Cumartesi, Aralık 27, 2008

Tutmayın Beni

Geçen gün Beşiktaş vapur iskelesinde bir vatandaş ‘Herkese borcum vaaar! Yeter ulayyn!’ diyip suya atladı. Öyle üstünde kazağı ve montuyla vapurla iskele arasındaki bulanık suya attı kendini. Vapur ahalisinden biri bir can simidini yerinden söküp adama fırlattı. Simide tutunan adamı vapura çektiler. ‘Yazık, etme eyleme kendine. Hayat buna değmez konuşmaları’ yapıldı. Adamcağıza yazık olmasına yazık da bu hareketiyle gerçek niyetinin canına kast olduğunu çıkarımlayamadım. Ufak bir cinnetti belki. Hatta sanırım sadece zor durumuna eşinden dostundan empati bekliyordu. Bu kış kıyamette saplıcan olmasaydı bari.

Geçen Pazar gazetelerde ve televizyonlarda da Mardinli Romeo ve Juliet’i izledik. Ailelerinin evlenmelerine izin vermediği aşık bir çift üç katlı bir binanın çatısına çıkmış, atlayacaklarını deklare ederek ya gönülsüz ailelerini tehdit ediyorlardı ya da canlarından bezdiklerinden isyan ediyorlardı. Olayın bundan sonrası her açıdan trajikomedi olmasına rağmen haksızca ulvileştirilecek Romeo-Juliet mertebesine çıkarılmış bir aşk hikayesi okuduk, izledik.

Bir kere yüksek bir yerden atlamaya kalkan ve depresyonun, anksiyetenin dibine vurduğu sanılan bir insanı atlamamaya ikna etmekle görevli kişi öyle dal dal yürüyerek çatının ucunda duran kişiye ilerlemez. Gördüğüm filmlerin hepsinde onu iknalı konuşturmaya çalışılınarak usul usul sokulunur. Aralarındaki mesafe tek hamleye indiğinde belki işte ani bir atılımla eleman çatıdan aşağıya indirilebilir. Burada tahmin edebileceğiniz üzere olmaması gereken durum oldu ve arkasından dal dal ona doğru yürüyen polisi gören Romeo atladı. El ele tutuştuğu için Juliet’i de kendiyle beraber aşağıya çekti. Hiç de öyle beraber falan atlamadılar. Tabii bütün bunlar olmadan bir süre önce aşağıya dev bir hava yastığı getirilmişti. O yüzden kimseye bir şey olmaması sanıldığı bir anda atladı Romeo. Atlamadığı ve fakat çekiştirilerek düşürüldüğü için Juliet ise binayı sıyırdı. Hava yastığı da yeterince pofidik kalamadığından Romeo ve Juliet’i zemine dokundurdu. Tam da öyle zbam diye çakılmadılar sanırım, hızları kesilmişti allahtan. Yani olayda psikoloji bilmeyerek Romeo’ya tehlikeli yaklaşan polis memuru, Juliet’in atlamayıp düşmesi, havası kaçmış hava

yastığı falan hepsi beraber tam da perfect suicide’a doğru gidiyordu ki allah yüzlere baktı. Gençlere de ailenin sempatisinden çok daha fazlası, tüm ülkeninkini kazanacak kadar drama imkanı doğdu. Sadece ikna edilerek çatıdan inselerdi ailelerin sempatisine yetecekti. Yani sonucu kötü de bitse amaç sadece ‘tutmayın beni’ idi.

Ofisim çok kalabalık bir yerde olduğundan devamlı itiş kakışa da sahne oluyor. Özellikle de hemen önümüzdeki caddede herhangi bir zaman diliminde mutlaka en az bir trafik kazası ve dörtlüleri yanıp duran arabaların yanı başında yumruklarını konuşturan adamlar oluyor. Şimdiye kadar birçoğunu izleme fırsatı edindim. Çarpışmanın saniyesinde arabadan inen adamlar hasara bakmaya gerek duymadan otomatikman yumrukları dikip karşı şoföre yönelirler. Güdümlü rokete benzerler o an. Kaskolarının falan olup olmamasının da bir önemi yoktur adeta. Maskatın bağcıyı dövmek olduğundan da emin değilim çünkü etraftan mutlaka taksi şoförleri yetişir ve bunları ilk yumruktan sonra ayırır. Kaza sahipleri tutulmasalardı karşısındakini çok fena benzeteceklerini sıklıkla iddia ederler. Böylece aslında ne sert adamlar olduklarına dair etraflarına mesaj verirler.

Salı, Aralık 23, 2008

Müflis İşadamı

Ortalık kötü. Batan batana. Kocam da battı. Kendisini artık ‘müflis bir işadamı’ olarak nitelendiriyor. Bir ara moral bozmuştu ama bayramda Orta Avrupa'ya gittik. Mevsim tersti mersti, totomuz dondu mondu ama noel süslerini, ağaçlarını gördü; meydanlara kurulmuş panayırlarda sosis, kurabiye ve hamur döner yedi, sıcak şarap içti; noel korolarını (christmas carols) dinledi de düzeldi. Moralsizlikten çıkar çıkmaz dalgamı geçtim. ‘Ben sana dememiş miydim’ledim. Karşı atak icabı beni suçluyor. Ben bıdı bıdılanmasaymış ve onun şahane iş planlarına omuz silkmeseymişim şimdiye çoktan trilyonermişmiş. Başarılı erkeğin arkasındaki kadın ben olamazmışım.

Ben de ne eşşek kafalıyım ki hala analitik açıklamalarda bulunuyorum. Bir kere beni kandırdı. Minimum şu kadar gelir elde etmeden maaşlı işinden ayrılmayacaktı. Yedi bunu. Bir gün bir baktım istifa etmiş gelmiş. Neyse canım, bu konuyu yazmaya kalksam bloglar yetmez. Bu kadar da ipliği çıkarmayalım pazara. Zaten alıcısı yok. Gereksiz taşı-topla, topla-taşı.

Geçmişin hesabını yapmayalım, paşa paşa konjonktüre at bahaneyi gitsin diyorum. Herkes öyle yapıyor. Bu arada beni ayrı düşünceler alıyor. Yani bu havalı yatırım bankacısı elemanlar olsun, avukatlar, mühendisler, reklamcılar, benim gibi ne iş olsa yapıcılar olsun gerçekte ne işe yaramaktayız ki? Yani konjonktür denen şey iyiyken şirketler çamurdan bile olsa para kazanıyorken kötüye gittiğinde iflas ediyorsa varlığımın ve bütüüün işgücünün ekonomik katma değerini sorgulamam icap eder sanki.

Galiba konjonktür mutlak gerçekliğin ta kendisi. Sal kendini ona. Hiçbir şey de yapma. Nefes al yeter. Çırpınsan da batarsıııın, çırpınmasan da .

Cuma, Aralık 19, 2008

Çinlilerin Gözleri Neden Çekik?

Şövalye çok dayanamıyor Törkiş kanallar izlemeye. Ben ısrarla izlemek istiyorum. O ısrarla sıkılıyor. Bir gün yine beni dinlemeyip zaplarken Çin’de bir defileye uğradık. Aa, diyor bizimki. Çinliler de insan. Mankenleri bile var. Düella’nın da buna benzer tepkileri oluyor Çinlilere dair. Onları uzaylı kategorisinde değerlendirmelerini anlayabilmiş değilim. Çinlilerin yaratık, boks maçları izlemenin keyifli, büfe yemeklerini güzel bulmaları ile benim aslan terbiyecisi olduğum konusunda çok hemfikirdaşlar Şövalye’yle.

Şövalye defileyi ilgiyle izledi. Sonra da 'Bu Çinlilerin gözleri neden çekik?' diye sordu. Ben de zamanında bu konuyu araştırmıştım. Açıkladım. Evrimsel teoriler var diye. Birine göre yaşadıkları yüksek rakımlı bozkır coğrafyasındaki hava şartları itibariyle gözlerine ışık ve toz kaçmaması için çekik gözlerin ideal koruyucu olduğu söyleniyor. Bir diğer teori de yüksek oranda pirinç tüketiminin jenerasyonlar sonunda bünyeye bunu yaptığını ama sanki ilk teorinin daha makul olduğunu.

Çok eğlendi. 'Çok mu kocakafaymış buuuu?' dedi bitti. Eminim şimdi sorsanız çoktan unutmuştur açıklamayı. Bakın söylüyorum. Terazi erkeği en büyük sırdaşınız olabilir. Asla sırrınızı paylaşmaz. Çünkü paylaşamaz. Çünkü ne anlatırsanız anlatın, anlattığınız şey ne kadar bombastik olursa olsun, on dakika sonra unuturlar.

