Cuma, Nisan 27, 2007

Petra Harabeleri

Üç saatlik yolculuğun ardından Petra'ya vardım. Koskocaman boz bir vadinin girişinde bir dünya bedevinin bana eşek kiralama girişimlerinden kendimi zor kurtardım. Vadide dolaşmak zormuş da eşeksiz canım çıkarmış da falan da filan da. Ben siportmen bi hatunum ya. Bana tomas. Kaldı ki eşeğin üstünde dengede kalmak benim gibi hala bisiklete binmeyi beceremeyen bir balans sorunlunun harcı değil. Tecrübe yelpazemi yellersem illa bütün evraklar uçuşur ya eşeğe binmişliğim yok değil elbet. Küçük bir çocukken babaannemle eşeğe binip 'pambıh' ve 'buyday' tarlalarında gezindiğimizi bilirim ama eşeğin gemini o yönetirdi, çzık çzık, bürşş, bürşşş diye sesler çıkararak da vitesini ayarlardı. O sesler hoşuma giderdi. Bedevilerin sesi de böyle nostaljik bir hoşluk yarattı bende. Nallarının binlerce yıllık taşlarda çıkardığı sesler de.

Özetle canlarım, milattan önce birkaçıncı yüzyıllarda abiler kayaları oymuşlar, anıt mezarlar yapmışlar. Anıt mezarlar bir yana, o kayaların yapısı, renkleri, katmanları, duruşları falan bile başlı başına ilginç. Mezarlar sadece bonus'u. Zira dışardan baktığınızda heybetli bir anıtın içine girdiğinizde bomboş bir odadan başka bir şey yok. Bütün albenileri dışarıda yani. Bunu bir iki mezardan sonra anladım ya, uzaktan şaşaalı giriş kapıları gözüken mezarlara bakiym diye sonraki tepelere tırmanasım hiiiç kalmadı. Hava da sıcak. Açlık susuzluk, tuvaletsizlik ve toz bulutları canımı sıkmaya başladı. Gezi partnerimin içine bir atmaca, ne bileyim bir keklik ruhu girdi sanki. Dualar okudum, üfledim, çıkmadı. En son bir manastırın tastamam 850 adet basamağının önünde feryadımı duydu da insafa geldi. Geldi de ne oldu? Sen aşağıda bekle, ben çıkıyorum, dedi. Vadinin tek tük kafelerinden birine konuşlandım. Bekledim. Bekledim. Bekledim. Artık orada bekleşen 60'larındaki Fransız dullarından oluşan gezi grubuyla kaynaştım. İçimden geldiğinden değil, siparişlerini anlamayan garsonlarla çekişmelerine dayanamayıp atladığım için, yerlerine siparişi ben verdiğim için yani, beni bağırlarına bastılar. 3 saat sonra keklik ıstakoza dönüşmüş olarak çıkageldi de vadiden çıkışa giriştik. Bu esnada Victoria & David'i andıran havalı bir çiftin arkasına takıldık. Develer tarafından ezilme tehlikesini atlataraktan bir saat çiftimizin ardı sıra yürüdük. Çok gençlerdi. Çok güzellerdi. Çok kokolardı. Poşularla, bandanalarla çöl havası verilmiş piyasa hallerini beğendik. Evliler, dedim. Sol yüzük parmaklarında aynı banttan vardı. Hiç yoktan durup durup dakikalarca sarılıp koklaştıklarından balaylarında olduklarını da ıstakoz kekliği partnerim çıkardı. Harabeler umurlarında değildi. Gözleri, birbirlerine kenetlenmişti. Bizimkiler de onlara.

