Cuma, Nisan 14, 2006

Taksi Sohbetleri - Helsinki

Omrumde gordugum en sessiz millet olan Finlilerle tabii ki sohbet de edilmediginden ariza da cikmiyor. Karlar tasa topraga degil de Finlilerin ses tellerine dusuyor sanki. Restorana giriyorsunuz hinca hinc, catal bicak sesi bile olmadigi gibi fonda tatli bir yemek muzigi bile yok. Muzeye gidiyorsunuz, kapida bilet icin beklesiyorsunuz. Yuz adet 10 yasinda ilkokul veletini toplanmis goruyorsunuz. Baslarinda ogretmenleri muze gezecekler ders niyetine. Bir fisilti dahi duyulmuyor. Ben ilkokuldayken Istiklal Marsi soylenirken bile - ki kiprasirsak carpilacagimiz iddia edilirdi- illa bir itis kakis, bir nara, ne bileyim bir ciyaklama olsun duyulurdu. Kendimizi boyle ifade ederdik. Bu sessizlik bana acikli bir feryattan daha dokunakli geldi. Ilk kez kendimi bir yerde silme yabanci hissettim. Disari cikip ahaliye karismak yerine otel penceresinde oturup disariyi seyredisim Lost in Translation filminin yeniden cekimiydi sanki. Bunda sogugun da etkisi vardi tabii. Ahali bagrina basmiyor, soguk da cok fena canimi yakiyor, bari kendimle eglenmek icin 'karlar duser/duser duser aglarim' diye sarkilayarak dolandim sehirde. Tabii bu bes dakikada bir kendimi bir dukkana atip isinma molasi vermeme engel olamadi. Ne 'Yaylalar' ne de 'Eye of the Tiger' aciya tahammulu bu cografyada gereken seviyeye yukseltemez. Ha, bir de bunu oranin baharinda yaptim. Ne gunduzler kisacikti ne de hava sicakligi en dipteydi. En kotuye sahit etmedi Mevlam beni.

Donus ucagim sabah 6'da oldugu icin gecenin ucunde bir taksi cagrildi, bindik. Sofor, kadin. Bu ulkede tir soforunden sokak copcusune, politikadan jet pilotluguna kadar erkek egemen her iste kadinlar calisiyor zaten. Erkekler evde cocuk bakiyor. Finli erkekler degil ama, onlar ne yapar bilmiyorum. Zira kadinlar hep Ortadogulu, Akdenizli adamlarla evli. Belki de cazgır tayfa evlere kapatıldığı icin ya da belki de çeneleri donduğu için ortalık bu kadar sessiz. Bu son 20-25 senenin hikayesi oldugu icin yeni nesil sari kafa da degil, artik yari Akdeniz genleriyle kumrallasmislar.

Yol boyu biz konustuk sakin sakin. Sofor Abla isine bakti. Havaalanina vardigimizda taksimetreyi gorebilmek icin one dogru egilirken "Ne kadar tuttu acaba?" dedim. Abla arkasina donup "Yirmiyedi bucuk Euro," dedi. Turkce dedi! Fesim uctu! Allahtan kadina kil olup bir sey dememistim rahat rahat, Turkce Turkce. Hos, yine de bir tepki verecegini sanmazdim ya.

Esi Turkmus. Marmaris'ten almis. Ulkede 'Marmaris Damatlari' diye adlandirilan bir kavram var. Turk erkeklerinin %90'i guneydeki tatilci yerlerinden devsirme garson. Turksen ve erkeksen 'Marmarisli misin?' diye soruyorlar illa ki.

Heyt be. Yurdum erkegi Turkiye'de karisina geceleri taksi soforlugu yaptirir mi be? Evden uzakta yargilar da uzamakta galiba.

Perşembe, Nisan 13, 2006

Amerikan Draması

Sabahlari yolum uzun. Radyo dinliyorum cogu zaman. Uykumu alamamissam enpiar menpiar (NPR- National Public Radio. Bir nevi Bayrak Radyosu. Ciddi sohbetler iceriyor) falan bayiyor. Eller havaya bir seyler gerekiyor. Iste o zaman sabah sekerlerini dinliyorum. Elalemin hayatina vay vay ederek gunde bir bucuk saat geciriyorum. Su American Beauty filmi gercekten cok esasli. Onun cesitlemeleri yapilmali bence. Orda kalmamali. Bir haftadir bir baska Amerikan guzelligine sahit olmaktayim. Soyle ki:

Hersey Pazartesi gunu basladi. Sabah radyoyu arayan bir kadin hungurt bagirt bir suredir beraber yasadigi nisanlisinin onu aldatmis oldugunu henuz ogrendigini, Cumartesi dugunleri oldugunu, bu durumda ne yapacagini bilemedigini anlatiyordu. Gectigimiz Cumartesi aksami elemanin bekarliga veda partisi varmis. Erkek erkege yapilan bu partilerde striptizci kizlar olur, ayi geyikleri yapilir falan. Iste eleman partisindeki stripcilerden biriyle fifi yapmis. Cok sarhosmus. Cok gaza getirilmis. Ne yaptigini bilmiyormus ama sonra cok pisman olup nisanlisi hatuna soylemis. Hatun sok sokella radyoda anlatiyor butun olan bitenleri. Ha bire dinleyici telefonlari baglaniyor, bekarliga veda partilerinde olur boyle seyler diyenler, ben hayatimda gormedim diyenler, arada arayan striptizcilerin catalli sohbetleri, derken ortalik karisti iyice.

Bes gun sonra dugun var. 200 davetli, memleketin cesitli yerlerdinden geliyor. Oteller, salonlar, cicekler, pastalar, hersey hazir. 20 bin dolar harcanmis. Kizimiz ikircikli. Radyonun derdi reyting. Iyi de is yapti. Ben bile ise geliyorum, park ediyorum arabayi ama cikamiyorum muhabbet nereye baglanacak diye birkac dakika beklesiyorum arabada. Hergun ayri bir tat, ayri bir karmasa ekleniyor duruma.

Bu sabah kizimiz yalniz kalmak ve durumu eni konu dusunmek icin otele ciktigini soyledi. DJ'ler sempati yaptilar. Hatun benzer bir durum yasamis bir arkadasinin evlendigini ve 5 yildir da cok mutlu olduklarini soyledi. Ama tam aksi seylere de sahit olmus. Bir aldatan hep aldatir, yargisi dogru mudur diye tartarken aslinda kendisinin de yapmamasi gereken seyleri yapmis oldugunu farketmis. DJ'ler atladi, ne yaptin, diye. Universiteden beri bir arkadasi varmis ve alti ay kadar once onunla bulusmus. Evlenmeye dair endiselerini falan anlatmis. Ne yaptiklarini israrla sakliyordu. DJ'lerin "What did you do with him?" sorusuna ise bahsi gecen arkadasinin erkek degil, kadin oldugunu soyledi.

Simdi butun Atlanta erkegin bekarliga veda gecesinde yedigi haltin halttan sayilip sayilmayacagini tartismayi birakti; kadinin kadinla aldatmasinin aldatma sayilip sayilmayacagini tartisiyor. Bunlari tek tek teoride vaktiyle tartismisligimiz olmustu ama ustuste ve ayni hikayede pratige dokulmelerini ben "only in America" diye tanimlamak istiyorum. Bakalim evlenecekler mi, merakim cezboldu artik hafiye birakmaz ucunu.

Çarşamba, Nisan 12, 2006

Amerikan Güzelliği

Filme neden 'American Beauty' dediklerini merak ettim. Filmde Lester'in (Kevin Spacey) Angela'yi (Mena Suvari) yapraklariyla kapladigi gulun ismi 'American Beauty'ymis. Sozluk anlamina filmden boyle bir gonderme yapilmis. Mecazen, disardan mukemmel gozuken hayatlarin icyuzundeki umutsuzluk, hayal kirikligi, yalnizlik ve mutsuzluk anlamini cikardim ben.

Amerika da boyle bir yer zaten. Sabahlari muntazam ve konforlu evinden cikip tertemiz bahcenden gecip rahatlikla satin alabildigin luks arabana binersin. Asla camur ve toz tutmayan agacli, cicekli pufurdek yollardan kaymak gibi akarak isine gidersin. Rutindir isin. Bazen krizler ciksa da insan arizasi yasamazsin. Taslar oturur. Sorunlar cozuluverir. Lakin, Amerikan guzelligi ciladir, kesif yalnizliginin ve naifliginin uzerine cekilir. Cilaya karisamadiysan vay haline. Disardan bakan herkes piriltina hayran kalir. Aksamlari muntazam evindeki rahatin icine girerken bu resmi bu kadar guzel tutmaya neden mecbur oldugunu anlamadigindan solucanlar yer icini kitir kitir. O solucanlar beyninin ve kalbinin etleriyle beslendikce kaybedersin. Zira sarki da soyler ya karismadiysan kahrolursun diye:

ya disindasindir cemberin
ya da icinde yer alacaksin
kendin icindeyken
kafan disindaysa
çaresi yok kardeşim

her akşam böyle içip kederlenip
mutsuz olacaksın
meyhane masalarında kahrolacaksın

Obsesif kompulsif bir hayattir bu. Gunde 16 saat evini temizleyen temizlik hastasi bir ev hanimi gibi adeta. Devamli bir yerleri ovusturan, parlatan. Her toz tanesi omrunden bir sene goturen biri gibi tutmaya calismak bu hayati. Jilet gibi duzgun. Milimetrik detaylari ince. Olabildigine guzel olmaya mecbur olma hastaligi.

Taksi Muhabbetleri- Atina

Her yerden gozuken Parthenon'un dibine kadar gittik de girisini bulamadik. Don Allah donerken enteresan mahalli olaylara da taniklik ettik. Etraf diye tabir ettigim cemberin bir yerinde bir pazaryerine denk geldik. Etraf cingene dolu. Kisa boylu, esmer, cigirtkan insanlar eski pusku seyler satiyorlar. Yanibaslarinda sahaflar, minik eskici dukkanlari, esnaf lokantalariyla tam bir memleket manzarasi aslinda. Sapsari da bir sehir. Bizim Mersin'in aynisi. Dukkan sahipleri 'buyruuun' (ceviri degil bu, gercek) diye de cagirmiyor mu gelen geceni iceri. Haydaaa.

Sonunda ciktik Parthenon'a. Resimler cektik, dolandik, indik. Otele donucez, taksi bakiyoruz. Kosebasindaki taksici 37 Euro istedi. Haydaaa Iki. Otelden gelirken 13 verdik. Neyin 37'si bu? Pazar oglen 1'den sonra kafalarina gore fiyat cekebiliyorlarmis. Bu bir kural miydi, taksici kendi kralliginda miydi anlamadik. Cok da ustune dusmedik. Caddeden cevirmeye karar verdik. El kol salliyoruz ama duran taksilerin hepsinin icinde musteri var. Pardon, diyip geri cekiliyoruz. Catherine de ben de anlamiyoruz neden musteri varken durduklarini. Sari saclarini sucladim. Akdenizli erkeklerin sarisin bayani yolda birakmak istemeyislerine verdim, eglendik. Son duran taksiciye de pardon dedikten sonra bir baktik ki adam Ingilizce biliyor. Orada boyleymis adet. Musteri varsa bile ayni istikamete gidiliyorsa yeni musteri alabiliyormus. Hem de musteriler yolun ortak kisminin ucretini paylasiyormus. Atladik biz de. Hem ekonomik hem etkili bir cozum. Bu kismi memlekete pek benzemedi ama olsun.


Taksici janjan cikti. Elektronik muhendisligi ogrencisiymis. Haftasonlari babasina yardim niyetine calisiyormus takside. Cocuk o kadar efendiydi ki 'taksicilere Turk oldugunu soyleme' ogudunu bozdum. Derin bir sessizlik oldu. Sonra buyuk teyzesinin Turkiye'de oldugunu soyledi. Sonra Catherine'i sikistirdi.

Taksici: Turkiye'ye gittin mi?
Catherine: Gittim, evet. Istanbul'a
Taksici: Istanbul mu guzel, Atina mi?
Hafiye: Soru mu bu? Tabii ki Istanbul daha guzel.
Taksici: Ben ona sordum, sana degil.

Bu soru Catherine'e en az yuz kez soruldu birkac gun icinde. Istanbul dese karsisinda heyecanla cevabi bekleyen ve akabinde gurur yapmaya hazirlanan adama ayip olacak. Atina dese bana ayip olacak. Catherine, ikisi de ayri guzel, diyor, sisi de kebabi da kurtarmak icin ama arada kendi sisiyor. Bu arada ben taksiciye Istanbul'un bogazinin uzerine dogal guzellik olamayacagini, bir Parthenon'dan baska bu sehirde gormeye deger bisi olmadigini da soyledim. Hani ulkeyi ulkeyle kapistiriyorsak onun ayri bir munazara olacagini ama 'Istanbul mu Atina mi' konusunda tartismaya bile gerek olmadigini tartistim. Bu konuda da cok objektif oldugumu da birkac kez yineledim.

Neticede otele yaklastik ama varamadik. Taksici bizi indirmeye karar verdi. Araba cikamaz dedi, kibarca cak cuk etti. Araba yeni, canavar bir sey. Teknik imkansizlik soz konusu bile degil; kaldi ki yokus da heybetli degil. Vizir vizir aliyor baska arabalar yokusu. Neyse, odamiza gitmek icin mecburen yokusu yaya tirmanirken Catherine pufladi uzun uzun. Sonra dayanamadi, elini omzuma atarak "Istanbul daha guzel," dedi. "Tabii ki de," dedim, "Tartismasiz". "Ama," dedi. "Sen yine de burada bunu kendine sakla ki sefil olmayalim daha fazla"


Salı, Nisan 11, 2006

Taksi Muhabbetleri - Rio

"Cok gezen mi bilir, cok okuyan mi?" diye bir ortaokul münazara konusu vardir ya. Bu tip seyler icin "duruma gore degisir" der gecersin. O durumlardan birini bizzat yasadigim Rio'ya cevirmek istiyorum Hafiye'yi. Cok okuyan ansiklopedik bilgi edinirken cok gezen ariza edinir. Dunyanin en deli soforleri Sariyer-Taksim hattinda degilmis. Bunu ogrendim, mesela.

Geldigimizden beri ne zaman bir araca binsem yüregim agzimda ve olasi bir kazaya karsi ellerim kafami kucaklamis halde seyahat etmekteyim. Geyigine kanka bizi bir otobuse de bindirdi tecrube olsun diye. Otobüsün her ani freninde, her hasin vites degisiminde koltuklardan en az bes yolcu koridora dusuyor. Sonra kalkmak icin debeleniyorlar zelzeleli otobüste. Kanka buna guluyor. Bir cesit eglence edinmis kendine dokuz aydir memleket yaptigi yerde. Yerde debelenen kalabaliga karismamak icin parmaklarim morarana kadar kavramisim onumdeki demiri. Dualarla bu eglencenin sona ermesini bekliyorum. Yolun ortasinda uzerlerinden arabalar gecmis, kanlar icinde yere serilmis birkac adam da gordum. Baslarinda bazen birkac kisi oluyor. Yardim mi bekliyorlar, anlasilmiyor. Ben bakamam boyle seylere. Sag yanimizda bir milyon insan zevk-u sefa icinde yari ciplak gunesleniyordu. Yani basimizda bikinili, speedolu, tas vücutlu insanlar spor yapiyordu. Sol yanimizda favellar'dan uzerimize camasirlar, yikik catilar dusecek gibi egiliyordu. Eglenemedim trafikte. Kankaya da cinnet yaptim. Indik. Catherine'le bulustuk. Hala uykulu gozleri. Geldigimizden beri uyuyor.

