Perşembe, Aralık 28, 2006

Bekarlığı Yonca'nın

Yazar blokunu nasıl atlatabileceğimi de gugılladım. Herşeyi gugıllıyorum zaten artık. Yaşam koçum gugıl. Ufak ufak yazmam salık verilmiş. Parça pinçik notlar halinde. Bütünleştirmek size kalmış. Hadi bakalım.

Uhhmm...

Türklerin plansız programsızlığına iyiden iyiye alıştım galiba. Yonc da önceden hiç istemediği halde Okan'ın sahnesinde bekarlığa veda etti. Karaoke barından tavernasına kadar hiç bir Istanbul mekanının on küsür kızı kabul edecek bir rezervasyon boşluğuna sahip olmamasının da bunda büyük payı var tabii. Bir millet kendini bu kadar mı sokağa atmaya heveslidir, yarabbim? Biz de tersine bu kadar mı çıkamayız pansiyondan?

Esra'nın dakiklik cinneti ve her nasılsa ekibi korkutmuşluğu olmasa ne Okan ne bişi, pansiyonda bekarlık bırakılırdı ya, neyse. Pansiyon döndüğünde kapıyı duvar bulmasına rağmen Esra ısrarla ikinci buluşma ayarlamaya çalışıyordu. Pansiyon'un alt limiti, Esra'nın üst limiti öğlen 12'de karar kılınmış. 11:45 gibi Pansiyon'u uyandırmaya çabaladım. Hemen akabinde Esra aradı. Yoldaymış, geliyormuş. Tam oniki-sıfır-sıfır'da kapıdaydı. Pansiyon acılar içinde ciyakladı: "Bir kere de pişman ol, vazgeç, gecik be kardeşim". Nafile.

Esra'nın yerinde ben olsaydım süründürürdü beni daha bir iki saat. Kapıdaki Esra olunca asker gibi hazırlandı. Buluşmaları Boğaz'da yürüyüş şeklinde hazırlanmış. Bir de aktiviteli yani. New Orleans'ta uyku muyku, jet-lag, aşırı gece hayatı sorunu dahi yokken on dakika yürüdü diye bana yapmadığını bırakana bakar mısınız? Dinsizin hakkından imansız gelirmiş; ben bunu öğrendim artık. Benim yüzüm çok yumuşak.

Okan'da da her taraf silme hatundu. Hem de dekoltelerine parıltılı sallantılı kolyeler indiren sarışınlaştırılmış balık etli modellerden. Okan'la mekanın gerekliliklerini yerine getirdik. Eller hep havadaydı. Yeni best-friend'i olarak Pansiyon beni ilan etti. Ne zaman aynı fotoğraf karesine sığmaya çalıştıysak Yonca fırlayıp aramıza girdi. Yonca gergin, sinirli. Olsun, üzerine gittik, hatta ağlasın diye kastık, 'Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar'ı söyledik hep bir ağızdan. Üzerine Dilocan lililililiiii diye zılgıt çekince Yonca sinirinden ağladı, evet.

Bir ara sahne molası veren Okan'la gruptaki kızlardan JJ arasında bir istek parça diyaloguna şahit oldum. JJ, Rakkas'ın çalınmasını istiyordu ısrarla. 'Mazisi var, n'olur,' diyor duruyor. Mazidar şarkılar genelde gönül telini titreten şeylerdir ya, 'Rakkas ne alaka?', oldum. Öyle loy loy loy şarkı. Alla allaaa! Mazisi şuymuş ki eskiden tombalakken JJ'in balkonlar da DD'ymiş. Kilolarla birlikte onlar da mazi olmuş. 'Gül memeler çağlasın' diye salladıklarının anısına istinadenmiş istek parça. Okan'ın da bu açıklamaya dahil edilmesi tuhaftı. O da ilgilenmedi istekle mistekle zaten gitti parıltılı hatunlara yazdı. Mola uzadıkça uzadı.Yonca sızdı.

Çarşamba, Aralık 27, 2006

Yazar Bloku

Aslında ne kadar çok şey oldu. Kısacık bir haftada kocaman kavuşmalar, bekarlığa vedalar, nikahlar, doğumgünleri...uhuu. Yazacak o kadar çok şeyim olmasına ve herkesin merak içinde bunları beklemesine rağmen hiiiç mi hiç yazasım yok. Hayır, ne Yonca kocaya vardığı halde ben evde kaldığım için ne de otuz yaşıma girdiğim için bir sıkıntı gazı söz konusu. Gaz hatta hiç yok. Olsa, iki satır şuraya çiziktiririm bari. Bilirsiniz zaten. Gazlardır bu blogun müsebbibi. Bir şey olsun. O şey içimde devinsin, sonra da bu bloga devrilsin şeklinde bir süreci var Hafiye'nin.

Durup dururken 'writer's block' oldum. Neden yarabbim derken, farkettim ki Pansiyon yüzünden! O da zaten bloke olmuş. Hiiiç mi hiç yazası yok.

Yonca'yı çıkardık hayatımızdan, başbaşa kaldık mı iyice? Araya Pelinat da karıştı. Bütün gazlarımızı kalemimizden çenemize yönlendirdik. Söz uçar, yazı kalır ya ( verba volent, scripta manent) Laklak uçtu gitti. Bu sayfa da 'hani bana? hani bana?', demek durumunda kaldı bir süre.

Çok ısrar ederseniz kronolojik bir aktivite raporu yazarım ama geyik, dumur, cinnet, sulu detaylar falan olmayabilir. Zorlasam mı ki kendimi?

*Gugılda 'writer's block' için 'yazar bloku' gibi çeviriler gördüm. Bana bir tuhaf geldi ama sıkıntı yaratmaz inşallah.

Cuma, Aralık 22, 2006

Farkı Farketmek

Üniversite yıllarındaki sosyal hayatımın önemli bir kısmını dört Adanalı erkekle geçirdim. Erken yirmilerinde erkeklerden neler beklenirse işte, onları alın teklifsizlik, küfür yaratıcılığı, acıbibere düşkünlük gibi özellikler ekleyin, bir kafanızda canlandırın. Birkaç yılı king masalarında, abaza geyiklerinde, abeslerde, rakı-kebap sofralarında erkek fatma olarak doğrultmuşluğum vardır.

Sonra ben gittim Amerika'ya. Onlar da askere, işe, güce. Turist yıllarımda bir kahve içmelik vakitleri ancak kotarırdık. Gel zaman git zaman yanlarında kızlar belirmeye başladı. Hanım kızlar. Fatma olmayanlar. Düğünleri oldu. Evlerine tıklım tıklım kültablaları, Zülfikar börekçisinin plastik kapları yerine artistik düzenler geldi.

Geçen gün toplandık. İş çıkışıydı. Öpüştük sarıştık sonra da bakıştık. Mesela, birinin Kazakistan'daki Rus hatunlarıyla maceraları gündeme geldi. Bu sakıza müsait gündem ancak madde olarak kaldı. Amiyane altyazılar döşenemedi. Kapandı. Mesela, ortak cinnet tanıdığımıza yokluğumda iyice sinirlenilmiş. O da ancak bir resmi gazeteye yakışır özet olarak kaldı. En yaratıcısından küfürler dizilemedi. Dutlar dizildi. Tıkandı.

Benden habersiz sıklıkla toplandıklarını da anladım. Kalkarken sordum:

"Beni neden dışlıyorsunuz? Beni beğenmiyor musunuz?"
"Yok, ondan diil"
"Ne peki? Eskiden her türlü abesi yapardınız rahatlıkla. Neden çekingen oldunuz ki şimdi?"
"Çünkü sen artık gömlek giyiyorsun, kolye takıyorsun"

Bana bir şeyler olmuş. Benim hiç haberim olmamış.
Eve dönünce aynaya baktım. Eski fatmalığımı farketmemişiliğim gibi yeni hanımlığımı da hiiiç mi hiç farketmedim.
Ben de benden uzak kalsaydım farkı anlardım belki.

Cuma, Aralık 15, 2006

Compare & Contrast'i Önce Kendine Yapsın

Özlemli günleri açtık bakalım. Bazı halleri çok değişmiş. Bazıları ise hiiiç mi hiç değişmemiş.

Aynılıklara değinirsek, mesela, günlerce banyo yapmadı şapti. Kırmızı polar pijamasıyla yuvarlandı gecesi gündüz, gündüzü gece. Ev yine pansiyon. O yine assolist. Bıcır da bıcır da bıcır. Gelenlere tokat, ardına iki kahkaha. Hadi sen bittin. Mesela kapı çalıyor. Kalkıp açmaya dahi üşeniyor. Ben inat, o üşengeç. Bakışıyoruz. Kapı uzuuun uzun çalıyor. Biz hala bakışıyoruz. Ben açmam, sen aç. Niyeeaah. Bu koltuk çok rahat.

Geldi ya. Gelir gelmez sağlıklı hayatı boşladık. Namlı'dan Pansiyon'a siparişler başladı. İkincisinde tuttuk kolundan zorla bizzat Namlı'ya götürdük. Çok nazlandı ama geldi. En sıkı müşterileri olmasına rağmen sadece sesinden tanınıyor ortamda. Yüzünü bilen yok. Sonra, ne bileyim, sporu bıraktım; sigaraya başladım gibi bir şey oldu. Beni de daha bir hafiye yapıyor. İz sürüyoruz sabah kadar. Sabaha kadar yokluğunda ne oldu, niye oldu, bundan sonra ne olursa neler olur, diye konuş allah konuş, uhuuu. Şövalye şaşkın. Beni prenses peri sanmayı artık bırakmış olmalı.

Değişen şeyler de yok değil. Az ama çok dumur edici gelişmeler var. Mesela, gecenin bir vakti müsaade isteyip istirahate çekiliyorum. Küllükler taşmış, eve-sipariş torbalarından köpükten yemek kutuları, peçeteler, boş kola şişeleri, cips ambalajları sarkmış. Öyle bırakaraktan. Sabah bir bakıyorum ortalık pırıl pırıl. İşi olmadığından böyleymiş. Pek de neşeli. Çalışmaya da hevesli gözüküyor. Bu kısmına hala şaşkınım, bakın. Ne seyahatmiş, allahım! Kaloriferleri kısık, evi Amerikalı soğukluğunda tutmama dahi şikayetlenmiyor. Kırmızı poları daral getirtiyor. Donuyla, tişörtüyle ateşli ateşli oturabiliyor. Kanı mı ısındı, nedir?

Salı, Aralık 12, 2006

Düella Pansiyonda

Beş ay boyunca herhangi bir gün dönebilirdi ama torbanın en dibine girmişgününde geri geldi Düella. Karşılayamadığım gibi akşam oturup da konuşamayacağım bir gidişata gidiyordu ki planları Avcılar'dan bari Çiçi'ye ben götüreyim diye atladım. Yolda fikrini değiştirip pansiyona geldi.Bavullarını fırlattı. Kırmızı polar pijamalarını giydi, oturdu. Karşısına dizildik.

Ben arada iş yemeğine kaçtım. Pahalı koko sosyete restoranda suşimi, karpaçyomu yedim geldim. Düella Namlı'dan sipariş vermiş.

Yonc paltosunu, atkısını dahi çıkarmadan oturdu bütün gece. Daha doğrusu oturur-yatar-akrobasi yapar'a yakın pozisyonlar aldı. Göbeğini saldı.Sokaktan geçen bir kanka eve geldi. Yonc'u yakınen tanımayan kankaya onun çıtır, külotluçorap ve Rıfat zaafları anlatıldı. Yeniden yeniden dinlenen hikayelere gülündü.

Öyle pek detaylı seyahat anıları da anlatmadı. Daha çok bizi yakalamaya konsantre oldu. Yakaladıkça tokatlar attı. Gazımızı aldı. Nemazoşistmişiz yahu. Ne kadar çok dökülesimiz varmış. Pes bize.

"Hiçbir şey değişmemiş ayol. Sanki haftasonu annemlerin yanına gittim de geldim. Onca yaşananlar boşa mı gitti yani?"

Hakkaten boşa gitmiş galiba. Biz sandık ki erecek, dandoldenyüs olacak.I-ıh.

"Halkı selamlamaya çıkarım elbet. Pencereden elimi kibar kibar sallarım. Bana şoför lazım yalnız. Biri beni sürsün"

Sabaha kadar her konuda ufak ufak bilgilendirdim onu. Hatta gönül işleri konusunda irdeye dahi girebildik. O uyurken sinüsümde uykusuzluksızılarıyla işe geldim.Bunu bir fark sansanız da değil aslında. O da gayetuyurdu benim turistik ziyaretlerimde. İşe öğlene doğru mor gözlerlegidebilirdi ama ben biyonik bir kadındım. Yapamazdım.

Bu satırları yazarken kafein hapları ve bol espresso ayakta durmaya çalışıyorum. Bir dolu işim var ama bir an önce pansiyona kaçıp yine onunlamuhabbete oturasım var. Hava yağmurlu da olsa boğaz güzeldir. Özlemiştir.

Pazartesi, Aralık 04, 2006

Analiz Felci

Bana söyledikleriniz gerçeküstü olmadıkça inanırım. Yardımcı olacağını düşünürsem müdahil dahi olurum. Komik mi yani şimdi bu? Amerika’da yoktu böyle tuhaf kafalamalar; belki de ondan geldim bu kek kıvamına. Dilocan derdi zaten Amerika’da geçirdiğim seneler içinde gittikçe salaklaştığımı. Doğrudur.

Mesela işteyiz. Ogadugu isimli şehri konuşuyoruz.

“Mogadişu’ya yollarız artık seni.“
“Mogadişu değil, Ogadugu,” diyorum. Aradan zaman geçiyor.
“Mogadişu’dan şunu bunu getirirsin artık,” diyor.
“Mogadişu değil, Ogadugu. Bak, Mogadişu doğuda. Ogadugu Batı’da,” diyorum. Coğrafi koordinatlara giriyorum.
“Hala Amerikalısın,” diyor.

Onlar Ogadugu’ya Mogadişu dediksıra analitik düzeltici açıklamalarımla eğleniliyormuş. Bilmiyormuşum.

Mesela sabahın erkeni. İşe gitmeye hazırlanıyoruz.

“İşe gitmek istemiyorum. Daha güneş bile doğmadı. Şu trafiğe bak. Hayat böyle geçer mi?” diyor Şövalye.
“İyi tarafından bak. Bak, aynı yöne gidiyoruz, en azından keyifli böylesi,” diyorum.
“Ya uff. Çalışmak istemiyorum. Bir sene çalışayım, sonra bırakıcam. Dünyayı gezeriz yine, di mi?”
“Ya sonra? Bir bırak bir çalış, bir daha bırak...İstikrar önemli”
“O zaman ben bir sene calışayım. Sonra evde oturayım, sen çalış. Sonra bir sene ben çalışayım, sen otur”
“Olmaz öyle senelik senelik yaşamaca. Daha emekliliği var bunun. Diyelim 60’ında emekli oldun. 90’ına kadar yaşadın. Hani 30 sene geçinecek para? Üstelik sağlık masraflarının çok olacağı uzun bir süreden bahsediyoruz”
“Minno, ya bir ‘evet, ne güzel olur’, de. ‘Yatalım-yuvarlanalım, gezelim-tozalım’, de. Bir ortak ol. Bir eşlik et, yahu. Hayal kuruyoruz şurda. İnsanlar konuşur böyle Pazartesi sabahları. Şikayet ederler çalışmaktan, müdürlerinden, trafikten falan..Bir de ne emekliliği şimdiden? Yuf. Ne Amerikalısın yahu ”

Allahtan Çıtır var. Ona açtım bu sorunumu. Hani bankacı falan ya. Özel emeklilik falan da gelmiş yurda. Bankalar yönetiyor çoğunu.

