Pazartesi, Ağustos 15, 2011

Yok, Benim Ruhum Yaşlı

Ya valla izlemiyorum ama Hayriye Hanım izlerken arada odasına gire çıka gözüm takılıyordu Fatmagül dizisine. Dizideki korkunç yengeye yılbaşı hediyesi alıyorlardı. Boğazlı bir kazak. Kadın höff pöff oluyordu. Şöyle açık yakalısından yok mu bunların, varsa değiştirsek, demişti. Gelemiyormuş öyle kapalı şeyler giymeye. Sıkıntı basıyormuş. Ama yakalı kazak giyemeyişini sanki kadının şımarıklığı gibi ifade etmişlerdi. Hiç beğenmemiştim bu senaryo tutumunu.

Birkaç yıldır ben de hiç kapalı yakalı bir şey giyemiyorum. Daral geliyor. Kapalı yaka bir yana uzun kollu şeyler bile sinirlerimi bozuyor. Allahtan artık konfeksiyonda çeşit bol. Kışın bari ¾ kol dedikleri, bilekle dirsek arasında biten kollara sahip üst baş bulabiliyorum. Ya da gömlek kolu çemirleme işlemine girişiyorum.

Sanırım bunlar yaşlanma işaretleri. Ya da menapoz. Kadınların hayatı dört haftalık periyodların üçüncü haftası darlanmayla, dördüncü haftası kanama ve krampla geçiyor. Yetişkin ömrün yarısında bir hadise var yani. Yaşlılık döneminde de menapoz derdi. Ama yani bu darlanmalarla menapoz sanki 20 yıl öncesinden geldim geliyorum diyor.


Öğrenciyken Ruş ve Pelinat’la kadının yaşlanma işaretlerinden biri olarak da ten rengi iç çamaşırları giymeye başlamaları olarak belirlemiştik. Geçende bir baktık hepimizin içi pamuklu ve bej. O dantelleri, o renklileri nasıl giymişiz, belli değil. Ten rengi çok fonksiyonel. Her renk kıyafetle giyebilirsin, içerden kendini belli etmez. Pamuklular da rahat işte.

Bir yandan bu da ruh meselesi sanırım bu. Genç de kalabilirsin. 55’lik bakıcımız Hayriye Hanım’ın dantelleri, çingene pembeleri falan var. Gündeliğe gelen kadın çamaşırları yerleştirirken benim ten renklileri onun çekmesine, onun rengarenk dantellilerini de benim çekmeceme koyuyor mesela. Uyuz bir durum.

Topuklu ayakkabı da giyemiyorum artık. Ancak dolgu topuk olur ve ayağıma da bir numara büyük olursa. Allahtan babetler çıktı da demode gözükmüyorum, desem de babetler de bütün o dümdüzlüğüyle çok rahatsız edici aslında. Ufacık bir topuk şart. Öyle hafif topuklu ya da mini platformlu babetlerden arıyorum hep. Onlar da bildiğiniz anneanne ayakkabısı. Hani bej ve kalın bantlarıyla bileğe doğru ilerledikleri dakika 80’lik misin 30’luk mu belli olmaz.


Hayat büyük bir koşuşturmaca içinde geçiyor. Bu hız ve panik içinde bir de rahatsız kılıklar hızımızı kesiyor. Demek ki gençken zaman daha yavaş akıyordu. Toplum anlayışla karşılasa Düella çırılçıplak dolaşacakmış. Onun gardrobu bile zamanla sadeleşip azalıyor. Benim hala moral düzeltmek amaçlı üst baş alışverişlerim oluyor. Onları da denemeye üşendiğimden internetten yapıyorum gerçi.

Perşembe, Ağustos 11, 2011

Anne-Kızın Bitmeyen Draması

Annemle kavga dövüş giden ve bir türlü de huzura eremeyen bir aşk-nefret ilişkimiz var. Sanırım çoğu ‘anne-kız’ ilişkisi böyle.