Donus vakti kanka bildigi bir taksi duragindan taksiciye emanet ediyor Catherine'le beni. Havaalani uzak sehre. Ucagimiz da geceyarisi kalkiyor. Catherine taksiye biner binmez uyuyor. Taksicide duzgun bir Ingilizce var. Muhabbete basliyoruz. Severim taksici sohbetini ama bu adam ha bire futbol konusuyor. Ben de bilmedigim karanlik yollardan bizi goturen bu adama muhabbette kusur etmemeye calisiyorum.

Taksici: Iki tane cocuk var elimde. Biri askerde, cikacak birkac aya. Digeri burda. Harika futbol oynuyorlar. Cok gelecek var onlarda.
Hafiye: Yaa, ne iyi. Hayirlisi
Taksici: Aslinda, soylemiycektim ama, hadi tamam. Bunlar benim ogullarim. Kendi ogullarim diye demiyorum ama harika futbolcular.
Hafiye: Ne hos, ne mutlu
Taksici: Diyorum ki, sana ben bunlarin videosunu yollasam. Sen bu cocuklari pazarlasan sizin mahallenin takimina?
Hafiye: ??? Beyefendi, Amerika'da mahalle takimi yok. Olsa da bilmem ben. Zerre anlamam futboldan.
Taksici: Olmaz mi? Her mahallenin takimi vardir illa ki.

Once ısrarla yok, dedim. Sonra ısrarımdan vazgeçtim. Gotursun de bizi alana sag salim. Tamam dedim, bakicam. Alana yaklastik. Taksimetre 30 Real tuttu. 50 uzattim. Ustu yok, dedi. Para ustu kesin var. Her bindigimiz taksi aynı ayagı yapiyor. Yeter, aaa, oldum. Sinir oldum adama. Geri koydum parayi cebime. İyi ,o zaman, gel benle icerde bozdururuz, dedim. 6 dolar icin ne sekiller yapiyorum. Gicik olmusum bir kere. O sirada Catherine leylasi uyandi. Bagajdan bavulunu alirken adama parayi vermesin mi? Parayi alan sofor, pirr, kayboldu. Catherine'e cinnet yaptim. Hadi, allasen, gidelim, dedi.

Check-in'imizi yaptik, tam guvenlikten geciyoruz, polis elime bir kagit tutusturdu. Kagitta telefon numaralari vardi. Parmagiyla otede bana el sallayarak bagiran taksi soforunu gosterdi: MAHALLE TAKIMINA SOYLE, BU NUMARAYI ARASINLAAAAR!!! Seytan dedi atla siradan, cik, yapis bogazina. 20 REAL'imi GERI VEEEER. ALCAAAAAK.

Catherine ittirdi. "Yürü," dedi, "Yürüüüü. Ucagi kaciricaz. Biktim her gittigimiz yerde ahaliyle kapismandan"

Perşembe, Nisan 06, 2006

Tek Taraflı Ayıp

Birkac gundur zehir hafiyelerimiz memlekette birtakim meshur(umsu) kadinlarin pazarlandigi bir sebekeyi basmakla mesgul. Bu kadinlar para karsiligi unlu isadami ve futbolcularla beraber olmuslar. Olabilir. Tipik bir asayis masayis vakasidir. Hadiseye karisan isimlerin unlu olmasi tabii ki olayi populer yapar. (Meraklisina: hadisenin gundemdeki ismi 'Manken Operasyonu' ya da 'Barbie Operasyonu'dur) Yalniz benim anlamadigim,

-Neden fuhus yaptigi one surulen kadinlarin suclari ispatlanmadan dahi isimleri aciklaniyor da erkeklerinki sadece kodlaniyor ? Hos, o kodlardan kim olduklari anlasildi zaten ama burada bir saygi dengesizligi yok mudur?

-Neden kadinlar peslerinden kosan gazetecilerden gizleniyor da erkekler gizlenmiyor? Fuhusun ayibi kadina daha mi buyuktur? Gizlenmesinler, demiyorum. Utanmislardir, dogal olarak. Istemsizce saklaniyorlardir utanclarindan da...neden erkekler utanmiyor?

-Neden cinsel hastaliklari var mi diye fuhus yaptigindan suphelenilen kadinlari Zuhrevi Hastane'ye sevk ediyorlar da erkekleri etmiyorlar? Cinsel hastalik sadece kadina mi bulasir? Ya da kadinda mi yapisir kalir?

-Zuhrevi muayene yapilan 22 kadindan 17'sinde mantar ve akinti tespit edilmis olmasinin ne onemi vardir? Bunlar ivir kivir hastaliklardir, asagi yukari her kadinda donem donem olur. Bir hastalik cikmadi demek yeterince sansasyonel degil diye hastalik olsun, reyting dolsun, demek icin midir? Ondan once, hasta-doktor iliskisi gizliligi nerededir?

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=4203283&tarih=2006-04-05


Baştan Almak

Sabah sabah mujdeli haberi verdi Tim. Vietnam vize basvurumu reddetmis. Sebebini de bilmiyormus. Soyle de tahmin buyurdu aklievvelim benim.

Tim: Filipinler'de bekar ve guzel kizlara Amerikan vizesi vermiyorlarmis. Gelirler de Amerika'da evlenirler diye. Öyle bişi olabülür mü?
Hafiye: Su kurdugun mantiktaki bes hatayi bul, oyle konusalim.
Tim: Tahmin yürütüyorum, işte.
Hafiye: Tamam, en azindan iki tanesini bul.
Tim: ?
Hafiye: Tim, ben zaten Amerika'dayim. Vietnam'a gitmeye calisiyorum. Orada evlensem kime tehdit?
Tim: Dogru, haklisin.

Aklisira bana iltifat da ettigini saniyor. Genc ve guzelim diye (hehe). Bu isyerinde tum tembelligime ragmen beni basarilica yapan sey bu fark iste. Bu fark benim velinimetimdir. Nimete hiyanet olmaz. Bozmadim cocugu o yuzden.

Vietnam konsoloslugunu aradim. Zor dustu. Karsimdaki Vietnamli kadina anlattim derdimi. Anlamadi. Ben de onu anlamadim. Ismimi vermeyi harflerimi kodlayarak basardim ama pasaport numarasinda cakildik. Numarayi bes kez verdim.

Hafiye: Eight-six-four
Vietnamli Vizeci: Hua? Hua?

Keske harfler gibi rakamlar da kodlansa diyordum ki aklima muthis bir fikir geldi. Koseye sikismis aklimi normal zamanlardakinden daha heyecan verici bulurum zaten.

Hafiye: Eight as in one-two-three-four-five-six-seven-eight! Eight!
Six as in one-two-three-four-five-six. Six!

Ilkokul birinci sinifta carpim tablosuna "Yedi kere biir, yedi. Yedi kere iki ondort.." diye baslamadan 'yedi kere sekiz'i bulamayabildigim oluyordu. Bazen bastan saymak ayip oluyor diye icimden sayardim, sekize gelince icimin sesini acardim. Ayni seyi Istiklal Marsi icin de soyleyebilirim. Iki sene kadar once bir arkadasim aradi. Kankalarla yol seyahatindelermis. Muhabbet marsimiza dayanmis. 'Arkadas, yurduma alcaklari ugratma sakin' misrasindan sonra gelen misrayi unutmuslar. Sisip beni aramislar. Dedim hayatta aradan hatirlayamam. Bastan baslayalim. 'Korkma, sonmez bu safaklarda yuzen al sancak..'

Velhasil davetiyem yokmus diye reddetmisler. Oysa yollanmisti, elimizde fax raporu var. Gelen gidenin farkinda olmama hali olabilir mi? Insallah. Gezime iki hafta kaldi. Bunun cozulmesi gerek. Hayatimdaki hersey neden birer son dakika kasislari halinde cereyan ediyor, ben anlamamaya devam edeyim. Belki bunu da bastan alsak iyi
olacak.

Salı, Nisan 04, 2006

Mind Eraser

Bourbon'daki karaoke barda bir yandan coluk cocugun soyledigi 80li yillarin sarkilarini dinliyorduk, bir yandan da pina colada'larimizi hupletiyorduk. Agzimdaki asiri sekerli alkolden de, yapis yapis nemden de bayilmistim. Alex daraldi, basti gitti. Karsi taraftaki barlardan birinde olucam, dedi. E, iyi, dedik. Sikintidan yine Dülla'ya satastim. Otelle Bourbon arasi on dakikalik yuruyuse mizik yapmisti. Ustelik seyri bol Canal Street'e ragmen yurumek istemiyordu. Otel cok uzakta diye soylendi. O on dakikada yine yeniden cisi de geldi. Gunlerdir su iciriyoruz ona zorla. Bunyesi tutmuyor suyu. Yol boyunca kervan gecmez Mississippi benzinliklerinde yarim saatte bir cis molasi vermek durumunda kaldik. Onu yolda birakmakla tehdit ettim. Bu fikir hosuna gitti. Mississippi'nin gulu olurum, dedi. Sonra da su icmemekle bizi tehdit etti. Hayrina ne yapsak bize giriyor zarari. Ustune de mizik. Olsun. hadi, cikalim, dedim. Alex'i bulalim.

Karsidaki ilk bara girdik. Ismi Oz. Gey, lezbiyen bariymis. Iceri girer girmez zincirli izbandut bir hatun Düella'nın kolunu oksadi. Gayriihtiyari Düella'ya sokuldum. Bizi cift sandilar. Rahat biraktilar. Bara oturduk. Barmaid de izbandut. Bira istedik. Bosverin, size bir kokteyl hazirliyim, dedi. Tezgahin uclarinda Amerikan bayrakli tangalariyla tuysuz ve tas oglanlar dans ediyor. Arsiz bir gorgusuzlukle bayraklarin dalgalanmasini izliyoruz. Bir tanesi nasil bir elektrik aldiysa bizimkinden barin tepesinden indi ve Düella'yı omzundan optu. Bu sirada kokteylimiz hazirlandi. Bardakta kahverengi bir sivi. Icine uc pipet koymus hatun. Bir hupte bitirilmeliymis. Raconu oymus.

Hafiye: Ismi ne bunun?
Barmaid: Mind eraser
Hafiye: Ne var icinde?
Barmaid: Votka, kahlua, tonik
Düella: Neymis neymis?
Hafiye: Mind eraser
Düella: Eraser neydi?
Hafiye: Silgi. silen sey. Hafiza silici yani
Düella: Hafizamiz mi silinecek? Sabah kadinin yatagindan cikarmisiz, hatirlamazmisiz, hehe.

Barmaid bizimle sicak bir dostluk pesinde. Ucumuz birden huplettik ickiyi. Tadini sevmedim. Ozlem yine sordu, "Ismi neydi bunun?". Mind eraser, dedim. Gercekten ise yariyor galiba. Ha bire unutuyorsun adini. Gece boyunca en az 15 kez daha unuttu ickinin adini. Bazen 'mind'i unutuyor, bazen 'eraser'i. Alex'i bulamadik. Gunun ucuncu posta beignet ve cafe au lait'sini icmek uzere zorla Cafe du Monde'a surukledim onu. Karsiliginda otele yurumeyecegini deklare etti. Taksiye binip donduk uc adim mesafeyi.

Odaya girdik, yorgunluktan pestil olmustum, uyumak uzereydim ki laranlik odada Düella'nın kisik sesi yükseldi:

Düella: Ne 'eraser', ne 'eraser'di????
Hafiye: Mind eraser, Düella. MIND ERASER.

Pazartesi, Nisan 03, 2006

New Orleans Yolunda Bülbül Molası

Hemşerilerimle farkli eyaletlerde de olsak bayramında seyraninda tatilinde hazir evlerimizden uzak kovboylarken bir araya gelip birkac yer gezmisligimiz vardi. Hesapta bir yilligina geldigim Amerika'ya Turkiye'yi tasimadan onceki gunlerdi ve hala birkac ay içinde memlekete donecegimi düsündügümden gezi gorüye inanilmaz hiz vermistim. Bahar Tatili gelmisti. Hemserilerim, Hasan, Osman, Gokhan ve ben Mardi Gras'yi tecrube etmeye New Orleans'a gitmeye karar vermistik. Benim evde toplanildi, yol haritamiz cikarildi. Alabama'dan geciyorduk, hem de Montgomery'den. Bülbülü Oldürmek' in gectigi yerde. Internette hemen bir karistirdim. Romanin anisina bir mahalleyi halen koruyorlarmis, evler, bahceler, herseyler 1930'da donmustu. Gormem gerekiyordu. Yola benim arabamla cikiyor olmamiz bana bir pazarlik avantaji sagladi. Sozler verildi. Montgomery'de duracaktik.

Sabah planladigimiz saatte yola cikamadik tabii ki. Uyanamadilar ki! Montgomery'e yaklastikca da gec kaldigimizdan, durursak daha da vakit gececeginden dem vurmaya basladilar. Baktilar kulak asmiyorum, demi koyulttular. Cok fuzuliymis de, neden boyle salak seyleri merak ediyormusum da, bulbul kimmis de, uhuu, aldilar yuruduler. Inadim inatti. Duracaktik.

Oglen Montgomery'deydik. Turizm enformasyon burosuna geldik. Arabadakilerin suratini bir karis birakip sekerek iceri kostum. Brosurler, bilgiler istiyordum. Hayalimdeki Finchler'in evini gorecektim. Maalesef renovasyon yuzunden kapaliymis! Tam vahlaniyordum ki Hasan iceri girdi. Kapali oldugunu duyunca cigliklar atarak sevincli haberi Osman ve Gokhan'a yetistirmek uzere disari firladi. Hayal kirikligimdan etkilenen gorevli istersem F. Scott Fitzgerald'in evini gezebilecegimi, aslen onun da Montgomeryli oldugunu ve evinin henuz muze olarak acildigini soyledi.

Fitzgerald'i New Yorklu falan saniyordumdu. Great Gatsby 'si de sevdigim bir baska roman. Aman, ben buna da bir heyecan yapmiyim mi? Ne bereketli yermis Montgomery! Kucucuk sehirde tas atsan baba bir yazarin evine degiyor. Nedenini bugun hala irdelerim. Belki de mureffeh ama sakin, kimiltisiz yerlerde insanin eli kaleme gidiyordur. Belki de ayrimciligin ve tutuculugun en yogun oldugu yerlerde hassas bunyeler boyle disavuruyordur kendini. Depresif rockcilarin Seattle veya Iskocya'dan cikmasi gibi iklime dayali birsey midir, sosyal yapiya mi? Bu yazi kendini degisik yerlere cekmeden ben kendi hadiseme doneyim.Disari cikip elemanlara cok sevinmemelerini zira bulbul mahallesi yerine Fitzgerald'in evini gormek istedigimi soyledim.