“Türkiye’de insanlar emekliliklerini düşünmüyorlar mı?” diye sordum.
“Aa, nasıl yani? Herkes emeklilik için kasıyor tabii ki,” dedi. Şövalye’nin hiç o taraklarda bez dolaştırmamış olmasına şaşırdı hatta.

Ama Şövalye Çıtır’ın benden de Amerikalı olduğuna işaret ederek bu savı geçersiz buldu.

Aslında şimdi emekliliğime dair birkaç yıl önce hazırladığım excel tablolarımı buraya yapıştırırsam alacağım tepkilerden korkuyorum. Tablolarda değişik senaryolar var. Kaç çocuğum olacağı ve onların okul masrafları falan da senaryolar kapsamında. Korkuyorum çünkü hala anlamıyorum Karatepelilik mi Amerikalılık mı yoksa sadece sorumlu insanlık mı yaptığımı.

En son Şövalye ‘Beni de katın bari hesaplarınıza’ diyerek tartışmaya son noktayı koydu.

Evet, Şövalye’nin konuya duyarsızlığı mali senaryolarıma öngörülememiş ekstra masraf kalemi olarak yansıyabilir pek yakında.

Cuma, Aralık 01, 2006

Bir Başkadır Benim Memleketim

Adana’dan bahsetmişken susmak olmaz. Geçen ay yıllar sonra ilk kez üstüste birkaç gün kaldığımda bir nostalji fırtınasına tutuldum. Eskiden hayatın bir parçası bildiğim şeylere turist turist bakar buldum kendimi. Turist bakışını en iyi Şövalye yakalıyor. Hafif karışmış ama anlamaya çalışır ama tüymeye de meyilli falan. Kafa öne eğilir ama gözler yukarı bakar gibi bir hal. Eli elimdeyse daha bir sıkı yapışılır hatta. Tam bir yabani yabancı hali. Tam dayaklık.

Neyse yahu. Kademeli memleket darbeleri. İstanbul’un kurtarılmış semtlerinde yaşar giderim ya. Haftasonu-büyük-şehrin-gürültüsünden-uzaklaştım-şekerim pansiyonlarına gecede 100 dolar bayılma otantizmine kapılıp. Adana’da kurtarılmış bir kuytu KÖŞECİK dahi yok. Heryer çukurovalılığın işgali altında. En koko mekanları dahi. Gelmişim o kadar. Kebaba vurucam ya. Dönünce başlarız diyete artık.

İşte mesela Etiler’de Evan’ın sindirim sistemini bıraktığı koko Yüzevler’in Adanadaki en hakiki öz orijinaline gittim. Bekar müşteriye alkol servisi yok! Yarım aklım başımdan gitti, yahu. Amerika’da olsam. Ayrımcılıktan dava etsem. Sonra rasyonel oldum, adamları anlamaya çalıştım. Şimdiii Adana’nın insanı adliyesinden belli. Bekar ya da evli farketmez, hatunlar pek nadir kebapçıya gelip rakıya vurup olay çıkarır. Hedef erkekler. Adamlar da haklı.. DA alkollüyken şiddet eğiliminin genellemesi neden bekar olanlara kesildi? I couldn’t help but wonder... erkekler evlenince daha mı sakin oluyorlar? Kadınlar onları dindiriyor mu?

Sonra Şövalye bir esemesle haber uçurdu. Bir kankası yeni dönmüş Adana’dan. Metreyle kebap yemiş. O da istermiş. Evet, evet. Var öyle bir şey. Gittik, baktık. Kolcuoğlu bu işin piri. Metresi 30 YTL. Yani ben 40 santim yiyebildim ancak, ekmeğini es geçerek. Normal insana 30 santim yeter. Tabii yan masadaki iki toraman hemşerim 3 metre söyledi. O ayrı.

Sokaklarında yürürken bakınıyorum işte Şirin Şirin, lal la la la laaa la. Aa, kiloyla kumaş satıyorlar. Don-fanila falan da.. aynen. Kiloyla! Bütün ölçü birimleri birbirine karışmış. Kiloyla satılması beklenen metreyle, metrelikler kiloyla. Ayrımcılık desen medeni halle.

Yani çok memleketler gördüm. Neler gördüm görmedim. Şu kocaman dünyada. Adana gibisini görmedim.

Bazen bir deli fikir fiştekler ya insanı uzaklara, dünyayı keşfedeceğini sanırsın, değişik şeyler görüp ereceğini sanırsın falan. (Sözüm meclisten dışarda duramıyor maalesef.) Ama sonra yuvana dönersin ve ‘evreka’ olursun. Görüp göreceğim budur işte, diye. Tebdil-i mekanda ferahlık yokmuş aslında. Acının yüzölçümü yeryüzünden çokmuş aslında. Enteresanlık mıydı derdimiz? Adana’dan daha enteresan bir yer yokmuş aslında. Bolivya’nın dağları da dahil. O çıplak ayaklı kız çocuğu kardelenler bile var burda. Hem de en sümüklüsünden.

Çarşamba, Kasım 29, 2006

Don't You Know You Need Some Time...All Alone

“Hemmmen anahtarlarımı geri getiriyorsun. Eşyalarını da alıp öyle gidiyorsun. Taksit taksit gidilmez. Gidiyorsan tek celsede git. Hayır, sabah getiremezsin anahtarlarımı. Hayır, kuryeyle de yollayamazsın. Zaten kilidi değiştirmek zorundayım bu durumda. Ama eşyalarını sokakta bulmak istemiyorsan acele et. Peşin peşin, selametle. Hem hem, bu kadar soğukkanlı nasıl olabiliyorsun? Bu krizde nasıl uyuyabiliyorsun? O kadar rahatsın yani? Nasıl? Nasııııl?”


“Minno, ama ben kavga etmek istemiyordum. Beni görmek istemediğini söyledin, ben de gittim. Biraz yalnız kalırsan iyi geleceğini düşündüm. Sinirin geçince geri gelecektim zaten. Böyle ayrılınır mı yahu?”

Daank! Tepeme!

Yani aslında bazen erkekten beterim söyleneni sözlük anlamında algılamakta. ‘Git’ demişim, gitmiş. Bu kadar basit işte. Lakin kimi hareketler var ki- sesli ya da sessiz çekip gitmek olsun, surat asmak olsun, incir çekirdeğinden darağacı dikmek olsun- direk nevr-i Hafiye dönüveriyor. Hadi selametle baş baş’ı bir dakikalık huzursuzluğa tercih eder olmuşum. Tartışmalar kavgaların, kavgalar huzursuzluğun, huzursuzluk mutsuzluğun, o da ayrılığın işareti diye. Tartışma eşittir ayrılık olmuş. Hiç o ara dönemleri yaşamayayım diye. Mutsuz sona fast-forward, please.

Diyeceğim o ki, Karadeniz’in Temel’i varsa Adana’nın da Karatepeli’si var. Karatepe, Kadirli ilçesinin doğusunda, altı köyü kapsayan bölgenin adıdır. Adanalılar, Karatepelilerin hiciv dünyamızda reklamını yeterince yapamamışlar maalesef ama izninizle ben yapıvereyim buradan.

Mesela, Karatepelilerin en önemli özelliği negatif uzak görüşlülükleridir. Şöyle ki:

Karatepeli Kızın Derdi
Ailesiyle beraber bir ağanın yanında çalışan Karatepeli genç kız, bir gün villanın havuzunun etrafını temizlerken, hülyalara dalar. Kendi kendine "Ağa beni oğluna istese, biz evlenince bir oğlumuz olsa, bir akrabası oğlumuza top getirse, oğlan havuzun etrafında topla oynarken top havuza düşse, oğlan topun ardı sıra havuza düşüp.boğulsa, ben ağaya ne derim,diye düşünür ve başlar ağlamaya. Kızın bu halini gören anne koşup gelir, ne olduğunu sorar. Kız düşündüklerini anlatır. Bu kez başlar ikisi birden ağlamaya. Derken sırayla ağabeyi ve babası katılırlar ekibe ve ortalığı bir matem havası bürür. Bu arada bahçeye çıkan ağa durumu görür. Merak edip sorar. Kızın kurduğu hayal yüzünden hepsinin ağladığını öğrenince de küplere binerek hepsini evden kovar.

Pazartesi, Kasım 27, 2006

But Lovers Always Come and Lovers Always Go

Etrafa bakınıyorum. Gittiğine emin miyim? Laptop'ı, ayakkabıları, gömlekleri falan duruyor. Ama kendi yok. Saklanıyor mu acaba diye perdelerin arkasına bile baktım. Telefon ettim. Telefonu evde çalmıyor. Gittiğine böylece inanıyorum. Açmıyor da.

Sinir katsayısı sigara gerektiriyor. Üstüne de Java'yı aradım. Dedim böyle böyle. Gitti.
Java: Valla ablacım. Gene uzun dayanmış. Ben olsam çoktaaan gitmiştim...DE eşyaları ordaysa geri gelir, merak etme.
Hafiye: Ya ne ki şimdi bu? Geri gelsin, geri gitsin. Ne ki bu şimdi? Back to sayko love? İstemeeeem.
Java: Kızım, öyle hadi gittim, diye ayrılınır mı? Önce biri arar. Aramızda o kadar şey yaşandı. Bir daha konuşmamız lazım, denir. Onun hatrına, bunun hatrına bir daha bir daha buluşulunur. Araya girilir falan. Barışılır.
Hafiye: Neden ki? Giden gitmek istemişse gitmiştir. İstemeden niye gitsin?
Java: Sen çok Amerikalı olmuşsun. Algıların değişmiş. Burada süner bu işler. Nazlar olur, niyazlar olur. Tekrar düşünülür. Hadi sen git yat bakiym, merak etme. Barıştırırız sizi. Şşşş. Ne dicem? Amerika'da hadi bay, diyince bitiyor mu?
Hafiye : Evet.
Java: Ya, ne güzelmiş. Ben de gitseydim keşke.


Zevzekliğe başlayan Java'ya tahammülüm yetmedi. Televizyonu açtım. Teması zor tuşlarına geçirdiğim tırnaklarım canımı yaktığı halde kumanda kanalı değiştiremedi. Açıldığı yerde bıraktım. Kuzey Anadolu fay hattı haritasına bakıyorum. Büyük-depreme-kaç-kaldı telaşlı bir oturumcu, büyük-depremi-beklemeyen profesörü halkı korkutsun da reytingler coşsun diye fiştekliyordu. Tahammül bitti.

Tekrar aradım. Bu sefer uykulu bir sesle açmasın mı?


Ben burda cinnet geçirirken sen nasıl uyursun? NASIIIIIIIIILLLLL???

Perşembe, Kasım 23, 2006

November Rain

Pek bir hevesli buluştuk akşam. Çok ama çok mutlu programlar yaptık. Sonra ne oldu? Şapti Şövalye bütün gün işyerinde internette dolaşıp goygoy yaptığından işlerini bitirememiş. Azıcık çalışması gerekiyormuştu. Azıcık oldu sana bütün akşam. Bu adam ki- bana kocakafa, hırs küpü muamalesi yapıyordu, bütün derdi Andlar'da entel bir Hans olmaktı, belgesellerde kendini ifadelemekti. Şuna bakın hele! Aydın Doğan solcusu gibi bir şey çıktı yani.

Söylenmez miyim? Ama kesinlikle tezatlarına parmak basmak bağlamında söyleniyorum. Sen bana kocakafa diyorsun, sen kendine bak, demek istiyorum. Bu şapti hatun kaprisi sandı. Belki de öyleydi. Öyleyse ne var? İlk kez mi oluyor dünyada? Yiyorsa hatun kaprisini dindirsin. Asıl marifet bu. Nenem de bilir sıfır kapris, sıfır sıkıntı, güzel olduğu kadar akıllı (!) da olan mülayim hatunla beraber olmayı. Alla allaaa. Gece saat bin olmuş, kih kih gülerekten sokuldu. Benimle ilgilenmiyormuş diye mızık mı yapıyormuşum, diye bir de soruyor utanmadan.

Niyeeeaaaah! Diye bağırılır.
Çaaaaaaat! Diye küçük odanın kapısı kapanır. Kilitlenir. (Hani şu Düello'nun kalorifer peteğine uykuya dalmadan önce cikletlerini yapıştırdığı oda)
Seni görmek istemiyorumm! Diye kovuşturulur.


Sonrası? Sessizlik.
Bir minik tıkırtı mı duydum? Emin değilim.
Kapıyı açtım.
Gitmiş!

Çarşamba, Kasım 22, 2006

Varoş Minno


Radyodaki kanalları direksiyon üstündeki düğmeye basaraktan ha bire pas geçiyor. Hiçbirini beğenmeyip üfff'lüyor. Derken " Ne söyledim? / Ne söyledim sana? / Ne söyledim ki / Vurdun kapıyı gittin?" diyiveriyor radyoda İbo.

Hafiye: Aaa! Kalsın, değiştirmeeee...Be vicdansız / Be insafsızın kızı / Be nankör kedi / İnsan bir şey söyler! Vu huuu. 10 yıldır dinlemiyordum bunu. Süper!

Hazır trafik de sıkışmışken şokella bakışlarını uzun uzun yüzümde tutabiliyor.

Hafiye: Sevmek dedin sevmedik mi? / Aşka boyun eğmedik mi? / Bütün kötü huyları / Hatta güzel dostları / Senin için terketmedik miiii?
Şövalye: Minno, çok varoşmuşsun.
Hafiye: Varoş sensin. TEM çıkışında trafik sıkıştığında sağda yavaşla, ben bariyerlerden atlarım diyen kim? Hangimiz daha varoş? Ha?
Şövalye: Nesi varmış ki bariyerden atlamanın? Yani nasıl bir şey bu? Hem Amerikalı hem varoş.
Hafiye: Of off... Sen ve tuhaf tanımlı sınıf bilincin. Paşa torunu Şövalyeymiş buuu.

Geldik Takanik'e. Bu sefer Hafiye ve Düella çevresinin başka uçları birbirleriyle kaynaştı. Dilocan, Emre, Çıtır ve Gippi. Hatta Cuma günü Gippi, İtalyanca ödevine yardım etmek üzere Dilocan'la buluşacak.

Gündem belli. Yonc'un nikahı bahis konusu yapıldı. Evlenir mii, evlenmez mi? (Bahisler şu ara 1'e 5 veriyor. Fena değil. Öngörülen tarih yaklaştıkça tahmin ediyorum 100'e çok rahat çıkar) Aradık, yorum/tahmin falan alalım istedik. Tabii ki açmadı. Oysa Dilocan kokocan aslanlar gibi Ağustos 2007 tarihli düğünü için hem para hem mekan hem de emek ayırmış köşeye. 60 bin yuro. Bilmemne Paşa Yalısı. Ben anlamam toptan tüfekten. Sağ eline de tek taşını takmış. Türkiye'de düğünden önce sağ ele takılıyormuş yahu. Ben bunu bilmiyordum. Sanıyordum ki Nil hani tek taşı sola takamıyor damat adayı yok diye. E, bari o yüzden sağ eller havaya, diyor. 'Hıııı' oldum, Dilocan anlatınca. Sonra dedi ki, daha çok parası olsa İbo'yu sahneye çıkarırmış düğününde.