Pazartesi, Aralık 01, 2008

Gidelim Buralardan

Kişisel edebiyatımızın da, rakı soframızdaki keyif ve kederimizin de ifadesi şarkı sözleri olduğundan yurdum insanını şarkılar derinden etkiler diyebilirim. Beni de bir tuhaf etkiler, evet. Eski bir şarkı duyduğumda, sözlerdeki keder bana eski kalp ağrılarını falan hatırlatmaz. O şarkının moda olduğu dönemdeki günlerimi hatırlatır.

Dün akşam Şövalye’yle kavga etmişiz. Yine meşum ev alma konumuza istinaden. O bahçelerde çiçek böcek keyif yanlısı, ben fonksiyon. Uzun suratımla arabada oturuyorum. Kanal zaplarken Nazan Öncel’in müzikal biyografisi konulu bir program buldum. 1995 yılından bir parça. Gidelim Buralardan.

Link: Nazan Öncel - Gidelim Buralardan - Video Klip


Kendimi üniversitenin ilk yaz tatilinde buldum. Ruty’nin ortalıkta olmayan manitasının minik öğrenci evinde bütün gün Atatürk leblebisi ve soslu fıstık yer, kola içerdik. Hamarat kızımız birtakım taze sebze yemekleri pişirirdi. Yanına pilav ve yoğurt da çıkarırdı. Buz gibi soğuk şeftali de. Yemekten sonra da tırnaklarına oje sürerdi. Beceremez, siler siler tekrar sürerdi. Günler böyle tembel ve amaçsızca akar giderdi.

Evde Kral TV hep açık olurdu. O yaz siyah-beyaz klip çekmek modaydı galiba. Mazeretim Var Asabiyim Ben’i de severdik o siyah beyaz videolar arasından. Ruty hatta oradaki modern dans figürlerine kasardı. Dansçı olmak isterdi. Ben içimden 'saçmalama', derdim. Dansçılıkla karın doymaz. Belki dışımdan da demişimdir, hatırlamıyorum. Velhasıl bankacı oldu. Kredi risk analizi yapanından hem de.

Sonra Ruty’i özleme hissi geldi. Biraz gözlerim doldu. Şövalye proje kontrol hırsımdan sandı. Düzeltmeye uğraşmadım. Nemli duygularımı göstermekten yana hala çekincelerim var.

Çarşamba, Kasım 26, 2008

Bana 'Bu da Geçer' De

Televizyon karşısında tam da o saatlerde uzay mekiğimle eliptik kardiyo egzersiz yaptığım için ana haber bültenleri kaçmıyor benden bu aralar. Her haber bülteni ayrı bir lunapark. Her seferinde de illa şaşırma tepkisi vermekten vazgeçemedi bünye. Sonra bir şaşır, iki şaşır, bir bakıyorum bir saat geçmiş. 650 kalori yakmışım. Hem de hiç fark etmeden. Çocuğun dikkatini yanan dönen bir şeye çekerek ağzına lokmalar vermek gibi.

Geçen gün bir baktım ekranda Deniz Baykal çarşaflı kadınlara partisinin rozetini takıyor. Üniversitelerde başörtüsü serbestliği sağlayacak yasa değişikliklerine tahammülsüzlüğüyle bildiğim CHP'nin yaklaşan seçimler öncesi bu kadınlara parti rozeti takması seyirlik oldu tabii. Üstüne de Kürtler, göçmenler, türbanlılar, farklı din ve mezhep mensupları, hepimiz kardeşiz, eşitiz falan konuşması da yaptı. İnandırdı mı beni? Hayır. Oyunu ver ve köşene çekil muamelesi. O üç kapalı kadın da o kurultaya danışıklı gelmedilerse adım Hafiye olmasın. Akabinde fönlü kafa koko kadınlar AKP kurultaylarında belirmişler. Herkes herkesi kucaklıyor. Şekiller karıştı da sorunlar hala ortada.

Mustafa filmi hakkında da herkes bir şeyler söyledi. Ben de söylenen şeylerin saçmalığına takılmıştım. Bir forumda Can Dündar'a soru sormak için söz alan bir de üniversiteli olacak gençlerden biri 'Siz iyi işler yapmaya çalıştığınızı söylüyorsunuz. Oysa biz bu filmde iyi bir şey görmüyoruz. Bu konuda ne diyeceksiniz?' gibi dünyanın en gerzek sorusunu sorarken bütün salon alkıştan kopuyordu. Yani soru mu sordu şimdi bu? Bu bir ürün müdürüne 'ben malınızı beğenmedim, ne diyorsunuz' demek gibi bir şey. Nesini beğenmedin mesela, ne umdun da ne buldun? Önce kendini ifade etmeyi öğrensen ya? İsmi Uğur olan Dündar da bu kısmı alıp ana haber bültenine koydu ve gençlere cesaretlerinden dolayı bir de teşekkür etti. Körler sağırları ağırladı. İfade yoksunu gençlerimiz böylece kendilerini akıllı sandı.

İnsan her şeyi takıp takıştırıyor bu memlekette. Yeni bir takının karşısına çıkması çok zaman almıyor zaten. İlla televizyona gerek yok. Çevreden de yağıyor. Geçen gün Levo diyordu. Filmi hala izlememişler, dvd’sinin çıkmasını bekliyorlarmış. Sahtesi de yokmuş piyasada. Yani neredeyse filmlerin premier’lerinden bile önce çıkan bunca korsana rağmen bir aydır vizyondaki bu filmin korsanı yok. Sebebi de korsancıların Atatürk’e karşı besledikleri derin saygıymış.

Salı, Kasım 18, 2008

Yatırım Bankacılarının Acıları

Dünyanın en büyük yatırım bankalarından biriyle ortak bir proje peşindeydik. Kriz çıkınca top çevirmeye başladık. Biz onlardan da beteriz de hani önce kim havlu atacak diye tavırlar uzuyor. Manitayı ben terk etmiyim de kendimden nefret ettirteyim de o ayrılsın hesabı. Uzatmalar sürerken bu hafta seyahat etmemiz gerekti proje ülkesine. Bilet bile aldık, otel bile ayırttık. Bir yandan da olmayacak duaya amin deme triplerindeyiz. Biz niyaza durduk da bunlar yok oldular. Cep telefonları kapalı hep. Emaillerine çok kısa cevaplar veriyorlar. Sorduğumuz sorunun karşılığı bile olmayan kısa notlarla üstelik.

Birkaç kez ofislerini aradım. Sekreterler çıktı. Miss Falan, Mister Filan uçakta, dedi. Seyahatte dedi. Bir yandan da hadlerinden fazla soru soruyorlardı. Ne için aramıştınız, konu neydi, telefonunuzu alayımlar falan. Yahu o biliyor konuyu diyorum. Beni de ciğeri gibi tanıyor. Günler haftalar geçirmişiz beraber. Sen sadece Hafiye bir dedektif gibi peşine düştü. Tez zamanda ona cevap ver de, yeter diyorum. Ama ben yine de öğreneyim konuyu diye tutturuyordu. Israrlar karşısında projeyle ilgili detayları anlatır buluyordum kendimi. Sonra sana ne be yahu olup vazcayıp tamam o arasın işte, diyip kapatıyordum.

En sonunda bir tane kısa ve dangalak bir mail daha geldiğinde mail sahibinin saatinin sabah beş falan olmasına aldırmayıp telefona yapıştım. Telefonu da çaldı ve de açıldı. Artık orada çalışmıyormuş. Hepsi tüm ekip işten çıkarılmış. Uzman yardımcısından direktörüne kadar hepsi. Emaillerim bounce ediyor olmalı, biri size açıklama yapmış olmalı, dedi. Anaaa, oldum. Birileri onlar hala o bankada yaşıyormuş gibi ağızlarından mail yollayıp günü kurtarıyordu. Üstelik psikopata bağlayıp e-mail manyağı yaptığım bir tanesi nihayetinde pes edip ‘Hafiye, ben işimden ayrılıyorum. Lütfen maillerini bundan sonra filana yönlendir’ demişti. Ben de yeni hedefime bombardıman yapmıştım. Meğersem o filan da bir haftadır şutingenmiş.