Gokhan: Ya, yapma allah askina. Bin gidek, geciktik zaten.
Osman: Yemin ediyorum, yaramadi Amerika sana.
Hafiye: Ya bana ne ya. Siz iki cift daha cok meme goreceksiniz diye neden ben alikonuyorum?
Hasan: Ya kizim, bulbul diye tutturdun iki gundur. Yokmus iste. Don git, di mi? Her duyduguna atliyon. Fitzgerald mi ne haltsa, o hic hesapta yoktu. Duydun, tutturdun. Alla allaaa.
Hafiye: Hesapta burda durmak var miydi? Vardi. Ne degisti ki? Ha bülbül ha Fitz. Cok mu umrunuzda ki hangisinde durdugumuz?
Hasan: Sen bilin. Biz durmuyok.

dedi ve basti gaza gitti. Arkalarindan feryat figan kosturdum. Sonra kaldirima oturup agladim. Montgomery sokaklarinda bir Adana Adliyesi manzarasi yasandi. Drama dozu bol bir reality sov oldu. Geri döndüler. Arabaya aldılar. Sandım ki dayanamadılar aglamama. Gidiyoruz Fitzgerald'a. I-ııhh. Sert bir dönüşle otobana girdik. Kandırılmıstım. Annesinden kacirilmis cocuklar gibi New Orleans'a dogru saatte 80 mil hizla bagirdim da bagirdim. Soz verdiler donüste ugrayacagimiza. Burnumu ceke ceke razi oldum. Baska carem yoktu.

Dönüşte Montgomery'den gece yarısı gectigimiz icin duramadık tabii ki. Hala hıncı cıkmamıs bir ofkedir icimde.

Cuma, Mart 31, 2006

Edebi Hafiye

Cuma Cuma icinizi bayicam ama beni pek heyecanlandiriyor boyle seyler. Gecen aksam Capote'yi seyrediyordum. Evet, agir film. Amerika'nin 50 ve 60'li yillardaki en unlu yazarlarindan Truman Capote'nin en bilinen romani, In Cold Blood'i yazis sureci anlatiliyor. In Cold Blood, yazarin ilk gercek hayattan alinti (non-fiction) romani. Bir ara gazetecilige sardirdigi donemde New York gazetelerinde kucuk bir haber olarak cikan Kansas'in kus ucmaz bir kasabasinda ciftci bir ailenin iki sosyopat tarafindan katledilmesini anlatiyor roman. Capote gaydir ve enteresan kiliklarda dolasmayi sever. Bu yuzden kucuk kasaba halkinin onla iletisemeyecegini varsayarak yanina Harper Lee'yi alir ve Kansas'ta aylarca kalarak olayin cozumlenmesinden cok olayin kasaba halkinin ve katillerin ic dunyasinda yansimasini arastirir. Arastirmasi sirasinda katillerle arasinda bir gonul bagi olusur vs vs.

Butun bu olay orgusunde benim ilgimi Harper Lee cekti. Harper Lee, benim en en sevdigim romanin, Bulbulu Oldurmek'in (To Kill a Mockingbird) yazari. Ortaokulda zoraki okutturulan bu romani hala neredeyse her sene tekrar tekrar okurum. Yazari hakkinda bildigim tek sey baska romani olmadigiydi, o kadar. Bu filmde Capote'nin dostu cikmasi onun hakkinda ogrendigim ikinci sey oldu. Sonra gelsin google'lar, gitsin arsivler. To Kill a Mockingbird' deki Dill karakterinin Capote oldugunu, Capote ve Lee'nin cocukluklarinin Alabama'da komsu evlerde gectigini ogrendim. Romanda Dill zaten bir sureligine teyzesinde kalsin diye oraya yollanmisti. Annesi turneye cikmis saibeli bir kadindi. Capote'nin gercek yasamindaki cocuklugu gibi yani.

Buyuk bir iddiaya gore de To Kill a Mockingbird'i Capote yazmis. Lee'nin basilmis baska eserinin olmamasi da bu iddiaya en buyuk destek olarak gosteriliyor. Filmde de buna dair muallak gonderimler var. Yikildim sanki. Ya iddialar gercekse? Sonucta hala en sevdigim roman olacak ama bir kere aldatilmis, bir kere guvenimi kaybetmis olacagim. Yikilacak sey bulamadim hem de memleketin onca sorunu varken.

Oysa ki ben To Kill a Mockingbird gezileri bile duzenlemis ama nedense kotu nazarlarla karsilasmis bir insanim. Hikayenin ozeti: Mart 2000. Adanali erkekler ve ben Mardi Gras icin New Orleans'a gidiyoruz guney eyaletlerini gece gece. Benim derdim romandaki izleri surmek, onlarin derdi malum yuvarlak tepeciklerden mumkun oldugunca cok gormek. Yarin anlatirim bu trajikomediyi. Bugunku edebiyat tarihi bayintisi uzerine haliyle yarinki maceranin reytingi daha yuksek olacak. Ticari kaygilar kor olsun.

Zaviye, Haviye ve Hafiye

Ne zaman duzenli spor yapsam kilo aliyorum. Maratonlar kastigim donemle kimildamadan yasadigim donem arasinda gobek cevresinde bir tekerlek fark var alenen. Gectigimiz kis duygusal, kariyersel, kimliksel dalgalanmalara biraktiydim kendimi. Ruhum hareketlendikce vucudum uyustu. Hissiyat kabardikca gobek kuculdu. Ne yemek pisirdim ne yedim ne de disardan paketledim. Protein barlarla yasadim koca kis. Pelinat sirf bu yuzden iyi astronot olacagimi dusundu. Uzay istasyonunda caanim pizzalarin pastalarin eksikligine cok da aldirmadan, yemek tabletleriyle mutlu mesut seneler gecirebilitem yuzunden. Beni biraksalar yemeden, icmeden, hareket de etmeden yasayabilirim galiba. Fotosentez falan mi yapiyorum, anlamiyorum. Ben bir bitki, kuruldugum yer bir saksi. Lafi cok uzatmiyim. Bahar geldi. Buna bir son vereyim, istedim. Kostukca istahimin acilacagini biliyorum. Bu acik istahin beni 'ne yesem' dertlerine surukleyecegini; tembelligim yuzunden de gofrete biskuviye sardiracagimi bile bile yeniden duzenli kosmaya basladim.

Bugun oglen, hava guzel, ben azimli, kolumda mp3-calarim, kulagimda muzigim, basladim rappidi rappidi. Yanimsira ucaklar kalkar, ben kosarim. Aramizda bir tel orgu, o kadar. Jet benzini soluyarak pek saglikli yasam kosumun temposunu tutturdum tam diyordum ki aa, yanimda bir araba durdu. Xavier. (Zaviye) Yaninda da Javier (Haviye), ben de Hafiye. Olduk mu bir acaip uclu. Zaviye, bizim sirkette expat bir Fransiz. Javier de Meksikali ekurisi.

Zaviye: Manyak misin, kizim? Atla Oz'a (pizzaci) gidiyoz.
Hafiye: Yok, ben gelmiyim.
Zaviye: You ağğ tu ameğiken. Boyle oldugunu bilmezdim
Hafiye: Abi faydali ne yapsak, 'cok amerikeen' diyip duruyosun, ya. Git ya. Tempomu dusuruyorsun.

Zaviye ve Haviye birer sigara yakip keh keh guluyorlar bana. Bir yandan da arabayi benim kosu hizimda bana paralel surmeye devam ediyorlar. Araba????

Hafiye: AAA. Renault 5! Inanmiyorum sana. Memleketten araba mi getirdin?

Araba aslinda Clio ama arabanin gecmisiyle dalga gecmek adina '5' dedim. Fransa'da Fransizlarin boyle geyiklerine sahitligim var da, ondan yaptim, bildigimden degil.

Zaviye: Tabii ki de.
Hafiye: Abi, araba mi yok burda? Hem de daha kaliteliler. Bir de minnacik bu. He he. Sen de minnaciksin. Yakismissiniz birbirinize.


Hatta yarma Fransizcamla bir de "Petit homme, petite voiture" (Kucuk adam, kucuk araba) dedim mi ustune? Dedim.

Zaviye: (Aglamakli bir sesle) Kirdin beni cok.
Hafiye: Ozur dilerim, sey, bak ben...pardon, oyle demek istemedim


Allem kallem Zaviye beni affetmez. Biliyorum ki bu affetmeme de trip. Alindigindan degil. Oyun oynamayi seviyor. Ben de bazen "tu ameriken" ortamdan sıkıldıgımda iki kelime geyik yapabildigim nadir insanlardan oldugundan izin veriyorum oyununa. Ancak tel orgulere tirmanip ucaklara el sallayip 'Zaviye, muthis bir insaaan' diye cigirirsam affedermis. Yaptik artik mecburen.

Bir havaalani guvenlikcisi panikle bana dogru kosmaya basladi. Ben panikle kendimi asagi attim. Zaviye zevkten dort kose uzaklasti. Haviye butun bu olan bitene sadece guldu. Kosumun geri kalaninin da bana ancak psikolojik faydasi oldu.

Salı, Mart 28, 2006

Doğumgünü Mektubu

Sevgili Düella,

Yaslaniyoruz diye cok agliyoruz ya. Dogumgunun vesilesiyle bu yaslanma mefhumunun yeniden bir uzerinden gectim sabah 40 dakika suren ise gelme suresince. Dogumgunlerinde iyi tarafindan bakilir ya hayata.Bu sabah da oyle oldu. Iyi tarafindan bakarsak sadece lak lak yapacagimiz gunlere - takriben 30 yil sonrasina- daha yakiniz. Emeklilige dair harika planlarin vardi ya. Flulasan kamera ve arp muzigi esliginde zamanda ileri gidersek:

Emeklilik gunleri baslamistir. Gozu once Etiler Huzurevi'ne diksen de oraya alinmayacaksin. Oraya girmek icin coook onceden plan, program ve basvuru yapmak lazimdir cunku. Butun şaptiliginle emekli oldugun gune kadar deli gibi calıştıgından emekliligin ilk gunu bundan sonrasini planlamamis olmaktan muzdarip geckin sokak serseriligine baslamazsan neyim. Neyse, B planin da vardi ya, hani. Sabahci muhabbetlerimizden cikariyorum bunlari. Hani 60'larimizda da bekar olacagimizi varsayiyorduk. Ya hic evlenmemis olucaz ya da zaten kocalar uzun dayanmiyor, mefta oluyorlar diye dul. Kendi-huzurevini-kendin-yap modeliyle kendimize Sapanca Mapanca kilikli bir yerde kooperatiften birer daire alicaz. Bir apartman dolusu dul/bekar geckin kanka. Altin Kizlar'in ayni cati altinda ama farkli dairelerde yasayan cesitleri.

Düella, yalniz senin SSK emeklisi maasin yakit parana bile yetmiycek, sonra Yonc'a ya da bana tasinman gerekebilir. Basta oyle, ayri ayri oturucaz, ayni ev olmaz, diyordun da hani aci gercekleri tekrar hatirlatmakta fayda var. Her daim 40 derecede fokurdayan evin, sonmeyen isiklarin, kapiya her gelene savurdugun bahsislerin SSK ayligiyla yapilacak cilginliklar degil, benden soylemesi.

Oysa bir bardak su yetiyordu saclarini islatmaya
Bir dilim ekmegin, bir zeytinin basinaydi doymamiz


olacak mutlulugumuzun jargonu. Her gecen yil buna daha da yaklasiyoruz. Bu durum seni korkutuyor mu bilemem ama beni bilakis heyecanlandiriyor.

Az kaldi.

Hafiye

Pazartesi, Mart 27, 2006

Tuvaletteki Vicdan

Kupkup onemli bir noktaya parmak basti yorumlarinin birinde. Gecen yil Bangkok'ta tuvalette bekleyen servis elemanlarindan bahsediyor. Siz tuvaletten cikinca muslugu acan, elinize sabuk sikan, sonra havlu uzatan tuvalet gorevlileri. Kupkup rahatsiz olmus, alisik degil bu duruma. Kupkupcum, bu dedigin tuvalet ici elemanlari buradaki kimi janti kuluplerde de var. Aynen havlu tutmaca, sabun sikmaca. Beni de rahatsiz ediyor gercekten. Bir keresinde butun bir gecemi mahvettiler. Soyle ki:

Bir kulupteyim iste, hatirlamiyorum neresi. Egleniyoruz, cosuyoruz. Tuvalete gidiyorum. Bir teyze, aynen dedigin gibi musluk aciyor, sabun sikiyor, havlu uzatiyor. Hatta da kadinlar tuvaleti oldugundan olsa gerek, bir suru kozmetik de var ortamda. Istersen onlari kullanaraktan makyajini toplayabiliyorsun. Ne bileyim boy boy tampon, ped falan da var sepetinde. Bir kadin icin yok yok yani. Havlu uzattiktan sonra tuvalet teyzesi bir el kremi fiskirtiyor avuclarima. Parfumlu bisi. Ne guzel, ne guzel de...benim icim icimi yiyor. Tuvalette bir pohpoh teyze oldugunu bilmeden gelmisim, cantam yanimda degil. Teyzeye verecek param yok. Oraya da yazmis teyze, zorunlu degil, gonullu diye. Gonlunuzden ne koparsa misali. 'Cantam yanimda degil,' diyorum ve kafami onume egip disari cikiyorum. Bir utanc bir utanc.

Hinca hinc kulupte zaten yuzlerce insani yarip tuvalete guc bela ulasmisim, siralar bekleyip tuvalete girmisim. Yerime de ayni cileyle dondukten sonra benim nesem kacti. Vicdan meselesi yaptim. Cuzdanda haril haril bir iki dolar bozukluk aramaya basladim. Parayi bulucam ve gidip ayni iskencelerden gecip pohpoh teyzeye vericem. Kanka, 'manyak misin, salla,' diyor. 'Dogru diyorsun,' diyorum. Bes dakika duruyorum. Yok, gene batiyor. Olacak gibi degil. Otesi kompulsiyon. Biliyorum. Cuzdanda bozuk da yok. Kanka hasbinallah cekip kendi cuzdanina bakiyor. Onda da yok. Bir yirmilik cikarip bozdurmak icin kalabalikla cebellesip bara gidiyorum. Bir arbede cikiyor ve ben yirmiligi dusuruyorum. Hemen egilsem, bir egilsem, alabilecegim ama kalabaliktan bu mumkun olmuyor. Yedigim dirseklere ve basilan ayaklarima ciyaklarken yerdeki yirmilik yok olup gidiyor. Yerime donmem yarim saat aliyor. Doner donmez de, gidelim, diyorum. Yeter, geldi bana. Kanka bir kufrediyor. Vicdanima da ecdadima da. Birkac morluk, arbedede kopmus ayakkabimin aksesuar susu seysi, bozuk bir moral ve eksi 20 dolarla geceyi kapatiyorum.

Oysa Allah bilir bu gece iyi baslamisti
Eglenmeyeydi ilk açılışı gecenin, sırf onaydı


Perşembe, Mart 23, 2006

Istek Yazi- Nostaljik Is Gorusmesi

Hic utanmasi yok okuyucularimin. Ne guzel bir yazar bulduk, bizi mesalesiyle aydinlatsin yerine ha bire istek yazi yollaniyor, iyi mi? Caponya'da Kupkup eski bir is gorusmesinde hirsizlikla suclanma; Istanbul'dan Java cok onemli oldugunu iddia websitesine sirket ici halleri anlatan adapli, eglenceli hikayelerimi; Richmond'dan Citir ise kendime dair daha ice donuk seyler yazmami istettiler. Alper'e de ben soz verdim, 'bir fotograf bin hikayeye bedeldir' minvalli bir yaziyi. Ben de yazi cizi dunyasinin Mustafa Keser'i olarak sirayla istek yazilarimi geciyorum. Kupkup, uc haftaya yanina gelecegim. Beni Tokyo'nun 'atraktif' yerlerine goturup 25 metrekarende misafir edeceksin diye sana kiyak ilk senin isteginle basliyorum. Tum sevdiklerin icin geliyor:

Efendim, sene 1998, aylardan Agustos. Pelinat dort gunlugune diye gitmis Bodrum'a. Haftalardir orda. Ha bire telefonda ben de yanina gideyim diye ciyakliyor. Derdi ben miyim yoksa gelisimle kisa sureligine gittigini sandigi icin yetmeyen kiyafet stoguna destek goturmem mi, bilemiyorum. Ama ben akilli uslu ve bilincli bir yeni mezun olarak kendimi is aramaya vermisim. Ortalik da kotu. Memleketin krizli zamanlari. AC Nielsen'da bir pozisyon var, nasil icim gidiyor. Pazar arastirmacisi olmaya bozmusuz niyeti o aralar. Randevum var ogle saatinde X Hanim'la.

