki tuş adedi 10-15’I geçmiyordu. Bu pembe laptop’ınkiler sebildi. Çok oyalanabilirdi hani. 18 aylığa uygun değildi ama hangi yaşa uygun olabilir ki bu yedi bölge haritalı melodik laptop?

Oyuncak hepi topu 13 lira olduğu için tuhaflıklarına aldırmadım. Aldım. Zaten Jelibon’a 200 liralık oyuncak da 5 liralık da eşit sürede dayanıyor. Bütün oyuncaklarını kemirip kırana kadar yere çarptığı için oyuncak ne kadar ucuzsa o kadar iyi bizim için. Yaşına uygunmuş değilmiş kısmı hiç sorun bile olmuyor bu yüzden. Nasılsa en geç iki gün içinde kıracak. Yaşına uygun olsa ne olur, olmasa ne olur?

Pili de yoktu içinde oyuncağın, eve gelince taktık. Bir dünya yabancı çocuk şarkısı vardı. Ta bize prepte öğrettikleri ama benim bile unuttuğum şeyler. She’ll be Coming Round the Mountain var. I’ve Been Working on the Railroad var. Ama üstünde Şarkı 1, Şarkı 2, Şarkı 3 yazan tuşlardan değişik fakat tanıdık nağmeler yükseldi.

Birinden Serdar Ortaç çıktı. Binlerce dansöz var eller havaya’sı.
Diğerinden Seninle benim aramda kocaman bir fark var rap’i.
Üçüncüsünden ise Trabzon kolbastısı!

Jelibon da tuttu bu kolbastıya bayıldı. Yüzlerce tuş içinden ezberledi de yerini. Gidip gelip ona basıyor:

Oynayalım uşaklar / Trabzon kolbastısı
Üçtür beştir / Kızlar hoştur / Dünya boştur

Kolbastıyı çalması bir yana tek ayağının üstünde seke seke, kollarını yanlarına aça aça bir garip de dans ediyor Jelibon. Gerçek kolbastıya benziyor dansı. Bu durum beni inanılmaz eğlendiriyor. Böylesine yerini bulamamış, ne yöne baktığı belli olamamış bu oyuncağı çok tuttum. Füzyon oyuncak adeta.

Şövalye asilzadesi ise tahmin edebileceğiniz üzere, oyuncaktan nefret etti. Her kolbastıyı duyduğunda oyuncağı kaldırıp atmayı öneriyor. Çocuğa doğru dürüst oyuncak almıyormuşum diye beni de kınıyor. Ucuz oyuncak aldığım ve kolbastı oynamasına sebep olduğum için kapıcı çocuğu yerine koyduğumu düşündüğü oğlunu ‘Adını Jeliboniha Koydum’ diyerek bağrına basıp üzülüyor.

Bir yandan o da çok eğleniyor, biliyorum. Jelibon o kadar komik dans ediyor ki bu Trabzon kolbastısıyla gülmemek mümkün değil.

"Belki de", diyor Şövalye. "Jelibon geçmiş hayatında lazdı. Ondan böyle dans ediyor?"
Kim bilir? Belki de.

Çarşamba, Ocak 25, 2012

Yemek Seçen Çocuk

Bazen bir şey gugıllarken anne bloglarına rastlıyorum. Anneler annelerin kurduymuş meğer. Ne kadar uzun emzirdilerse o kadar gururlular bir kere. İki yılı geçene madalya takıyorlar. Benim gibi emziremeyenler artık fena rahatsız vicdanlara sahipler. Anneler devam ediyor yazmaya. Diğer anneler gibi işin kolayına kaçmadıklarından bahsediyorlar, çok eğitimli olmalarına rağmen çocuklarının yemeklerine gerekli özeni göstermeyen anneleri kınıyorlar. Çocuklarına yarım kilo pırasa pişiri pişirivermek neden bu kadar zormuş, diyorlar.

Genelde bu tip yazıları okurken çocuk yapınca işini bırakmış eğitimli kadın kokusu alıyorum ben. İşini bırakmışlığının hakkını çocuğuna kimsenin bakamayacağı kadar iyi bakarak veriyorlar. Hadi bu onların psikolojisi de ben kendime bir savunma mekanizması bulamazsam çatlarım.