Hafiye:
Hay diline sağlık. Yolda İbo çalıyordu. Ben de aynı şeyi söyledim. Şövalye bana 'varoş' dedi.
Dilocan: Ee, aldın hanım evladını. Çekiceksin. Başlarda Emre de anlamıyordu bizi. Zamanla alışır, merak etme.

İnşallah.


Salı, Kasım 21, 2006

Tesadüfün Sopası

Geldim memlekete. Gece yolculuk yaptık. Ala delisi bizi taşıdı limana sabaha karşı. Şövalye sabahın 6'sında beni karşılamaya gelmiş. Çok özlemişim, yahu. Çok. Bir sevgi yumağıyız. Birer pıtırcıkız. Görenlerin gözleri yaşarır. O derece yani. Sormayın.

Bir kahve içtik. E, sonra Şövalye işe gitti. Leş gibiyim ama eve gidesim yok. Hava da güzel. Boğaz iyi gider. Java'yı aradım yoldan. Hani işsiz güçsüz ya. Haftaiçi de olsa takılır benle, diye. Bugün olmazmış, ödev teslimi varmış. Cumartesi buluşalım, dedi. Tamam. Zaten Şövalye de animasyonda olacak Antalya'da. Takılırız bütün gün, dedim. 'Aha, bak o işlerden çok hatun düşer' diyerekten bıldırcın bıldırcın güldü.

Hemen alarma geçtim. Adam zaten para da almayacağını söyledi bu işten. E, o zaman başka ne motivasyonu olabilir ki? Niye gidiyor ta Antalya'ya günübirlik, kör vakitlerde uyanıp? Ha?

Şövalye, dedim, böyle böyle. Ya ben de gelicem ya da gitme yani. Dinlemedi beni, gitti. Aklım da onla gidiyordu kiiiii Java'nın Sosyetik Dilberi'yle sürpriz doğumgünü partisi detaylarını konuşurken telefonda "Antalya'dayım", dedi. "Şirketin motivasyon toplantısında."

Ne büyüksün Allahım! Yani şöyle: Benim Şövalye, Java'nın Sosyetik Dilberi'nin motivatörü olucak. Antalya'da. Dedim, Dilbercim. Hemmmen başına asker dikiliyorsun benimkinin. Gözünün ucu kaysa bana mesaj çekiyorsun. Tamam, dedi. Sen de benimkine mukayyet ol. Tamam.

Cumartesi bütün gün klinikte aç bilaç check-up yaptırdım. Akşama doğru ancak ayılan Java çıktı geldi. Pansiyona gittik. Uyudu. Uyumadan önce Pansiyon'un dağınıklığına söylendi.

Java: Bir erkeğe hitap edemezsin böyle. Dağınıklığa bak!
Hafiye: E, ama ben burda bile değildim ki. O dağıtmış her yeri.
Java: Olsun, sen toplayacaksın arkasını.

Hafiye: Ama bak, aldım çıngıl çıngıl kolyelerden.
Java: Tamam, güzel işte. Şimdi sıra hamaratlıkta. Adam gelecek akşam. Kalk yemek yap. Hafiye: Ama o ıslak hamburgerle mutlu. Alıyoruz Marmaris Büfe'den işte. Valla güzel yemek yapamıyorum ben. Yaptıklarımı yemiyor zaten.
Java: Deneye deneye ustalaşırsın. Yoksa olmaz yani.
Hafiye: Ne olmaz?
Java: Sonunuz hayır olmaz. Sen sus iki dakka ben bir rüyaya yatayım. Sonunuzu göreyim.

Hala ayılamamış. O uyurken ben de biraz ortalığı topladım bari. Etkilendim mi ne? Şövalye kaçacaktıysa da bu sefer olamadı. Başına adam diktim. Oh, olsun. Dilber sık sık rapor geçti. Motivatörü öpene bin puan verilecek olmasına rağmen Dilber kartal kesilmiş, kimseyi yaklaştırmamış yanına. Yaaa..

Pazartesi, Kasım 20, 2006

Aman AMMAN - 2

Gecenin ikisinde karşıladı Ala. Otele götürdü. Sürünmekten konuşamadığımdan yavaş git, diyemedim. Abi bir kelime İngilizce bilmiyormuş zaten. Birinden zar zor fısıltılı bir "şuvey şuvey" çıktı. Ala dinlemedi. Sonraki günler sabah 6, öglen 1, akşam 7, gece 1 falan da dinlemedi. Birbirinden farklı programlara sahip onlarcasının kahraman şoförü oldu.

Her şoför Ala gibi olmadığı gibi Ala da her dakika bize ait değildi. Daha önemli konukların daha acil ulaşımları söz konusu olduğunda mesela. Bir akşam alışveriş merkezine gidesimiz geldi. Şoför taksimetreyi açmadı. Önceki akşam açık taksimetreyle aynı rota 17 dinar tutmuş Bora'ya. Daha fazlasını vermeyiz, dedik. Bir dil sıkıntısı yaşanırsa atarız parayı gideriz, dedik. Tamam. Plan bu. Alışveriş merkezine geldiğimizde sorduk, kaç para, diye. '5 dinar', dedi.

Asla kazık yemediğiyle övünen ve hatta bilakis çok fahiş fiyatlara sattığı mallarla medyamızca da tanınan Bora'ya, hah işte, el mi yaman, bey mi yaman? Dedik. Önceki akşam yediği 12 dinarlık kazıkla eğlendik.Bora cinnet.

Alışveriş merkezinde ekipten ayrılmak zorunda kaldım. Daha doğrusu ekip benden ayrıldı. Ömürleri şantiyelerde geçmiş erkeklerle gezmek biraz zor. Hiçbiri benle ayakkabıcı vitrinlerine uzun uzun yapışmak istemiyor. Onlar elektronik dükkanlarında Dubai ile karşılaştırmalı fiyat analizi yaparken ben 4. kahverengi ve fakat 9. çizmemi sardırıyor, toplam ayak giyecekleri adedimi böylece 128'e çıkarıyordum.

Ekip yeni pabuçları duyunca karılarından veryansın etmeye başladılar. Mesela Bora'nın karısı, benimkinden biraz daha büyük bir pazara hakimmiş. Annesinin ta balayında Hindistan'dan getirdiği yılanderisi parçaları bile ayakkabılatmayı başarmış Beyoğlu pasajlarında. Çok analitik ve titiz de bir insan anlaşılan. Hatun sen tut bütün ayakkabılarını kutulara yerleştir, kutuları numaralandır, hangi numaralı kutu nerede diye haritala. Kutulamadan önce de fotoğraflarını çek ve hangi ayakkabı hangi numaralı kutuda diye notlandırarak bir dosya haline getir. Efsane bir hatun. Hemen bir resmini görmek istedim. Vesikalıklar çıktı cüzdanından. Çok süründürmüş bizimkini. Evlenmek için Bora çok uğraşmış, uhuu, hikayeleri de efsane. Hatun gözümde ilahe mertebesine çıktı. Acilen tanışmamız lazım. Pansiyon'a layık bence.

Dönüşte bir taksi daha çevirdik. Taksimetre açık bu sefer. Otele vardığımızda fiyat 1.685 idi. Yani 1 nokta 685 dinar. (1 Ürdün Dinarı= 1.40 USD) Yani 2.5 dolar bile değil! Şimdi şöyle: Ürdün'de ondalık sayı hanesinde üç rakam kullanılıyor. Dünyanın –ayak bastığım- her yerinde ondalık hanedeki rakam adedi ikiyi geçmezdi. Noktadan-sonra-iki-rakam'a alışmış bünyeler taksimetrenin küçücük dijital ekranına sıkış tepiş zar zor sığan fontu bol bir 1.685'i 16.85 olarak algılamaya çok müsait. Hele de gidilen mesafe uzunsa 1.685 pek ucuz geliyor.

17 yerine 5 dinar ödediğimizin sevinci kursağımızda kaldı. O seferde hepimiz birden kazıklandığımız için Bora'ya yüklenmedik. Savunma mekanizmalarımıza tam gaz yüklenerek 'en azından hızlı bir öğrenme eğrimiz var,' dedik.

Pazartesi, Kasım 13, 2006

AMAN AMMAN!

Özel şoförlerle ülke dolaşan bir tek Pansiyon diil. Uyku nedir bilmeyen deli bir Arap şoförle Amman'dan Ölüdeniz'e doru yola çıktım. Yüreğim ağzımdan iner inmez detayları geçicem.

Perşembe, Kasım 09, 2006

Hafiye'nin Karakterleri 3: Yonc

Nikahına Bizi Çağırsana Yonc.

Aslında bu yazımla size yeni bir Hafiye karakterini de tanıtmış olabilirim. Bir taşla iki kuş vurmuş gibi. Yonc, bizim tayfanın cimriliğiyle, pasaklılığıyla, özellikle eskiden tuhafa kaçan kılıklarıyla (Son yıllarda biraz topladı Allah için. Artık sadece göbeği çıkıyor ortaya. Uzun zamandır kısa gömlek altından külotlu çorabının yüksek belli külot kısmına şahit olmadım), e-maillerine asla cevap vermemesiyle, ulaşılamamasıyla, İngilizce korkusuyla, bütün özelliklerini de reklamın iyisi kötüsü olmazcılığıyla avaz avaz yayınlamasıyla meşhur zat-ı muhteremidir. Hadi biz bunlara alıştık. Alışamadığımız ‘şu’ da diyemem. Sadece kimi vakit bir özelliği gündemi daha çok meşgul edebiliyor. Bugünlerde konuşup durduğumuz ise tembelliği yüzünden evlenememesi.

Evlenirse inanıyoruz ki alayımız şeytanın bacağını kıracak. Hepimize kısmet sökün edecek. Ya herkes bin yaşına geldi, daha kimsede tık yok. O yüzden Yonc evlensin artık, yeter be, diye saplantı yaptım. Prospektif damatla zaten 10 yıldır beraberler. Herkese gına geldi. Damat bile demiş, sene sonuna kadar evlendik, evlendik. Yoksa bu konu kapanır, diye. Anne Yonc da krizlerden kriz beğenmekte. Hayır, zaten düğün bayram olmayacak. Yeni bir eve çıkılmayacak. Çeyizler düzülmeyecek. Sadece imza atılacak. Üşeniyorum demiyor da bana, Özlem gelmezse olmaz, yok bayramda olmaz, yok nikah daireleri yoğunsa olmaz. Baktım Amerika tayfasından iki kanka geliyor Noel zamanı. Dedim o ara evlen işte. Millet mürüvvetini görsün. Özlem’e, dön artık turundan, dedik. Diğerlerine de gelin gelin, dedik.

Aa! Yalancı Çoban masalı, kimse inanmıyor şaptinin evleneceğine. Çünkü bundan beş sene evveldeeen geçen aya kadar yüzlerce değişik düğün tarihi deklarasyonu yapmış. En son yalanı da bayramda Roma’da konsoloslukta şeklinde planlamıştı. Böylece aile işkencesinden kurtulacaktı. Ne yaptı bayramda? Damat-to-be’yle Olimpos’ta böcek fobisini yenmeye çalışmış. Millet bilet alcaz, hadi bak gerçek mi, ona göre, diyor. Bizimki yine ulaşılamayan meşgul kadın triplerinde. Henüz bir cevap buyurmadı. Çocuklar nerden baksan adam başı 1500 dolar masrafa girecekler. Bizimki 1500 dolara gelinlik mi olurmuş, nee, çığlıklarında. Hadi dedik, Yalova’dan alırız, ucuz olur. Anadolu rüzgarı estirirsin nikah podyumlarında. Yalnız kumaşı şu yorganlık satenlerden olmasın, yeter.

En son ‘Ozie zevklidir. Gitse de Amerikan outletlerinden gelinlik örneklerinin resimlerini çekse de ona yollasa da o da aralarından birini seçse da Ozie ona kargolasa’ ve ‘iş için Amerika’ya gitse de gitmişken ordan gelinlik alsa da öyle mi evlense’ye kadar yeni bahaneler, yeni süreçler yarattı. Allaam, sen büyüksün.

Salı, Kasım 07, 2006

Karlı'dan Kanlı'ya

Cumartesi günü kar yağdı buralara. Hem de ne kar. 'Lapa lapa, ne şeker' derken fırtınalı Alaska Frigo oldu ortalık, pek fena. Şövalye'nin kitap aşkına Beylikdüzü Tüyap yollarında az kalsın mahsur kalıyorduk. Daha önce de evde mahsur kalıyorduk. Şöyle ki:

Çıkmışım sporumu yapıyorum uzay mekiğinde. Kan ter içindeyim. Isıtmasınlar şu pansiyonu bu kadar yahu. Düella kışın yok diye sevinmiştim gelen giden de pek sıcaksever çıktı. Aç dedim kapıyı, aç. Egzersizin 20. dakikaları. Bir tıkanma yaşarken bıt bıt konuşmaya başladı oturduğu yerde. Bolivya'da belgesel çekmek istiyormuş dağlarda. Ben de gelir miymişim onlan. Zorluk derecesi 8'de ıkınarak pedal çevirirken içimden fesuphanallahlayabildim sadece. Sonra duşta nefesimiz yerine geldi. Çıkar çıkmaz hınçla salona daldım:

Şövalye: N'oldu minno? Hazır mısın?
Hafiye: Ben 'unconventional' hayatı bırakıp buraya geldim. O defter kapandı. Dağa bayıra vurasın varsa git şimdiden. Hadi. Selametle çocum, selametle.
Şövalye : N'oluyor, minno? Anlamadım. Ne diyorsun?
Hafiye: Ayrılıyoruz. Sen Bolivya'ya gidiyorsun. Ben de Istanbul trafiği ve Ortadoğu ülkeleri karışık hayatıma devam ediyorum.
Şövalye: (Abartılı bir şefkatle) Tamam canım, tamam, geçti canım. Geçti. Geçti.
Hafiye: Çek ellerini. N'apıyosun yaaa? Ne geçti?
Şövalye: Öyle demiştin ya! Arıza çıkarırsam böyle sakinleştir, diye. Sen demiştin.
Hafiye: Sensin arıza. Gel-geç değil ki bu. Gerçekleri söylüyorum. Uff ya, ufffff..

'Hadi gel, yolda kavga ederiz, vakit kaybetmemiş oluruz,' diye çıkardı beni dışarı. Gördünüz işte, abi normal diil. Beylikdüzü'ne yollandık. Yolda kar fırtınasına yakalandık. Zar zor Tüyap'a girdik. Biz sanıyorduk ki bu tipide bir tek biz oluruz kitap fuarında. Ha hayt. Bütün Istanbul ordaydı. Milletteki kitap aşkı bir başkaymış da biz bilmiyormuşuz. Yarım saat geçti, geçmedi. Acıktım, susadım, tuvaletim geldi. Kalabalık, sıcak. Ihhh. Şiştim.