Gittim bes katli dar bir binadalar. En alt kattaki resepsiyonist beni biraz beklettikten sonra X Hanim'a yolluyor. Besinci kattaymis. Asansorden cikar cikmaz sagdaki ilk oda. X Hanim beni oturtuyor. Hos bes. Kapisini kapatiyor. Telefonu susmuyor. Daha merhabadan oteye gecemedik, uc telefon geldi. Onlari kapatti. Sonra 'tamam, gercekten cevaplamiycam sonrakileri. Evet, Hafiyeeee' dedi ve kapisi calmaya basladi. Ama tik tik, degil. Gum gum. Bir de kadin cigligi eslik ediyor yumruga. Hani cevap verilmeyecek turden bir kapi calis degil. X Hanim yerinden kalkti, kapiyi acti. Solaryum karasi bir genc kadin ciyak ciyak bagiriyor. Cep telefonu ve cuzdani gitmis. Masasinin ustundeymis, iki dakika su icmeye gitmis. Yeller esiyormus yerinde. Biraz sakinlessin diye X Hanim, onu iceri aldi, oturttu. Sonra hep beraber fikir yurutmeye basladilar. Cuzdan ve telefonun en son gorulme saati ve mekani hatirlandiktan sonra ne olmus olabilir ihtimalleri tartisiliyor. Anlasilan son gorulme aniyla kaybolus ani arasindaki zaman cok cok kisa. Solaryum, "Bu kata en son kim cikti?" dedi. X Hanim gozlerini bana dikti. Solaryum onu takip etti. Susakaldim. Ellerim titriyor. Basim da donuyor. Suracikta bayilirsam? Profesyonel olmaz, di mi? Bu bir is gorusmesi mi? Anneeeee!!! Isterseniz cantama bakin. Isterseniz gecmisimi arastirin. Ben bu isi cok istiyorum. Bari bir konussaydiniz...

X Hanim'in odasindaki panik butun kata yayiliyor. Sonradan gorusmeyi tekrarlayacaklarina dair bir seyler soylenirken kuskulu bakislar uzerimde, suklum puklum ayriliyorum binadan. Sonradan aranmiyorum tabii ki. Hatta duyuyorum ki sosyolojiden SPSS bildigini sanan cocugu almislar ise ve alti aya kalmadan da NY ofisine expat yollamislar. 21 yasindaydim, biraz hirsliydim da. Simdi boyle seyler olunca tokadimi gecip teshir ediyorum ama o zamanlar feci icim kiyiliyor.

Neler gordum neler geldi basima
Duse kalka geldim ben bu yasima.
yani.

Pittsburgh Delibozukluklari

Şükü once tokadini gecer. Sonra cok hirpaladigini dusundugunden degil ama attigi tokatlari gercekten unuttugundan oksama faslina gecer. Simdi o biiir doktor. O biiir tip doktoruuu. O Amerika'da uzman cavus romatologu. Haliyle kizcagizin eli artik para gormeye baslamis. Beni Pittsburgh'un en janjan restoranina goturdu. Le Mont denen Fransiz restorani Pittsburgh'un bir tepe noktasinda; uc nehrin birlesimine, sehrin isiklarina falan yukardan baktiginiz koko bir yer. Biz oraya hippi mahallesinde mor farli, hizmali genclik arasindan cikip gittik. Kotumuz, kazagimizlayiz. Şükü restorani aradi kiyafet zorunlu mu diye. Adamlar, 'kravat takmanız gerekmiyor,' dediler. Hayır, sagolun zaten takmıyoruz da. Kotla gelsek olur mu, dedi Şükü. Adam da yakisiyorsa kotun gelebilirsin, dedi. Şükü kikirdedi.

Ac miyiz, hayir. Hic degil. Butun gun yemek yemisiz. Oturduk, manzara nefis, insanlar piriltili gece kiyafetleriyle salinimdalar. Ben dayanamadim, caktirmadan kotumun en ust dugmesini actim, gobegime ozgurlugunu bagisladim. Tokluktan uykum gelmiş zoraki ne sipariş etsem diye düşünüyorum. Bögurtlenli ördeklerimiz geldiler. Yiyemedik tabii. Eve goturulmek uzere kutulandilar. Garson amca israrla sarap diyor, tatli diyor. Ayıp olmasın diye tatlı soyluyoruz. O tatlınin da kreması bademli amaretto mu ne, sevmiyoz. Zoraki siparişin yahnisi. Kremasını sıyırma cabaları sonucunda geriye bir şey de kalmıyor. Didik didik bir çikolata/biskuvi yığını. Bırakıyoruz geride.

Hesap geliyor. Hesabin altina bahsis satiri vardir ya normalde. Bizim faturada iki tane bahsis satiri var. Birinde 'wait person' yaziyor, digerinde 'maitre'd'. Hani eski Parisli olaraktan biliyorum bu maitre'd dedikleri sey Sef Garson, demek. Amma velakin, biz bir turlu karar veremedik kimin ne kadar paramizi almasi gerektigine. Hesabin %20'sini birakicaz bahşiş, eyvallah da, bu 20'nin kaçı maitre'd'ye gidecek kaçı garsona, bilemedik. Aştı bizi. Sonuda hesabin %20'sinin ucte ikisini maitre'd'ye, ucte birini de garsona biraktik. Tam bir parami kime, nasil bolusturdugume dair ilkokul problemi. Yalniz, yanlis yapmisiz, Şükü. Arkamizdan nadanligimiza, lumpenligimize saydirmis olabilirler. Bana tomas da, sen bu utancla yasayabilir misin, bilemiyorum. Doğrusu linkte:
http://www.tipping.org/tips/TipsPageRestaurant.html

Pazartesi, Mart 20, 2006

Pittsburgh Darbeleri

Pittsburgh'a gittim de ne oldu? Toparlamayi ancak becerdigimi sandigim ozguvenim delik desik oldu. Bunu yapan Suku'ydu. Simdi burada bana yaptiklarini izninizle teshir edicem:

Mesela, gece geckin bir saattir ve Suku'ye bir bira daha icmesi icin israr edilir. O ise meslegini cok ciddiye alan bir doktordur. Bizim tanidigimiz, bildigimiz, yanimizda bir sise rakiyi ictikten sonra parmak dikme ameliyatina giden mikro-cerrah 'simit'lere benzemez. Suku cerrah da degildir zaten. Romatologdur. Romatizmal hastaliklar aksamdan kalmaligi kaldiramaz. Ne mutlu ki boyle mesleki disiplinli doktorlarimiz var, degil mi? Ama is bu kadarla kalmiyor. Onda var olan disiplini biz takdir ederken karsiliginda ciddiyetsiz isler yaptigimiz imasiyla- ne imasi yahu, aleni parmagiyla- bir ozguven darbesi yiyoruz. "Ben, doktorum. Sizinki gibi isler yapmiyorum" sozuyle aci gerceklerle yuzlesiyoruz. Bizim Excel tablolari kazan kafayla yanlis duzenlense, database linkleri kopsa, toplantida uyusak, sunumda gak guk etsek hayat memat durumlari rutininden taviz vermeyecektir. Gerci, ben uyudum konferans call'un birinde gecenlerde 2 milyon dolara mal oluyordu. Fransiz piranalari gevsedigin ani kolluyor. Turkiye'de bir can 4 milyar ETL idi. (Bir doktor hatasi yuzunden olen cocuga bicilmis mahkeme degeriydi bu gecen yil). Yaklasik 3 bin dolardan, 667 hayatla oynayabilecek kapasitede bir ehemmiyetim var, tamam mi, Suku?

Ikinci darbe gencligime, guzelligime indirildi. Vakti zamaninda Suku'nun Kesmirli komsulari beni pek begenirlerdi. Yok, ben eski Kainat Guzeli, yeni Bollywood yildizi bir hatuna acaip benziyormusum falan dendiydi. Turkiye'de neden yasamak istemedigine dair argumanina hatun tuttu benim guzelligimi alet etti. "Neden Turkiye'de yasasin ki Hafiye? Turkiye'de vasat bir hatunken mesela baska memlekette 1 milyar insanin dibi dusebiliyor ona," dedi. Bana dedi. Vasat, dedi. Ortaliga gereksiz bir, "Hieeyyt, dunya uzerinde elde edemeyecegim erkek yoktur, Edirne'den Ardahan'a, Kuzey Kutbu'ndan Antarktika'ya," nidalari atmama sebep oldu.

Yalniz sonradan aklima geldi. Bu kiz Kainat Guzeli secilmis, Suku. Yani, Kainat Turkiye'yi de kapsar, be. Bak, argumanini uzak ara curuttum. Benim aklim once dellenir, meydan okur, sonra mantikli cikarimlar yapar. Onu da Turklugumun dogasina verin. Nihayetinde vasat bir Turk'um iste.

Salı, Mart 07, 2006

Şiştik

Düella'yla sabahlara kadar ne iş kursak diye düşünüp taşındığımız, gündüzleri onun işe, benim de görüşmelerime güç bela yetiştiğim bir haftanın sonunda Atlanta'ya döndüm. Herkeste bir 30 yaş bunalımı. Manitalardan ayrılınmış, işlerden nefret edilmiş, pılı pırtıyı toplayıp bir köye yerleşmeler düşünülmüştü. Yalnız olmadığını görmek acı bir rahatlık hissi veriyor insana. İş görüşmelerimde başıma gelen türlü komediler akşamları Düella'ya ve o gun eve ugrayan kankalara yeniden canlandırılıyor ve beraber eğleniyorduk. Bunlarin detaylarına sonra gireceğim. Hala jetimin lag'ini yenmem ve içimdeki karmaşayı düzgün ifadelemeye niyetlenmem gerek.

Halihazırda aileden devraldığı başarılı bir operasyonu yöneten bir arkadaşım var. Onunla da Pazar günü buluştuk Ortaköy'de. Yanımda Düella. Her ikisi de benzer işler yapiyor. Manzara guzel, hayat da guzel olmali derken içimiz şişti Ozlem'le. Bir bunaldik ki tarifsiz. Cıvımaya musait olmayan muhabbetten midir, konuşulan şeylerin aslinda ehemmiyetsiz geldiğinden midir, bilemiyoruz. Cocuk gayet normal konuşuyor. O konuştukca bize afakanlar basıyor. Eve dönerken ağzımızdan gözümüzden karanlık fışkırıyordu.

Düella'yla Levo'ya ugradık. Bizi goren Levo, 'nedir bu haliniz', oldu. Dedik, "Levo, biz şiştik. Sebebi de yok, oyle bir icimiz bayildi". Sonra biraz nefeslenelim dedik bir baktik Levo bize kendi derdini anlatir oldu. Uzun suren iş arayişini, 6 yillik ilişkisini ne yapacagini bilmemezliklerini, yazin yaşanmiş birtakim calkantilardan gunumuze ulaşmış hallerini dinliyorduk ki Levo, "Ben sizi sıkmayım. Zaten bayılmışsınız. Boşverin," dedi. O anda Düella'yla birbirimize bakışımızı unutamıyorum. Aynı anda, "Yoo, valla açıldım, iyi oldu,"dedik. Levo'yu dinlerken farketmemişiz uzerimizden kalkan kara bulutu. Başkasinin sıkıntısından kendimizi hafiflettik diye kendimizi hain ilan edip eglendik falan ama aslinda olay elalemin derdinden kendi halimize şukretme olayi degildi. Zira evimize doner donmez gene şiştik. Sadece Levo'nun hikayesini bize anlattigi o yarim saat içinde baska bir şeye konsantre olmanin verdigi bir kendimizden sıyrılma halini yaşamışız. Depresyonumuza geri donduk yani. Sabah beş bucuga kadar ne iş kursak, nerelere gitsek diye düşündük durduk. Ne Yapacağız, Düella? Ne Yapsak, Hafiye? Once bir şey buluyoruz, sonra birimiz onun neden başarısız olacağını soyluyor, huzunle karışık hayalimizi eliyoruz. Iclerinden en tuttugumuz plan 'Acun Firarda'nin kadin versiyonunu yapmakti. "Gel gel gel, ablana gel," diyerek çeşitli dünya plajlarında oğlanları sıkıştırmak, sokaklarda itişip kakışmak, ona buna laf atmak uzerine hayaller kurduk. Tabii ki bunu da eledik. Bunu yaparsak bu ülkede taşlanacağımızı söyledi Düella. Üstüne üstlük babalarımız da kalp krizi geçirebilirdi. Tanınmayiz, dedim ben de. Peruklar, kocaman kara gozluklerle idare edemez miydik? Edemezsek biz de Esincan'in manitayı* arardık. Bu ülkede hayati tehlikede oldugumuzu bildirip iltica ederdik bari. E, madem iltica edecektik Batı'ya bir yerlere, neden dönmeye çabalıyorduk ki memlekete? İstanbul'a gün doğarken döngülerimizden yorulup uyuyakalıyor; kuyruğumuzu kovalamaya ertesi gün devam ediyorduk.

* Esincan'in manita Birlesmis Milletler Multeci Komisyonu'nda calisiyor. Popomuzu sıkıştığı yerden kurtarmak için çevre kaynaklarımızı sonuna kadar kullanmak caizdir hesabi :)

Pazartesi, Şubat 27, 2006

Ilk Istanbul Gorusmesi

Ilk gorusmem bir insan kaynaklari danisman sirketiyleydi. Ortada kesinlesmis bir pozisyon yoktu ama tanisma babinda cagirdilar, gittim. Kapi onunde araya Ingilizce kelimeler sikistirmamaya dikkat et diye kendimi tembihledim. Turkce mulakat konusunda da tecrubesizlik ayri bir huzursuzluk yaratmaktaydi. Gorusme yaptigim X Hanim'a bin kez CV yollamis olmama ragmen 'bende CV'niz yok' dedi. Burada ekstra temkinli olmayi unutmus degilim. Cikardim cantamdan, koydum onune bir kopya. Burada sadece kendinize ozen yetmiyor, baskalarinin ozensizliklerini de ongorup tedbirler almaniz gerek. Once o bana yaptigi isi anlatti, sonra ben ona. Baslangicta hersey iyiydi. Sonra olay cigrindan cikti.

-Neden donuyorsunuz?
-Uhm, 7 yildir Amerika'dayim. Orada cok sey ogrendim ama bunun yeterli oldugunu dusunuyorum. Turkiye'de de havacilik sektoru muthis gelisti. Burada iyi seyler yapacagima inaniyorum. Ondan.
-Aaa, yapmayin. Biz oraya kapak atmaya calisiyoruz. Ne guzel duzen, farkli hayatlar.
-Burada da iyi seyler yapilacagina inaniyorum ben. Kaldi ki ailevi ve sosyal hayatin canliligi da var.