Neyse ben de dünden beri yatırım bankasındaki eski ekibe -yani artık yeni ekip mi üç beş sekreter mi bilemiyorum- saykotik ve şifreli mailler atıyorum. Hani bir gizli belgeler vardı, diyorum. Onun içindekileri de alıp gelmeyi unutma, diyorum. Hani diyorum, şu eleman vardı ya devletin içinden bilgi getiren, onun bize dediği şeyleri aynen yapmalıyız, diyorum. Bana hatırlatır mısın, hangi konudan bahsediyorsun diye cevaplar geliyor sahte eski ekipten. Ben de gelince konuşuruz mail ortamı olmaz falan diyorum. Ahahaha, çok eğleniyorum.

Bu serzenişim Türkiye’nin çok dışında olacak belki ama incir çekirdeği bir konu için yüzlerce telekonferans düzenleyip dünyamı burnumdan getiren çalışma arkadaşlarım ve diğer yatırım bankacılarının başına gelenler için çok üzüldüğümü söyleyemem. Yani evet, acılarını dinleyebilirim belki ama çok da aldırış edemiycem. Kenarda yüzbinlerce dolarları var bu 25’liklerin. Senelerce çalışmasalar da olur. Sadece Excel’i iyi kullanıyorlar diye bu paraları hak etmediklerini düşünüyordum. Kocaman maaşları ve primleri alırken neye istinaden bunları kazandıklarını düşünmedilerse de akıllarına şaşarım. Çok para kazanıyorsan çok da risk alıyor olmalısın. İş garantisinin en tavan yaptığı yerde kazanç da en diptedir. Dünyanın düzeni bu. O zaman piyasa aşağı indiğinde sen de inersin. Bütün bunlar yüzünden ben de şurada projeden alacağım üç kuruşluk primimden de oluyorum.

Hem bu Gordon Gekkolar filmin son dakikalarını izlememişler mi canım?

Salı, Kasım 11, 2008

Derdimi Ummana Döktüm

Annem asla Adanalı bir erkekle evlenme der dururdu. Ammman, yazdıysa bozsun Allah der, vuracak tahtalar arardı. Annemin sözünü dinlemek için bir çaba sarf etmedim tabii ama neyse işte kaderiyle kısmetiyle onun dilediği gibi non-Adanalı bir adamla evlenegeldim. Dikkat etmiştim de annem, Adanalı erkeklere dair anti lafları hep yemek yaparken söylerdi. Hiç sevmez yemek yapmayı sağolsun ama yaşadığı coğrafya böreğe çöreğe, ete kebaba düşkün bir kocası olması bahtsızlığını çok mümkün kılmıştı.

Annem mesela fasulye, pilav pişirirdi. Yanında söğüşler, salatalar da olabilirdi ama babam sofraya bakıp, ’ee, yemek nerde?’ diyebilirdi. Babamın lügatında yemek, et demekti. Öyle fasulyenin içinde yüzen kuşbaşı etlerden de bahsetmiyorum. Et yemeğinden bahsediyorum. Köfte, pirzola, sucuk, ciğer ve envai kebaplardan yani. Zaman içinde ancak kolesteroller çıkınca önlem alma gerekliliğinin farkına varıldı da yine ancak öyle öyle kırmızı etlerden vazgeçildi. Hoş, bu sefer de etler gitti börek çörekler geldi. Bu sefer de şekerler tansiyonlar çıktı da onlardan da vazgeçilmediyse bile azaltıldılar. Zaten erkeklerin 50’lerinden sonra bir otorite kaybı söz konusu oluyor. Onu isterim, bunu isterimlerine pek aldırılınmıyor. Annem ve kız arkadaşları gayet mutlu mesut yemek vakti saati demeden canları ne isterse onunla meşgul oluyorlar. Adamın önüne makarnalar, sadece bir salatalar çıkıyor, tamam.

Annem boğazlar meselesinin kökenini Adanalılıkta bulduğundan Adanalı damat getiren karmayı kovuşturuyordu belki tahtalara tıklataraktan ama yanılmış işte. Yani doğru motivasyonlarını yanlış yerlerden kovalamış. Meğersem ‘boğazına düşkün adam’ın memleketi yokmuş. Şövalye de İstanbulluluğuna rağmen boğazına gayet düşkün. Hatta da bir şeye ikna edilecekse, gazı alınacaksa adamı yemekle kandırmak pek mümkündür. Yalnız Adanalı erkek kankalarımın ısrar ettiği üzere gelin hanımı validenin yanına içli köfte, dolma, sarma öğrensin diye çırak verme düzeyinde değil. Kolaycı da. Şövalye'nin lügatında da 'yemek' büfe demektir. Kendisi tost, burger, yengen, goralı falan sever. Ev yemeğinden anladığı ise bahsi geçen ekmek arası birtakım et veya şarküteri ürününün evde yapılanıdır. Evdekinin büfedekinden farkı olsa olsa tavada sucuklu yumurta ve kıymalı makarnadır.

Hafiye de anası gibi yemek yapmaktan hoşlanmaz fakat klasik anlamda tencerede pişen sebzeli ve bakliyatlı ev yemeklerinden hoşlanır. Kendisi yapmasa da haftada bir kadına pırasa, fasulye, ıspanak gibi şeyler pişirtir. Zorda kalmadıkça pirinç pilavı, beyaz makarna falan yemez. Onların yerine bulgur pilavı ve kepekli makarna pişirir. Ona göre ev yemeği sağlıklı olmalıdır. Bu yüzden yağı, tuzu da ancak koklatılabilir. Yani her gün glisemik endeks değeri ve sodyumu düşük, lif oranı yüksek kompleks karbonhidratları ve haftada iki üç öğün de ızgara eti tercih eder. Buna rağmen Düella’ya göre erken göçecektir bu dünyadan. Bu kadar kasmanın sonu ancak böyle bir kapakla taçlandırılabilir. O da mezar taşıma ’kastın da ne oldu’ vari bir mani olarak yazdıracaktır da bunu.

Bakın buraya da yazıyorum. Bizim evimizde haftanın en az altı günü mutlaka yemek vardır. Bu bir ottur, kompleks baklagildir, tahıldır, sebzedir ve tencerede pişmiştir. Benim yemek yapmadığımı iddia eden Şövalye sağlıklı tencere yemeklerini yemek kategorisine sokmadığından bunu böyle söylemektedir. Hatta o kadar sağlıklı olmasına bile gerek yok, annem Adana’ya dönerken buzdolabına dizi dizi içli köfteler ve dolmalar bıraktığında Şövalye bunları da yemekten saymayıp tost yeme girişiminde bulunmuştur. Hem de mık mık mık sonsuz söylenerekten. Baktım artık evde 'sözde' yemek olmayışından surat astığından ve hatta da bulgur düşkünlüğümü köylülükle vasıflandırarak –güya- mazeret ürettiğinden beri hiper yağlı kıymalı makarnayı dayıyorum servis niyetine. Yanına da kızarmış sosis ve sucuk. Arkasına da profiterollü tatlılar. Hala iki kaşık da olsa bari arada kabak yemesini ağla bağır, yalvar yakar tuttursam da çok mutlu kocam. Kocamı yemekle mutlu edebiliyormuşum yani. Bunu da öğrendim.

Haftasonu Düella da ifadelendirmişti kıymetimin bilinmezliğini. Ona da neler neler yapıyorum, ama yine de şeytan tüyünden geçinip kılını kıpırdatmayan Şövalye’ye kıyamıyor, bana zalim oluyor. Ben istikrara, sağlığına sıhhatine yönelik çalışıyorum ya, daha uzun vadeli ya. Anında mutluluk yok ya. Bırakın yaranmayı, direk hor görülüyorum. Sıkıcı bulunuyorum.
Bu millet çok kısa görüşlü azizim. Çok.

Perşembe, Kasım 06, 2008

Hastalıklı Trafik

Geçen gün vücudumdaki her kemiğimin ayrı ayrı ağrımasıyla ve bütün salgılarımın eşzamanlı akmasından muzdarip olduğumdan ofisten kalktım erkenden eve gidip yatayım dedim. Eve gidişim üç saat onbeş dakika sürdü. Trafik zulmüm esnasında aklıma mukayyet olmak adına bilekberimden bütün dünyayla sohbet chat yaptım. Torpidoda bir tek Duman CD’si varmış. O da nasıl ağır depresif. Ortama uymuyor diye bütün radyo kanallarını dolaştım. Hepsinde kontör indir, kredi kartına sonsuz taksit bindir muhabbeti. Bazen bu ülkede başka sektör yok diye düşünmüyor değilim. Telefon ve kredi kartından ibaretiz.