Aslında sanırım her 60 yaş civarı anne biraz tuhaf. Ben daha arkadaşlarımın anneleri arasında normal anne görmedim.

Annemin etrafıyla iyi geçinme konusunda çeşitli handikapları var. Kendine zarar vereceğini bilse bile bir şeye tepkisini koymalıdır mutlaka. Ettiğim laf nereye gider, bu işin sonu ne olur, diye düşünmez. Adanalılıktan belki de. Kanı kaynıyor, delleniyor. Adana adliyesinin ünü boşuna değil.

Zamanla anneme mesafe koyaraktan aramızı seviyeli tutmayı başarsam da yakın geçmişte lohusalığın ve taze anneliğin verdiği naif ve depresif ruh haline girmemle annem tüm fırsat boşluklarını doldurmakta gecikmedi. Kendine en ihtiyacım olan dönemde bana yardım etmek yerine evde otorite olmaya çalıştığından depresyonuma bir de cinnet karıştırdı. Haliyle mecburen bir süre yine uzak kaldık birbirimizden.

Eskiden de ilişkimize molalar vermişliğimiz olmuştu ama Jelibon doğduğundan beri o molaları vermemiz çok zorlaştı.Anne Hafiye adeta torunuyla beraber büyülendi. Torununu çok özlüyor, özlediği için depresyonlara giriyor, ağlıyor. Sık sık bize gelmek istiyor. Gelsin, eyvallah ama her geldiğinde ev huzurunu bozmaya yönelik hareketlerini gözeterek olaylar büyümeden kontrol altına alma çabalarım beni yoruyor.

Geçen geldiğinde, Jelibon’u kucaklayıp bağrına bastırırken, “Ahh yavruuuuum. Böyle sevgisiz şefkatsiz bakıcı ellerinde büyüyor kuzuuum” demesin mi?
Üstelik Hayriye Hanım’ın yanı dibinde.
Hayriye Hanım da “Ben Jelibon’u seviyorum”, dedi itiraz ederek.

Annemi bir köşeye çekip neden böyle şeyler söylediğini sordum. Amacı ne?
Torununa bir bakıcının bakmasını istemiyorsa çözümü ne?
Ben işi bırakıp çocuğumu mu büyüteyim? Kendisi bize yerleşip Jelibon’a mı baksın?
Ne amacı vardı ne de çözümü. Ortada ettiği laf var. Kırdığı kalp var.

Vay sen misin kalp kıran? Al sana ne diyeceğini değil, ne duyacağını düşün türünden bir geri dönüş. Ben de az değilim. Geçmişin tozunu hemen alırım.

Dedim sen sanki bizi o çok önem verdiğin sevgiyle büyüttün. Bir gün kucağına alıp bağrına bastığını hatırlamam. Ne masal okundu bana ne benimle gurur duyuldu. Her gün azar, her gün dayak kötekti benim çocukluğum.

Hayır, bir de akıllı uslu çocuktum. Jelibon gibi kuduruk olsam heralde annemle üçüncü sayfalara çıkardık.
Hiç bile, dedi annem. Bana ve kardeşime fiske vurmamışmış.
Şimdi de geçmiş çarpıtıldı, iyi mi?
Keşke zamanında işkenceyi belgeleseydim. Hafıza değil, somut belge lazım.

'Anasına bak, kızını al' lafından çok korkuyorum. Ben de ilerde annem olur muyum acaba?

Çarşamba, Ağustos 10, 2011

Bebek Dili

Şövalye, Hayriye Hanım’ın Trakya şivesinden şikayetçi. Geçen gün Jelibon’u salıncağına koyalım, demek isterken salıncak’a ‘sallangaç’ dedi.
Tıpkı Hayriye Hanım'ın konuştuğu gibi.