Dedim ama icimden sen bu ozensizlikle oraya gitsen 3 dakika barinamazsin, dedim. Hem benle CV'm uzerinden konus, hem de bende yok, de. Ustune ustluk bir negatif muhabbet. Benim icislerime karismaca.

-CV'niz cok Amerikan menseili olmus. Buraya dogum tarihinizi ve medeni durumunuzu da yazsaniz bir de resim koysaniz iyi olur
-Bunu ben de dusundum, yaparim.
-Yani aslinda onemli degil ama resmini gorunce insanin sip diye aklimiza geliyor kim oldugu, unutmuyoruz

Evet, resim sadece gorsel hafizayi calistiranlar icindi zaten. Yoksa guzel ya da cirkin, dogulu ya da batili goruntu itibariyle ayrimcilik soz konusu degil. Ben nereli gorunuyorum sahi? Gayet Adanaliyim iste. Ortada bir kivam. CV'de zannimca iyi olan okul ve tecrubelerin bir onemi olmazdi belki Mardinli dursaydim.

Elaleme diyorum ama ben de hep negatifim di mi? Tabii ki. Iste uyum saglamak boyle olur. Buranin tarzi bu. Doverek sevmek. Ben de bunu uyguluyorum. Herkes sikayetci burdan. Ayirsan herkes ozleminden sikayetci olur. Hem sevmeyip hem terketmeyenlerin ulkesi burasi. Ben seviyorum cok. Gercek sevginin ne oldugunu bulmus gibiyim. Bir huzur var ustumde. Sadece sevdigimi belli etmiyorum. Babalar gibi.

Pantolonuma dair Uzay'dan bir irde:

Amca`yi takdir ediyorum. Pablo Neruda`nin gazina gelmis o. Bilincsizce o ayri. Neruda ne demis? "Hic tanimadigi kisilerle konusmayanlar bitik insanlardir" demis.

Ben olayi Nerudavariii hulyali bir atmosfer ile degerlendirme taraftariyim. Ne guzel iste bak.. yazi yazmaya vesile cikti. Iyi ki boyle insanlar var. Normal insanlar cok sikici. Havaalanlari ifadesiz yuzlerin mekanidir. Helal olsun amcaya. Yasaminda tatli bi spike yaratmis iste. Mal gibi orda dikilip bavul da bekliyebilirdin pekala. Kendince "beni ogluna yapicak" gibi senaryolar yazcaana adama sorsaydin neden bu kadar dikkatini cekmis diye... Guvenlik gorevlisiyse detaylara bu derecede dikkat etmesi mesleki bir tutkudan da ileri gelmis olabilir. Bak ben de senaryo urettim iste. Neden sormadin adama? Boyle soru isretleriyle yasiycaz simdi.

Cumartesi, Şubat 25, 2006

Hanfendi, pantolonunuz...

Istanbul'a geldim. Bu gelisimin diger gelislerimden farkli olacagini elbette biliyordum. Daha az tadini cikarip daha cok degerlendirdigim anlar yasayacaktim da bu kadar erken baslayacagini bilemezdim. Soyle ki:

Ucakta aldigim Ambien'den bosalmis uykulu kafa sersemligiyle bavullarimi bekliyorum. Etrafimi gozlemlemeye baslamamisim bile daha. Omzumda bir "tip tip" hissettim. Bir yandan arkamda bir ses "hanfendi, hanfendi", diyor. Dondum, elinde telsiz bir guvenlik gorevlisi oldugunu sandigim bir amca.

-Hanfendi, hanfendi!

-Buyurun.

-Pantolonunuz...(sessizlik)

Sandim ki pantolonum yirtildi, kicim acikta ya da altima yapmisim, haberim yok. Aninda pantolonuma bakiyorum. Bir surpriz yok.

-Ne olmus?

-Pantolonunuzun sag dizinde bir leke var. Bir de arka tarafinda atkinizin yunleri toplanmis.

-??

Amca gulumsuyor, muzaffer bir edayla. Ben sadece "Biliyorum, sagolun" diyip bavullarimi beklemeye devam ediyorum. Amca saskin. Ben onun saskinligindan saskin. Lekeden haberim var, ayol. Ucaktan inmeden suratimi biraz toplayayim cabasindayken basinctan cortlamis tupten fiskiran kremin marifeti. Bir damlacik birsey. Sildim cikmadi. Atkinin yunu de yapismistir yumaklar halinde, eee? 14 saatlik yoldan gelmisim. Ne olacakti ki? Düella diyor ki, bu durumda 'ciyaak' diye bagirip tuvalete kosturup bu kilikta sokaga cikamam, demem gerekiyormus. Belki de amcaya lekenin hikayesini anlatmam gerekecekti. Belki lekenin hikayesinden hayat hikayemize atlayacaktik. Belki ayakustu kaynasacaktik. Belki beni ogluna begenecekti, hayat bizi nerelere surukleyecekti. Kestirip atilmayacakti. Burada hayat boyle calamuhabetti.

Anlamadim ki. Bir insan hic alakasi olmayan bir ortamda hic tanimadigi bir insanin pantolonundaki lekeyi neden soyler? Her yer, herkes bu kadar titiz mi burada? Ben hangi arada neyi kacirdim? Takma kizim, Asli. Birinci dakika mudahalesinden gozun korkmazdi senin. Bu ne urkeklik?

Salı, Şubat 21, 2006

Kirik

Sagolsun, Istanbul'daki arkadaslarim haftasonu benim donmemin mi donmememin mi daha iyi olacagina dair aralarinda tartismislar. Ben de bu 'donsek de mi ayar alsak, donmesek de mi daralsak' ikileminin tartismalarina dahil olabilmek isterdim. Kendim de cok dusunuyorum. Hatta baska hicbirsey dusunmuyorum son bir aydir. Bazen beynim agriyor dusunmekten. Hatta panik atakimsi seyler yasiyorum. Dun bavullarimi hazirladim. Dolabim bayagi bosaldi. Sonra bos dolaba bakip agladim. Kime soylesem abarttigimi soyluyor. Benim duymak istediklerim 'halledilir canim'lar degil ki! Olay aksiyon degil. Evet, tasinma, ev bark satma derdi de ayri bir yuk ama aksiyon bunlar. Yapilir. Uc asagisina bes yukarisina atilir satilir. Benim ruhiyatim hep asagida hep dipte. Aklima kadinlarin gezgin ruhlu olamayacagi geliyor. Aralarindan cikan tek tuk seyyahlar bile aslinda gittikleri yerleri yurtsamak, benimsemek isterler, diye okumustum bir yerlerde. Iste ben de bir istatistikim.
 
Turkiye'ye donmek istiyor muyum, diye cok dusundum. Hayir. Istemiyorum. Donmek istemiyor degilim sadece. 'Icimdeki memleket aski bir baska, ac kollarini geliyorum canim memleketim', gibi birsey hissetmiyorum. Oradan buyuk beklentilerim de yok. Biliyorum ki turlu ayarlar alacagim, gelmeden almaya basladim. Burada yasarken tatile gidip iki memleket ayari yemek enteresan gelir hani, donup burada sagda solda anlatip cerez yapilir muhabbetlere bu 'enteresan'liklar, bu memleket adam olmazliklar. Simdi onun tam orta yerinde kacarim olmadan onu yasayacagim hergun. Hepsini hepsini biliyorum. Hatirlatilmama gerek yok.
 
Gordugum birsey daha var ki ilk gencliklerinde insanlar tercihlerini yaparken 'ne istiyorum'a odaklaniyor. Daha sonralari 'ne istemiyorum'a. Maalesef ne istedigimizi ya bilmiyoruz ya bulamiyoruz ya da neyse ne, bari iyinin pesine dusmektense kotuden kacinma seklinde modifiye ediyoruz beklentilerimizi. Benim de aynen boyle bir halim var. Biliyorum ki hic 'seksi' degil. Ama bu boyle. Biriyle 'sadece' mantik uzerine evlilik yapmak gibi birsey. Ben burada yasamak istemedigimi biliyorum artik. Ne kariyerim alip basini gidecek ne param ne ozel ne sosyal hayatim. Burada sadece 'duruyorum'. Durmak da benimki gibi kasintili bunyelere cok agir geliyor.
 
Mantik dokumleri de Turkiye'yi destekliyor acikcasi. Genc memleket. Eninde sonunda doneceksen artik 7 yil kalmissin, bitirmissin, donmelisin. 35'inde CEO olunabilen bir ulke orasi. 35'inden sonra yeni ise girilemeyen bir ulke de yanisira. Etrafi kalabalik bir ulke. Ben kalabaliklara bakip gozlemeyi cok seviyorum. Burada sadece gole, kusa, agaca bakiyorum. Hayata dair ipuclari cok az. Ariza seviyorum belki. Arizadan besleniyorum, ne yapayim. Mazosistim belki de.
 
Her ne olursa olsun, basima her ne gelirse gelsin, kotu bir gunun aksaminda Ozlem'in evine gidip bu durumu irdeleyip, belki sabaha karsi bir oyun havasi esliginde gobek atarak bunun ustesinden gelinir. Ya da Yonca cikar gelir bir enteresan hikaye anlatir, ofisinden cinnet manzaralari seklinde. Biz daha beter Yonca'ya yukleniriz, biraz elektrigimizi bosaltiriz ona. Ya da tanimadigim kardesime daha sik sarilabilirim, ya da ne bileyim iste ya...demek istedigim...ariza varsa da tedavisi de var orada. Yaban ellerde bir kiriliyorsun bir daha kaynamiyorsun. Kirik kaliyorsun.

Cuma, Şubat 17, 2006

Oncul Kultur Soku

Hani memleket gazetelerini duzenli takip ediyorum ya. Uzerine sagda solda internet ortamlarinda, beni kimseler anlamasa/dinlemese bile, fikir beyan ediyorum ya. (Fikrimin genelde konuyla ilgisi olmuyor da). Senede 2-3 kez de gidip goruyorum ya. Ne bileyim iste, bu yuzden sirf bu yuzden iste, sandim ki ben katismadim, Turk kaldim. Ha hayyt. Bugun gene boyumun olcusunu aldim. Soyle ki:

Gunlerdir memlekette gorusme yapacagim sirketlerden randevu koparmaya calisiyorum. Hicbir Insan Kaynaklari departmani geri donmuyor. Telefonlarim beklemede unutuluyor. Maillerime cevap gelmiyor. Hani, dedim, ben guya kendimi gaza getirdim, gidiyorum ama ufukta kicimi dolandirip geri gelecegim gorunumlu bir manzara belirdi alenen. Bu manzara yuzunden az istahim kacmadi.

Bir arkadasim, bir arkadasindan bahsetmisti. Bizim sektorde borusu otermis, baba bir insanmis. O sana yardim eder, dedi. Ben de bir mail atmistim kendisine vaktiyle. 'Gelince ara', dendi. Bastan savildim sandim. O kadar cok duydum ki, 'geldiginde goruselim', 'gelince ara'yi zannimca Turk usulu bastan savma saniyorum bunu. Tamam, dedim. Hi hii. Ararim. Olmadi bir kahve icer, tanisiriz. Geyik muhabbetine geliyordum zaten, muhim degil.

Bugun oglene dogru icimdeki hirs canavari o kadar buyudu ki 'gelince ara'ya ragmen bir mail daha patlattim. Sonra MSN'de gordum. Dadandim. Actim agzimi, yumdum gozumu. Oyalaniyorum da, birsey cikmayacak da, herkes 'gelince ara' diyor da, kapilarina gidip meraba denir mi de, uhuuu, taramali tufek gibi. Adam, bir dakka bir dakka, oldu. Sen gelince beni ara, dedi. Hay, gelmeye de aramaya da. Yani, burdan arayim, birsey degisecekse. Valla, Turkiye'de cep telefonu aramaktan daha ucuz. Sonra bana dedi ki. Bakin cok onemli kilit sozlerdir bunlar:

- Gelince ararsin, herkesle gorustururum seni. Bu kadar basit
- Ama ne zaman, nerede, saat kacta. Bana kimse somut bir planla gelmiyor, randevu falan vermiyor
- Ne randevusu? Burasi Turkiye. Ararsin, ben geldim, dersin. Gidersin.
- Hmmm
- Sen cok Amerikali olmussun. Plan mlan. Peeeh.

O anda butun dunyam aydinlandi. Suursuz bir laubailikle kendimi bu buyuk insana yamadim.

- Cekirgeniz olabilir miyim? Beni besleyip buyutur musunuz?
- Aslinda senin tecrubelerinden faydalanabiliriz. Iyi olur.

Buyuk insan israrla seviyeyi dusurmuyor. Benim bu racona katacak ne tecrubem olabilir ki? Bu nasil bir olayi cozmusluk, asmislik, bitirmisliktir? Oysa ki ben hala dugum dugum dolasigim. Hala cinnet. Hala panik. Oncul bir kultur soku yasadim. Artcillarini gene yazarim.

Perşembe, Şubat 16, 2006

Sobe

Aklim bir karis havada gunlerdir. Hani bir yone egildim mi digerini unutmak boyle birsey olsa gerek. Asik olunca insanin gozunun baska birsey gormemesi gibi. Gozumu memlekete diktigimden beri buraya ait ne varsa bir yok sayma bilincli bilincsizligi. Soyle ki:

Bu sabah yine zor uyandim ve haftasonu aldigim cart turuncu pantolonumu giydim. Aylin, ise boyle gidilmez, dedi. Salla, dedim. Ustune bir de gec geldim. Ta taaaam. Megersem Bahamalar'in Turizm Mustesari gelmis sabah toplantimiz varmis. Abiler giymisler lacileri. Gec kalmisligim bir yana. O salona bu turuncuyu saklayarak nasil girerim ki diye dusundum. Altina da dili sarkmis, bagi cozulmus, ayagima uc numara buyuk dagci botlari giymisim hic germeden. Yan yan, koltuklarin arkasina saklana saklana bir girisim vardi ki iceri, performans Oscarlik. Chris, ellerini kocaman acarak beni tanitti, ben mumkun oldugunca alt tarafimi saklayaraktan gulumsedim. Mustesar pek bir ilgilendi benle. Protokol kibarligi geregince midir her neyse, gelme ustume iste, gelmeeee.

-Ismin nedir?
-(Bol Türkçe karakterli ismimi söyledim)
-Efendim?
-(Tekrar)
-Kodlar misin?
-hedele hudele


Ufff. Utancimdan ates basti. Asla kiyisindan kosesinden gecemeyecek miyim ben su incelikli hallerin? Hep spotlar uzerime. Hem de hazirlik sifirken. En sahane hallerim en kimsenin bilmedigi. Bu durumda kesinlikle bir Big Brother kamerasina ihtiyacim var. Her animi bilsin ki 'normalde boyle degil' savunmasi havada kalmasin. Mumkunse yanima kimseyi vermesinler ama. Yanimda biri varken isler sarpa sariyor. Fokus problemi yaratiyor, fokus. Banu Alkan gibi beni de eski bir manitayla bir eve kapatip gozlediklerine dair cinni gunduz dusleri kurdum simdi. Hic geregi yokken hem de.