Pink diye bir radyo kanalında Helin Avşar’ın Hell-in Yayında programına rast geldim. Hell-in ismine de süper yaratıcı diyemiyorum. Eskidji, Malltepe, Nishantashi, Taxim, vs gibi isimleri İngilizceleştirmenin suyunun çıktığı bir ortamda peki diyoruz madem. Ben severim böyle salak kokoş kızları. Eğlendiriyorlar beni ve kesinlikle de her millete lazımdırlar. Süreyya Yalçın’ı da seviyorum, üç ayda bir evlenip boşanmasını da mesela. Büyük ve tesirli saçları, makyajları, kıyafetleriyle ve toplumun çok önem atfettiği birtakım kalıplara girip çıkıp hiç de travmasını yaşamıyor gibi olmalarını da, fotoğraflarının çekilmesine dair hissettikleri açlığı da. 30’larına yaklaşmış olmalarına rağmen modanın en sıkı takipçisi lisenin popüler kızı triplerini de seviyorum. Her an başlarına bir bela gelebilir, tutuklanabilirler, evlenebilirler, boşanabilirler, kaza yapabilirler, sarhoş olup sokaklarda rezil olabilirler, albüm yapabilir, köşe yazarı olabilirler. Herşey olabilir yani. Onlar adına her an bir olacağı beklemek güzel. Hiç bitmeyen eğlenceli bir dizi gibi. Fakat Hell-in programında ağır bir mevzu seçmişti. Çocuk istismarı ve tacizi. Konuya uygun psikolog doktorlar falan davet etmiş programına. Zaten tecrübesiz bir programcı olduğundan boşlukları doldurmayı beceremediğinden, ‘evet konumuz taciz, ahhahahahayyt, taciz. Evet, çocuk tacizi, hahahaha’ falan yapıp durması sinirlerimi müthiş gerdi.

Üçüncü saate girdiğimde artık yarım debriyaj ilerlemekten kendinden ağrılı ayak bileklerim de isyan ettiğinden Şövalye’ye telefon edip bağırıp çağırıp rahatladım. Ben hasta ve de trafikteyken o arkadaşlarıyla çerez-bira yapıyordu. Şövalye dediğin atıyla, motoruyla, olmadı helikopteriyle gelir beni çeker çıkarırdı bu azaptan. Üstelik cebinin pili de bitiyormuş diye beni sakinleştirecek mıncır mıncır konuşmalarından da yapamadı. Hoş, arkadaşlarının yanında yapmıyor da o muhabbetten. Erkek ortamında illa da maço duruşun gerekliliğini ben çözemedim gitti. O yüzden şarjım bitiyor’a çok da inanmadım.

Tam Şövalye’nin telini kapamıştım ki önümdeki minibüs dörtlülerini yaktı. Benzini bitti kesin, dedim. Aradığımız eğlence çıktı işte. Şimdi yiyorsa şerit değiştirebil. Kıpraşmayan trafikte siniri burnunda şoförlerin en nadir yaptığı şeydir yol vermek. Minibüsün kapıları açıldı ve içinden cüppeli sarıklı bir dünya adam çıktı. Banketleri atlayıp iki yolun birleştiği boşluktaki çimlerde namaza durdular. Tam o anda trafik de akmasa bile damlamaya başlamasın mı? ‘Kimseye zararı dokunmadığı sürece isteyen istediği yerde istediği kılıkta ne istiyorsa yapsın’ taraftarı bir insan olduğum için Beyaz Türkler gibi namaz kılmalarına değil de trafiği kesmelerine deli oldum tabi. Arabama ısrarla yol vermeyenlerin üstüne üstüne giderekten yedi dakikada yan şeride geçebilmiştim. İstanbul trafiğinde çizilirse çizilsin ulayn, kıvamına sıklıkla gelindiği için best car is a company car, diyorum.

Salyamı sümüğümü ha bire silmekten kağıt mendilim bitmişti. Otobandaki seyyar satıcılarda mendil buldum, allahtan. Bir de eczane açsalar da sudafed alsaydım ne iyi olurdu. Acıkmıştım da. Kağıt helva out olmuş. Cin fikirli elemanlar yeni azık paketi sürmüşler piyasaya. Bir poşetin içinde bisküvi, beyaz peynir-domates-biberli sandviç yanında su ve kola alabiliyorsunuz. Eve vardığınızda akşam yemeği külfetinden de kurtuluyorsunuz böylece.

Ben yirmi kilometreyi üç küsür saatte, Şövalye ise beş kilometreyi bir küsür saatte tamamlamış ve eve dönmüştük. Akşam sakinlik olsun diye film seyrettik. Bir Tutam Baharat isimli Türk-Yunan filmi. Life is Beautiful-vari dramı şeker bir tarzla anlatan bir şey. 60'larda İstanbul'u terk etmek zorunda kalmış bir Rum ailesinin küçük oğlu büyür ve astrofizik mühendisi olur. Dedesinin vefatı üzerine İstanbul'a döner. Kocasından ayrı yaşayan çocukluk aşkıyla karşılaşır ve onunla beraber olabilme ümidiyle İstanbul'da kalmaya niyetlenerek kendine beş gömlek küçük gelen akademik bir iş bulur. Çocukluk aşkı ise son dakikada kelek yapar ve kocasına döner. Film, tren garında kalakalmış kahramanımızın uzaklaşan görüntüsüyle ayrılık ve yalnızlık temasını bize bildirmeye çalışarak biterken Şövalye 'hıh, şimdi mıçtın trafikte Astrofizik Yorgo' diyerek filme kapanış yorumunu yaptı. Kahramanın adı Yorgo bile değildi ve Şövalye her filme illa ki memleket yorgunluğu yorumlarını katmaya bayılırdı.

Perşembe, Ekim 30, 2008

Air France'ten Bilet

Şövalye bayramda yine iş çıkardı başıma. İşiyle ilgili bir toplantıya gitmek istiyor Avrupa’da. E, ben istemiyorum haliyle. Brüksel’e üç kez gittim geçen yıl. Daha önceki gitmişliklerimi de koy. Zaten matah bir yer de değil. Kriz de var. Onların parası benim paramı dövüyor. Ama Şövalye işini bilir. Şirinlik yapar. Beni kandırır gene. Paris’e de gideriz falan diyor. Eski günlerden kalma Air France milleri var elimde. Şuna bir bakayım dedim. Millerle gidip kankalarda kalırsak krizden az etkileniriz diye.

Air France’in bilet satış merkezini aradım. Beklemeye aldılar. Beklerken de bir müzik dayadılar. Beklemeye dayanamazdım sanırdım ama Allah sizi inandırsın, bir huzurlu müzik bulmuşlar ki dakikalarca hatta kaldım, ne olur daha çok kalayım oldum. Twin Peaks soundtrack-vari bir melodi. Mırıl mırıl, ninni gibi sakin bir şarkı. Şarkı dediysem telefonda hüzünlü ve ıslak sesli şarkıcı kız sadece ve sadece within the miles that lie between us / away with the sea kısmını söyleyip duruyor. Otuz saniyelik bir kesit. Tekrar tekrar dönüyor. Sonsuz bir döngüde hipnotize oldum resmen.

Her an bir müşteri temsilcisine düşebilirim diye endişemden beynim uyuşmuş olmasına rağmen iman gücüyle gugıl penceresine şarkı sözü kelimelerini zar zor girdim. Bu şarkı nedir, kimindir merakımdan. Belki ilerde konuşturmam gerekenler olur, baklalarını çıkarmak için dayarım bu müziği. Hala gerçek bir hafiye olacakmışım gibi hareket ediyorum, evet. Aşırı doz CSI ve Law & Order izlemekten de olabilir tabii. Ya da uyurken artık çinko çatıya düşen yağmur damlaları sesi çıkararaktan bebekleri uyutmayı amaçlayan Sleep Sheep’i değil de bunu dinleriz.

Air France’le içeriden ve dışarıdan alakam biteli iki küsür yıl geçti. Hala çok az şey değişmiş. Yirmi dakika hatta bekledikten sonra tüm temsilcilerimiz meşguldür, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz diyip telefonu suratıma kapadılar. Afyonlandığım için kızamadım da. Elli adımlık mesafemde bir
satış ofisleri var. Gitmeye üşeniyorum. Telefondaki müziğe sardırdım. Bir kez daha aradım. Sonra bir kez daha. Bir daha. Hayır, hala biletim yok ama sorun değil.