Hafiye: E, iyi de ben böyle kitap alamam ki.
Şövalye: Nasıl yani?
Hafiye: Çok kalabalık. Ben lay lay lom karıştırmak isterim kitapları. Burda itiş kakış çok. Hem bütün kitaplarımı senelerdir internetten alıyorum. Orada da var zaten bu düdük %20 indirimler.
Şövalye: Minno, kusura bakma ama ben buraya gelmişken gezmek istiyorum. Nedense bugün iyice arıza oldun sen.
Hafiye: Şuna bak. Mülayim dedik, yalan söyledik. Suyun ısınıyor bak. Dikkatli konuş.
Şövalye: Sen dikkatli konuş, bak geliyor beş kardeş.


Açlığa benden daha tahammülsüz bir insan var mı acaba? Çıkışta hemen oracıktaki Kilisli denen o Antep lokantasına götürmemiş olsaydı beni sular daha çok ısınır, kardeşler daha çok patlardı şrak şrak. Eve dönüşümüz de saatler sürdü fırtınada ama olsun, toktuk. Pek mutluyduk. Sadece nezle oluyordum galiba, sızıl sızıldı kemikler.

Cuma, Kasım 03, 2006

Assos'un Çenesi

Assos'un yerlileri çok komikler. Paso konuşuyorlar. Şeker de bir aksanları var ama çok konuşmayı yeni bir boyuta taşımışlar besbelli. Kaleye çıkan yolda bir dolu köylü tezgah kurmuş; incik boncuk, oyalı yemeni, ev yapımı sabun, kekik, defne, adaçayı falan satıyor. Öyle 'giieel, giieeel' diye bağırmıyorlar. Bıdır da bıdır da bıdır konuşuyorlar. Mallarının güzelliğinden, işlerin kesatlığından falan bahsediyorlar, öyle ortaya. Hatta bir teyze geç kalmış pazara, tezgahına sattığı minik heykelleri dizerken, 'şimdi eğiliyorum, torbamdan heykeli alıyorum, buraya koyuyorum' diye konuşuyordu. Laf bulamazsa kendine rapor veren köylüler. Aklıma Köste geldi. O da Çanakkaleli ya. Aradım. Şapti, hala burda. 2 aydır vizesini alamadı da dönemedi Atlanta'ya. Ben geri döneceğine inanmıyorum artık. Sen 5 yıl doktora yap, tezine imza koymadan dön. Ben şaşırmıyorum artık arkadaşlarımın anomalilerine.

Hafiye: Köste, neden çok konuştuğunu anladım galiba. Senin bir suçun yokmuş. Anlayış yapıcam artık sana.
Köste: ??
Hafiye: Assos'tayım da. Durmaksızın konuşuyor buralılar.
Köste: Aa! Biz de Çanakkale'deyiz. Hatta yarın oraya gelicez.
Hafiye: Ya işte buralılar...
Köste: Siz ne zaman döneceksiniz?
Hafiye: Bir dur yahu. İki dakka dalga geçeyim istedim, mahvoldu eğlencem. Buralılar da çok konuşuyormuş. İşte, hani yani merak etme, seninki genetik olmalı.


Al, işte, hiç komik olmadı böyle.

Sonra dert yandı, kokoşcum. Yazlıklarıyla gelmiş de kışlığı yokmuş da giyecek hiçbir şeyi yokmuş da. Açık ayakkabılarla kalmış da. Dedim hadi hadi, Istanbul'da konuşuruz. Pazar günü buluşacak benle. İnşallah.

Ertesi sabah Clinton'dan Bozcaada'ya gitme tarifi aldık. Bu sefer istemedik. Kendi verdi. Bir yarım saat sürdü gene. Hiç kıpırdamadan, tınlamadan, çınlamadan, vurgulamadan. Girişteki aynı koltuğunda, aynı ayak ayak üstüne pozisyonu, kafasında aynı kasketi. Değişen tek şey önündeki bilgisayardan takip ettiği haberler.

Şövalye: Sen anladın mı tarifi?
Hafiye: Tabii ki de hayır. Dinleyemedim bile. Bir şeyler adamı dinlememe engel oluyor. Mars Attack gibi, uhuuu.

Salı, Ekim 31, 2006

Assos: Yarım Pansiyon- Tam İşkence

Şövalye'nin karambolde ayarladığı pansiyonu dünyanın değişik yerlerinde öğretmenlik yapmış, en son Türkiye'ye varmış, burada da emekli olmuş, yazlarını Assos'ta geçirmişlikten dolayı da burada emekli yerleşimini seçmiş 60'larında bir Amerikalı çift işletiyordu. Emily ve Clinton. Pansiyonda TV yok, adamlarda cep telefonu dahi yok. Hiç kullanmamışlar. Eski hippilerdenler midir, nedir. Bu halleri tipik değil ama tipiklikleri olmaz mı? Ahh, ah.

Bi kere odalara kendi elleriyle hazırladıkları bir rehber bırakmışlar. Haritalı, krokili, her bir yerin detaylı menüsü, lezzet vs fiyat değerlendirmeleri, Assos'un tarihi, beşeri yapısı falan bile var. Hadi buraya kadarını sağduyulu bir Türk bile yapsın ama arabanız bozulursa'dan, ısırganotuna sürtünürseniz'e kadar hangi acil durumda ne yapmanız gerektiği detayını ancak bir Amerikalı derleyebilirdi.

Biz rehberi sonradan, ancak gece yatmaya hazırlanırken gördük. İlkin ikimizin de bayağı ilgisini çekti. Şövalye elinde tutuyor, ikimiz kafakafaya okuyoruz. Sonra aniden sayfalar kırıştı, dosya kapanır yere düşer gibi oldu. Türk Şövalye detaylara gelememiş olmalı, uyuyakalmış. El kol hakimiyetini kaybetmiş. Bu abi bir tuhaf. Mesela yanyanayız. Elimi tutuyor olabilir. Saçlarıma dokunuyor olabilir. Mırıl mırıl bir anın tadına varıyorken, aa, bi bakıyorum bir ağırlık çöküyor üzerime. Literally ağırlıktan bahsediyorum! Abi uyuyakalmış. Bütün ağırlığını da bana bırakmış.

Gene dağıttım konuyu. Farzedin ki senaryosunda zamanda bir ileri bir geri giden tarz bir filmdesiniz. Neyse, eşyaları odaya atar atmaz yemek yemek için dışarı çıkmak istemiştik. Clinton'a sorduk bi nereye gitsek diye. Allaaaa. Bir yarım saat de öyle vakit kaybettik. Sakin tonlu sesiyle tınlamadan, çınlamadan, elini kolunu dahi sallamadan, vurgulamadan, inişsiz çıkışsız, anlattı, anlattı, anlattı. Bir yerde, ta başlangıçta bir yerde, ben koptum. Tahminimce Şövalye de koptu ama ne de olsa nazik insan, dinler gözüküyor. Bir esniyorum, iki esniyorum. Esnememin önüne geçemiyorum. Daha fazla esnersem ayıp olacak diye üçüncüden sonrakileri yutuyorum. Suratım uzuyor. Dudaklar birarada kalma çabasında fakat dudakların ardında çene ayrılmış kasılıyorum. Bu usül esneyince yaşlar gözlere daha bir coşkuyla hücum ediyor. Assos Assos olalı böyle zulüm görmemiş olmalı. Ağlıyorum artık.

Nihayet dışarı çıkıyoruz. Eyoo! Yani zaten bir köy meydanına bakan üç tane restorandan ibaret yer nasıl bu kadar uzun ızdıraplı anlatılabildi ki? Amerikalılar ve en basit durumlara dahi karşılaştırmalı analizciliklerine bir canlı örnek daha.

"İyi ki dönmüşsün", dedi Şövalye. "Çok sıkılmış olmalısın."
"Bingo," dedi Hafiye.

'Çok sıkıldığım için döndüm' cevabını tuhaf bulanlara gitsin bu anı.

Cuma, Ekim 20, 2006

Hafiye'nin Karakterleri

3- Ruş, Ruşen

Hepiniz tanıyorsunuz onu ama yeni okuyucularım var. Bileni var, bilmeyeni var. Duyanı var, duymayanı. Özetle Hafiye karakterlerinin en güzel, en seksi, en dansöz, en hamarat böcüğüdür. Annemin oğlu olsa Ruşen’i alırmış. Annemin bilmediği yönleri var ama, kadı kızının kusuru diyelim. Mesela, çok şefkatli ve sevecen bir anından kaprisli bir cadıya dönüşebilir; bu dönüşümün deterministik sebepleri olmayabilir. Bize de baarıyor, çaarıyor mesela. Susup oturuyoruz. Sonra ateşi geçiyor, gelip yeniden okşamaya başlıyor. Anahtar kelime: susmak. Aslında benim gibi analiz kumkuması insanlar ille de mantığına, sebebine kasar ya, o yüzden daha bir sıkı takibe aldığımda şuna vardım. Yardım etmek gibi yüce bir niyetiniz dahi olsa başına kalabalık etmeyeceksiniz.

Fakat temizlik krizi geldiğinde ne yapılacağına dair hala bir fikrim yok. Mesela Salı gecesi saat 11 olmuştur. TV karşısında biranız ılımış, uykunuz hafiften çökmüş, koltukta yamuk oturmaktan beliniz ağrımış ama kalkıp postunuzu düzeltmeye dahi takatiniz yokken niyeeeaahh, bizimki çıkagelir, elinde tozbezi ve fısfıs camsillerle. Ovar ovar ovar. Ya da bir elektrikli süpürgeye biner gelir; emirler yağdırır. Kalk oradan, şuraya geç. Süpürür, süpürür, süpürür. Şimdi oradan kalk, buraya geç. Arada kızgın bakışlar. Kitlenirsen yandın. Söylenir, söylenir, söylenir. O saçını süpürge ederken biz yan gelip yatarız. O sorumlu, biz sorumsuz. O aklıbaşında, biz deli. Anahtar kelime neydi? Susmak!

Geçenlerde Moguz geldiğinde anlatmıştı. Evindeki halıları yıkamış haftasonu diye. Öyle bir şaşkınlık indi bize. Sonra Pansiyon’un harita halılarına baktım, içim karardı. Oya kocasına geri döndü de temizliğe yeniden başladı, allahtan. Şövalye’nin Bezar’ı temizlikte ‘bir inci’ ama organizasyonda ‘son uncu’ydu zira. Oya’ya dedim, silsek ya şunları? Bu halılar ölmüş, dedi. Ruş hatun Amerikalar’da halılar dövüyor,siliyor da biz burda elimizin altında arapsabunları, ucuz işgücü, yalanız yani.

Ruş hakkında hala aklıma gelip de haşla güldüğüm üç beş satırı ekliyim, size daha iyi fikir verir belki arızalarına dair:

DC’ye ilk taşındığında acilen ev lazımdı, çok da bakınmadan daire kiraladığı apartmanda bol miktarda Ortadoğulu, zenci, Hintli, Çinli falan vardı. Ne bileyim işte, DC’nin klasik demografisidir ki bu zaten. Bizimki sonradan bir burun kıvırmak, bir beğenmemek. Aynen şunu dedi bana asansörde evine çıkarken: “Höfff, minority apartmanına düştüm, çok fena”. Dedim, sen doğma büyüme Virginalı mısın başıma? Allahın Adanalısı. Şapti koko.

Bir de sen böyle güzel ve bakımlı bir hatun ol, çıktığın herifler senin güzelliğinle ters orantılı olsun. Yok böyle bir şey. Pansiyon’un kilo aldığı bir dönemdi de diyorduk ona, kilo ver diye. Niye, dedi. Sağlık mağlık, dedik. Yerim sağlığınızı, dedi. Devam etti. Erkekler için kasıyormuşuz aslında spor, diyet, sağlık falan. Onun öyle erkek bazlı derdi yokmuş. Kaldı ki, Ruşen kasıyormuş öyle, her bir yerine ayrı kremler sürerek, 100 gram alsa dert ederek, sporlar, saunalar felan sonunda da çirkin çocuklarla beraber oluyormuş. Sonuç buysa o yatar yuvarlanır, daha iyiymiş. Yatıp yuvarlanarak bile daha güzel oğlanları bulabilirmiş. Doğru söze bir şey diyemedik, tabii.

Şimdi ille de klasik bir tanımlama, tanışlama diye tutturursanız, Ruşen’le 1994’ten beri beraberiz. Pelinat’la -ki o da yakında nasibini alacak bu sütünlardan- bölüm arkadaşımız çıktı. Öyle de kaldı. Amerika’ya Türkiye’den transferlerimin sonuncusudur. Bir sene Georgia’daydı. İki yıldır DC’de yaşıyor. Bu aralar buraya geri döndürmeye çalışıyorum. Gel, dedim, geeeel!

Çarşamba, Ekim 18, 2006

Hafiyenin Karakterleri

2: Pansiyon, Özlem Pansiyon

Pansiyon aslında Levent'in en merkezindeki yeşil apartmanın ikinci katındaki dairenin ismiyken zaman içerisinde kişileştirilerek evsahibine de mal edildiği olmuştur. Dairenin özelliği misafirinin bolluğu ve çeşitliliği, gelen misafirin kendi derdine yanması gerekliliği, ikramın izzetin olmadığı ama civardaki kebapçılardan rahatlıkla sipariş verilebilirliği falan. Mesela, ampüller mi patlak? Ya karanlıkta oturursun ya kendin değiştirirsin ya elektrikçi çağırırsın, o yapar. Ama elektrikçiye mutlaka yanında merdiven getirmesini söylemelisiniz çünkü evde sandalye yok. Evde masa da yok. Yemek yemek için dibine yastık yapıştırılmış tepsiler var. Tembel usulü. Kucağınıza alıp yiyorsunuz. Zaten yediğiniz dürüm. Öyle alengir yemek takımı malzemelerine gerek yok. Havlular mı kirli? Ya kendin yıkarsın ya da kağıt havluyla kurulanırsın. Çay-kahve mi istedin? Gidip kendin pişirirsin. Ha, gelirken evsahibine de bir bardak koymayı unutma! Yiyecek-içecek işindeki esnaf artık caller-id'li telefon sahibi olmuş. Arayınca evsahibinin ismiyle hitap ediyor direk. Öyle bir tanınırlığı, bilinirliği var Pansiyon'un. Bir marka adeta.

Evsahibi bir dönem çok bunaldı. Dedi ki ben gidip dolaşayım bir Güney Amerika'yı falan, rahatlıyim. Pansiyonun azılı müdavimlerinden biri de bir dönem çok bunaldı. Dedi ki memlekete döneyim. Denk geldi, Hafiye Pansiyon'a geçici yerleşti. Zaten bildiği ortamdı. İyi oldu. Alışması hiç problem olmadı. Yalnız gel zaman, git zaman, Hafiye evsahibini özledi. Gel gel, dedi. Cevap alamadı. Çemkirdi artık. Ancak öyle cevap alabildi. Evsahibi kavgayı pek seviyor. Al işte madem:

Bir cevap lütfetmiş. Diyor ki, Hafiye'nin uyum sağlaması kolay olmuş memlekete, ne mutluymuş ona ama asıl o döndüğünde nasıl alışacakmış, bilemiyormuş. Çok endişeleniyormuş. Hafiye'nin tastamam 6 yıl, 11 ay, 3 gün sürmüştü yoklama kaçaklığı. Pansiyon üç aydır yok yahu. Eskiden okulların yaz tatilleri bile daha uzundu. Okullar açılınca bir haftada alışır giderdik yani. Aaa!