Akşam Şövalye gezimi sordu. Sonuçta bir vadideki kızıl, katmanlı kayalar ve anıt mezarlardı, diye özetledim. Bana çok kızıyor proses oryantasyonum olmadığı için. Var öyle bir şey. Mesela en aksiyonun doruklarında gezinen filmlerde dahi uyuyakalabiliyorum. Yatağıma gideyim diye uyandırıldığımda filmin sonunu sorduğumda neden bana kızıyorlar, anlamıyorum. Olmaz, sen sonra seyret seyret, diye bir anlamsız baskı. E, söyle sonunu kardeşim. Ben arasını tahmin edebiliyorum. Hatta sonunu da. Hani belki varsa bir twist mwist, onu bileyim yeter. Gece odama döndüğümde TV'yi zaplarken Cinderella Man'e rastladım. Oturdum, seyrettim ama final boks maçı sahnesinde uyuyakalmışım. Adam ya ölecek ya yenecek de tarihe altın harf olacak yani o derece önemli bir final. Sabah uyandığımda kıvrandım sonunu öğrenmek için. Şövalye'ye bir esemes, internetten şunun sonunu öğrensene ben toplantıma koştururken, diye. Ruinedendings.com' dan öğrenmiş, cevabını yetiştirdi. O siteyi çok kullanmışlığım vardı eskiden. Ne zamandır girmediğimden unutmuşum. Ooh, şimdi doyasıya bütün yarıda bıraktığım filmlerin sonlarını okuyorum. Bu vesileyle her tuhaf talebe bir buluntu çıkaran Amerikalıları bir kez daha huzurlarınızda takdir etmek istiyorum.

Cumartesi, Nisan 21, 2007

Manita Durumları Yaş

Düella İran'a gitti. Ben de Ürdün'e gidiyorum. O İran'da barınamazsa poposuna kadar uza(ya)mayan hırkasından ve delik deşik atkımsıyı kafasına dolamasından ibaret şeriat dışı kılığıyla yanıma gelecek. İnşallah gelir. Ben bu gidişimde bayağı bir mutsuzum. Hem çok stres var hem de çok mutsuzluk. Şimdi yalancı çobana döndüm, o yüzden ne desem boş bir 'Şövalye'yle ilişkime dair arızalar' yaşıyorum. O da beni yanlış anladı sanırsam. Herkes beni yanlış anlıyor olamayacağına göre cehennemde yanabilir mi lütfen şu dilim?

Petra'da Indiana Jones'luk yapıcam. Madem. Bizim de çıkışımız bu.

Perşembe, Nisan 12, 2007

Sanat Düşmanı Hafiye

Tembelleştim de bloguma yeterince katkı yapmadığımı sanmayın. Bugünlerde kalemim email ortamında çalışmakta. Herkese bir akıl veresim geldi. Çok severim zaten akıl vermeyi. Karşılığında huzur bırakmamayı falan. Bu işler şişler.

Geçen gün Aklımagelmişken Dak'ı okudum. Alkışladım. Sonra bir kendi yazdıklarımın tipine baktım. Bir aklımagelmişken'e. Suyu sabunu es geçip direk köpüklere dalmışım gibi geldi. Hayır, vakti zamanında birtakım abiler sırf bana çamur atmak için sığlığım ve aldırmazlığıma dair ifadeler kullanmışlardı. Onların da fikrine saygı duymak lazım gelse de kudurmama engel olamamıştır. Acaba haklılar mı oldum. Varsa yoksa Şövalye ve Düella ama şöyle bir durum var. Bütün vaktim ya işte ya Şövalye'yle ya Düella'yla geçiyor. Hatta sonuncu 'ya'yı 've'ye çevirmek daha yerinde olacaktır. Zira Düella'yla yalnız kalamıyoruz. Şövalye bir gölge gibi peşimizde. Nedense Düella'yla karanlık işler çevirdiğimizi sanıyor ve bunlardan haberdar olmak istiyor. Dün işten çıktım Düella'ya gittim. Şövalye'ye de çok işim var, geç çıkıcam, diye esemes attım. Düella bu durumda benim metresim mi sayıldığını sorguladı. Çarçabucak sevişir gibi doya doya çekiştirdik herkesi. Gelecek planları yaptık. Ona su içsin, ızgara et yesin diye baskı yaptım. O benim excel sheet'lerimle dalga geçti. Öyle itiştik kakıştık. Şövalye arayınca da onu öptüm, dizileriyle başbaşa bırakıp gittim. Apaydınlık, sevimli bir durum bence. İstemeden yer altına sokuyoruz. Karanlığa mahkum oluyor.

Asıl konumuza gelelim. Gelmeye çalışalım. Dağıttım gene.