Perşembe, Ekim 23, 2008

Turaç Kuşu

Geçen yıl bir ekolojistle beraber arazi gezmişliğim oldu. Yurtdışında bir projedeydik. Arazideki ve çevresindeki doğal ortamı gözleyip projeyle beraber ortamın ekolojik dengesinde bir bozulma olmayacağına dair bir onay vermesi gerekiyordu. Normalde Türklerin işi olmaz böyle dertlerle ama işte parayı Avrupalı bankalardan alacaktık. Ekolojik denetim onların kredi verme çarklarının bir dişlisiydi. Mecburen onların dediği oluyordu.

Akşam olmuştu. Yemekteydik. Egzantrik bir İngilizdi ekolojistimiz. İşine aşık bir tip olsa gerek. Tatilinde dahi bizzat gözlemek üzere gittiği uzak ülkelerdeki kuşlardan, böceklerden, ağaçlardan falan bahsetti durdu. Sonra konu bana geldi. Memleket nire muhabbeti. Türkiye olduğunu biliyor da bölgesini, vilayetini soruyor. Adam dünya coğrafyasına hakim bir tip. Adana-Mersin diyince bön bakmaz, belli. Adana-Mersin, diyorum. Sinirli kahkasının ardından tıkanma öksürüğü başladığında ağzındaki lokmasını tükürme kıvamına geliyor. Utanmasam kalkıp ‘helal, helal’ diye sırtına vurucam.

Düzeldikten sonra psikozunun sebebini anlatmaya başladı. 1975’te Tarsus’taki Berdan Barajı’nın inşaatı esnasında oralardaymış. Arazi denetimine çıkarken yanına civarı iyi bilen bir köylüyü vermişler. Önce inşaatın bilmem kaç kilometre çapını arabayla, sonra da bu dairenin içinde yaya dolaşmışlar. Tarlalarda bayırlarda yürürlerken bir kuş görmüş bizim ekolojist. Francolinus francolinus. Turaç kuşu yani. Sülüngillerden, İçel’e has bir kuş. Nesli tükenmekte olan nadide kuşlardan.

Turaç kuşunu ilk kez gördüğü için de çok heyecanlanmış. Yol arkadaşı köylüye göstermiş sevinçle. Bak bak, francolinus, diye. İngilizce bilmeyen köylü, neşe içinde kuşa işaret eden ekolojiste jest olsun diye belindeki silahı çıkarıp kuşa ateş ederek düşürmüş. Avladığı hayvancağızı da gururla getirip ekolojiste vermiş. Bizimki kahırdan mahfolmuş. Köylü bu işten hiiiç bir şey anlamamış.

Hikayeyi hatırladıkça hala içim sızlar. Sızıntıdan çıkar, algıların farkı, bilincin seviyesine dair düşüncelere gark olurum. Yazık, derim.

Cuma, Ekim 17, 2008

Lost'u Neden İzlemiyorum

Krizde ne olur bilemiyorum. Atıp tutmiyim şimdi. Kimsenin bildiğini de sanmıyorum. Düşeşe ev düşürmek isteriz mesela ama bir yandan da maaşa zam gelmemesi ve de primlerden de olmamız kuvvetle muhtemel olduğundan, yani düşeş evle beraber gelir de düştüğünden bir şey anlamıycaz bu işten. Bu ekonomi çarkında uzun vadede herkes aynı aslında. Dal gibi dolarımızla beklesek de mevduatımızda kalsak da borsada takılsak da uzun vadede getiriye baktığında resim değişmiyor. Önemli olan devir dönümlerinde hareketli olmak dersen o da tüccara has bişi. Bizim devrimiz bordroda dönerken düz vites takılırken bu pek mümkün değil. Mevzular sıkıcı. Uzmanı da değilim zaten. Kişisel dileğim bankalar batmasın, düşeş ev bulayım, projelerim iptal olmasın. Hamdolalım yani.

Bir tüccar olaraktan Şövalye zorda da ondan mı bu tripler diyordum. Bir bunalım ayaklarında evden çıkmak istememeklerde, beni sağa sola yalnız başıma yollamaklarda, sormayın. Sebebi belli oldu. O da Lost’a sarmış. Bu krizin ne şekle şemale bürüneceğini kestiremediğinden bir oyalanma ve dikkat dağıtma babında iyi de gelebilir. Eyvallah. Ama durum umarım tropikal adada kutup ayısının ne işi olduğunu öğrenmek için altı yıl beklenmesi kadar patetik olmaz.

Benim Lost alerjim olduğundan seyredemiyorum kendilerini. Şimdi şöyle. Bu Lost salgınının ilk iki sezonunda Amerika’da yaşamaktaydım zaten. İlk bölümüyle beraber işyerinde asansör beklerken, su pınarının etrafında, kahve makinesinin yanında falan geyikleri etrafı sarmaya başladığında şuna ben de bakayım dedim. Yarım istekle seyrettiğimi kabul ediyorum. Bir kere gergin şeyleri izleyemem ben. Haftada en az on saatimin uçarak geçtiği bir dönemde, havada panik durumları yaşadığım bir uçak seyahatinden sonra ‘uçuş korkusu’ bende fobi düzeyinde olmasa bile huzursuzluğuyla kendini belli etmeye başlamıştı. O yüzden ilk bölümüyle bile beni gerdi bu dizi.

İkincisi, müzmin okurlarım bilir ki benim televizyona bağlanma korkum var. Yani gerginliğin yanı sıra bir de her bölümde beş ayrı gizemin çıkıp bunların da birikip budaklanmasıyla, üstüne üstlük sezon arası molalarda akla düşen detayların da uçup gittiği bir ortamda pazıla hakim olma hissiyatı da elimden kaçıyor. Benim gibi kontrol manyaklarına göre bir şey değil bu.

Üçüncüsü, bu Robinson Crusoe triplerinden falan feci sıkılırım ben. Survivor yarışmalarından da. Bu dizide gördüğüm tek şey birtakım elemanların ormanlarda outback’çilik oynadığı. Benim aklımı kurcalayan şeyler Lost karakterlerinin pek de umru değil gibi. Başlarına gelen şeylerin tuhaflığıyla hiç de oralı değiller. İnsan bir tartışır burası ne menem yerdir, ne olmuştur, yoksa Truman şovda mıyızdır falan diye. Bir hikayenin döndüğü falan yok. Adam bir şeyi yapıyor ya da yapmıyor. Sebebine dair olmasını umduğumuz bir fleşbeke gidiyoruz. Ama alakasız bir hatıra çıkıyor. Onu sakla ki iki yıl sonra anlamlansın. Oysa ki ben eğlenmek ve hoşça vakit geçirmek için izlediğim diziden kendime zihinsel notlar çıkarır buluyorum. Kafam bir milyon zaten. Yormayın beni.

Artık biraz salak bir iyimserlikle umuyorum ki bunca esrarın perdesi kalktığında anlamlı bir resim çıkarırım buradan. En iyisi mi bitsin bu Lost – ki Mayıs 2010’da bitecekmiş- ondan sonra bir solukta oturup izleyeyim. Kontrolsüzlük korkusuna en iyi çare bu gibi durmakta. Ha, ama son bölümünde de hidayete ereceğimi sanmıyorum. Ondan sonra eminim ki haaaa olup dönüp dönüp eski bölümleri tekrar izleyip a işte Charlie ondan bundan dolayı şurda bunu dedi, yok işte bilmemne firmasının tabelası şundan bundan dolayı şu sahnede gözükmüştü, yok efendim 8 rakamı o, bu ve şu bölümlerdeki esrarın ortak noktasıydı, gibi parçaları yeniden bütüne entegre etmem gerekecek. Deli misin bırak, demeyin. En ufak detayına kadar anlamadığım şeyler beni rahatsız eder. Uykularım kaçar. Bu esrar parçaları düzenli bir şekilde önümüze konsa zaten anlaması kolaylaşacak. Gizemin kendisi muhtemelen o kadar da kompleks değil, sadece ortaya karışık saçıldığı için bu boncukları dizmek ömrü törpülüyor. O yüzden bu dizi değişik tarzı itibariyle bir çığır açmış olabilir ama açtığı çığıra sevgi ve onay beslemem yukarıda bahsettiğim benlik sebeplerden dolayı mümkün değil.