Pırasa pişirmek bana zor açıkçası. Çünkü ben anne olunca işimi bırakmadım. Bırakabilirdim. Kocamın parasıyla da geçinebilirdik elbette ama ben ömrümde babama bile güvenmedim, kocama hiç güvenemem para konusunda. Yoo, bilakis. Süper verici, düşünceli bir adamdır Şövalye. Parayı sevmez. Kim istese parasını ona verir. Ama ben yine de, şimdi çalışmayı bırakırsam 50 yaşına geldiğimde ve ortada kariyer mariyer de kalmadığında adam 20’lik bir çıtırla kaçıp beni de (alıp almayacağımın bile meçhul olduğu) üç kuruşluk nafakayla ortada bırakırsa diye endişelenmekten kendimi alıkoyamam. Evet, psikoterapi aldım. Hayır, anksiyetemin farkındayım ve onu ortadan kaldıramıyorsam bari kontrol altında tutarak yaşıyorum.

Sonra mesela üç haftadır sık aralıklarla seyahatteyim. İstanbul’da olduğum zamanlarda da karlar yüzünden iyice geberen trafik yüzünden eve geliş saatim marketlerin kapanış saatlerine denk geldiğinden pırasa falan alamıyorum. Alsam da evde pişirebileceğim saatlerde Jelibon uyumuş oluyor.
Ama asıl sorun bu da değil. Çünkü pırasa pişirebilecek bir teyzemiz var evde.
Teyze pişirmiyor mu? Pişiriyor. Yiyen var mı? YOK!

Jelibon cimbiti, psikopatça seçici ve kendi kendine yetmek için paralanan Başak burcu özelliklerini sergilemeye başladı. Kaşıkla beslenmiyor. Çünkü birinin ona yemek yedirmesini sevmiyor. Edilgen olmayı istemiyor. Boşuna yürümedi 9 aylıkken. Adamın kendi işlerini kendi halletmesi gibi bir derdi var çok bariz. Kaşıkla bizzat kendi kendine yemek istiyor ama onu da asla beceremiyor. Kaptaki yemeğin %10’unu dahi ağzına götüremiyor. Yoksa ben razıyım yemeğin %90’ının yeri boylamasına.

Jelibon meyve de yemiyor. Çünkü nemli şeylere dokunmaktan nefret ediyor. Elma dilimine uzanıyor mesela ama hemen sonra ıslanan parmaklarından nefret ediyor. Acilen elini bir yere silmek zorunda hissediyor. Özetle, sadece biberon mamaları ve süt içip katı ve kuru şeyler yiyebiliyor. Coco Pops, Cheerios, mısır gevreği, ekmek, kurabiye, poğaça falan yani. Doktora söyledik, aç bırakın alışsın, dedi. Yani ben gaddar, mürebbiye tipli bir insan olduğum için bana tomas, aç bırakırım ama ne Hayriye Teyzesi ne de babası bu disipline sahip insanlar değiller. Bir damla gözyaşı akıtsa Jelibon, babası ona marketin tüm cocolarını alır. Millet etraftan çocuklarına çikolata verilmesin diye kampanya başlatıyor, Şövalye ise bilakis her yediği şekerli cocolu şey için ‘aferim’ diyor oğluna. Neyle mutlu oluyorsa onu yapsınmış çocuk. Tamamen hedonistik bir yaklaşımı var. Ters köşe.

Bense doğruyu biliyorum ama ne Şövalye’yle ne de Jelibon’la çarpışmaya üşeniyorum artık. Yaşlandım. Yine de Jelibon’un yediklerini düşündükçe sinirlerimin bozulmasına engel olamıyorum. Adam taze meyve sebze yemeyince IQ’su düşer gibi geliyor, endişe basıyor. Sonra da o endişeyi kontrol etmeye çalışıyorum işte. Hayatım bir çerçeve içinde tutmaya çalıştığım karanlık hislerle dolu.  

Çerçeve de şöyle oluyor:
Aman yahu, diyorum. Tundralarda, çöllerde yaşayan tipler meyve sebze mi gördü? Koca Avrupa patatesle adam oldu, diyorum. Mamalarda da bissürü vitamin var, diyorum. Diyorum ki, çocuğunuz pırasa yediği için o pırasayı pişirebiliyorsunuz. Siz önüne pırasa koyduğunuz için değil işte.