Avamlığa asla tahammülü olmayan Şövalye kelimeyi yanlış söylediği için kendinden nefret etti. Bu hatasıyla(!) farkında olmadan kullanmaya başladığı diğer kelimeleri de fark etti. ‘Diğeri’ yerine ‘öbürsü’, ‘halen’ yerine ‘elan’, gibi.

Özetle, Jelibon konuşursa Trakya aksanı kapacak diye endişelenen Şövalye, çocuktan önce kendi kaptı o aksanı.

Jelibon sadece yürüyor, koşuyor ve çığlık atıyor. Yaşına girmesine 20 gün kalmasına rağmen ne bay bay yapıyor ne öpücük atıyor. Bir ara atar gibiydi ama artık yapmıyor.

Herhangi bir kelimeyi bebekçe bile olsa söyleyemiyor. Dıgıl dugul bir şeyler diyor devamlı ama nedir, bilemeyiz.

Bir yaşımdayken ben bir dünya kelime söylermişim. Annem, Jelibon’un bu geriliğinden(!) pek şikayetçi. Senin çocuğun şimdiye kadar bülbül gibi konuşmalıydı, diyor.

Bebeklerin gelişimlerinin kendilerine has olduğunu, erken yürümenin ya da konuşmanın bir şey demek olmadığını ona tekrar tekrar anlatmak istemiyorum. Anlatsam da inanmıyor. İnansa da unutuyor.

Onun yerine, “Sadece benim çocuğum olsaydı, evet dediğin olurdu ama o Şövalye’nin de çocuğu işte”, diyorum. 

İstisnasız her gün telefonda annemle bu geyiği yapıyoruz. O hep Jelibon'da bir arıza çıkar diye kafasında kuruyor. Ben de böylece endişelerini bertaraf ediyorum.

Cuma, Ağustos 05, 2011

Kılıbık-mış Gibi

Erkeklerin katılmak istemedikleri bir organizasyona kendilerini davet eden erkek kankalarına ‘hayır’ diyemeyip bahane olarak da yengenin cinnet ve cehennemini ileri sürmelerine alışkınım. Babam da yapardı aynını. ‘İstemiyorum’ yerine ‘valla Yenge Hanım istemiyor’ lafını sıklıkla ederdi . Oysa annemin istemediği ne çok şeyi gayet göstere göstere yapan bir adamdı kendisi.

Alışamadığım şey ise karıları güya totolarını gezdirirken kendilerinin ofis işlerinin yanı sıra ev işlerini de yüklenmiş, mecburen kılıbık olmuş mazlum ayağına yatmaları. Hayır efendim. İşte bunu kabul edemem.

Hayriye Hanım’ın acil bir bürokratik işi çıktı. Memleketine gitmesi gerekti günübirlik. Gittisi geldisi, iş saatlerinde orda olması derken hafta ortası iki gün yoktu. Jelibon’a bakmak için işlerimizden izin almalıydık. Hesapta günleri birer birer bölüşecektik Şövalye’yle. Tabii ki onun çok acil işleri bu sözünü yedirdi ona. İlk gün ofisten bırakın erken çıkmayı gece yarıları, çocuk uyurken döndü.

Söylemesi ayıp, bu antidepresanlar beni feci uyutuyor. Top patlasa uyanamıyorum. Jelibon gece bazen uyanıyor. Su içiriyorsun geri yatıyor. Şövalye de Jelibon’un uyanmasına uyanmış, beni dürttü. Kalk, uyandı, diye. Kendisi su içiremez çocuğa çünkü. Jelibon’a suyunu içirdim, geri yattım.

Ertesi gün de izin alamazdım. Ofiste acil bitmesi gereken bir işim vardı. Jelibon’u öğlene kadar ofise götürecektim. Sonra da Şövalye işten erken çıkıp çocuğun bakıcılığını üstlenecekti. Jelibon’u ofise getirdim. Ortamdaki kablo ve bilgisayar yoğunluğu yüzünden kafayı yedi. Bağıra bağıra ortamı terörize edince topladım götürdüm. İşlerim kaldı. Şövalye’ye dedim ki erken gel mutlaka. İşim var.