Dizi dediğin Law&Order gibi, CSI gibi, House gibi falan olur. Her bölümü efendi efendi başlar, biter. O bölümünü bu bölümünü kaçırdım diye dellenmezsin. Üç sene önceki üç saniyelik bir görüntüdeki bir notu beş sene sonraki şeye atfetmen gerekmez. Türk dizileri bile olur. Sekiz bölümde bir seyretsen de konuya hakimsindir paşa paşa.

Cuma, Ekim 10, 2008

Adana Dili ve Edebiyatı

İstanbul’a yeni geldiğim dönemlerde benle biraz vakit geçiren herkes Adanalı olduğumu anlardı. Kolejlerden çıkmış olmaklarla falan İstanbul Türkçesi kapabiliyorsunuz ama gelin görün ki ‘e’ harfini kapatmak işin daniskasıdır. ‘Cem’lere ‘cam’a benzer bir şey derdik o vakitler. Birkaç kişi bu durumla dalga geçince sonradan şemsiye, Gemlik, demlik, benzin, genç gibi ‘e’den sonra ‘n’ veya ‘m’ harflerinin geldiği hecelere her telaffuza geldiğimde ‘e’ kapatma çabasına girişip iyice batırdığımı bilirim. Zaman içinde ben de yontuldum işte. Tam bir Eliza Doolittle oldum. Duysanız leydi dersiniz, o derece.

Tatilde birçok durumda Şövalye’ye tercümanlık yapmam gerekti. Bu kadar çok memleketime has ifadeler olduğunu bilmezdim. Mesela, annemlerin evinin 80’li yılların son dönemini yansıtan kapılarının üst taraflarında vitray camlı arklar vardır. Kapının süsü olsun diye kapı alçalmış işte maalesef. Şövalye de uzun bir adam. Kapılardan sığmayacak derecede değilse bile normal kapı boyu da böyle kesilince adam birkaç kez kafayı gümledi. Hatta da kan oturdu tepesine. Üzüldüm de. Babam da kapıları ‘engin’ bulduğunu onayladı. Şövalye’ye açıkladım. Alçak demek istiyor dedim. Engin, alçak demek. İngin’den geliyor olsa gerek. O engin’in e’si de bir tuhaf çıkmakta tabii. O ayrı mevzu.

Şövalye annemden Adana kebap menüsü tarifini alırken etin cındırığından ayrıştırıldığından ve baharatla avcarlandığından bahsetti. Cındırık için etin sinirli, vıcık kısmına dendiğini, avcarlamanın ise terbiye etmek olduğunu açıkladım.

Baraja gittiğimizde babam eskiden ta ben iki yaşında falanken annemi ve beni motoruna katıp buralara geldiğimizi anlatıyordu. Babam kask takarmış ama annem takmazmış. Ne tehlikeli bir hareket olduğuna şimdi varıyorlar. Babam da kendi kaskını darbeden korunma amaçlı değil de gözlerine mucuk kaçmasın diye taktığını söylediğinde ‘mucuk’ için küme halinde uçan küçük sineklere dendiğini açıkladım.

Ben çok severim diye babam köyden yufka ekmek getirmiş. Şövalye de haliyle yufka ekmeğin kahvaltıda neden ve nasıl yeneceğini anlamadı. ‘Yufka ekmek’ten kastın açık ekmek olduğunu görünce anladı.

Annem tavuğun suyunu ‘araya gitmesin’ diye pilava koyduğunu söylediğinde bunun ‘boşa gitmesin’ demek olduğunu, helke’nin kova anlamına geldiğini, tuluk peynirinin tulum peyniri olduğunu, anarya’nın geri vites , asortik’in sosyetik, bicik’in meme, cardon’un büyük sıçan, cibiliyet’in soy sop, cücük’ün soğanın göbeği, daraba’nın kepenk, ecinni’nin yaramaz çocuk, fallik’in fingirdek, karsambaç’ın pekmezli kar, kukumav’ın baykuş, kunnama’nın doğurma, küncü’nün susam, pelit’in meşe, tosbağa’nın kaplumbağa, tutmaç’ın erişte, çul’un kilim olduğunu ve daha bir sürü şeyin anlamını tercüme ettim durdum.

Diyorum ki Adanaca da dil olsun, Adanaloji bölümleri falan kurulsun üniversitelerde. Çok malzeme olduğunu malzemeyi tuhafsayanlar sayesinde anlıyor insan.

Cumartesi, Ekim 04, 2008

Allahına Kurban ve Hoşşik

Bayram tatilinde Çukurova’daydık. Şövalye’yi yaylaya çıkardık. Yazlığa götürdük. Kebap yedirdik. Annemin çeşitli köftelerinden de yedirdik. Şu meşhur sarmısaklı köfteden de yaptı annem. Hatta kalanları İstanbul’a da getirdik. Acıkan Şövalye bana bunların üstüne limon sıkılaraktan mı yoksa yoğurt dökülerekten mi yenmesi gerektiğini sorduğunda ben anlamadım. Onlar öyle yenir ki soslu zaten. O hiç anlamadı. Nasıl istersen dedim. Yoğurtladı köfteleri. Sonra da “Yahu geçen sefer bunlar suda yüzmüyor muydu? Suyunu pişirmedin mi?” diye de sordu hatta. “Hayır”, dedim. “O dediğin ‘analı kızlı’”. O ne be, oldu. Hani dedim, bunun daha büyük ve içinde kıyma olanları anneleri oluyor, bu minikleri de kızları. Bir tek malzemeden ne çok yemek çıkıyor. Ay lav, lavv, lavvv bulgur yani. Adam anlamaya çalışmadı. “Allahına kurban, hoşşik”, dedi ve kaşıklamaya devam etti yoğurtladığı sarımsaklı canım köfteleri.

Adana caddelerinde fondaki Türk bayrağının önünde elinde silahıyla mağrur duran bir Türk askerinin dev posterleri asılı. Mehmetçik'e destek için hazırlanmışlar. Posterin sol üstünde Adana Demirspor amblemi yer alırken altında iri puntolarla ‘Allahına Kurban’ yazıyordu. Oradan öğrendi bunu.

‘Hoşşik’ kelimesini de Avrupa Yakası’nın bayramda hergün döndürüp durdukları bir bölümünde Aslı’nın yeni nişanlısının Adanalı halası Dilber Hanım’dan duyduk. Yani ben ilk kez duymadım tabii ki. Adanalı halanın yeğeninin Adana’da aslında Meyrem adımda bir başka nişanlısı olduğunu söylemesi esnasında diziye döndüm ben. Hiç seyrettiğim olmaz bu diziyi. Algım seçti Meyrem’i. ‘Meryem’ ismine ‘Meyrem’ derler Adana’da istisnasız. Bir nostalji oldu da döndüm. Konuşmasına devam eden hala, yeğeninin nişanlısına ‘hoşşiklik’ yaptığını da söylediğinde bittim ben. Babama bu kelimenin sadece burada bilindiğini söyledim. İnanmadı. Şövalye ilk kez duyduğunu söyleyip de ne anlama geldiğini sorduğunda yöreye has bir şey olduğuna kanaat getirdi. Hoş tutan demek, dedim. Aslında istemediği halde hoşluklar yapan. 'Yalaka' gibi bir şey ama o kadar da ağır değil. Daha çok ortalık karışmasın, sütliman kalsın diye çabalamaklarda olan kişidir. Ki bu da Adana gibi yerde adamı bozar. Ortalığın huzurunu koruma kültürü olmadığından. Nitekim asla iltifat kelimesi değildir bu. Anlamı negatiftir illa ki.

Dönüş yolunda babam bizi bahçelerine götürdü. Üzerinde meyve olmayan ağaca bakıp ne ağacı olduğunu biliyor olmama Şövalye hayran oldu. Bitkiler için de aynı şey geçerliydi. Bamya, fasulye fidanlarını falan biliyorum diye bir karizmam oldu. Ben bıdı bıdılandım babama yine. Karman çorman bahçelemiş ortamı. Bir armut, bir portakal, bir limon, bir nar. Hiza falan hak getire. Eeeh, dedi. Gel kendin daha iyisini yap o zaman. Daldı gitti ağaçların arasına. Bir dünya meyve topladı. Yeşil portakallar, limonlar, mandalinalar. Kilolarca. Tutturdu bavulunuza koyun götürün İstanbul’a diye. Oralarda bulamazsınız bu kadar güzellerini falan klasik geyikleriyle beraber. Baba yok mok derken baktım Şövalye aldı hepsini. Ne güzel me güzel diyerekten hem de. İşte hoşşiklik budur diye fısıldadım ona. Yiyemiycez bu kadarını, gereksiz belimiz kopacak eve taşıyıncaya kadar. Babam her zaman kasayla çuvalla dayar bunları. Bir insan evladı kaç yüz kilo limon tüketebilir allah aşkına?