Çocuğunuz sizi emdiği için emzirdiğiniz, uslu olduğu için vaktiniz kaldığından bu boş vakitleri kendinize zorlaştırmak adına kafayı bu sefer de onun hijyenine taktığınız gibi.

Mesela Jelibon o kadar kuduruk ki üstü başının temizliğine ya da sokakta yerlerde sürünmemesine dikkat etmek mümkün olamıyor. Mecburen salıyor, mecburen ‘large’ anne oluyorsunuz. Uslu akıllı bir şey olsa cici cici giyinsin, temiz temiz dolansın, antibakteriyel mendilleriyle silinsin diye kasardım heralde. Bu kudurukluk seviyesinde bunlara kasmak fantezi dünyası.

Annelik galiba ne kadar acı çekerseniz o kadar kendinizi değerli hissettiğiniz bir şey. Çocuğunuz melekse kendinize dertler ve emekler yaratıyorsunuz işte. Onu yesin, bunu giysin, şunu oynasın diye kasıyorsunuz. Çocuğunuz azgınsa zaten azgınlık seviyesine göre ekstra dertler ve emekler için hiç vakit kalmayabiliyor. Tüm vaktiniz sadece bari vücudu bütün kalsın diye peşinden koşmakla geçiyor. Pırasayla, hijyenle uğraşacak vakit kalmıyor.

Cuma, Ocak 13, 2012

Sıraya Dizdin Bizi Zaman

Uzun zamandır içmemiştim. Kafam iyi. Hava güzel. Londra’da hava Istanbul’dan daha iyi. Gençlik ateşleri hala yanan junior kurumsal insanlar aleme aktı. Ben tıpış tıpış otelime yürüdüm. Yürürken düşündüm.

Biraz alkol alınca insanın aklına daha  kötüsünü yapmak geliyor. İki küsür yıldır içmediğim sigara geliyor. En son Amerika’da gördüğüm cigaralık geliyor.

Bu cigaralık meselesi de kafama takılmış kalmış bir konudur. Şu hayatta üç ya da dört kez denemişimdir. Onlar da üçer beşer fırtlardan ibarettir. Her seferinde de deli bir paranoyanın içinde bulmuşumdur kendimi.
Perdenin arkasında biri var’dan tutun evimdeki misafirin cüzdanımı çalacağına varan manyak manyak fikirler.
Bünyesi anksiyeteye müsait tiplerde bunlar olurmuş diye okumuştum. Bünyemden anksiyete artık çıkmış mıdır diye merak da ediyorum ama artık tecrübe ederek öğrenme yanlısı değilim. Tecrübe etmeden öğrenme yanlısı da değilim. Tam tersine, öğrenmeme yanlısıyım.
Bir şeyi de bilmeyeyim. Artık o kadar çok şeyi bilmiyorum ki cehaletim gözlerimi yaşartıyor.

Yürürken Marks and Spencer’ın önünden geçtim. Bu şehre ilk geldiğimde buradan herkese çamaşır almıştım. Sipariş üzerine. Hey gidi 14 yıl olmuş.
Kısıtlı bütçemle ne alışveriş manyağı olmuştum ama. Üstüne cüzdanımı da çaldırıp beş parasız dönmüştüm Istanbul’a.
Havaalanı taksicilerine Etiler yönüne giden varsa beni de almak ister mi, diye rica etmiştim. İyi adam olmalılardı. Benimki de nasıl bir cesaretse. Şimdi böyle bir duruma düşsem soramam heralde.

Yürürken köprüyü gördüm.
Jelibon’un ‘London Bridge is falling down’ şarkısını çalan BabyTv klipleri geldi aklıma.
Build it up with wood and clay, wood and clay, wood and clay…
Özledim adamımı.

14 yıl önce ben de gençlik ateşiydim. Yurtdışına çıkmak çok heyecanlıydı.
Şimdi yurttaki küçük adam çok heyecanlı.
Zaman insana formatlar atıyor hakkaten.