A, bir de, bir de diyor ki, parasız kalmış. Dönünce zorlanacakmış kira mira, yaşam masrafları felan. Ne kadar parası olduğunu biliyordum yola çıkmadan. Elalem, ki linki bile var o elaleme sayfasında, bir sene gezdi o parayla. O üç ayda yedi mi yani hepsini? Belli ama zaten. Hep bir taksici hikayeleri. Ben bilirim onu, yürümemiştir kesin. Elalem'e sordum. Ya biiir ya iki kez, o da birileriyle paylaşırsa ancak, taksiye binmiş gezginliği boyunca. Koko otellerde de kalmıştır. Zaten hikayeden belli. Bir bakıyorsunuz jungle'da, birtakım yerlilerle ormanın ta içinde. Sonra bir yerde diyor ki gördüğü zımbırtıları otelinde hediyelik eşya olarak satıyorlarmış da çok pahalıymış da. Alo, ne oteli o öyle pahalı şeyler satan? Hadi diyelim var. Ne demeye kalıyor ki orda? O kiiiim, bitli turistlik kim? Şimdi Çiçi de gelmiştir yanına. Artık konaklarlar geceliği 300 dolarlık rizortlarda. Benim için de caipirinhalarınızı yudumlayın bari havuzbaşında, lobide, mobide.

Çarşamba, Ekim 11, 2006

Hafiye'nin Karakterleri

Okurlarımın bir kısmı hayatımdaki her kısmı bilmiyor. Uzun zamandır 'kim kimdir' ansiklopedisi oluşturmam için yoğun talep alıyorum. ufak ufak başlayalım madem.

1- Java:

Soyadı Ceylan olduğu için ve vakti zamanında Java Ceylan motorsikletlerine referansen ismi Java kaldı. Kendisine Java denmesine zaman zaman kızsa da kendi kendine
java@ibm.net gibi bir email hesabı açması bu ismi benimsediğine alamet. Kuş sesini andıran gülüşüne istinaden zaman zaman kendisine 'Bıldırcın' da dendiyse de 'Java' daha baki oldu.

Hafiye'nin bölümden arkadaşı. Yalnız nasıl bölümdaştıysalar artık, ancak son sınıfta tanıştılar. O zamanlar Java Rahşan denen manitasının yoğun baskısı altında kendi derslerine bile gidemiyordu, ancak Rahşan'ın derslerine girebilme hakkı vardı. Rahşan da başka bir üniversitede bambaşka bir bölüm okuyordu. Java bölümü bayağı bir geç bitirdi

Uzun bir dönem Hilmi Yavuz'un etkisinde anlaşılmaz ayna şiirlerine duyduğu yoğun ilgi yüzünden gazeteci-yazarlığa heveslendi. Medyada önce muhabir başladı ama tez zamanda işten atıldı. İkinci denemesinde masası, bilgisayarı falan olan bir gazeteci olduysa da ancak gece vardiyasında dış bülten özetlerini geçen insan olarak kaldı. Sonra oradan da ya atıldı ya da ayrılmak zorunda kaldı. Askerden kaçabilmek için de Galatasaray Üniversitesi'nde felsefe masterına başladı. Tabii ki Fransızca bilmiyordu. İki sene de hazırlık okudu.

Bütün bunlar olurken hep kendi işi vardı. Önce kelliğe çare olduğunu iddia eden bir Yunan ilacını pazarlamak sonra da ilaç sektörüne logolu selpaklar satarak zengin olmayı hedefledi. Hepsini batırdı. Uzun bir süredir bir
internet sitesini yönetiyor. Sitenin ne yazılımcısı var ne kadrosu. Bir şeye de benzemiyor ama Java'nın forecastlerine göre birkaç yıla milyonlarca abonesi olacakmış. Önemli olan birkaç yıl sabretmekmiş. Son sekiz yıldır aynı şeyi söylüyor.

Java Bey'in gündüz düşleri arasında zengin olmak, paraya kavuştuktan sonra çıtır mankenlerle fink atmak da var. Bu düşlerine yakın Petit lakaplı -gene- işsiz bir spiker dostu da katılımcı. Petit'yle Java belediyenin yeni yeşil otobüsleriyle seyahat ettiklerini anlattıkları bir boğaz sefasında kantinden 1 YTL'ye dahi çay alacak paraları bile olmadığından ancak sokakta oturabilmiştik. Amerika'dan döneceğimi duyan Petit, bankadaki dolarlarımı tasavvur ederek bana evlenme de teklif etmişti.

Java'yı nadir sanarken ben geçenlerde eski bölüm arkadaşları toplanalım dedik. Bir geldiler ki. Bölüm müdürlükleri, havalı danışmanlık işlerini falan bırakmış millet zibidilik yapıyor. Millet demiyim. Erkekler böyle. Kızlar hırs küpü. (Şövalye'nin 'işletme kızı' diye bir ifadesi var bu kızlar için- ki bu gruba beni de dahil ediyor kendisi. Peki madem. Aynen öyle. Doğru söze ne denir?) Java, o akşam aynı masadaki boşgezen bir erkek kankisiyle hemen oracıkta aidat dahil ayda 500 milyona ev bulma ve ev arkadaşı olma planları yaptı. Daha sonradan bunun için eski semt Hisarüstü dahi ziyaret edilmesine rağmen o rakama bir ev bulamadıkları öğrenildi.


Önemli Not: Bütün bunları ileride yüksek arkalıklı sandalyesinden "hatırlarsan fakir ama gururlu bir genç vardı" tribini doa doya yaşasın diye yazıyorum.

Salı, Ekim 10, 2006

Arabası Var Aklı Yok

Arabam delindi diye geçici başka araba verdiler. Bir Ford Focus. Hani poposu topiş olanlardan. En çok onları seviyorum. Benim Seat sedanın arka camı tuvalet penceresi kıvamında. Tepede ve küçücük. Ondan yani ha bire tamponu değdirmem anarya zamanları. Beceriksizliğimden değil. Geçici arabamı ekstra sevmemin bir diğer sebebi de otomatik oluşu. Artık sol ayağıma kramplar girmiyor mesela. Çıplak ayak araba kullanma zorunluluğum da kalktı. 10 santim topukluyla bile çok rahat sürüyorum. Mutluluk buymuş be! Şövalye'ye de ültimatomu çaktım. Yeni araban otomatik olmalı,dedim. Gerekliliğine dair kuşkuları çok. Bunu ona anlatmam çok zor tabii. Otomatik vites arabayı el frenini yavaş yavaş indirerekten kaldırmaya çalışıyor yokuşlarda. Araba kaymıyor ki, yahu. Gerek yok, diyorum ama adam hala düz vites araba muamelesi yapıyor otomatiğe de.

Laf arabadan açılmışken bir iki gün arabasız gezdim. Hiç şikayetim yoktu bu durumdan. Sayesinde patronla çıktık da nihayet bebeğini ziyaret edebildim. Hediyesinin paketi arabamın bagajında yırtılmaya başlamıştı artık. Kalkıcam. 'Ben seni bırakayım', dedi. 'Olmaz, aa, ben taksiyle giderim, şurası zaten', dedim. 'A, valla olmaz', dedi. 'A, valla olur, rahatsız olma, çocuğunla oyna', dedim. 'O zaman', dedi. 'Al arabayı sen. Git. Sabah gel beni al, beraber gideriz'. Elime de bir minik bar tutşturdu. Janjan arabaların anahtarları öyle ya artık. Minik bir stick sokuyorsun marş yerine. E, tamam, diyip indim aşağıya.

Arabaya sok anahtar fonsiyonlu aleti. I-ıh. Çalışmıyor. Ama kaç kez soktum. Zorladıkça üzerindeki tuşlara basılıyor. Bagaj kapısı açılıyor. İn, kapa, otur, sok, dene dene dene. Ay, allaam. Çıkıp söylesem ben çalıştıramadım, diye. Zaten Amerikalı şaptisi olmuşuz ortalığın. Karizma iyice felç olacak. Bir de ayıp şimdi adam belki pijamalarını çekti. Ne biliyorum ki? Artık mecburen bir klasikle bitirmek zorunda kaldım.


Hafiye (ağlamaklı): Şövalye!
Şövalye: N'oldu minno?
Hafiye: Etiler'de bir Passat'ın içindeyim. Çalıştıramıyorum arabayı.
Şövalye: ???
Hafiye: Şişli Terakki'nin köşesindeyim. Gelebilir misin?
Şövalye: Minno, çalmıyorsun di mi arabayı?
Hafiye: Anlatması çok uzun. Uffff...


Meğer ters sokuyormuşum anahtarı. Bu kadar basitmiş yani çözümü. Ama benim soktuğum taraf demirli memirli kısmıydı. Sanki anahtarın çipi orda olur sadece gibi gelmişti bana. Yani bu çip dediğin sey plastiğe değil yaldızlı kısma layıktı sanki. Neyse ne yahu. Araba malağıyım. N'apiym. Otomatik vites olsun yeter. A, bir de topiş poposu. Şövalye'ye rüsvalık da kanıksandı zaten artık. Hem o da benim böyle entelektüel anlamda basit ama fiziken yorucu problemlerimi çözerekten kendini önemli sansın biraz. Erkeklere yapmak lazım böyle arada. Kel konuştu gene.

Perşembe, Ekim 05, 2006

Hiç Yoktan

Tavada kızarmış hamsileri hop diye ağzına atıyor. Kuyrukları dudaklarının kenarında sağa sola bir salınımdan sonra kopuyor. Sonra tabağına diziliyorlar. Kuyruklar! 'Ama, minnom. Sadece kafaları olmasın demiştin. Kuyruk huzursuzlugunu bilmiyordum ki!' O da var. N'olcak. Hem de bu onun kutlama günü. Çok hevesli olmasa da işe girdi. İşsiz güçsüzdü Şövalyem. O yüzden her an her yerde bulunabiliyordu. Omnipresent Şövalye. Seyyahlıktan sonra bir dinlenesi tutmuş. Ancak harekete geçti. Yine de bayramda Malezya, jungle falan sayıkladı. Dedim ben bitli turist diilim sen gibi. Ya konu bu değil.

Konu şu ki kafası gözü baygın baygın serilmiş ızgara balığa bakamam ben. Yiyemem ki onu. Çok vahşi. Göz gözü görmeyince değil ama. İkiliğime aldırmak isterseniz aldırabilirsiniz. Şövalye de tavada mezgit söylemiş madem. Kafası, gözü, kılçığı olmaz, diye. Ama kızartma buu!


Şövalye: Ama, minnom. Ye işte yafu. Bu kadarcık kızartmadan bişi olmaz.
Hafiye: Ya kilo alırsam
Şövalye: Almazsın. Alırsan da al, yafu. N'olcak?
Hafiye: Kilo alırsam beni beğenmezsin. Zaten peşinde bi dolu hatun var. İşe de girdin şimdi.

Şövalye: Ee?
Hafiye: İş çıkışı plazadan kızlar 'hadi bişiler içmeye çıkalım, Şövalye. Bize Peru'daki dalgalarla nasıl boğuştuğunu anlat' falan derler.
Şövalye: Hatta 'aa, yakanda iplik kalmış, dur alayım' falan da derler, di mi?
Hafiye: Evet. Sonra 'şu kızı bir kıstırayım', dersin. Evdeki şişko zaten. Hem yakında bütün gün pijamalarıyla pejmürde dolaşan, evde oturmaktan bunalmış bir evkadını da olucam.Sen yorgun argın eve geleceksin. Ben sana bunalım yapıcam.
Şövalye: Minnom..
Hafiye: Yalan mı?
Şövalye: Canı gerilim mi istiyor, minnonun?
Hafiye: Galiba. Çok huzurluyuz ama yafu. Göster arızanı, dedim. Gösteeeer! Bana daha fazla vakit kaybettirme!
Şövalye: Yok arıza marıza, minno.
Hafiye: Neden hala bekarsın o zaman? Senin gibiler çabuk kapılır. Çerez tabağındaki kaşular gibi.
Şövalye: Sen neden bekarsın?
Hafiye: Ben saf ve cadıyım, ondan.
Şövalye: Değilsin, minno. Hiç cadılığını görmedim senin.
Hafiye: Ufffff. Senle kavga da edilmiyor.


İşte! Parmaklayıp duruyorum bu çarşaf denizi. Üç beş minik haleden ibaret bütün histerik banmalar toplamı. Onlar da silinip gidiyor birkaç saniyede. Bu tuhaf senaryolar yüzünden de kaçabilir, tabii. Hacıyatmaz Şövalye. Bile bile pike uçuşu da yaparım. Dayanamam ki!

Çarşamba, Ekim 04, 2006

Ne Dedim Ben Şimdi?

Kıl oldun mu bana iyice? Çok güzelim, çok kokoyum, çok bir taneyim, çok jöntürküm, akıllı bıdığım ve herkesler peşimde diye gözüne gözüne sokuyorum diye her dakka. Bir rahatla, ey şapşi okur! Belki burada histerinin haritasını çıkarıyorumdur. Belki eğleniyorum sadece. Çoğunlukla da dalga geçiyorum. Boş işleri hayatın. Bu blog da boş. Satır aralarına incelikler sıkıştırabiliyorum bazen. Kafam iyiyse.

Pansiyon'a laf sokuyorum. Sokuyorum yani. Kavga etmeyi severim. Gazı da yedim ama devam edemedim şimdi kıstırmışlar falan kızı And Dağları'nda. Bir tekme de ben vurmayayım. Ama bir yandan kaşıntı sonsuz. Ne işin var dağın başında? Hıı? Ne? Burda pansiyonda kozi kozi yaşardık kırmızı polar battaniyemizin altından uzattığımız ayaklar koltuğun kırık yanlarını devirerekten. Aliye'nin yeni sezonuna takılırdın . Çok sosyal içerikli olmuş. Eski feministsin, severdin sen. Kadın sığınma evlerinin falan altı çiziliyor. Koko manken kadın oyuncular var. Çok inandırıcılar o boy pos, makyaj ve süsle varoş kadınlıkları. Armutlu gecekondularında yaşıyorlar rol icabı. Bıyıklı adamlardan dayak yiyip sokağa atılıyorlar dizide. Sonra diziyi tanıtmak için aynı kanalın şapti sokak muhabirleri gelene geçene soruyor. Kadına şiddet hakkında ne düşündüklerini. Herkes çok medeni. Herkes çok uzak şiddete. Yen içinde kalsın utancımız. Dışarıya mis gibi. Miş gibi. Mış gibi.

Sonra Pazar günü. Şövalye'nin kankaları beni duyuyor ama sadece bir gönül eğlencesiysem görücüye çıkmasam da olurmuş. Şövalye'ye dedim. Benle eğlen yani. Ciddi olma. Eğlendir gönlünü. Nesi tu kaka ki bunun? Eğlenemedi galiba. Kalktık buluşmaya gittik . Daha doğrusu, gitmeye kalktık. Yolda araba durup dururken bozuldu. Dibi delinmiş arabanın. Salı günü de park halindeki bir başka aracın sol tarafını biraz azaltmıştım. Özetle 5000 km'ye varmadan arabayı dağıttım. İstanbul'a bu kadar dayanıyor benim direksiyon. Obur-söken derdi anneanne. Azman yani bir nevi. Mal dayanmayan. Çabuk eskitip atan.