Uçağımızın kalkmasına daha vakit vardı. Adana’da bir kafede oturalım bari olduk. Oranın da vardı üç koko bulvarı vaktiyle. İyice koko olmuşlar valla. Bağdat Caddesi halt eder. Oturduğumuz kafenin üst katındaki ev satılıktı. 200 metrekare ve 200 bin liraymış. Şövalye dedim, bak sen sevdin limonları. Paramız en koko yerde ev almaya yeter de. Gel biz buraya yerleşelim. Babamın yanında bakarız ederiz dedi tabi. Havalanında başbaşa kaldığımızda önce herkes esmer diye ortamı beğenmediğini söyledi. Ulusalcılığıyla uğraşırken şimdi ten rengi ayrımcılığı çıktı başıma. Ben de esmerim, dedim. Ben çok tatlıymışım ama. Hoşşiiik.

Check-in sırasında ağır geldi bavul. İçinden çıkarırız artık limonları, dedim. Görevli bu seferlik olsun madem dedi. Bir köşeye oturduk. Arkamızda kavga çıktı. Sarhoş bir adam ortalığa bağırıyordu apır sapır. Bir abi de kapa çeneni, beynimi şaaptın dedi. Bağele gelirsem seni naparım maparımlar oldu. Sonra yumruklar kavuştu. Bir genç kız da sarhoşun üzerine yürüyen abiye ’çocuğunun önünde yapma adamcağıza bırak’ diye bağırdı ve dramatik bir biçimde sevgilisinin kucağına atılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Biz bütün bunlar olurken çantamıza tıkıştırdığımız eklerleri yiyorduk. Şövalye de ’Sen burada yaşamak istediğine emin misin? Ben Belçika’ya İsveç’e falan gidelim. Medeni medeni yaşayalım diyorum. Sen beni tam da hardcore memleket ortamına getirmeye çalışıyorsun’ diye mıkmıklandı.

Tatilde 1.5 kilo almışım. Anneler aslında bize iyilik yaptıklarını sanıyorlar. Ha bire kebaba, köfteye, böreğe boğarak bize aslında zarar veriyorlar. Bu iddiama karşı annem kendini ’burda ye, Istanbul’da yemezsin’ şeklinde kendini savunuyor. İki gündür günde 1000 kalorilik diyet üstüne de bir saat spor şeklinde yaşıyorum. Beş günde alınan kilolar ancak üç haftada gidiyor. Açım aaaaç.

Cuma, Eylül 26, 2008

Bak, Kaç Kişi Kaldık Şimdi?

Bir dörtleme yapma niyetim yoktu. Baktım olabilir, hadi olsun dedim ama üçüncüde sıkıldım. Yazı yazasım da yok. Ben zaten sevmem öyle gezi görü yazıları yazmayı da okumayı da. Gezip gördüğün senin olsun. Ben empresyonist bir insanım. Aksiyon sevmem. Etkisini severim. Kocamınkileri bile okumadım ful. Sadece taradım. O da hangi hatun hayranının ne gibi flörtöz yorumlar yazmışlığını yakalama ve bunun hakkında senelerce konuşarak bizimkinin kafasına kakma niyetiyle oldu.

Neyse işte. Özetle, o zamanlar da çok’tuk. Hala çok’uz. Kimse eksilmedi gruptan. Bi kere nadiren evlenildi. Nadir kocalar da zaten layt erkeklerdi, karışmadılar öyle kendi başımıza kendi kankalarımızla tatillere çıkılmasına. Öyle yani. Eskisinden yok bir farkımız. İçlenilesi bir durum mevzu bahis değil.

Tatilin bir haylaytı vardır ki son saatlerine denk gelir. Onu bir anlatayım da bu iş burada bitsin:

Son gün de daha önceki günlerde olduğu üzere bütüüüün gün okaliptüs ağacının gölgesinde minderlerde gazete, kitap, blackberry okudum. Yanımdaki masaya yaşlı bir amca oturmuştu. Bir de köpeği vardı yanılmıyorsam. Amca da bir silüetti köpeği de. Benim translarım çok meşhurdur. Bilenler bilir. Bir şeye dalmışsam çıkaramazsınız. Öyle dalmışım okumaya. Sonra Yonc’la incik boncuk bakmaya gittik. Sonra ben döndüm. Baktım bu sefer Düella ağacın altında. Gel yandaki kafeye gidip kahve içelim, dedim. O da şimdi kahve söyledim ama, dedi. Demesiyle yandaki amca muhabbetimize dalıp ’gençler ben size bir çay ısmarlayayım’ dedi. Çok iyi bir ışığımız mı varmış, elektriğimiz mi neyse işte adamcağız etkilenmiş bizden. Ben niyetini tam da kestiremediğim için öyle duruyordum ki benim ne kadar iyi bir insan olduğumu söyledi. Saatlerce ben gazete okurken o ağlamış da ben de adamcağız rahatsız olmasın diye gazeteyi iyice yukarı yukarı kaldırmışım. Adama bakmayım da rahat rahat ağlasın diye.

Yok öyle bir şey. Ben ne adamı fark ettim ne ağladığını. Bildiğiniz trans yani. Bunu adama da dedim zaten. Gereksiz yere düşünceli bir insan sanmasın beni.

Amca çok dertli olduğunu, 45 gün önce karısını kaybettiğini, içinin yandığını söylediğinde dut gibi sarhoş olduğuna artık iyice emin olduğum halde yelkenlerim hafif indi tabii. Zavallı yaşlı adam. Hayat arkadaşı ölmüş. Efkar basmış. Kendi de teyit etti zurna olduğunu. Bir arkadaşını bekliyormuş taziyeye. Ayıp olmasın diye rakılar gitmiş çaylar gelmiş. Bizim çayların da nasibi oradanmış.

New York’ta yaşarmış. Eski gazeteci. Eski kurt. Karısı yahudi bir Perulu’ymuş. Bir çeşit komadaymış. Ani olmuş. 30 yıldır evlilermiş ama sonradan arkadaşı da gelip muhabbete oturduğunda Körfez Savaşı sırasında evlendikleri konusu da geçti. Aslında bir konu yoktu. Amca daldan dala atlarken hayatına dair üç beş şey söylüyordu. Biz bir araya getirip bir resim çıkarmaya çalışıyorduk ama çok zorlanıyorduk. Derken yanımızdan iki taş Rus hatun geçti. Yaşlı adama el salladılar. Bizimki de onlara haaay maaay yaptı. Taziye Arkadaşı daha karısının kırkı çıkmadan çapkınlığa başladıysa Amca’ya kızacağını deklare ediyordu ki kızlar ağacın etrafını dolaşıp gelip Amca’nın masasına oturdular. Amca, sağ tarafa oturan kızı arkadaşına sipariş vermiş meğersem. Soldaki de onunmuş. Düella’yla bu durumun abukluğuna saatlerce güldük ve hatta haftalardır gülmeye de devam etmekteyiz. Amca’yla Düella birbirlerine ‘çak’ yaptılar. Taziye Arkadaşı iyice utandı sıkıldı. Bizden özür üstüne özür diledi.

Amca bizi de gece gırla devam edecek olan Rus telekızlı alemine ısrarla çağırdı ama biz gitmedik. Gamzelerimin birinden rakı, diğerinden su içmesi karşılığında bana bin dolar teklif etti, kabul etmedim. Aslında uçağımız olmasa giderdik, dedi Düella. Giderdi de o. Tek sorunu bu tip abuk durumların neden ısrarla onu bulduğu. Ben saatlerce Amca’nın yanı başında gazetelerle durmuşken adam bir kelam etmedi de Düella varken hop diye muhabbete atladı. Bana değil, ona döküldü. Daha önce milyon kereler benzer hallerde olduğu gibi.

Diyorum ki bazen gözlerinden deliler doluşmuş, bakıyor birer birer. Delilerden o anlar ve konuşur da onlarla.
Delinin deliyi tanıması durumu. Binbir tuhaf hikayeyle.

Pazartesi, Eylül 22, 2008

Kaç Kişiydik O Zaman?