Bir gösteri seyrettim geçenlerde. Hayatımı değiştirmeye karar verdim. Bilenler bilir, operaymış, baleymiş, tiyatro, sinemaymış, pek işim olmaz. Ya olayın kendisi ağır ağdalı yapay gelir ya da karanlıkta dar koltuklarda saatler geçirmeye dayanamayan kıl kurtlarım oynar. Ondan. Şövalye beni sanat düşmanı ilan etti. Zorla bilet aldı falan, demiştim ya. Gittik işte. AKM'de bir bale, opera, senfoni karışık gösteri. Dünya Prömiyeriymiş. Onlarca yıldır hayal edilen şeyin sonunda gerçekleşmişiymiş. Tek başına, iki başına bale yapıyorlarsa fena diillerdi. Ama ne zaman ki sahnede onlu, yirmili, otuzlu oluyorlar, o zaman aynı anda aynı hareketi yapabiliteleri yok. Asenkron asenkron zıplamalar, dönmeler, uçuşmalar...Olsun, yine de alkış. Hani danstan derin anlamam ama benim bildiğim bir olayı, hikayeyi sadece hareketlerle anlatman icap eder. Mesela Lale Devri'ni anlatacaklar sahnede. Ellerinde lale resimli posterleriyle sahneden geçen balerinler görüyoruz. Istanbul'un fethi mi anlatılacak? Ellerinde sur maketleriyle dönüyorlar. Gibi müsamere sahneleri de mevcut. Olsun, al-kış!

Senfoni kısmında Atatürklü bir video yansıtıldı perdeye. Bu sefer sağanak alkış. Yıkılıyor ortalık. Senfonide öksürülmez bileydi hani. Kemanlar, piyanolar yalan oldu. Alkış dinmiyor. Hayır, daha geçen gün gazetede Türkiye için yazılmış Reuters raporunda ders kitaplarındaki, duvara asılı metinlerdeki hitabetlerle küçük yaşlardan itibaren aşılandığı yazıyordu. Hatta başlık da 'böyle yazmışlar ama ne dediklerini bilmiyor şaşkalozlar' manasına gelsin diye "Türk Milliyetçiliği Böyle Aşılanıyormuş". Sanki ilk defa duydun. Bir iki sayı evvelki Ekonomist'te de 19 Mayıs gösterisinden etten kuleler kurmuş eşofmanlı gençliğin bir fotoğraf vardı. Aynı muhabbetler işte. Marşlar, ikonik hitabetler, sahnelemeler...Küçükken 'Allah mı büyük Atatürk mü?' diye sorduğumu hatırlıyorum alenen. Var böyle bir şey. İnkar niye? Tamam şimdi, tartışacak olursak asıl niyetin aslında bir başka gruba karşı gövde gösterisi olduğunu da duyarım. Atatürk düşmanı olduğumu sananları da. Ben bunu burda bırakırım. Aklınagelen anlatsın.

Sahnelenen şeye dönersek niyeti de akıbeti de her neyse, güzel kardeşlerim, bir daha bu memlekette gösteri mösteri izlemeyeceğim sonucuna varırız. Ne yüksek bir sanat zevkim var ne de algım. Kendime göre bildiklerim var. Dans dediğin bir disiplindir. O disiplinin yoksa bana ne anlattığın şeyin tarihi, nostaljik ve sofistike algısından, içeriğinden, süslü pullu kostümlerinden. Vaktiyle Amerika'da, Avrupa'da izlediğim şeyler buradakinden açık ara öndeydi. Hadi diyelim onlarda para bol. Altyapı bol. Sen burada mütevazi bir yapımla çıkabilirsin insan içine ama hani disiplinin? İşin tuhafı gösteriyi sevmeyen bir ben vardım sanırım seyirciler arasında. Herkes pek bir hoşnuttu. Bir arkadaşımla tartıştım da bu mevzuyu. "Bu ülkede 'yaparsın olur'. Halk ne verirsen alır; akılcı eleştiri eksikliği, cehalet, kültürsüzlük ve göçebe kültüründen gelen esneklik ve her kalıba girme yetisi sonucu... sunulanı değerlendirecek aklı başında bir göz olmadığı için kimin sesi yüksek çıkarsa, kim daha cüretkarsa malı o götürür. Buna alış bence." dedi.

Alışamazsam evimde paşa paşa otururum anacım.

Salı, Nisan 03, 2007

Tesadüfler, Taşınmalar ve Yolculuklar

Annem beni yerleştirdi, gitti. Ben yerleştim, Düella yerinden oynadı. Pansiyon tadilatta. Bütün mobilyalar apartmanın dibindeki depoya taşındı. Misafirler geçidi yuvarlanmalık koltuklar ise maalesef artık yok. Onları evin badanasını boyasını yapan ustaya hibe etti. Yılların izini taşıyan haritaya dönmüş halıfleksler kalktı. Altından ilkokulumun yerlerini andıran tahta salmalar çıktı. Sistreler, üzerine vernikler. Sonra eşyaların geri taşınması, kolilerin açılması, abladan gelen eşyalar ki ablanın evi tadilata girebilsin.