Çekici geldi artık. Sorduk abiye. Karşıya geçiyormuş. Biz de! Israrla Şövalye'nin arkadaşlarıyla buluşcaz. Bindik çekici kamyonuna. Tır tır. Haaan. Haaaaan. Karşıya geçtik. Emniyet kemerimi bağlamak istedim. Kemer var ama kilidi yok. Öyle omzuma doladım artık. Bu haliyle çalışır mı diye şöyle bir iki deneme de yaptım kendi kendime. Sanki ani fren yapmışız gibi hoh diye kendimi öne atmalar falan.

'Aldırma, minnom. İlla ki bağlaman gerekmiyor'

Gerekiyor ama gerekiyor işte! Hava güzel, boğaz güzel, yukardan yukardan seyir güzel ama uf işte. Kemer takılı değil, kilit kapalı değil sıkıntısı fena. Çok fena.

Salı, Ekim 03, 2006

Yakın Markaj Arıza

Öyle bir yerden geldim ki yerlisi bunalımda, ipini koparanı bunalımda, tasını tarağını toplayanı bunalımda. Bunalım yine seksi bir kelime. Bildiğin psikopat. Şövalye'nin tabiriyle 'bildiğin deli'. Atlanta'dan bahsediyorum. Bir daha oradan transit geçmiş birini dahi hayatıma çok dahil edesim yok. Cuma günü hepsini birden ya gördüm ya hepsinden haber aldım. Bu yetti bütün haftasonumu sömürmeye.

Sitemde Şövalye'den bahsediyorum ya. Sen tut. Kıskan. Arkadaşım ayol. Öyleydi yani. Kız arkadaşıyla arasını düzeltmeye çalışıyordum en son. Daha geçen ay. Sarhoş ol ve ara beni tuhaf bir saatte ve eğer Şövalye'den vazgeçersem buralara döneceğini ve benimle olacağını müjdele. Üstüme iyilik sağlık. Biiiir.

Yine sadece Şövalye'yi okudu diye kadrimi kıymetimi anlama başarısından yoksun eski manita benle yeniden iletişme çabasına girsin. Eskisi gibi değilmiş şimdi değişmiş. Her gece barlara gitmez olmuşmuş. Zayıflamış, güzelleşmiş, uslanmış da. Bir işkence de o taraftan. Gelir de uğraşırız diye korkuyordum. Ahaha, komiğim. Abi, Cuma akşam işten geç çıkmışım. Açlıktan ölüyorum. Hemen Şövalye'nin mahalle kebapçısına geçtik çabucak tıkınmak için. Kim orda? Benim eski arıza. Yuf! 12 milyonluk şehirdeki köşebaşı kebapçısında dünyanın öbür ucundan günübirlik gelmiş birini görmek. Bendeki talih kutup ayısına maruz kalmış bedeviden farksız. Allahtan görmedi beni. Ya da görmemezlikten geldi. Neyse. Sinirler oynadı mı? Oynadı. İkiiii.

Çıktık. Gippi aradı. Nişantaşı'nda buluşacaz. Eskiden buralarda top oynardık. Bar namına bir Touchdown vardı burada, yahu, diyen bir anneanne olarak kayboldum dizi dizi barların arasında. Aradan bir çift kocaman yeşil göz. Tanımam mı? O da bir eski Atlantalı. Bir dünyası daha dönmüş. Parmağıyla gösteriyor. Amanın! Parmak ucundakini gözüm bir Cumhuriyet Balosu'nda peşimden ayrılmayan abi olarak hatırlıyor. Üüüüüç. Ertesi akşama yemekler yenecekmiş, kulüplerde zıplanacakmış. Yeterin, yahu, oldum. Ben sizden kaçıyorum. Siz beni buluyorsunuz ısrarla. Gitmedim tabii. Giderim şimdi bir dolu adaptasyon bunalımlı tip. Sever beni bunalım abiler. Yarattığım stresten midir, artık. Bilsem saklamam kendime, bilirsin.

Yani. Sanmıştım ki Şövalye muhabbeti reytingleri artırır. Artırdı ama başka alanlarda. Okuyucu sayısı aynı kaldı, arıza sayısı çoğaldı. Özetle, anlaşıldı ki erkek hayranlarım beni tekrar bekar görmek istiyor. Diğer türlü sapıtıyorlar. Şövalye'ye dedim zaten. Şartlar böyle gerektiriyorsa ayrılmamız gerekebilir. Benim peşimde eski memleketli arızalar, onun peşinde groupie'leri. Bu şehir bana, seyahati de ona yapıştı. Çıkmıyor. Herşey yapışkan. Herrrşey. Gerçekten.

Cuma, Eylül 29, 2006

Hafiye Erkek Olsa

Bilirsiniz, benim güzelliğim Allah vergisi. Estetiğim yok. Bütün parçalarım orijinal. Parçaları temiz ve arızasız tutmak da çok emekli bir iş. Hele de Türkiye'de böyle orijinal-doğal-emeği kendinden falan takılmak zor oluyor, tahmin edersiniz ki. İlk kez orijinallikten vazgeçicez ve buraya bir alıntı koyucaz. Yine de bana referanslanmış olmasaydı bunu yapmazdım. Buraya koydum çünkü Tarzancım ( http://hydrodictyon.eeb.uconn.edu/people/sezen/) Hafiye'nin tarz-en erkeğini bulduğunu iddialamış. Keşke ben de gerçek sahibini bulsaydım. Google'ın çıkardığı her sonuca atladım. Hepsinde kimliksiz bir halde, kopyalanakalmış duruyordu bu yazı. N'apalım artık. İyi okumalar!

Tarzan: Aklima sen geldin okuyunca, dedim Hafiye de boyle sevio, impresyonist yavru.

BIM DE ESKI SEVGILIYI GORMEK
Bim'e doğru yola çıktım. Zaten iki adım ötesi BIM. Annemin terliklerini giyip çıkayım be dedim, kim iki saat şimdi bağcık bağlayacak. Ama olgun bir erkek insanda eğreti duran şeylerin başında anne terliği geliyormuş canlar, ben bunu anladım.

BIM her zamanki gibi sakindi. Klima çalışıyor ama soğutmuyordu. Nasıl bir klima be bu diyerek incelemeye başladım. Ama görevli beni bali'ci sandı, çünkü ayaklarımda da acayip terlikler altımda çamaşır suyu sıçrayıp da rengi atmış bir pijamayla pek de güzel bir gaspçı havası veriyordum. "Abi bu klima üflemiyor galiba" dedim. Ama cevap vermedi, işine döndü.

Tam arkamı dönüp gidecekken tanıdık bir ses duydum. Pek bir tanıdık. Sanki bir zamanlar kulağıma "aşkım" ,"seni seviyorum" diyen bir ses. Yavaşça arkamı döndüm. Evet, eski sevgilimdi bu. Bir zamanlar sevdiğim kadındı. Bir zamanlar elele tutuşarak mal gibi gezdiğimiz kadın. Şimdi nişanlısıyla BIM'e gelmiş alışveriş yapıyordu. Bir zamanlar aşık olduğum kadındı bu.

Evet bir zamanlar uğruna canımı verebileceğim kadındı bu.


Ben şaşkınlıktan elimdekileri yere düşürünce bunlar birden irkildi ve hemen arkasını döndü. Ben, beni görmesinler diye hızlıca aşağıya eğildim ama lanet olası BIM'de raf diye bir şey yok ki. Tansaş olsa arkadaki adam seni göremez ama raf yerine kolilerde ürün sergileyen bim sayesinde saklanamadım.

Peki size sorarım. Siz arkanızı döndüğünüzde, devekuşu gibi saklandığını sanan ama ayağında ufak numara anne terlikleriyle tuvalette oturur gibi çömelmiş ve kıç çatalı gözüken bir adam görseniz ne yaparsanız? Işte onlar da öyle yaptılar. Bastılar kahkahayı. Yavaş ve gurur yıkılmışça ayağa kalktım.

Gözlerine baktım. Bana baktı, mahzun bir bakış görmek isterdim ama alay ediyordu resmen. Ayaklarıma bakıyordu. Anne terliği giymiş, parmakları ucundan çıkmış bir ayak. Buydum işte. Sen bu adamla bir zamanlar çıkmıştın. Şimdiki sevgilin çok iyi giyinmiş ama bir bak bakayım ona. BIM'de bu şıklık? Sence de biraz samimiyetsiz değil mi? Ben en azından yakışıyorum buraya. Içimden geldiği gibiyim.

Böyle düşündüm ama sonra küfrettim. Adam kapmış kızı, ben de lavuk gibi pijamayla terlikle geziyorum. Kim naapsın lan beni. "Nasılsın görüşmeyeli?" dedim. "Iyiyim" dedi. "Ne güzel" dedim. "Hıhı" dedi. Gittikçe gerginleşiyordu ortam. Yeni sevgilisi kıllandı mı acaba diye baktım ama "nasıl olsa bu lavuktan bir zarar gelmez" düşüncesi hasıl olduğundan zerre bir tarafında değildim herifin. Adam en ucuz kangal sucuğu seçmekle meşguldu.

"Niye böyle olduk biz?" der gibi baktım. "Ne diyorsun?" der gibi baktı bana. "Niye böyle olduk diyorum?" der gibi tekrar baktım. "Ne diyorsun anlamıyorum" der gibi tekrar baktı bana. "Neyse xtir et" der gibi baktım. Xtir etti alışverişe devam etti. Bir güle güle demeden.

Gözyaşlarımı saklayarak elimden düşürdüklerimi aldım ve kasaya gittim. Bir de peçete aldım, gözyaşlarımı silmek için. Kasadaki görevli yine baliciymişim gibi baktı bana, "paran var mı" der gibi baktı bana, bana bakmasın artık kimse. Al lam paranı der gibi uzattım, para üstü beklemeden çıktım ama sonra hemen geri dönüp şahsiyetsizce aldım paranın üstünü. Tam çıkacakken fiş almayı unuttuğum aklıma geldi. Dönüp onu da aldım. Lanet olsun, bir romantizm de yaşayamadık be.

Eve giderken Serkan geldi yavaşça yanıma. Tek dostum, yoldaşım, üzgün olduğumu anlayabilen tek insan.


"Abi bir şey diycem. Pijamanın arkasında delik var, popon gözüküyor, baya bir büyük"

O günden beri evdeyim. BIM'e de kapıcıyı yolluyorum........

Hasetle Hasret

Şu dünyayı gezenlere feci gıcığım artık. Pek bir çoğaldılar. Dramaların dozu da aynı ivmede. Pansiyon karısı da bir tiyatrolar oynamış, yok Cüneyt'le buluşurlarmış belki. Yollar kesişseymiş de. Türkçeler konuşulsaymış da. Ayol senin biletler bile son dakka ne goller yedi. Hangi organizasyonla, nereye gidiyorsun? Kendini aşmış değil bence kendinden geçmişsin. İnsan ne olduğunu bilir. Sen plan mlan yapamayan bir şaptisin, tamam mı? Dağlarda milis kuvvetlerle takılıyorsun diye kendini bilmek erdemliliğinden vazgeçmesen iyi olur.

Senin Meridyen Cüneyt'in trip de artık klişe. Ben sıkıldım millet sıkılamadı. 30-31 yaşındayım, havalı bir işim, janti bir hayatım var ama alıp başımı dünyayı gezicem felan. Gezsin tabii de ereceğini sanmaları falan geçsin yahu. Ben size dedim taa 27 Nisan'daki " Hangisi Ben?" başlıklı yazımda. Üşenirsiniz bakmaya diye buraya bir daha yazıyorum:

Bir sırt çantası takip dünyayı dolaşmaya çıkanından Uganda'ya, Tayland'a yerleşeninden geçilmez oldu ortalık. Yapamayanlar da yapanlara özenip kendi derdine hayıflanıp durduğu bir çarktır döner oldu. Ben size işin aslını söyliyim. Çekip gidenler de mutsuz aslında. Kendilerini keşfe çıkmak gibi bir yüce bir kılıfa sarmalasalar da eylemlerini, gittikleri yer onları en fazla birkaç gün oyalar. Dedim. Gerisi yine aynı terane. Mekan değişikliği sadece ihtiyaç değişikliği yaratır. Örneklerde gidilen yerlerdeki minimize hayatlardan anladığım üzere aslında yapılan şey ihtiyaçları da haliyle azaltmak üzerine. Oysa ihtiyacımız olan şey uzaklaşmak değil, azalmak. Bir yandan da ancak çoğalırken karakterimizin nüansları beliriyor. Azalırken aynılaşıyoruz.

Şövalye de gezenti tayfadan. Hayır, bir de karizma katmış durup dururken. Karılar paso bunun yolunu kesmelerde, mailler atmalarda, tanışmaya çalışmalarda. Niyeaaah, dedim. 14 ülke gezdin diye niye adam oldun ki? Ben 30+ ülke gördüm ama kimse kendini parçalamıyor benle tanışmak için. Sonra da sinir geldi. 'Ben sadece şehir gördüm de köy, kasaba görmedim de Bolivyalı köylü kızının çıplak ayaklarına bakamadım da, bohuuu', diye cinnet sosuyla karışık.

"Aman da minnom,ne kıskançmış buuu! Senle de gezeriz minnom, merak etme sen"

Kıskanç minno,oldum şimdi. Puf!
Şövalye diplomasisi. Emin ol, gezeriz.

Hem sen... yapamazsın başka yerde ne işin var başka yerde?
Buraya gel, dedim. Kima diyorum, kimaaa?


Salı, Eylül 26, 2006

Javalı Günler

Hata yaptığımın farkındayım. Java'yı evime aldım. Evsiz ya hani. Atılmaktan kovulmaktan bitap düşümüş. Besle kargayı, oysun gözünü; sen tut, Şövalye'yi de gaza getirmeye çalış. Tembelliğe övgü nameleriyle. Kırkından sonra çok zengin olduğunda çıtır mankenlerin üzerine atlayacağı hayalleriyle. Kıstırdım Şövalye'yi mutfakta. "Hmmm. Bak bozuşuruz, ha", dedim. "Dinlemiceksin onu". Dinlemicek. Benden de güzeli olamazmış zaten. Şövalye bazen gaz alırken abartabiliyor mu, ne? Bir mavi boncuk furyası.

Şövalye'yi yemek almaya gönderdik. Hayret ki Java tok. İftar yapmış yeni. Hala oruç tuttuğuna inanamıyorum. Galiba para harcamamaya odaklı bir aktivite oruç onun için. Hayrı sevabı yakıştıramıyoruz ya ona. Neyse işte Şövalye gider gitmez de atladı.

Java: Süper çocuk bulmuşsun. Çok efendi.
Hafiye : Valla öyle. Tahtaya vur. Tık tık tık.