Çarşamba, Ocak 04, 2012

Market Alışverişi



Biz artık varımızı yoğumuzu marketlere veriyoruz. Kredi kartı harcamalarımın neredeyse %80’ini market alışverişleri oluşturuyor. Tevekkeli değil, bir ara okuduğum ekonomi haberinde Migros’un bir şey başkanı, hedeflerinin bebekli aileler olduğunu söylüyordu. Bizler bebek yüzünden eve mahkum olduğumuzdan daha çok evde yiyip içip, evde tüketmeye başlıyormuşuz. Marketler de bu ev tipi tüketim malzemelerinin satıldığı yer neticede.

Market alışverişinden de nefret ederim ama işi Şövalye’ye de bırakmak istemem. Çünkü o markete gitti mi dönüşte markette janti ambalaja sahip ne varsa alır. Yer miyiz, içer miyiz, kullanır mıyız, düşünmez. Ambalajına, paketine hayran olduğu şeyi fiyat-fayda gözetmeden alır. Bazen çocuk gibi davranmak zorunda kalırım ona. ‘İyi tamam savurganlık yapabileceğin X liralık hakkın var’ derim markette. Yoksa bıdı bıdı bıdı, beynimi yer. Pintiymişim de. Zevksizmişim de.

Yine böyle bir market anıydı. Söyleniyordu. Tuttu bana “Senin yüzünden beş yıldır et yemiyorum”, dedi.
Yuh, dedim. Yani iki kıpırdasan geyireceğin şey henüz sindirimi bile tamamlanmamış et olur.
Allah kuru iftiradan sakınsın insanları. Bir de bu lafı başkalarına da der. Dediğine duyanı bırakın, kendi de inanır.
Yiyorsun, hem de etten başka bir şey yemiyorsun. Asıl beş yıldır sebze yediğini görmedim ben.

Hikayenin aslı şöyle:

Şövalye’nin canı o an canı kasap reyonunda teşhir edilen bifteklerden istemiş. Satın almaya beni ikna etmek için ise iftira atma yöntemini kullandı.
Koskoca adam bana sormadan iki biftek alamaz mı, demeyin. Bana sormuyor zaten. İnkarla iftirayla dalıp alıyor. Benim ağzımı açmama fırsat bile kalmıyor.
 
Ama içten içe yaptığı şeyin mantıklı olmadığını bildiğinden yapıyor bu çirkefliği.
Çünkü o anda evde henüz pişmiş tonlarca yemek vardı. Alırsak buzluğa girecek olan etleri, neden şimdi alalım, diyecektim.  
“Dondur-çözdür derdi olmadan taze taze alırız sonra. Evimizin dibinde üç tane kasap var” diyecektim.

Bazen bana da onunla uğraşmaktan fenalık geliyor. İyi al, bana ne, diyorum.
Sonra o evdeki henüz pişmiş diğer yemekler çöpe gidiyor, biftek pişiriliyor akşama.
Tüketmiyoruz bile. Tüketmeden döküyoruz.
Marketlerin canına minnet.

Perşembe, Aralık 29, 2011

Değişken Disiplin Yöntemleri

Jelibon’un oyuncaklarını doldurduğu bir sepeti var. Aslında o bir oyuncak sepeti değil. Kalabalık odası ilan edilen pencerelenerek kapatılmış balkonumuzda bir gardrop var. O gardrop yetmiyor kalabalığımıza; tepesine taşıyoruz. Taştığımız şeyleri öyle torbaların içinde tutmak yerine şık şık tıkıştıralım dediğimiz için aldığımız koli sepetlerden biri.

Jelibon işte sabah gözünü açar açmaz o sepete koşuyor. Sepeti ters çevirerek hepsi en ufak parçalarına ayrılmış lego ve şekilli zımbırtı ağırlıklı oyuncaklarını yere döküyor. Sonra da sepetin içine oturuyor. Kendisi sepetten iri ama bir şekilde sıkışarak içine yerleştiriyor totosunu. Sonra da oturduğu yerde bir ileri bir geri totosu üstünde zıplıyor. Tıpkı şu çuvalların içine girerek zıplayarak ilermeye çalıştığınız oyun gibi. O da totosunu sepete sıkıştırıp zıplayarak ilerlemeye çalışıyor. E, yapamıyor ve sıklıkla sepetle beraber devriliyor. Belden aşağısı da sıkışık olduğundan usturuplu düşemeyip kafasını gözünü vuruyor bir yerlere.