Pazartesi, Şubat 13, 2006

Anlama Cabasi 10,641. Bolum

"First impressions often lie
Often fool the naked eye" (Fisher Zet- Pretty Paracetamol)

Enteresan bir haftasonuydu bu. Bir dolu yeni insanla tanistigim gibi tanidigimi sandigim insanlar hakkindaki fikirlerim de degisti. Hayat degisken olmasa da fikriyat ve hissiyat ne kadar da degisken. 'Insanlar degismez' sozune bir kez daha inanmadim. Belki birtakim huylar, aliskanliklar degismiyordur ama degisen cok sey var. Benim de ilgimi onlar cekiyor iste. Uzayli Zekiye'nin tamamen "Turkce! Turkce!" gecen bu haftasonu macerasi 'Hayati Anlama Cabasi 10,641. Bolum' seklinde basliklandirilabilir. Alinan ders ise hicbirseyin sandiginiz, algiladiginiz gibi olamayabildigidir.

Ogun'u ilk kez bir gunduz vakti ve ayikken gordum. Evimi gostermeye Funda'yi bulmus. Nefes almadan konusuyordu. Benim evimi ilk kez gormesine ragmen benim adima alici adayina konusuyordu. Seni 'agent'im ilan ettim, dedim. Herkesi taniyordu. Ev arkadasim Gozde, dedim. "Biliyorum, sarisin, suslu, Kimya'da", dedi. Gozde evden disari adim atmadigi yasantisinda Ogun'un ismini bile duymamistir ama Ogun'un Big Brothervari her yerde gozu/kulagi vardir.

Telefonu caliyor. Birinin nisanlisi kacmis, ogledensonra kizi aramaya cikma planlari yapiliyor. Oburu caldiriyor agliyor, derdini dinliyor. Oburu caldiriyor, yasamak uzere henuz ulastigi Los Angeles'taki hayatinin ne kadar guzel olacagina dair gazlar veriyor. Atlanta'nin Turk evsizi Cihat Abi'nin goz ameliyatindan sonra kendi evine aliyor, ona evinde bakiyor. Eli de kalbi de heryerde. Sasirdim. Oysa ben onu bir kulhanbeyi, kahvehane beyefendisi saniyordum. Ciddiye alinmak ister gibi bir hali var. Cok iciyor. Icince arabesk oluyor. Nihayetinde kara bir denize kuzeye donerek icini efkara bulamis. Ayri yonlerin es isilarda kaynayan kanlara sahip cocuklariyiz. Ben de guneye donerek ak bir denize bakarak delirmisim. 'Neden saclarin beyazlasmis arkadas/ sana da benim gibi cektiren mi var?' sarkisini soylebildik bu durumda beraber. O viskiden sarhos, ben oksuruk suruplarindan. Ogun'u koruma hislerim mi cikti, ne? 4 Adanali Erkek ve 1 Adanali Kiz gunlerinden kalma bu his bana cok asina.

Funda ise Esin #2! Ayni sene ayni bolumden mezunlar diye mi bu kadar benziyor ki birbirlerine? Funda da gozlerini kapatarak konusuyor. Saclari ayni golgenin tonlarinda. O da stres atmak icin isiltili yunlerden orguler oruyor kendine. Sigarayi tutuslari bile ayni. Esin cikti karsima sanki. Bir dokulme yasadim. Sonra urktum. Hicbirsey gorundugu gibi olmayabiliyor ya. Esin gibi degilse ya...

Gece eve dondugumde Gozde izledigi Arjantin Tango gosterisinden kalmaydi. Cok erotik, cok estetik, cok sevgililer gunu-oncesi-sevgilim-olsun istegi kabartan bir gosteriymis. Once iki erkek dansci cikip birlikte tango yapmislar. Escinsel bir gosteri gibi gelmis onlara. Bana da oyle gelmisti Buenos Aires'te koca koca adamlarin birbiriyle tangosunu gordugumde. Oysa ki Arjantinlilere gore cok maskulen cok sert bir gosteriymis bu. Bir cesit meydan okuma ya da duello gibi. Sonra iclerinden biri esas kizla tango yapabiliyor. Arada digeri kizi kapmaya calisiyor, yeniden bir meydan okuma dansi basliyor.

Ya yaaa. Biliyorum iste artik. Omrumun 10,641.gununde algilarimin beni yaniltabilecegini tecrubeyle ogrenmisligimin hikayesidir.

Perşembe, Şubat 02, 2006

Kostebek Gunu

Bugun Kostebek Gunu! Bir Kizilderili efsanesine gore kostebegin her yil 2 Subat'ta yuvasindan cikisi cok onemli bir isarettir. O gun kostebegin yuvasindan cikisi ve golgesinin yere dusumu izlenir. Eger o gun hava parlak ve aydinliksa yuvasindan cikan kostebek isiktan rahatsiz olup yeraltindaki yuvasina geri donecektir. Bu durumda kis alti hafta daha surecek demektir. Hep beraber bu duruma hayif yapilir. Yok, eger hava kapaliysa kostebek urkmeyecektir ve disarda dolanacaktir. Bu da erken bahar habercisidir. Iste hava aciksa kostebegin golgesi olacak, kapaliysa olmayacaktir. Golge bir nevi hakem sayiliyor bu toplu histerik gozlemde. Kimi kucuk kasabalarin gercekten meteorolog olduklarina inanilan kostebek topluluklari var. Bu kasabalarin en unlusu 'Punxsutawney Phil' isimli Pennsylvania kasabasidir. Her sene bugun o kasabaya baglanilir ve kostebeklerden haber alinir.

Bugun beni Groundhog Day (http://www.imdb.com/title/tt0107048/ ) filminden dolayi hep dusuncelere suruklemistir. Pelinat bilir. Ailecek severiz bu filmi. Insallah TV'de bir yerde gosteriliyordur bu aksam. Izlemediyseniz seyredin, eglencelik bir film. Ozetle, gereksiz haberler kovalatilan bir muhabir, gazetesi tarafindan Groundhog Day kutlamalarinin yapildigi Pennsylvania'daki kasabaya (Punxsutawney Phil'e) gonderilir. Gorevi festival haberi gecmektir. Muhabirimiz biraz sinirli, huysuz, mendebur bir adamdir. Isteksizce yaptigi bu gorevde garip bir kozmik-karmik durum neticesinde zamanda takili kalir. Hergun ayni gunu yasar; ayni sekilde uyanir, ayni sokaklarda ayni olaylar olur, ayni restoranda ayni musteriler ayni yemekleri siparisler, garson kiz ayni kazayi yapar, vs. O gun asla bitmez. Uzar da uzar. Onceden delirme anksiyeteleri gosteren muhabir sonradan duruma entegre olur. Piyano dersleri alir, kazazedelere yardim eder, bir kiza asik olur. Aski ilerleyemez ama. Kizla her gun ilk tanismasini yasar. Bir sekilde tirmalayarak, kizi o gece yaninda yatmasina ikna ederek ertesi gune gecebilir. Hain fikirli olmayin, fifi falan yok, mutlu mesut sarmasirlar. Zincir kirilmistir. Burada sevginin zincir kirma ve mendebur adami kuzuya donusturme gucune sahit olarak icimizi isitiriz.

Kostebek Gunu'ne gecen yil Miami'de bir otel oldasinda yakalanmistim. Ayni insanlarla ayni toplantilarda ayni yemeklerde ayni saatte TV alarmiyla uyanarak. O gun yine saat 7'de alarm niyetine acilan TV'de beliren haberlerde 'Groundhog Day' haberini vermesiyle gunun anlam ve onemine uyuvermistim. Bugunlerde de otomatik pilota baglanmisligimla ziyaretci defterine not dusebilirim belki: "daha iyi bir insan olana kadar ayni berbat rutine mahkumiyetimize dair adalet karsisinda boynum kildan ince" den baska soz aklima gelmeyerekten. Hangimiz boyle degiliz ki? Hepimiz mendeburuz aslinda.

Not: Bu sene Punxsutawney Phil'in meteorolog kostebekleri kisin alti hafta daha surecegini alametlemisler. Hay Allah :(

Cuma, Ocak 27, 2006

Kaotik İşleyişler

Ucmam, ucamam, dedim
Kacmam, kacamam, dedim
Ne Clark Kent'im ne Supermen'im

Kacari yok, cissss. Ne gunleri, haftalardir kendime bunu kabul et ve kacama bundan diye telkin etmeye calisiyorum. Insansin sen. Hatta kadin. Hassas oluver. Yapama. Uzat tirnaklarini, torpule ve boya onlari, zarifce buk bilegini, salinaraktan konusmana eslik etsinler. Nafile. Bunye alismis zorlanmaya.

Düella, derdin ya hani, sen yapmazsan yapacak biri bulunur elbet, salla, diye. Senin crash course'larina inanmiyorum artik. Kimse yok iste bu çöpü toplayacak. Kac senedir ortada durmakta. Beni daraltmakta. Is basa dustu. Beni cok seven birileri bir anda gelsin ve 'hadi bakayim, sen sadece kucuk bir valiz yap ve onden git, ben hallediyorum, sen rahat ol ve o guzel kafani boyle seylere yorma' desin diye bekliyorum. Umutlarimi yitirerekten. Ayaklarimi uzattigim yerden yavas yavas cekerek.

Arada evi de satiliga cikardim. Haitili bir emlakcim var. Oyle neseli ki nesesi beni umutsuzluga dusuruyor. Bu kadar neseli biri kesin isini ciddiye almiyordur diye konusuyor Saturn'um kotumser kotumser. Tabii bunda hesap makinesiyle evin fiyatiyla %5.25'lik komisyonunu carpamamasinin da etkisi var.

16 Subat'ta Istanbul'a gidiyorum. Iki is gorusmem var simdilik. Birini aylardir aportta tutuyordum da oteki headhunter'in dedigi kadariyla "sektorunde lider bir kurulusla" gerceklesecek. Turkiye ve kemiklesmis soylemler. Amerika ve kemiklesmis hayatlar. Ya sundadir ya bunda. Helvacinin kizi ya soylemimi ya hayatimi yumusatir belki. Bir yere sigdirir.

Salı, Kasım 22, 2005

U2, Me Too!



Aksilikler dolu bir Cuma gununun aksamina annemi havaalanindan karsiladigim gibi, kankaya emanet edip Philips Arena'ya, U2 konserine yollandim. Hani anneme 'bunaldim, gel' demisim. Apar topar gelmis kadincagiz, onu normalde oldugu uzere JFK'de de karsilamamisim. Geldiginde iki yanagina birer opucuk kondurup, kankaya teslim etmis, tuymusum. Ayip mi? Ayip. Ama son dakikada 'basarilarimdan dolayi' bana bahsedilen U2 biletlerini annemin dizlerinin dibinde iki saat fazla gecirmek ugruna harcayamazdim. Benim icin U2'yu gormek, olmeden once yapilmasi gerekenler listesinde durmaktaydi cunku. Neyse iste, listedeki U2 maddesinin ustunu 18 Kasim Cuma aksami cizdim.

Soylemesi ayip, konseri şirketimin VIP suitinde izledim. Suit, sahneye yakin ama biraz yuksekte. Bir yaninda sicak ordovrler, obur yaninda soguk mezeler, sampanyandir, cerezindir, cipsindir, keyfin gicir yani. SIkIstIn mi, tuvaletin, banyon hemen yaninda. Kicin rahat koltuk goruyor. Halka karisip ustunu basini harap etmiyorsun. Ama konser moduna da giremiyorsun iste. Cosmaca ne mumkun. Brownie'ni isisirken 'aabi, Bono iyi got gobek yapmis' diyorsun. 'Hmm, bu sarkilarini o kadar sevmiyorum zaten, ben bi tuvalete gidiym', diyorsun. Konserin buyusu 'cool'lugunda heba oluyor, gidiyor.

Konseri birlikte izledigin kisiler de onemli. Suitte benden baska sirketten tipler vardi. U2'dan pek anlamadiklari belli. Oraya bedava icip bagirmaya gelmisler. Alenen U2'yu begenmediklerini de soyluyorlar. Ben 'I love them' dedim de direktorun biri mavis mavis kinadi beni. Yalakasi bir mudur de 'eki eki' yapti. U2 soyler. Direktor icer. Mudurleri sarhos esprilerine kibar kibar guler. Ne U2'yu ilahlastirdim gozumde ne de 'peeh'ledim. Begeniyorum iste kardesim. Gordum, izledim, rahatladim. Assaalama, di mi? Konserde bile hala yakalalik yapanlar utansin. Ya bir dur iki dakka yalama, di mi? Sen de iki dakka yalatma. Egomu sisir, terfimi ver, egomu sisirt. Sisirin, sisirtin, sisirttittittirin. Ic sesim degisti. "Hepiniz salaksiniz, hepiniz salaksiniz, hepiniz salaksiniiiiiiiz. Salaaaaak" diye- tabii ki- icimden bagirdim. Sonra da 'zikerim' diyip disari.

Acik hava iyi gelir dedim ki hayir, yok oyle bisi. Millet ucmus. Herkes mi cekti, herkes mi koptu kardesim? U2 Jamaikali devrimci bir reggae grubuydu da haberimiz mi yoktu? Kopanlar, devrilenler. Uzerime bayilanlar. Hayir, biraktik isi gucu, elalemin derdi gene beni gerdi.

-Guzelim senin arkadasin nerde, nasil gidiceksin evine?
-Ay yazik, evine mi biraksak, ortada mi biraksak?
-Bu mu arkadaslarin? Ver bakim telefonunu...
-Hello, Carolina? Yes, your friend is with me. She's quite drunk and says she needs to take Marta home. She is with me by the train station. Ok, I won't let her take the train. Ok, waiting.

..derken hatun arkadasini beklemeden piriltili bluzunun boncuklarini sikirdataraktan, stilettolarinin sivri topuklari kicini doverekten elimden kacti gitti. Hani hatunun tarzi da konser-disi. Oyle U2 konserine mi gelinir? Artik kurda kusa yem mi oldu, evine gidebildi mi, bilemiyorum. O kadarina sadece uc dakika kadar dertlendim.
Kafamdaki butun sekilleri silip atti bu hayat, bu sehir, bu asklar, bu ben, bu benim seklim hep ayni...




Pazartesi, Ekim 24, 2005

Kolik

Belimi kirdim, yatiyorum on gundur. Ben yerimde oturamam ya, o yuzden yerinde oturarak yapilan aktivitelerim kisitlidir. Kitabi, dergiyi falan bile kosarken okuyan bir insandan ne beklenebilir ki? Yattim. TV'ye baktim. Evet, sadece baktim, seyredemedim zira uzun sure. O salak, bu sacma, su cheesy, oburu igrenc...Allahtan gecen hafta Law&Order maratonu vardi da gunde onikiser bolum seyredip asiri dozdan dedektif oldum. Hani hafiyelik (Pelin bilir) kanimda var. Ancak o dizi dindiriyor icimdeki enerji patlamasini. Tim timm...

Gozde diyor ki 'non-commitment TV'cisin. Ondan. Hikayesi zincirleme bolumlerle devam eden seyleri seyretmemem o yuzdenmis. Hoppala. TV seyretmeyle alakali bir baglanma anksiyetesi oldugunun farkinda degildim. Tanimlamak icin cumleler icinde kullaniym dedim.

Benim TV'ye baglanma anksiyetem var.
Ben bir TV'ye baglanma anksiyetesi gordum.