Vakit ilerledikçe Java abarttı da abarttı. Ne şanslıymışım da. Ne ballıymışım da. Hep ama hep bunu duymaca. Hafiye'yle alıp verilmeyen nedir? Ne balı yahu? Hayır, ben şükürdar bir insanım. İş bularak dönmenin güzelliğini takdir ediyorum her dakika. Ama bana bal atan Java ben kendimi bildim bileli yatıyor. Üstüne üstlük aklı başında ve güzel de olan sosyete dilberleriyle çıkıyor. Oysa "ballı" ilan edilen Hafiye senelerce üç kuruş maaşa en zor işleri yaparak, dünyanın en arıza adamlarıyla, paralarını çaldırarak, tepesine çakılarak, evi soyularak, aşağılanarak, beli kırıldığında dahi yalnız malnız ağlaya uflaya yaşadı. Şu anda da ne geliri ultra prima ne de Şövalyesi Sabancı'nın torunu Brad Pitt yani. Yani öyle, "kendi halinde" algılansın lütfen artık. Ultra prima Pitt falan olsun istemem zaten. Şu günlerdeki huzurum yeter. Banu yüzüme yansıdığını söyledi. Huzurun yansır hali DE varMIŞ.


İşe güce bir dolu kulp takılır; ne iş olsa takılır. Şirket mirket tuhaf çelişkileri hayatın zaten. Ama hayır, Şövalyeme laf yok. Herhangi bir şeye referanslayamam. Nazar değdireceksiniz, yahu. Bakın, şuraya yazıyorum. Bu çocuk kaçarsa arkadaşlarım yüzünden kaçacak. Milletin tacizinden ve bana dair arızaların 'ho ho ho' diye anlatılmasından.
Oysa o beni prenses, peri sanıyo!
Bozmayın, yahu.

Cuma, Eylül 22, 2006

Pazarlık Usulü

Dubai'de Doğubank kılıklı bir işhanında ileri geri yürüyorum patronun ardından. Dükkan sahipleri genellikle Hintli. Patron laptop bakıyor. Her gittiği yerde bir pazarlık bir pazarlık. Müthiş zevk alıyor bundan. İzledikçe benim de alışveriş damarım kabardı. Kardeşin de doğumgünü. Şu haspaya bir cep telefonu alayım, hesaplı madem buralar, diye. Dedim, patron ben telefonculara iniyorum, alt kata.

İlk dükkana girdim. Şu telefondan istiyorum, dedim. Zırt alcam. Toplam iki dakika sürmedi işlem. Sonra bir endişe geldi, dedim patronu çağırayım, benim yerime pazarlık yapsın. Bizimki ellerini ovuşturaraktan geldi. Bir pazarlık ki kıran kırana...Pazarlık aralığı küçüldükçe küçülüyor. İne çıka 3 dirhem için- ki 1 dolar dahi etmiyor- ne yeminler edildi ne allahlar çarptı. Sonunda patron, "E, almıyoruz o zaman", dedi. Dükkandan çıkıp gitme tribine başladı.

Hafiye: Patron, n'apıyorsun yahu?
Patron: Alınmaz bu paraya. Başka yerden alırız
Hafiye: Ya şimdi kim oynıycak aynı tiyatroyu başka dükkanda? Sen de eğlen diye çağırdım ben seni. Yapmayın, n'olur. Ben daha yükseğine alacaktım zaten. Üç dirhem için..uhuuu.

Patron: Sen böyle konuşma bakayım burda. Herif arkalanıyor senden. İstediğini belli etme
Hafiye: Ama ama...1 dolar ya.
Patron: Bir mir...olmaz! Bu paraya ol-maaaz.

Satıcıya son bir kez dönüp son teklifini bir daha sesleniyor. Satıcı lanet olsun deyip, çoluğunun çocuğunun rızkından kesmekten muzdarip olduğunu acındırıklıyor. Ben şişiyorum iyice. Satıcı benim hatrıma tamam dediğini söylüyor. Paketleme, faturalama işlemleriyle birlikte geyikler başlıyor. Güzel kadınmışım. Ne kadar da iyi İngilizce biliyormuşum. Patronunki neden iyi değilmiş. Bizi evli falan sanıyor galiba. Patron satıcıyı iyice kafa kola alıyor. Benim annem Amerikalıymış, babam Suudi. Dil anneden, esmerlik babadan yani. Bu arada patronun İngilizcesi gayet iyi. Pazarlık yaparken fenalaştırıyor nedense. Bir tuhaf aksanlar, tripler takınıyor. Racondanmış.

Patron: Bir de Yahudi olduğumu düşünebiliyor musun? Nasıl olurdum o zaman kim bilir?
Hafiye: Düşünmek istemiyorum. Üç dirhem için ayaklarıma kara sular, içime sıkıntılar indirdiğine hala inanamıyorum.

Takılıyor mu, tokatlıyor mu anlamadığım favori repliğini yineliyor:
"Eee. Amerika diil burası, Hafiyanım. Alışman için sana altı ay veriyordum ama galiba bir seneye çıkarmak lazım şimdi"

Pazar, Eylül 17, 2006

Şövalye Lojistiği

Ben kendimi anlatayım istiyorum, kimselerin umru değilim. Herkes şövalyeyi merak ediyor. Hadi abi kimdir, yakışıklı mıdır, zengin midir, diye sormalar da yok, direk tanışma-kaynaşma analizimiz yapılıyor. Gerçekten tuhafsınız. Peki madem...

Şövalye Bey çok merkezi bir güzide semtte, Gayrettepe'de oturuyor. Arabamı çarptığım yer Gayrettepe idi. Florence Nightingale'in sokağı hemen. Çok da erken bir saatti. Henüz evden çıkmamıştı. Zırt geldi. Belki de bilerek kaza yapmışımdır, diycem ama yok valla bana arkadan çarptılar kırmızı ışıkta. Polis raporu var elimde. İsterseniz scan edip buraya yapıştırayım, sorgu sual hakimleri hanımlar beyler.

Biliyorsunuz, pansiyon da Levent'te. Temizlik için Bezar'ı getirmesi de haliyle çabuk olabiliyor. Gayrettepe taş atımı. Geliyor gidiyor işte. Motor da var. Zırt pırt. Kolay oluyor. Allahtan Maltepe'de falan oturmuyor. Öyle uzak uzak, aramıza boğaz girse belki zor olurdu diycem ama demiyim.Yollar hemşerisi denebilecek kadar gezenti zaten. Hatta bakın ancak rötar yapmış olduğu için size bu satırları yazabildiğim uçağın kapısının önüne kadar beni getirdi. Üşenmedi. Araba kullanmayı sevmiyorum diye.

Şimdi Hafiye Dubai'ye gidiyor. Bütün Beyaz Türkler gördü, bir ben görmemiştim. Eksik kalmasın. 5 gün ordayım. Bakalım neler olacak. Gidesim hiç yok. Olan haftasonlarıma oluyor. Ne güzel Hemşo da gelmişti Paris'ten dün gece. Sabaha kadar muhabbet. Tadı kaldı damakta. Usanmışım yoldan, sunumdan. Bir Arap şeyhinin dikkatini çeksem de çekip alsa beni bu hayattan. Rahat ederdim biraz.

Perşembe, Eylül 14, 2006

Java'dan Açık Zarf

Java'yı konuşlandığı eve bırakmak bana düştü. Bakın, 'konuşlandığı' diyorum çünkü bir evi dahi yok. Neresi onu misafir ederse orada kalıyor. Bu da ortalama bir haftayı geçmiyor. En son bekar olan ablası sanırım bir ay kadar dayandı ama o da onu başından atmak için bayağı uğraş veriyor bu aralar. Yolda konuşuyor bu gene bıldırcın bıldırcın.

Java: Kızım, sen baya güzelleşmişsin. Seneye kalmaz evlendiririz seni.
Hafiye: Ya ya. Güzellikle evliliğin alakası yok ki. Hem beni kimse beğenmiyor.
Java: E tabii, güzelliğin üstüne biraz da cilve lazım
Hafiye: Ondan bende yok işte. Nasıl yapıcaz?
Java: Ya bak, mesela, bir abiyi beğendin.
Hafiye: Ee?
Java: Mesela, bir grup içindesiniz. Bir başkası konuşuyor. Konuşana değil, abiye bakacaksın şöyle manalı manalı. Sadece kendisi konuşurken bakarsan anlamaz bu erkekler. Kel alaka bir anda bakacaksın. Cıss, olucak. Bir bak bakayım bana.
(Hafiye gözlerini süzer)
Ya ne manyaksın. Öyle Güllü Güllü bakmıycaksın, kızım. Manalı bak, diyorum.
Hafiye: Ya bakışın manası mı olur, yahu? Yüz ifadesi senin dediğin. Dudakları mı kabartcaz, haşin abla mı olcaz? Ne? Nee?
Java: Neyse, çalışırsan düzelir. Bir de, mesela sen konuşurken ona dokunacaksın.
Hafiye: Yuf!
Java: A, tabii ki. Şöyle 'ahahahayyy' diye gülerken dizlerine hafif tokat atacaksın. Muhabbet ilerledikçe elini daha uzun tutarsın dizde. A, bir de bak şöyle, omzuna dokunacaksın. Bi dokun bakiim.
Hafiye: Sapık!
Java: Hehehe. 'A, gömleğine iplik yapışmış' şeysi de iyidir. Şöyle ufaktan yakaya dokunmak.
Hafiye: Ya, uff. Abi bu hareketler erkekten gelmez miydi, yahu? Ne olmuş dünyaya? Ters yüz olmuş
Java: Ee. Öyle korkuttunuz ki adamları, napsınlar. Açık zarf atmazsan olmuyor, anlamıyorlar artıkın.

Java itiraf etti ki, şimdiye kadarki bütün manitalarıyla iletişimi böyle başlamış. Ona kalsa hiiiiç anlamaz ve de harekete geçmezmiş, Hani Rahşan'a inanabilirim ama diğer minik kuzulardan böyle hareketler, hayatta! Rahşan'a bu kadar takmışlığıma taktı o da. Ne herifler Rahşan'a yazarken, o buna hastaymış da. Lisenin en güzel kızıymıştıymış da. Hadi be, dedim. Konya'da lise okumak vardı, o zaman, şansa bak.

Çarşamba, Eylül 13, 2006

Sıkılan Adam

Sıkılan Adam'ın demosunu şu sayfadan takip etsin Amerikanya'dakiler merak ediyorlarsa .

Bir adam vardı, canı sıkılan...Canı sıkılan...Canı sıkılan...

Beynim patlayacak bu ıslıklı şarkıdan. Mars Attacks filminde dünyayı istila eden Marslıların kötü bir şarkıyla kafalarının patlaması gibi olacak herşey. Dünya benim istilamdan kurtulacak.

Turkcell-im geldiii, sıkıntı gitti..Sıkıntı gitti... Sıkıntı gitti...

IM'i görünce Hafiye sandı ki Instant Messenger servisi başladı cepten. Mantıklı. Cepleri aracılığıyla da çetleşebilirlerse canları sıkılmaktan kurtulabilir Türklerin. Her daim bir oyuncak olmalıdır ya ellerinde. Misal tespih, misal anahtar çevirme, misal cep telefonu menüleri...Hele de o oyuncak muhabbete yol açıyorsa. Değmesin yağlı boya.

Turkcell-im neydiiii? Cep interneti... Cep interneti... Cep interneti...

Hafiye yanılmış ama birazcık. IM, Internet Mobile'dan gelmeymiş.Cep telefonundan internet servisi sağlamaca işi. Yani aslında zaten giriliyordu internete cepten ama bir paket içerik yapmışlar. Öyle dal dal internete girip n'apıcan? Kafadan yönleniyorsun işte. Ha, içerikler, tam nabzı tutmuş. Bugün, eğlence, müzik, spor, chat ve asistan başlıkları altında. Chat kısmı benim anladığım anlamda IM işte. Instant Messenger. Sıkıntı biter. Kesin. Wapblog diye bir şey de var hem. Blogumu oraya da taşıyasım var. Tirajı artsın azcık.

Ya şimdi böyle hırt hırt konuştum ama adamlar piyasaya uygun güzel şeyler yapmış. Dönüp kendi kıçıma bakıp güleyim hem, zamanının en hızlı klavye kullanan çetçisiydim. Bilirsin. De sadece müziği bu –im'in. İçimdeki devreleri kısaltıyor. Üstelik herkes hep bir ağızdan sevmiş sevmiş ıslıklarken. A, bir de, bu servis için 'ihtiyacım olan herşey' denmesi. Diil. O da yanlış. O kadar ama.

Neden bazı şeyler tarifsizce sinir bozarken bazıları da aynen tarifsizce hoşumuza gidiyor ki? Görece görece, nereye kadar? Genel-geçerleyesi var bünyenin.

Pazartesi, Eylül 11, 2006

Trafik Dili

Sahil yolundan git, dediler. Daha rahat olurmuş. Ya ya.
Başlarda uçtum gittim. Dilocan'a da dedim. Kızım çabuk çık, ben 20 dakikaya ordayım, dedim. Paçaları sıvamışım erkenden. Abla bekler Bebek'te.
Ortaköy trafiğiymiş meğer kitleyen durumu ta Beşiktaş'tan tam 1 saat. Yürüsem 15 dakika sürmez. Ortaköy meydanı geçmemle yolda bir araba kalmadı. Hepsi temizlendi bitti, nereye gittilerse.
Ama orada, tam orada bir yerde höö, diye daldı önüme bir araç. İçinde beş abi. Cam kenarındakilerin kollar sarkmış pencereden. Çarpışmamıza ramak kalmış. Sarkan kolların ezilmesine daha da beter.
Nasıl bir adrenalin yükselmesi yaşadıysa bünye ağzımdan, "What the hell are you doing on my lane!!!?" diye bir nara çıktı. Tamamen istemsiz.

Ben bu kadar korktum ama abilerin kılı kıpırdamamış. Sarkan kollar irkilerek içeri bile kaçmamış. Gayet sarkık sarkık durmaya devam ediyorlar. "Abla turist galiba. Hiç de benzemiyo, bak sen" gibi gevrek cümlelerle başlayan durum değerlendirmesi tuhaf mantık çıkarımlarına doğru yol aldı.


Turistsem ateşli ve nemfomanyakım. Nemfoysam her erkekle her yerde fifi yapmaya hazırım. Onlar da bir erkek olduklarına göre ve tabii ki fifi istediklerine göre bu taleplerini ifade etmeliler. Kaçmaz:

Abi1: Ver ar yu fırom?
Hafiye: Bas git, manyak
Abi1: Abla turist diilmiş, oolum
Abi2: E, niye İngilizce konuşuyo ki o zaman?

Niye ki?

Mesela bu şehirde insanlar çıkabiliyor aniden yollara. Kimin gözü daha karaysa o önce atlıyor memleketi ya. Yok, benimkiler açık valla. Geçsinler. Yine de bir muallak oluyor yol veriyor muyum, vermiyor muyum, diye. Bekleşenlere Hafiye'den bir "Go, go, go", geliyor.

Çünkü trafik dilim İngilizce! İlk kez adam gibi trafiğe çıktığım yer Amerika olunca trafiğe,yollara dair bütün terimler ve tepkiler de Ingilizce olmuş. Aa, oldum. Hakkaten. Bu dil olayı tuhaf hakkaten. Hayatıma sonradan giren herşey İngilizce.
Uçaklar, yollar, Çin yemekleri, Southbeach diyeti...misal.