İşte böyle garip biçimlerde kendini tehlikelere atıyor Jelibon. Ben de bu tarz oyunları yasaklıyorum ona. “Hayır, Jelibon. Sakın!” diyorum işaret parmağımı havaya kaldırıp.

Öyle kalıyor bir ayağı havada, sepetin tam üzerinde. Gülümseyerek azıcık içine sokar gibi yapıyor. SAKIIIN, diyorum. Geri çekiyor.

Geçen gün Kardeş Hafiye (Şibu) vardı bizde. O zaten Şövalye’yle büyük kafadar. Ne olacakmış canım, ben de amma ota moka hayır diyormuşum. Çocuğun ruhunu sıkıyor, onu gereksiz cenderelere sokuyormuşum. Jelibon’u psikopat yapacakmışım falan, uhuuu, bir dünya bıdıbıdılandılar tepemde.

Mutfağa gitmiştim. Bir döndüm ki salona. Ne göreyim? Arkamı döner dönmez izin vermişler Jelibon’un sepet oyununa. Adam mutlu mutlu zıplıyor sepetiyle.

Aman demeye kalmadan, hacıyatmaz olamadığından sepetle devrilerek kafasını yere gümletti bizim oğlan. Güüüm. İki saniye sessizlik. Sonra tıksırmaya benzeyen bir ses çıkıyor boğazından. Nefes alıyor Jelibon ki bağırmaya güç toplasın. İki saniye kadar daha sonra da uaaaggghh diye ağlamaya giriş.

Gerçekten ‘ben demiştim’ demeyi sevmiyorum artık. Ben var ya ben, herhangi bir konuda haklı çıkayım diye sabahlara kadar damarlarımı şişire şişire tartışabilen ben, bu konularda artık haklı çıkmak istemiyorum. Bu tıpkı Kasparov’un ömründe satranç oynamamış biriyle maça oturmasına benziyor çünkü. Adama challenge’ın tadını bile yaşatmıyorsun.

Musibetle konunun vahametini kavrayan Şövalye, ağlayan oğlunu yerden kaldırdı. Jelibon iki dakika sonra sustu. Üçüncü dakikada yine sepete girmeye çalıştı. Bu sefer sadece Jelibon değil, Şövalye’yle ikisi birden onay almak için gözlerini bana çevirdiler. Şövalye’ye ‘yuh artık’ bakışı fırlattım. Şövalye de döndü çocuğa, “Olmaz, Jelibon. Yok. I-ıhh. Şimdi olmaz,” dedi. Parmak sallama eşliğinde sert bir ‘hayır’dan anlayan Jelibon babasını sallamadan oturdu sepete.

Şövalye bu sefer müdahale edip onu sepetten çıkardı.
“Duruma göre, Jelibon. Duruma göre. Zıplamadan oturabilirsin mesela. Anlaştık mı?”
Jelibon hiç anlamamıştı. Sadece kafası karışmıştı. Bu da ağlamaya kaldığı yerden devam etmesine yetti.

Çarşamba, Aralık 14, 2011

İlk Kelimeler

Önce emiyor mu, sonra yürüyor mu, derken şimdi de herkes buna kilitlendi. Jelibon konuşabiliyor mu?

Hayır, hala konuşamıyor efendim.

‘Anne’ bile demiyor. ‘Anne’ hadi fonetik olarak zor bir kelime ama ‘baba’ da demiyor. ‘Teyze’ diyor. Onu da ‘Tızee’ gibi bir biçimde söylüyor. Hayriye Hanım’a sesleniyor yani. Hayır, ben de kendimi önce ‘anne’ deseydi, hadi olmadı bari bir an önce diyebilsin diye paralamıyorum. ‘Anne’ demiyor ama adımı biliyor. Parktaki bir arkadaşıyla adaşız. Evde de herkes bana adımla seslendiğinden onu da kaptı gibi.

Ama en komiği ‘Azize’ demesi. Bunu çok net söylüyor. Bu da arkadaşının bakıcısının adı. Yani adamın anlaşılır biçimde telaffuz ettiği ilk kelimesinin ‘teyze’, ikincisinin de ‘Azize’ olması bayağı komik. Hadi ‘teyze’ sorununu çözer de ‘Azize’ ne alaka?