Cumartesi sabahı Düella'dan acıklı bir telefon geldi. Elektrik süpürgesi bozulmuş. Evde Oya var. Süpürgemi getirebilir miymişim. Kalktım gittim. Bir elimde süpürge, öbüründe borusu. Pansiyonun önünde eşofmanıyla Kabak Çekirdeği, arabasındaki pet su şişelerini çöpe atmakta. "Aaa," dedim. Boruyu gözüne soka soka. “Beni tanıdın mı?” “Şekeeer,” dedi. Kaç yıl oldu? Net sekiz. O sokakta oturuyormuş. Evlenmiş. Baba olmuş yeni. “Seeen?” dedi, boruyu gözünün önünden çekmeye çalışarak. “Ev kadını mı oldun?” Yok yahu. Keşkeee. Hani yüzük? Bekarım hala. Hayatta inanmam. Boşandın mı? Yürü git. Acelesi varmış, pansiyona çıkamadı. Kartımı verdim. İş bile konuştuk ayaküstü.

Düella pansiyonda acılar içinde. Dedim ağlama. Anneni çağır. Duvarlar, yerler mis gibi, lakin yoğun vernik kokusu boğazımı şişirdi. Akşama doğru zorla yerinden kaldırıp Pansiyon-2’ye taşıdım. Elmalı diş macunu yok diye, dişini o acı mentollerle ovusturamayacağı için fırçalamadı. Sabah duşu almayı batılı bulup ilgilenmedi. Pijamasıyla geldi. Pijamasıyla gitti. Mobilya kurucularıyla buluştu. Bense nihayet evime yerleşebilmiş olmanın mutluluğuyla aylar sonra boğazda kahvaltımı yapıp bulmacalarımı çözüp sinemaya gidebildim.

Sinemaya da gitmezdim ya, Şövalye tutturdu. Tek yaptığım çalışmak, Düella'yla buluşup iş konuşmakmış. İş dediysem kendi işim diil. Ne iş kursak, nasıl kurtulsak muhabbetleri. Bir de arada Çarşamba akşamına bale resitali bileti aldı. İşten erken çıkamayıp resitali kaçırmam farz oldu artık. Ne oldu? Şövalye’yle iş konuştuk bu sefer. Değişiklik? Oldu tabii. En azından Düella'yla daha aklıselim ilerliyorduk. Şövalye’ye ne önersem, hikayesini soruyor. Albenili hikayesi olmayan bir iş yapamazmış. Bahçıvanlığın ne hikayesi olabilir ki? Çok gerçekçiymişim. Yaratıcı değilmişim. O yüzden ancak kurduğu işi iyi yürüteyim diye genel müdürü yapacakmış beni. E, iyi. Şiştim. Artık konuşmayalım. Ona Tembel Ayaklanması-Yan Gelip Yatmanın Manifestosu diye bir kitap aldım. Kendime de bir The Economist. Sustuk okuduk.

Sinemada şu Paris I Love You filmine sessiz sessiz ağlarken sessizdeki telefonum yandı yandı söndü. DC tayfası brunch’taymış. Beni anmışlar. Mutlu bir hasretle konuştuk dışarı çıkar çıkmaz.

Sabah uçağımın kapısı çok uzaktaydı. Üşengeçlikten şu elektrikli arabalarla sürdürdüm kendimi kapıya kadar. Kapıda yine Kabak Çekirdeği! Bu sefer lacileriyle güvenlik sırasında. Uzun konuşamadık. Atina dediğin üç dakikalık yol.

Kifissia’da kahvemi yudumluyordum. Türk kahvesi değil. Greek kahvesi. Eyvallah. Neyse ne. Bildiğim tat zira. İsimlerin ne önemi var? Ortam güzel. Zira oğlanlar çok yakışıklı. Kızlar ise çirkin. Daha ne isterim? Zaten peşime bir veliaht düştü. Şövalye çok kıskanıyor. Oysa veliahtın oyuncaklı buluşma manevralarını sadece Düella'yla çöplerini çatma niyetiyle kabul ettim.

Bütün gün ve gece yemekte boşanıp semerimi dahi yedim. Şimdi sol kolum uyuşuyor. Kalp krizi geçiricem galiba.