Sanki non-commitment TV izleyicisi olmak kotu birseymis gibi, elestiri kaldiramayan ruhum karsi saldiriya gecti.Icinden tabii ki. Disavurum pek mumkun olmuyor bizde. Iskandinav kani mi var atalarda, bilemiyorum artik. Icevurumum da herkesi ayni kefeye koyucu tabii ki. Ic sesim konusuyor:"Zaten su doktora yapan tayfanin hepsi catlatiyor abi bi yerde. Tam tez mez doneminde kizlarin hepsi TV dizisi-kolik oluyor bi kere. Erkekler de bilgisayar oyunu ya da araba yarisi/parcasi/numunesi kolikleri seklinde seyretmekteler. "

Sonra farkettim ki aslinda zaten herkes bir yerde kiriliyor ve birseye sariyor bir sure. Bu hepsi'lerin basina 'doktora-yapan-kizlar/erkekler' tanimini yapmam gerekmiyor yani. Onun yerine 'sabah-sekiz-aksam-alti-calisan-insanlar' ya da 'butun-gun-evisi-yapan-kadinlar' vs de konabilir. Herkes kirigini temizlemek icin degisik supurgeler kullaniliyor. Bel durumlari icabi kosarak desarj olamadigimdan yeni supurge edindim kendime: astroloji. Bakalim, bunun emme gucu ne kadar olacak. Evde sikintidan patlamis entel kadin hobisi olarak cuk oturdu hareket edemeyen bunyeye. Halihazirda supurge calisirken faydalanmak isterseniz isteyene dogum haritasi, karakter analizi cikarilir. Hoscakalina..

Salı, Nisan 19, 2005

Yine Yeni Yeniden Paris

Henuz dort gun once dondugum Paris'e gene gitmek bu sefer tam bir iskenceydi. Ucaga biner binmez bir supermarket isi uyku hapi attim. Direkt nakavt oldum. Derken hostesin kesin yemek yemek isteyecegimden emin hissetmesi uzerine omzuma dokunan elle uyandim. Hostesler muneccim degil, tabii ki. Beni taniyorlar artik. Ne kadar obur oldugumu bildikleri icin goz gore gore uyumama kiyamamislar. Uyandim, yemegimi, sundae'mi falan yedim ama uyku gelmez bu sefer. Business Development'a yeni atanmis VP'den bir Ambien kaparsin. Uyusuk halusinasyonlarla karisik bir uykuya bir dalarsin. Ucak Paris'e indiginde hala uyuyordum. Boylesi hic basima gelmemisti. Zor uyandirdilar resmen. Aklima koskoca 767'nin gurultulu inisinde bile uyanmayan Pelin geldi. Insan ne olucam dememeli...

Air France'in ofisine kadar hersey normaldi. Toplanti salonuna oturur oturmaz karnima sancilar saplanmaya basladi. Bir tuvalet, iki tuvalet, uc tuvalet...toplantinin cogunu tuvalette ogurup bogurmekle gecirdim. Toplantinin bana ait kisminda 35 dakika kadar suren prezentasyonum sirasinda ne acilar ne acilar icinde kivrandim. Isin enteresani, acelem olunca ne de guzel topluyormusum konuyu dagitmadan. Normalde 'dum dum dum daldan hop dala kondum' olan ben hele de boylesine girift bir konuda nasil bu kadar oz konusmayi basardim ve de nasil da beni anladilar, sasakaldim. Beni asan yerlerde konusmalari gerekir belki diye yanimizda getirdigimiz danismanlara hic pay dusmedi. Herkes mutluydu. Tamaaaam, tuvalete kosabilirdim simdi.

Aksamina kutlayis yemegine gitcez de gitcez diye tutturuk yapan ust duzey tayfayla Paris'in janti ortamlarina akmamiz gerekiyordu. Daha once Paris'e sadece iki kere gelmis bulunan VP telefonla sekreterini aradi, Zagat'tan restoranlar tarattirdi falan. E, tamam sekreter adres soyluyor, bilmemne sokagi numara bilmem kac. Olduuu. Kim adres arar bu trafikte, bu milyonlarca dar ve uzun sokakli sehirde? A, deli misin, dedim. Kalk kalk kalk, gidiyoruz St Michel-Notre Dame'a. Oturuyoruz disarda bir yere pufur pufur. Hava guzel, Parisli civirlar guzel. Bakarsin, eglenirsin, dedim. Dedigimiz gibi bir yer bulduk ama ben gene yemegin yarisini tuvalette gecirdim.

Yemek yedigimiz sokakta bir gelato dukkani vardi, bir de krepci. Masanin janti insanlari restoran ortaminda yediler yanar doner tatlilarini. Biz VP'yle gittik gelato'ya. O kocaman bir dondurma aldi, damlata damlata, yalaya yalaya yerken ben de bir turlu durum kivamini alamayan muzlu nutellali krepimi yuzume gozume bulastira bulastira yedim. Ay, biz bir eglen bir eglen bu VP'yle. Birbirimizin suratindaki cikolatalara bakip bakip gulerken ismi lazim degilin yanimda olmadigina icin icin sevindim. Aman, ne eglence kalirdi ne bisi klas kasicaz diye. Tatlilar sonrasi bir kaptiririz Turkiye ne yana duser Amerika ne yana muhabbetine...ne karsilastirmali matematik egitimi kaldi tartismadik ne Zimbabwe'nin son secim rezaleti. Aa, dedim icimden. Delta tayfasina boyle cene calmisligim yoktur. Cok da zeki de adam. Sordum da soyledi, husu sahibi insan. Megersem Harvard Fizik, Columbia Finans Phd falanmis. Ne isin var Delta'da dedim. Manyak misin? Az daha kassan Nobel odulu alicaksin. Bogazici'ni falan biliyor cikti bizimki. Neyse bizim de azcik gogsumuz kabardi iste nacizane. Ucundan.

Sonra trenle otele donerken kabine Johnny Depp bindi. Yemin ederim boyle bir hik demis burnundan dusmusluk olamaz. Kesin oydu, bence. Hem o da Paris'te yasiyor ki. Ama trendeki Depp bayagi hirpaniydi. Eli yuzu pisti ve yuzunde sislikler vardi. Elindeki sarap sisesinden de firtlar alip duruyordu. Belki o da metod oyunculugu kasmaya karar vermistir de bir sonraki filminde oynayacagi karakteri gercek hayatta yasiyor olabilemez mi yani? Ne? Bir kere Ingilizcesi cok duzgundu. Oyle sokak serserisi Fransizin Ingilizcesi nasil o kadar kusursuz olabilir ki? Gelip bana yilisti. Kisst, dedim. Johnny Depp'i reddetmis kadinim, be. Sonra trende baska bir kiza yilisti. Amerikaliymis hatun. Urktu biraz, yanimizda durdu. Sonra Amerikalilarin kendilerine has memleket nere muhabbeti basladi. Yukari Oklahoma'dan sari Kevin'le asagi Jersey'den Sasmazlarin kizi Judy tanisti falan.

Bahsetmekten vazgectigime bakmayin, tuvalet hala butun bunlar olurken araya parazit yapan bir gereklilikti. Yedigim krepin duruma katkisi hic iyi olmamisti. Otelde bir yastikta laptop, digerinde ben, karin agrilari icinde kivranaraktan ertesi gunku toplantinin malzemelerini gozden geciriyordum. Boyle otel odasi ortamlarinda elim ise kayiyor haliyle. TV de acikti. Kendi capinda kisik sesle miril miril MTV Europe calmakta oynamaktaydi. Sonra "Istersen daglar daglar/yerinden oynar oynar" sesleri geldi. Bir an algilayamadim. Ic sesim Turkce ya. Yalnizken Turkce seslere irkilme ani gerceklesmiyor haliyle. Otuz saniye kadar sonra 'amanin' oldum. Musti! TR'ye bir ugradigimda aldigim toplu CD'lerden bildigim sarkinin klibini de gormemistim. Sari bir Istanbul akiyordu klipte bir taksinin penceresinden. Bogaz, Mecidiyekoy, Taksim, Eminonu, heryer sapsari akti gecti. Ozledigimden midir, gurbet mi depresmistir, hastayim diye acikli halimden midir, yoksa hepsi birden midir, bilemiyorum, gozlerim doldu. Dolmakla kalmadi; agla agla mahvoldum, annecim! Memleketi ozledim, dedim...Uhuuu...Su hayatta Musti klibine benden baska gozyasi doken var midir?

Çarşamba, Mart 16, 2005

Hell-sinki


Amsterdam'dan da kuzeye ikibucuk saat daha ucuyorsun. Dunya bitmiyor hani. Altimizdan once gri bir Baltik denizi sonra bembeyaz kardan ovalar gecti. Ilk kez bu kadar tepesine ciktim dunyanin.

Helsinki havalimani bir kucucuk ficicikti. Kapali ortamdan disari adim atar atmaz korkunc sogukla tanistim. Soguk. Cok soguk. Benim onceden hissettiklerimin hicbirine benzemiyor. Baska yerlerdeki gibi uzerime yapismiyor. Temiz bir soguk. Ayazsiz. Sanki buzluga yerlesmisim gibi. Arkadas ise, "demedim mi, Haydar" modeli. Dedin de. Biz umutlar yolcusuyuz. Raki sofrasinda meze olma riski de var, elbet. Bizim harcimiz degildi buralar belki. Kepaze de olunur icabinda.
Cilgin soguktan kacip cilgin sofor Josh'un surdugu arabayla sehre gidiyoruz. Josh'la anlamadigim bir anlasma/koklasma diliyle samimiyet sarhoslugundalar. Pencereden kesif bir beyaz akiyor.

Josh eve ugrayip Maria'yi aliyor. Buz tutmus deniz ustunde resimler cektiriyoruz. Ayaklarim zemine alisik degil. Her tarafa serpilmis minik cakillara ragmen kayiyorum. Kol kolayiz. Cheesy'likten degil; mecburen. Sonra hep birlikte yazin denize, kisin buza sifir, sivi haldeki denize birkac kilometre geride kalan bir kafeye yerlesiyoruz. Boregimsi coregimsi seyler tanidik. Kuzeyimsi Avrupa'nin herhangi bir yerinden farkli degil. Oldukca hafifler. Ama Finlilere boyle dememek lazim. Cok milliyetciler. Raki guzel, sis kebap guzel. Gene gelecek ben, diyorsunuz, oluyor.

'Helsinki'nin en guzel oteli'ne yerlestim. Bavullari atip Josh & Maria'ya yemege gittik. Yari Fasli Maria'nin eklektik yemeklerinden sonra Amerika'dan gelmis projektorden cikma Gora goruntulerini bos duvarda seyrettik. Projektor guzel birseymis. Tavsiye ederim. Gunu Maria'yla alisveriste gecirdim. Bir suveter, iki esarp aldim. O kadar. Euro-dolar paritesi beni Avrupa alisveris alemlerinden uzaklastirdi ne zamandir. Hey gidi. Aksam Josh da eklendi kizlara. Ren geyigi yedigimiz restoran, icinde insan barindiran her ortam gibi sessizdi. Kendimi cikinti hissettim borozan ses itibariyla. Sabah ugradigim muze de boyleydi. Koca bir sinif ilkokul ogrencisiyle cakisan muze ziyaretimde de buna hayret etmistim. 10 yasindaki 80 cocuk nasil da boyle sus pus durabiliyordu, anlamamistim. Yemekten sonra bu sefer Maria'ya gore 'Helsinki'nin en guzel oteli'nin oldugu yerde bir kafeye gittik. Uc oturma grubu vardi. En ucuna biz gectik. Ilk grup Turktu. Ikincisine de iki Turk hanim eklendi. Ince, burjuva sesleriyle kibar konusmalarini isittim zaman zaman. Josh, merhaba, dedi. O da saskin. Ben daha cok saskin. Bunca yurdum insaninin bu kadar kuzeyde ne isi vardi? Maria o aralar Finlilerin diline sakiz ettigi bir geyik haberden bahsetti. Bir yuk gemisine kacak binen bir Fasli geminin gittigi yere kadar, yani Oulu'ya kadar gider. Oulu'da inip -40 dereceyle karsilasinca dakika kaybetmeden en yakin karakola teslim olur. Ismini, geldigi yeri soyler ve kendisini memleketine iade etmeleri icin yalvarir. Zira karsilastigi soguk, Avrupa'da rahat hayat kurma hayallerini aninda yerle bir etmistir.

Gece cok kar yagdi. Tek basina bir otel odasindaydim. Sabah uyandigimda kendimi dunyada yapayalniz kalmis hissettim. Muhurlu pencerede kar. TV'de Finli bir sabah sekeri. Kendime goruntum bile bir filmden alinti. Lost in Translation'daki hatun kisi gibi hisler. Disardaki katir kutur kar sesi de tv'deki sabah nesesi de bana yabanci. Hislerime tercuman araniyor. Hollywood disindan olsun, lutfen.

O gun hic olmadik birsey oldu ve 80 arac birbirine girdi bir otobanda. Finliler bize benzemez. Boyle kaza onlarda sok etkisi yaratiyor. Kaldi ki sadece 3 kisi oldu. Mucize. Gunu Itakeskus denen alisveris merkezinde gecirdik Maria'yla. Omur biter, alisveris bitmez.

Perşembe, Ocak 27, 2005

Gecmis Videokliplerden Bir Fal Tuttum Kendime

Haftanin son toplantisindan cikisim maymunlar cehenneminden kacis gibiydi. Bu dumanli ortama ve ayni hezeyanli suratlara, her zamanki kavusmus kollariyla "kustum, oynamiyorum" diyen Fransiz iskencesine simdilik veda ettigimi sanarken Philippe'in kafeteryada bir yemek yiyelim onerisine gene de kulak verdim. Kacmazdi. Kafeteryasinda sarapli, ordekli, peynirli, kurutulmus meyveli yemekleri olan bir sirket burasi. Yarim saat daha katlanirim, n'olcak. Hele de bizim dorduncu kata ayip olmasin diye konmus, ekmek arasi peynir, salata ve salamdan ibaret menusu bufeden bile hallice olmayan kafeteryadan sonra bir goz-gonul acilmasi soz konusuyken.

Bastille'e akacaktim ama nasil? Trenler grevdeydi gene her zamanki gibi. SNCF grevde degilmis, RATP grevdeymis. Kimi hatlar kapali, kimisi degil yani. Tamamen servisi kapatmamislar da indirmisler. Olsun, beklerim. SNCF nereye tasir, RATP nereye goturur, bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Ya allah, atayim da kendimi bir disari, gerisi kolay. Asiri plandan iman gevretmek Fransiz isi. Allah ne verdiyse Turk isi.

Tren beklerken Hintli oldugunu sandigim bir kardesin dikkatini cektim. Hintli degil de o civardan bir adali oldugunu soyledi, ismini unuttum. Muhtemelen Fransiz somurgelerinden biri. O da havayolu calisaniymis, bizim sektorden insanlar uzun anlasir birbiriyle. Trenler de rotarli zaten. Konus allah konus. Muhabbeti duyan eklendi. Sanki kavga var seyirlik. Millet sikilmis tren beklemekten zannimca. Bu memlekette Turkiye neresi demiyorlar. Geldigimden beri carsaf carsaf Chirac'a bela okuyor gazeteler Turkleri AB'ye kayiriyor diye. Sarkozy ayari ince de degil. Halkin nabzini da tuttum. Cik. Istenmiyoruz, anacim. TR'nin AB'ye uyeligi geyikleri de devrilince mutlaka musluman olup olmadigim soruluyor burada. Cevabim da moduma gore degisiyor. Bir muslumanim, bir ateistim, bir agnostikim, bir kagit ustundeyim, bir kayitdisiyim. Muhabbetin nabzina gore. Sanki ben biliyormusum gibi.