Üzülmeyeyim diye de ‘oğlan çocukları geç konuşur’ diyorlar. Erken konuşsa ne olacak ki? Eninde sonunda (bu yönde bir sağlık sorunu yok gibi hani) konuşacak işte.

Erken yürüdüğü için canıma okundu zaten. 9 aylık yürür mü insan? Akıl 9 aylıkken hareket eden bir insan yavrusu etrafındakilerin totosuna yer yüzü göstermiyor. Erken konuşup bari beynimi şişirmiyor işte. Ama konuşursa hareketliliği de azalırmış, konuşabilip derdini anlattığı için rahatlarmış.

Pek de derdinden hareket etmiyor sanki bizimkisi. Daha çok keyfinden hareket eder bir hali var. Mesela, eve biri mi geldi? Antrede tap dance yapar. Sonra koş koş koş. Evi turlar. Bir deliğe saklanır. Sonra ‘cee’ diye çıkar. Sevinirseniz bunu yüz kez yapar.

Bir lokma yemek mi yedi? Koş koş koş. Evi turlar. Tur esnasında gözüne bir nesne kestirir ve onu kemirir. Kapıları çarpar. Evin bütün ışıklarını yakar. Kalkıp söndürürseniz bunu tekrar yapar.

Parkta en yüksekteki kaydıraktan kaymak üzere bütün merdivenleri bir çırpıda çıkar. Ama kaymaz. Geri iner. Onlarca çocuğun arasında gövdesi büyük ama aklı küçük ve kalabalığın tersine hareket eden çocuğu ezdirmeyeyim diye siz de onla çıkıp çıkıp inersiniz.

Merdivenlerle bir aşk ilişkisi var Jelibon’un. Gördüğü her merdivene çıkmak ve hepsinden geri inmek ister. Ama takılır işte. Saatlerce bunu yapabilir. Siz de iki büklüm iner çıkarsınız onunla. Düşerse tutmak için.

Pusetinde asla oturamıyor ne zamandır. Sokağa çıktığında hep yürümek istiyor. Pekala. Yürüsün di mi?

Mümkün değil. Düzgün bir hatta yürümediği gibi elinizi de tutmak istemiyor. Ortama bırakılsın ve aranıp sorulmasın istiyor.

Eeeh, yeter artık diyip pusetine bağlamayı başarırsanız da saatlerce bağırabiliyor. Bazen o pusette bağırırken depar atarak onu sürerseniz hızdan hoşlanıp susabiliyor. 35 yaşında bir kadının sokaklarda ciyuuuv miyuuvv diye bağırarak puset sürmesi de tuhafsanıyor haliyle.

E şimdi ben bütün bu anlattıklarımda bir derdini anlatamamak bazlı bir aksiyon göremiyorum. Adam neşeden içiyor. Kederden değil. Dolayısıyla konuşmayı sökmesinin totosundaki kurtların dökülmesine sebep olacağını sanmıyorum. Bu da alakasız telaffuz edip durduğu ‘Azize’ kelimesi gibi dert bazlı kelam etmediğinin bir başka işareti.

Bir kere ben anladım ki Jelibon sözlü anlamda muhabbet kuşu gibi. İşine yönelik konuşmadığı gibi en çok ‘ce’ ve ‘ze’ seslerini seviyor adam. Tıpkı kuşlar gibi şarkılar dinlemeye bayılıyor. Bir kelime öğreticem diye öldür allah tekrar edip durursanız tepesinde strese giriyor. Bir şeyi öğrendiğinde de susturamıyorsunuz. Şimdilerde nonstop ‘Azize’ kelimesini duyuyoruz kendisinden. 'Cici' de diyor bazen yerli yersiz.

Bir de cevaben ‘gel’ diyor. ‘Del’ şeklinde söylüyor onu da.
Gel diyorsunuz. O da ‘del’ diye cevap veriyor. Gel. Del. Gel. Del. Böyle uzayıp gidiyor. Geldiği falan yok. Arka odadan ‘gel’inize ‘del’ diye cevap verip duruyor.

En azından ses verdiğinde başının belada olmadığını anlıyorum.
Böyle tuhaf bir dil geliştirdik işte kendimizce.