Şövalye akşam 8’de geldi. Gün içinde az uyuyan Jelibon’un gece uykusuna ramak kala geldi yani. Hem de gelirken markete uğramış. Evdeki sağlıklı yemekleri beğenmediğinden kendine evde goralı sandviçler yapabilmek için alışveriş yapmıştı. Gelir gelmez goralı yapımına girişti. Üstüne de telefonu çaldı. Aaa. Senelerdir görmediği yurtdışında yaşayan bir kankasına meğer söz vermişmiş akşam için. Kankası bize gelecekmiş o akşam, Jelibon’u ilk kez görmeye ve bizi tebrik etmeye.

Ev nasıl terelelli, tarif edemem. Ortalıkta Jelibon’un milyon oyuncağı. Jelibon yürürken çarpmasın diye sağa sola gelişigüzel çekilmiş mobilyalar. İçinde sadece on kilo olduğu için kesmeye üşendiğimiz bir karpuz olan tamtakır bir buzdolabı. Mühim bir ihale için sabaha mutlaka fedexe verilmesi gereken yarım kalmış bir iş planı.

Şimdi işin yoksa çocuğu giydir, ortalığı topla, birkaç pasta börek, kola bira falan sipariş et ve eminim çok iyi bir insan olan ve fakat yarım kalmış işin yüzünden bir türlü muhabbetine konsantre olamadığın tanımadığın biriyle iki saat muhabbet et. Neden? Şövalye’nin kendi işini benim işimden daha çok önemsemesinin yanı sıra kritik şeyleri de unutup hiç de haber vermemesi yüzünden. Oldu canım.

Topladım laptop’ımı. Evi ve Jelibon’u bıraktım Şövalye’ye. Ne halin varsa gör, dedim. Mamasını pişirdim. Mutfakta. Yedir ve uyut zaten çok uykusu var, dedim. Yürüdüm Starbucks’a. İki saat kadar çalıştım. Tabii Şövalye zırt pırt beni arayıp tezgahın üstünde nal gibi duran mamasının nerede olduğunu, hangi biberona neyi, ne kadar koyacağımızı, hangi bezi takması gerektiğini, yatarken hangi body’sini giyeceğini falan da sordu. Ömründe yapmadı bunları tabii. Nereden bilsin?

Starbucks kapandığında işim daha bitmemiş olmasına rağmen mecburen eve döndüm. Misafirin gitmiş ve Jelibon’un uyumuş olacağını sanıyordum. İkisi de olmamıştı.

Jelibon adeta sarhoştu. Yüzünü nereye bulsa oraya sürtüyordu (uyku hareketidir bu). Uyumamıştı. Çünkü babası onu uyutmamıştı. Üstü değişilmemişti. Maması çok geç verilmişti.

Misafirle tokalaştık. Bana ne dese beğenirsiniz?

“Dünya tersine dönmüş, Hafiye Hanım. Adam kaç yıldır görmediği arkadaşıyla iki laf edemiyor, evde çocuk bakıyor, kadın dışarda”

Vay sen misin bunu diyen? Misafir bunu kendi başına bu şekilde diyemez. Kesin Şövalye attı tuttu.

“Valla maalesef 21. yüzyılda bile dünya aynı kalmış. Tersine döndüğü falan yok. Bilakis kadın hem dışarda hem evde çalışıyor. Adam hala sadece dışarda”

E adam tabii dışarda olacakmış. Türk kadınının masraflarını karşılaması kolay mıymış.
Şövalye de misafiri onaylayan gevreklikte bir güldü.

Niyeeeaaah.

Senelerce çalışmayıp çalıştığı üç beş günün de parasını apır sapır seyahatlerde, zihni sinir girişimcilik projelerinde heba eden, ben değil, Şövalye.
Masraf çıkaran ben değil, Şövalye.
İki gündür işini yapamayan ben.
Çocuğa iki saat bakamayan Şövalye.