Cumartesi, Eylül 09, 2006

Temizlik Günü

Oya kaçtı, demiş miydim? Bir akşam aradım. Ertesi gün geliyorsun, di mi, diye. Bir adam açtı telefonunu. "Oya'yı birdaa aramayın bu numaradan. O artık çalışmıyor", dedi. E, ev leş gibi. Enkaz devralmışım zaten. Halıda öbek öbek Pansiyon misafirlerinin içki haritaları. Dağınık köşeler, hiçbir yere sığmayan ayakkabılar, ütüsüz gömlekler. Uf, olmadı bu şimdi. Haftalarca da olamadı. Bir türlü Çiçi'yle (abla pansiyon) koordine olup da bir kadın bulamadık. En son ben buldum, sen arama, dedi. Numarası da şu, dedi. İskoçya'dan dedi. O da ayrı bir gezenti. Kadının bana gelme arifesinde yine teyit telefonu açtım. "Oralar bana çok ters, gelmiyorum ne sana ne Çiçi'ye", dedi. Azarladı. Çiçi'ye de haberin yok, kadın yok, dedim artık.

Ağla ağla ütü yapmaktan helak Hafiye. Bünyesi alışık değil ki. Amerika'da ütü masası çamaşır makinesi kenarındaki ücra yerine monte olmuştu artık senelerce kıpırdamamaktan. Bir de burda millet jilet gibi, anasını satayım. Öyle fıyt fıyt iki kez bastır gitsin, olamıyor. Ağla ağla. Yolun karşısındaki kuru temizlemeye sordum. Gömlek başına 6 YTL, dedi. Gömlekleri 6 dolara almışım ben. Ne diyo bu adam? Ağla ağla.

Zırrr! Sabahın köründe kapı. Picamalı mahmur Hafiye kapıyı açar da ne görür. Bir Şövalye, bir de kıvırcık teyze.

Şövalye: Merhaba, bu Bezar Hanım. 20 yıldır bize temizliğe yardıma geliyor. Sana getirdim.
Hafiye: Hoşgeldiniz. E, peki bunlar ne? (Şövalye'nin elinde viledalar, aceler var. Bir erkek külkedisi adeta)
Şövalye: Sende yoktur, diye getirdim. Temizlik için gerekli olacaktır.

Düşüncelilik tavanı. Kıçımdan haberi olan insan. Evlen benle, diye üzerine atlayasım geldi yine. Yapmadım. Teşekkür ve buyur ettim sadece. Cool kadın olmak çok zor, yahu. Daha ne kadar kasabilirim, bilemiyorum.

Bezar, çok geveze bir teyze çıktı. Hemen hikayelere girişti. Ta Şövalye'nin küçüklüğünden beri onlara gidiyormuş. Onun ne kadar sakin, uslu bir çocuk olduğunu anlattı durdu. Yedisinde neyse yetmişinde de o, anlaşılan. Sakin, dingin insan. Aaaah, oldum.

Salı, Eylül 05, 2006

Koko

Altıma seriliverdi usul usul. Gördüğüm duyduğumu bastırdı. Helikopterin pıtı pıtılarını duymaz oldum. İlk kez İstanbul'a tam tepesinden ve üstelik bu kadar yakından bakıyordum. Bu şehir güzel, yahu. Güzel, anasını satayım. Salyalarımı akıta akıta izledim. Aaa, aaaa!! Helikopterle Çırağan'dan Gebze'ye gitti Hafiye. Formula 1'i Executive VIP localarından izlemeye. Yakıştı, yakışmadı; o ayrı mevzu. Haftasonunda yatıp yuvarlanmak yerine oraya gittiğine memnun olmadı ama. Ne işi olur ki arabayla, motorla? Yarışın sonunda "Michael Abi, sen bizim herşeyimizsin!" sloganlarına katılmaktan başka Schumacher'le. Ne işi? Hiç işi.

Ama bu yüzden Hafiye'ye koko dedi, Çıtır. Helikopter ulaşımlı, sosyetik yarış izleyiciliğimin yanısıra otobüse binmiyorum, evimi kendim temizlemiyorum, sadece belli semtlerde takılıyorum, diye de. Bu işe kafası karıştı Hafiye'nin. Koko olmadığı için terkedildiği günler çok tazeydi ki. Kokoluk tanımının izafi olduğuna aydı aklı. Java için hareketli saçlar, kocaman sallantılı küpelerdi. Çıtır için genel Türk tipi ahaliden kopuk olmak demek ki. Şövalye de biraz hak verdi kokoluğuma. Ona göre de kokoyum çünkü yüz çifte yakın ayakkabım var. Niyeeah, yapınca geri aldı ama. Değilsin, değilsin, tatlıcım, dedi. Çıtır'ın üstüne gidince aksine şahit olmadığı şeyler hakkında yorum yapamayacağını belirtip muğlak muallak bıraktı. Tipik Çıtır. Geldiğinde elime bir toz bezi alsam, biraz Bayrampaşa'da seksem yetecek. Java zaten ne yaptıysam saçlarımdan korkamadı.
Kısacası bütün kokoluk iftiralarını bertaraf edebildim. Değilim, dedim işte. Değilim! Başka semtlere gitmememin sebebi yolları bilmemem. Saatlerce kaybolma potansiyelimi bir tek ben değil, bir tek sen değil, alem biliyor. Gözde'nin tavsiyelerini ayaklar altına alaraktan konuşuyorum burada ama ayakkabıların en pahalısı da 20 dolar. Marshalls, Ross. Hem koko olsam Dilocan'a ne yalvarıcam, iş yemeğim var, beni giydir, diye. Bilin de öyle konuşun. Asıl koko Özlem.

Cuma, Eylül 01, 2006

Gelen Gelene

Gözde geldi. Aradı da. Geliyorum hemen, bile dedim üstüne. Sonra bir şövalyelik işim çıktığından söz verdiğim saatten daha geç buluştum. Sitemli sitemli kızdı. O da haklı. Özlemişiz. Aylardan sonra ilk kez dört Atlantalı hatun buluştuk! Önce Atlanta dedikoduları bitti. Sonra İstanbul. Sonrası Beyoğlu sokakları. Markası kahkahalarıyla çın çın, yüksek ökçeleriyle çıt çıt, minik eteği ve dekolte t-shirtleri içinde bir sarışın...süslü. Daralından eser yok. Burada mutlu.

Ondaki bu neşe farkını hissedince kendime baktım. Acaba ben burada mutlu muyum, diye düşündüm. Bunu hiç düşünmediysem iki aydır... o zaman. O zaman.İnanmıyorum.Evreka!!! Moravia mı, kim bir yazar çizer işte, diyordu hani, ‘mutlu muyum’ diye sormadığınız zaman aslında mutlusunuzdur, diye. Yani mutlu olcam diye uğraş didin, okullar bitir, paralar kazan, dünyayı gez, manitalar yap, giyin kuşan, ekstrem spor yap. Diyelim tuttu. Sonra da farkına varama!

Yahudiler ama daha bir disiplin sahibi yaklaşmış olaya. Mutluluk nerede olduğunu bilmek ve orada durmak, demişlermişti. Sıklıkla kendimi hala Amerika’da sanıyorum. Özellikle sakin bir anda. Bir koku bir anıya dönüşünce. Eski filmler makaraya sarılıveriyor. Bir tahterevalli durumu. Duygusal anlamda. Bilmek ve durmak kısmı, cık, olmadı. Hadi diyelim iki tanımdan birini tutturduk. Bu da bir başarı. Ama zaten ‘mutlu muyum’, diye sordum, yandım. Soruyorsan mutlu değilsin ya. Hafiye düğümlendi gene. Çıtır’la bir konuşsa iyi olabilir.

Birazdan Moğuz geliyor. Bakalım ne panikle gelecek. Gelmeden nasıl buluşacağız diye bin kez zordu zaten. Hani sanki yılbaşı gecesi Times Square’de buluşacakmışız gibi endişeler. Yonc da hala aramadı. Bu akşam Moğuz’la başbaşa alem yapmak zorunda kalırsak beni yıpratır diye korkuyorum. Ah, kimse vefalı değildir de, dostluk ölmüştür de, o da bel ağrılarıyla yoğrulmuştur da...Bu akşam arayın, dedim!

Perşembe, Ağustos 31, 2006

Şövalye Unplugged

Tahminlerim doğru çıktı. Kumral, non-çıtır ama genç. 29-30? Belki...

Minik surat. Şeker. Sonra sakin. Çok sakin. O kadar ki parmaklayıp bu çarşaf denizi hale hale dalgalandırasım geliyor. Yine ‘hööö’ diye anlatıyorum başıma gelenleri. Dalgalanmıyor. ‘Tamam hallederiz’ çakıyor gene.
Telefonum çalıyor. Mütevelli heyeti başkanları, ağır topları. Konuşmam gerek. Hafiye’nin iki ayağı hep ama hep bir pabuçta haftalardır.

Ehliyet, ruhsat, hepsi şövalyede. Polislerle, karşı abiyle o cebelleş.
Hani, güzel kafamı böyle işlere yormıyıp, minik çantamı koluma takıp önden giderken arkadan sihirli değnekler dokunsun isterdim ya kırığıma döküğüme (Bakınız: 27 Ocak 2006 tarihli Kaotik İşleyişler yazısı)
Değnek yerine şövalye kılıcı. Sallıyor polislere, karşı abilere. Ben telefonda mütevelliyle.
Sonra benim de gitmem gerekti. Artık. Bir zahmet. Telefonu kapattım. Sadece tek soru. Polis, eğitim durumumu soruyor!!!!

Türk polisi istatistik mi tutuyor? Profil mi çıkarıyor? Doldurdukları kağıt formdaki bilginin elektronik ortamdaki bir veritabanına aktarılmasına ve bunu düzgün çekebilen, raporlayabilen bir usta ele yapışmasına dair ümidim olsaydı takdir ederdim.Şimdilik etmiyorum. Bir imza, tamam. Raporu iki gün sonra gelip ikinci şubeden almam söylendi.

Hafiye: İkinci şube nerde?
Şövalye: Ben alırım raporu. Sen dert etme.


Hafiye düşünce baloncuğu: Arabam sana feda olsun. Pamuk tarlalarımı üzerine yapayım. Evlen benle Şövalye!

Salı, Ağustos 29, 2006

İlk Kaza

Üşendiğimden sağlık sigortası formlarını doldurmayıp patladım gene. Formlarda SSK numarası soruyor mesela. Bende iki tane var. Hangisini yazacağımı bilemeyip, açıp da soramayıp falan işte. Anlatmaktan bile içim şişiyor. Neyse işte, bu sabah doktora gitmek durumunda kaldım. Acilen. Vercez artık parasını. Üşengeç başın cezasını cüzdan çeker. Alıştığım bir durum. Problem yok sadece ateşim var. Titreğim.

Doktordan çıktım. İlk sokaktaki kırmızı ışıkta durdum. Arkamdan baaam diye indirdi bir abi. Istanbul’da ilk kazamı yaptım. Daha doğrusu ilk kazam yapıldı. Ne yapacağımı bilemedim. Hemen şirketten elemanları aradım. Onlar birini aradı. Karşı abi polisi falan. Karşı abi, polise sarı ışıkta durduğumu falan söylüyor. Şirketten abi ikimize birden ceza verileceğini söylüyor. Niyeeaaah!!! Haksızlık tahammülsüzlüğü. İyice titredim. Sinirler laçka.

Kim kurtarır beni? Şövalye! Daha önce haftasonu bana ‘nasıl gidiyor?’ vari mesajlar atmıştı ama bütün haftasonunu iş yüzünden de olsa, Reinalarda, Formula 1 yarışlarında falan geçiriyor olduğumu cevaplayınca şövalye beni koko sanmış olabilir. İmajımızı toplamak lazım. ‘Gene ürkek değil, fakat beceriksiz kız’a dönüştüm. Mesaj attım. Kaza ve mahal bildirdim.

“Şövalye yol destek hattı en kısa zamanda sizinle iletişime geçecektir. Lütfen panik yapmayın ve bulunduğunuz yeri terketmeyin”,
diye cevapladı. Uzun ve bol puan kazandıran bir cevap vermesine rağmen ‘bağlaç olan –de’ testine uygun ortamın hala yaratılmamışlığı tek endişemiz.

Neyse...
Beş dakika içinde geldi!

Motoru yoktu. Kaskı da.

Cuma, Ağustos 25, 2006

Meraklısına Detay

Biraz daha merak edin, anasını satiym. Ben daha çok merak ediyorum ki. Burada kuzular gibi bekleşiyoruz telefon başında. Dün gecenin bir vakti mesaj geldi. Kalbim yere düştü, dedim o! Gece şövalyesi! Çıka çıka Gözde çıktı. Amerika için normal bi saat tabii. Anneme aldığım kırışık kreminden Wal-Mart’ta bulamamış, ben nerden bulmuşmuşum, gibi gayet hayallerimi parça pinçik* eden bir şey sormak için hem de.

Hani satır satır anlatmadık diye KupKup arıza çıkardı Caponya’dan. İlle detay. Sonra gelsin ‘vay, Hafiye, çok uzun yazıyorsun, okuycak vaktimiz yok’, şikayetlenmeleri. Kimselere yaranamadım şu hayatta.

Alın, lanet olsun:

Flu bir abi gece çaresizce gişelerdeki minibüs-ofisin yanında elinde telefon sağı solu aradığı halde cevap alamadan bekleşen Hafiye’ye yaklaşır. Yardımcı olmak ister. Hafiye de hemen dökülür. İş yemeği varmıştır da, geç çıkmıştır da, elektrikler kesiktir de, kaybolmuştur da, bu şehrin tabelalarına kafası girse olurmuş da, Levent’te X’in karşısında, Y sokağında oturuyormuş da, gişelerden çıksa bile geri dönmeyi bilmiyormuş da, falan da filan da. Elleri kolları sallayaraktan heyecan içinde, hööö, diye. Abi cool. Bir, ‘tamam, hallederiz, beni takip edin’ çaktı. Olay bitti. Hani ben bi sayfa e-mail yazdım. O bana, ‘ok, call me’ demiş gibi (Sorunuz: Ruşen’in My Book Says, Busy Means A..hole hikayesi)

Şimdi KupKup için teknik detaya giriyoruz. Kendisi yüzyıllardır Caponya’da kaldığından köprülerdeki geçiş bankoları lokasyonlarını ve prosedürlerini unutmuş ya da kafasında farklı canlandırmış olabilir: Avrupa’dan Asya’ya geçerken 1. köprüde gişeler Asya tarafında kalıyor. Gişelere gelince yana çekebileceğin yerler falan var. Oraya gelen araçlar illa ki Avrupa’dan, yani bana göre o anda ‘karşı’dan, gelmek durumunda. Tamam mı? Rahatladın mı? N'olur köprü geçişlerindeki yapısal bozukluklara, nasıl olsa daha iyi olurdu'suna girmeyelim. N'olur. N'olur!

Of be.

Bütün bildiğimi yazdım, diyorum size. Olayın heyecanlı kısmı gizemi zati. Bu abinin hödüğün teki olma ihtimali pek yüksek, biliyorum. Hatırlatılmama gerek yok. Gerçekçi takılmak istediğimde aklıma bir fotoğraftan hikayeler çıkardığım loser’lıklarım geliyor. Bir normale dönüyorum. Otokontrol var yani, benim için endişelenmeyin.

*Adanaca’ya devam ediyoruz. ‘Parça pinçik’, Adana’da ‘paramparça’ anlamında kullanılır