Sefer sayisi azaltilmamis sadece, sefer esnasi da uzun uzun uzatilmis. Tikidi tikidi gidiyor hizli tren. Yorgunum zaten. Basimi yasliyorum cama. Derken aklima Teoman'in "O" sarkisi geliyor, 98'den kalma. Sarkinin klibi Paris metrosunda cekilmisti. Nesildaslarim, aloo, hatirlamadiniz mi? Bu cope atilasi detaylari gene bir tek ben mi hatirliyorum yoksa? (Hatirlatma: Onun her ani heyecan dolu/Beni uzdugu zamanlarda bile yoklugunu hissetmek beni korkuturdu diye giden soft bir sarki) Teocum da kafasini tren camina yaslayip bu aksiyonu bol ve muhtemelen onu, onun onu sevdigi kadar sevmeyen bencil kiza huzunlu bir delikanli olarak sesleniyordu. Biraz da bu sarkinin bana yazilmis olabilecegi hissiyatiyla gunduz dusleri kurdum. Cok heyecanli hayatima bir turlu dahil edemedigim janti cocuk bana sarkilar yazarmis, uzulurmus, burulurmus, aahh, ah. Istanbul'dan aldigim son Teoman albumunde sex, drugs and rock'n roll'a cark etmis adam nerde, bu kalbi kirik Teo nerde? Kizlar tamir edecek kirik adam arar, Teocum. Zafer hissi icabi. Yanlis yoldasin imaj acisindan. Geceyim..

Bastille'de bir akis bir akis. Adanali kankayla kafede, restoranda oturup iliskiler, celiskiler uzerine uzun geyikler atis atis. Aksamimiz budur diyordum ki motorsiklet fantezilerine yatay gectik. Binmiycem diyordum, grevler yuzunden mecbur kalaraktan bindim. Iyi de etmisim. Gece vakti aksamkinden daha sert bir klibi daha yasattik icimizde. "Yasandi bitti saygisizca/aldatmanin tadina varinca/dogru soylesen kimin umurunda/gozume inanirim, haydi zipla" tribi yaptik kendi capimizda. Gene bizim nesilden gene cheesy hatirlatmalarla. Paris sokaklarinda cok okumusundan Adanali iki genc, trenler grevdeyken, istasyonlar bosken, sokaklar doluyken, eski asklarina "haydi zipla" diyerekten tor tor torr torrr yol alirlar.

The End.

Pazartesi, Ocak 17, 2005

Saksuka Saka da Suka

Istanbul’a gelmeyeli 8 ay olmus. Memleket aktif, dinamik, heyecanli tabii ki. 8 ayda top 20 listesine tanimadigim 15 adam eklenmis. Semranim’dan haberdardik da ettigi kilit laflar gunluk muhabete eklenmis. “Ol-maz, ol-maz”, “Asikim diyorsun. Senin miden genis mi? Rap rap rap rap” gibi repliklere hemen alistim.

Cumartesi aksami herkesler ve ben Namli’da agir kebap hafif muhabbet sonrasi Cahide 15 isimli eller havaya janti Taksim barina gidecektik. Ertesi sabah erkenden Avusturya’ya kayaga gidecek olan sosyete kankalari ve butun enerjisi ancak spora ve ise yeten arkadaslari eleyip elbet. Taksiyi bes kisiyi almasi icin ikna ettik ki Dilocan’in son dakika satisiyla dorde indik. Dilocan gitti, seviye dustu tabii ki. Ellerimizi sosyetik ortamlarda kaldirmamiza gerek kalmadi. Solugu direk Meis’te aldik. Okan ve orgcusunun program yaptigi Meis’te Düella'nın itibari sayesinde sahnenin hemen onune masa atildi. Okan Pelinat nerede diye sordu. Pelinat'a selam soylendi. Pelinat yoktu ama baska Amerikali vardi yerine. Okan, ”Amerikaaa, eller havaya” diyerekten gaza getirdi ve butun gece kurtlar dokuledurdu. Istek parcalar peceteye siralandi. Of Of, Kirmizi, ve tabii ki de Saksuka. Saksuka’da Tekirdag cingene usulu oynaniyor. Eller onunuzdeki sanal bir carki cevirirmis gibi ileri geri oynatilmak suretiyle. Bir sure sonra Berker’in de gruba eklenmesiyle Eller Havaya cografyasina Moskova da katildi. Berker once ortami kinadi sonra o da koyverdi ve icindeki amele ruhu daha fazla bastirmasina gerek olmadigina karar verdi. Bardan dort sularinda cikarken Okan bir daha Saksuka’ya baslayinca montlarimizla aynen gerisin geriye donup bir kez daha cark cevirdik. Sahneye ciktik, Okan’i optuk, resimler cektirdik sonra su meshur Smash’e gidip 19 yas civari citirlarin ortamina girildi. Stajyer cocuklar ve yeni universiteli bebelerle kesisildi. Yuz yildir duymadigim Sinanay Yavrum calarken sarkinin sozlerini ahalinin bilmemesine ragmen bizim ezbere biliyor olmamiz canimi acitti. Sonra Karabiber. ”Meze yapip harca beni”’yi Rusca’ya ceviremeyecegini hatirlatan Berker, dagilmis kafamda ”Make me an appetizer then spend me” gibi cumlelerin gecmesinin musebbibidir. Turkce sonradan nasil ogrenilir ki? Zor. Ben bu dili bir kez daha cok sevdigimi anladim. Az kelime ama her kelimesi bir baska aleme acilan ifade butunleri.

Sabah 6 sularinda Beyoglu’ndan yukari yururken sevgilisinden ayrilip cilginca icmis bir sarhosla kadin-erkek iliskileri tartisildi. Kizilkayalar’da durum doner, sarmisakli hamburger sirasinda icerideki kalabalikta Italyan taklidi yapan Turklerle Ingilizce konusan Düella Carsamba cikacagi Italya gezisindeki durak yeri olan Dolomiti pistlerinin nasil oldugunu danisti. Düella'ya sazanligi hatirlatildi. Akli ciftlesmekte olan Berker Turkiye’de bu islerin zorlugundan sikayetci; Düella aksini iddia edici. Derken Berker iki cocugu cevirdi ve Düella'ya madem oyle begendiyse onlarla gitmesini soyledi. Düella da o anda karar veremeyecegini, kil dagiliminin onemli oldugunu soyler. Cocuklar 20 yasinda yoklar ve dumurlar. Düella'ya saygiyla isterse onlarla gelebilecegini soylerler. Cocuklardan biri abisinin de Moskova’daki Fenerbahceliler Dernegi uyesi oldugunu ve onu taniyip tanimadigini sorar Berker’e. Moskova’da boyle bir dernek kurma ihtiyaci hissetmis yurdum insanina bir hayret daha gonderdim. Iskembeciye gecilir. Belden yukari cikamayan ve bagirma kivamindan asagi inemeyen sohbette ihtiyar isletmeci kem gozlerle bizi suzer. Düella bir daha oraya iki yil ugramayacaktir. Muhabbete evde devam edilir. Namaza kalkmis mahalleliye sabah sabah Düella'nın arabasinin alarmi, balkondan arabada CD arayan Alex'e yer tarifi bagirtisi, gumbur gumbur sarkilar ve kikirikler dinletilir. Pazar sabahi bogazda kahvalti sozu verilmis diger kankalar saat 10 sularinda telefonlari caldirmaya baslarlar; hatta kimisi kapiya kadar gelir ama hicbiri duyulmaz.

Herkeslerin nefretini kazanmis bir sekilde ancak saat 2’de kahvalti yoluna cikilir. Hava berbattir, Java Levent-Etiler-Hisar’daki her yola girer cikar ve Düella'dan trafik ve yon bilmediginden ayari alir. Akabinde Balkon’da nargile, chill-out ve tabii ki kurtlu Düella'nın eve gitmek isteyisinde gizli dizi seyretme ihtiyaci. Cuma gunu gume giden Yabanci Damat dizisi videoya kaydedilmistir ve buyuk bir titizlikle Yunan armatorun oglunun ozel ucagiyla Antep’e baklavacinin kizini istemeye gidisi bolumu seyredilir. Ana haber bulteninde bir AK Parti milletvekilinin oglunun Japon kiziyla nikahi ve nikahta kiza mutluluk dilekleri icin ”amin” dedirtisleri, arabali vapurda cikan bir arizada batacaklarini sanarak cilginca bagiran yeni model bir sarisin sarkicinin tekrar tekrar gosterilen panigi vardir. Hersey degisik ama hersey aynidir. Seviyorum, dedim burayi.

Gene Paris'teyim. Baymaya onumuzdeki gunlerde devam edecegim..

Bezgin Seyyah

Perşembe, Ocak 13, 2005

Bavul Hayati- Paris Notlari

Carsamba sabahi Charles Degaulle’de pasaportum kendini yine bir Turk pasaport kontrol memurunun ellerinde buldu. Turklerin tekelinde midir Paris gumrugu artik, bilemiyorum ama Turk pasaport kontrolorleri kesinlikle Fransizlardan daha merakli. Ayakustu memleket nere muhabbetinden sonra disari ciktigimda havanin goreceli guzelligi beni nedense mutlu etti. Otele vardigimda bekledigimiz basimiza geldi. Hicbirimize oda yoktu. Oglene dogru misafirler check-out ettikce odalara yerlesebilecektik. Elimize tutusturduklari club room kartlariyla dinlenme odasina gectik artik mecburen. CNN’in egzantrik Ingiliz yorumcusunun lastikli suratinin ve ilginc vurgularina gene gulustuk. Bu adam tanidik bir karikatur artik. Pisim ve uykusuzum ve yorgunum ama yapacak birsey yok. Fransizlarin olasi taktiklerine anti-taktikler gelistirdim uyusuk beynimin yettigi kadar. Arada Fransiz telefon cevirme sistemini direktore ogrettim. Sifiri Amerika’da ceviriyorsun, burada degil. Sonunda Michele’in sigaradan bogulmus oksuruklu sesini duyabildik. Ne zaman isterseniz o zaman gelin, dedi. Sahane bir ajandamiz var yani. Yavas yavas herkese oda cikti. Bana cikmadi. Direktore ben senin odada dus alayim mi, dedim. Nasil yani, bakisi beni yipratti. Oysa Michele’le ne guzel paylasmistik dusumuzu Prag’da. Andy bir anlayis yumagiydi, bana gelebilirsin, dedi. Tamam, dedim. Sen git. Senin dustan cikinca housekeeping’i cagirip dezenfekte ettirirsin kesin banyonu falan. Ne gerek. Pis, temiz, ayik, bulanik farketmez. Her tur hava kosulunda raf omrum uzundur. Olmadi boyle giderim. Beni mi begenecekler? Herkes gitti, ben kaldim. Lobide bulusma saatimize bes dakikada bir oda cikti ve omrumun en kisa dusunu aldim, asagi indim.

Otelle Air France arasi yurume mesafesi. Idi. Yuruyus yolu aslinda yol degil, oyle bir alan iste, cocuklarin yakartop oynamak isteyebilecekleri kivamda bir bosluk. Bir ciktik baktik ki kazmislar alani. Tumsekler, cukurlar, aralarda huniler, insaata girmek tehlikeli ve yasaktir tabelalari falan. Direktor ve Andy sekerekten ilerler. Bense cekcekli dosya cantam ve neyime gerek igne topuk sivrilerle geride perisan cirpinir. En son bir tepecikte artik cantami asagiya coktan inmis Andy’e firlattim. Sonra dondum arkami, eller yerde, popo havada, downward facing dog, surune surune asagi indim bir camur deryasinin orta yerine. Paris’in orta yerinde. Dus almasam olurmus yani.

8 saatlik toplantinin 7 bucuk saati boyunca gereksiz laflar evrildi cevrildi. Son yarim saatte en damar mevzular carcabuk ortaya atildi. Bu bir pazarlik taktigi bu arada. Sanki en son ben dedim, dediysem demisimdir, sen de kabul etmissindir gibisinden bir gereksizliktir. Gece uyuyamayasin diye yapilir. 2 saat daha tartis tartis. Otele dondugumuzde ben sehre akmaca dedim. Direktor ve Andy tabii ki homidi girtlak pufidi kandil bir aksam dilemekteydiler. Direktor gec kalma, sabah sekizde kahvaltida konusacaklarimiz var, dedi. Peki, annecim, dedim. Ama odama gidip her ihtimale karsi gece donmezsem yanima temiz camasir falan aldim.

Ilker’i aradim ve bana tek trenle gelebilecegim St Michel’deki asiklarin, entellerin, yani gozunuzu kapatinca Fransiz dediklerinde akliniza gelen kliselerin bulustugu Fontaine Meydanina gel, dedi. Gittim. Amcamin son jantiligi koluna yaptirdigi denizkizi dovmesi. Hayalindeki kadinmis, o kadin benim diyecek olana verecekmis falan filan. Ha, bir de scooter yapmis. Kaza bile yapmis, dana. Nah binerim arkasina. Quentin, Layla ve Ilker mexican yedik daracik bir restoranin daracik bir masasini bizden baska iki cift ve bir kopekle paylasaraktan. Yemek boyunca telefonlarinin kameralariyla birbirlerinin resimlerini cekip birbirlerine yollayip durdular. Bu ne ola ki derken benim de bir kamerali telefona sahip oldugum aklima geldi ve bu resimleri nasil yollastiklarini telefonumda tatbik ettirebildim. Bluetoothmus. Haaa, cok kolaymis be. Merhaba, anneannecim. Sonra masada olmayan Louie’nin meme, masada olan Ilker’in popo duskunlugu masaya yatirildi. Layla ile sevindik. Zira bizde ikisi de yok. Zaten ne Ilker ne Louie gerek degil bize. Hih ! Layla Tsunamicilere 10 milyon Euro toplamis. Gururluyuz. Quentin’i sonunda bir sirket is gorusmesi icin aramis. Bizimki geri aramamis ama. Yavas yavas. Herseyi bir anda beklememek lazim insanlardan.

Donuste beni otelime Quentin & Layla birakti. Quentin arabasindan daha fazla ayri kalamamis. Trenlere veda etmis. Iyi de bir de park ettigi yeri hatirlasa ya! Paris’in icinde kaybolmak bana batmaz da arabayi bulduktan sonrasi cok fenaydi. Otele yaklastik. Oteli gorduk ama ulasamadik bir turlu. Paso havaalanina atti bizi yol. Birtakim otoparklara girdik, ciktik. Bir daha donduk, bir daha havaalanina atildik. Gece saat 1’de 2F terminalinin otoparkinda cikisi arayip bulamazken Quentin’e hala kizmadigimi, beni otelime birakma inceliginden dolayi bilakis mutesekkir oldugumu sahte sahte tekrarlamak zorunda kaldim birkac kez. Bin kez soyluyorum cocuga. Is gezisi bu. Taksisi, yemesi, icmesi sirketten; sen odeme, sen ugrasma diye. Ne mumkun, neee. Cocukcagiz misafirperverlik hissini doya doya yasasin diye ne iskencelere maruz kaldim simdiye kadar, anlatsam roman olur.

Otele dondugumde hesapta hemen uyuyacaktim. Espressolara filtre kahve muamelesi yapmamdan bir turlu vazgecememek bir kez daha acitti canimi. Uyuyamadim! Acarsin bilgisayarini baslarsin Atlanta’da henuz isten cikmamis Tanzanyali’ya fazla mesai yaptirtacak dehset analiz isteklerini siralamaya. Gene ve bininci kere haftaya ikinci Paris seyahatini yanlis rezervasyonlamis sekretere ayar vermeye. Suraya yaziyorum. Pazartesi gunu gene odasiziz. Hasbelkader isten ne hayir gelecekse artik.