Yine tuttum kendimi. Misafire uyuz uyuz konuştum. Kalktı.
O gider gitmez Şövalye’nin beynini yedim. Bir kulağından girdi, öbüründen çıktı kesin.
Ben çok iyi anneymişmişim. Falan filan dedi. Günü kurtardı.

Çarşamba, Ağustos 03, 2011

Kaynayan Kurtlar

Bir yere gittiğimizde gözüm hep başkalarının bebeklerinde. Milletinki pusetinde oturuyor bütün gün. İki tane oyuncakla takılıyor. Üstelik bu kadarcık aktivite ile çocuklarının hareketli olduğunu iddia ediyorlar.

Oysa Jelibon hareketliden de öte, kuduruk bir oğlan oldu çıktı. Bir saniye yerinde durmuyor. 9 aylıkken, daha akıl yokken yürüdüğü yetmediği gibi hala akıl yokken, 11. ayında da merdiven tırmanmaya başladı. Hatta merdivenler onun en büyük obsesyonu artık. Bu da yetmedi, özellikle önü açık asfalt yol buldu mu uzun soluklu koşuyor da. Kondüsyonu şahane ama yurdumun girintili çıkıntılı asfaltlarında sık sık düşüyor. Dizleri kan içinde kalıyor. Bir dur, bir ağla, di mi? Yok, kalkıp koşmaya devam ediyor.

Artık bebeklerde hiperaktivite var mıdır, diye gugıllamaya başladım. Yokmuş. Bebekler zaten doğaları gereği hareketli olurlarmış. Benim kendimi bunun ‘normal’ olduğuna ikna etmem gerekiyor yani. Baktıkları bebeklere öksürük şurubu verip sakinleştiren bakıcıları anlamaya başladım.

Jelibon, Baby TV’yi bari beş dakika kadar seyredebiliyor. Bu yüzden bir mola istediğimde koyuyorum adamı televizyonun önüne. Bir nefes olsun almak için. Çocuklarınıza TV seyrettirmeyin diyenlerin çocuğu yok kesin.

Hareketliliği bir yana, istediği olmadığında da ciyak ciyak bağırıyor Jelibon. Ben bir höt diyorum, ağlıyor. Sonra susuyor. Ama babası. Ah, o babası. O oldu mu bağırması, ağlaması asla bitmiyor. Çünkü babası eninde sonunda ne istiyorsa yapıyor.

Şövalye, diyorum. Yapma. Şımartma.
Ama çok seviyormuş Şövalye. Dayanamıyormuş. Öyle dudaklarını büzüp titretip gözyaşlarını akıttığında içi kıyılıyormuş.
Ben bütün bu ‘vicdansız’ duruşumla aslında çocuğumu sevmiyormuşum.

Tabii Jelibon babasında işe yaradığını çok iyi bildiği titrek dudaklar eşliğinde gözyaşlarını sıklıkla akıtıyor. Bana da aynından yapıyor ama işe yaraması umuduyla o kadar uzatıyor ki artık yirmi yedinci kez üstü üste babaanne yazlığının yola çıkan bahçe merdivenlerine tırmanmasına izin vermediğim için on beş dakika katıla katıla ağladığında, ‘yeter, Jelibon yeter’, diyip çaaat diye eline vurdum bir tane.

İlk dayağını yedi bizimki. Ben de zamanında şiddete maruz kalmış herkes gibi şiddet uygulamaya başladım. 11 ay sürdü kendimi tutmam.

Ama Jelibon bunu da bir oyun sandı ve şimdilerde bana koşturup vurmam için elini uzatıp duruyor.

PS. 'Maaşallah' diyin tabii. Herkes öyle diyor Jelibon'a. Bence de hareket edebilmesi ne güzel ama bu kudurukluk seviyesindeki aktiviteye neden 'maaşallah' dendiğini inanın ben de anlamıyorum.