On yıl önce, üniversiteyi yeni bitirmişiz. Tabansız bir güven üstümüzde. Yani ne zaman gideceğimiz belli değildi. Ne zaman döneceğimiz de. İş miş de bulmamışız. Okula da dönmüyoruz. Cebinin dibine kadar tatil fırsatı. Hatta dibinden de öteye. O zamanki Bodrum’a gidiş daha öncekilere benzemiyordu bu yüzden.

Dilocanlar mesela, restoranların masa örtülerini yıkayaraktan beyaz çarşaflarının altından allı güllü yatak desenleri beliren Ayşe Pansiyon’daki tatillerini baki kılmak isterken Düellalar dönüşte yol paraları kalmayıp otostop ve bilet ricası karışık Artunç Motel’i mesken edinmiş, Pelinat ise Bodrum Doktoru ablasının erkek arkadaşının (şimdiki kocasının) olmadığı zamanlarda ablanın bir odalı misafirhanesine sığınmıştı. Ben gelince Cem Pansiyon’a geçmiştik beraber. Pelinat dört günlüğüne diye çıkmıştı evden de bir buçuk ay Bodrum’da kalmıştı. Giderken mecburen ona biraz üst baş götürmüştüm.

Bütün bu pansiyon ve moteller, sahiplerinin çocuklarının ismini almışlardı. Artunç’u bilmem ama Cem o zamanlar 16 yaşındaydı. Lise 2’ye geçmişti ve yaz tatilini bütün gün resepsiyonda durarak geçiriyordu. Kapının önünde hara güre gırla giderken onun dışarı çıkması yasaktı. Pelinat geceliği yedi milyon lira olan odayı altı milyona indirmek için dil döküp duruyordu oğlana. Hatta da tavla oynayarak iddialaşmışlardı. Pelinat kazanırsa odaya altı lira verecek, Cem kazanırsa yedi lira verecektik. Pelinat ha bire kaybediyor, kaybettikçe mızıkçılık yapıyor, kazanıncaya kadar tavla oynamaya kalkıyordu. Cem bu durumdan fena halde hoşnuttu. Resepsiyondan ayrılması yasakken o nemli ve karanlık lobimside daha güzel eğlence bulamazdı nitekim.

Geçen Bodrum’a gittiğimde Cem’e gittim eskiyi yad etmek için. Cem artık adam olmuştu. Aramızdaki yaş farkı aynı beş’te durduğu halde ona velet muamelesi yapamayacağımız kadar da azalmıştı bir yandan. Artunç da Cem yaşlarında bir oğlan imiş. Düellalar da bu sefer Artunç’a bakmaya gittiler. Artunç zamanında güzel bir oğlanmış. Büyüyünce çok yakışıklı olacağına duyulan inançlar da bu nostaljik ziyareti meraklı hale getirdi. Bekledikleri gibi bir ilah olamamış delikanlımız ama işletmeci aileyle yeniden kaynaşılmış, kahveleri içilmiş.

Ahh, ah. Ne güzeldi eski Bodrumlar. Şimdi öyle mi, a Karagözüm?


Ne diyorsun Hacı Cavcav? Kime gelmiş eskimo Rumlar?

Çarşamba, Eylül 10, 2008

Nasıl Anlatsam?

“A, evet. Benin annem de çok seviyor bu minderleri. Hatta renk renk, desen desen, boy boy kendisi yapıyor bunlardan. Satın alınmasına karşı. Bu kadar basit bir şeye para verilmezmiş. Dümdüz bir şey yani nihayetinde. Çok kolay yapması. Pazardan kırpık sünger bulabiliyorsun acaip ucuza. Etrafına da kumaşı sarıp dikiyorsun, bitti. Bizim yazlık bunlarla dolu. Ne zaman gitsem farklı bir tanesini görüyorum salonda. Ha bire bunlardan yapıyor annem, üç beş gün kullanıyor; sonra sıkılıyor, aşağıya atıyor minderleri. Yenilerini yapıyor. Bahçe annemin minderleriyle dolu. Çıkıp onların üstünde güneşleniyor. Her tarafta varlar nasılsa. Bir köşeden öbürüne taşıması gerekmiyor. Tabii bu sefer kediler yatıyor bahçedeki minderlere. Tüyleri dökülüyor. Annem sinir oluyor. Bekçiye bağırıyor bu kedileri oturtmasın minderlere diye. Her gittiğimde mutlaka bekçiyle bir kavgaya da tutuşmuş oluyor bu yüzden. Bağır bağır. Çok komik” diye anlattı Yonc, Anne Şövalye’ye.

Hiç nefes almadan ilerleyen konuşmasını ara sıra kolasından çektiği hüpler bölüyordu. Bacakları dizlerine kadar bitişikti, ayakları ise sandalyesinin sağ ve sol bacaklarına ayrı ayrı dolanmıştı. Sağ ayağından düşen terliğini yoklayarak bulup geri giymek için ayaklarını çözdü. Bu sefer onları sandalyesinin altında birleştirip ileri geri sallamaya başladı. Bu hareketiyle oturduğu yerde gövdesiyle ufak ufak aşağı yukarı salınır oldu.

Anne Şövalye Yonc'la ilk kez ve iki dakika önce tanışmıştı. Arkadaşlarımın kaldığı otele beni bırakırken Düella onu bir kahve içmeye davet etmişti. Sonra Düella’nın telefonu çalmış, konuşma Yonc’da kalmıştı. Annesi ve minderleriyle ilgili hikayeyi anlatmadan önce Anne Şövalye otelin plajındaki renkli, dev minderlerin rahat göründüğünü söylemişti sadece. Yonc’un hikayesinden sonra da nezaketen bir yorum yapması gerektiğini düşünüp “Minderlerde güneşlenmek daha rahat tabii. Şezlonglar çok sert oluyor” dedi.

Yonc devam etti. “Annemin şezlongları da var. Yazlıkta sahile her köşeye bir şezlong da bıraktı. Canı hangisinde isterse onda güneşleniyor. Sabah güneş sol tarafa geliyor. Öğleden sonra kayıp sağa geçiyor. Hiç şezlongunu çekmesi gerekmiyor. Kalkıp öbürüne gidiyor. En az beş tane şezlongu var böyle. Bekçi de biliyor. Bütün site biliyor. Kimse dokunmuyor onun şezlonglarına. Başka kimse kullanmıyor. Hele bir kullansınlar. Bağır bağır.”

Protokol insanı Anne Şövalye bu durumla kendi içinde nasıl mücadele etti, bilemiyorum. Kahvesini bitirip herkesle el sıkışarak olay yerinden ayrıldı.Birkaç saat sonra biz de şu meşhur minderlerde gebeşmeye başlamıştık ki temcit pilavımız pişti. Yonc, Düella’dan daha az konuştuğunu, Düella’nın hiç susmadığını iddia etti.

Kitabımdan başımı kaldırıp “Düella konuşkan ama sen gevezesin”, dedim. “O anlatıyor, sense söylüyorsun.”

“Ay evet, Yonc,” dedi Amanda. “Sen de benim gibi boş ve gereksiz konuşuyorsun hep.”

Sonra başladık son 15 yılımızdan örneklerle açıklamaya, ispat etmeye. Konu konuyu açtı. Muhabbet sabaha kadar sürdü.

Pazartesi, Eylül 08, 2008

Nerden Başlasam?

Sıcak bir Bodrum gecesinde çıktığımız Barlar Sokağı’ndaki gey barın geçen yıl kapatıldığını öğreniyoruz. Bu bilgiye ulaşırken etraf esnaf ve de eşrafına ait her kafadan birer ses de çıktı nitekim. Barın kapatılmasına dair bir dolu yerli yersiz bilgiyle de donandırıldık sayelerinde ama yine de bir karara varamadık. Ekonomik nedenlerden mi yoksa muhafazakar hükümetin dayatmacı tahammülsüzlüğünden mi olduğunu bilemeyeceğim bir sebeple gey bar kapatılmıştı işte. Arada fantastik komplo teorileri üreten de çıktı. Klasik.

Neyse ki Gümbet’te başka bir mekanı tarif ettiler. Oraya takılıyormuş geyler artık. Kalktık oraya gittik.Tarif edilen mekanı Gümbet’te bulduk ama pek de gey bara benzemediğinden doğru yere gelip gelmediğimizden emin olmak için garsona sorduk burası gey bar mı, diye.


Garson tuhaf bir savunmaya geçerek “Düşmanlarımız çıkarıyor bu lafları, abla. Çekemeyenimiz çok. Hem öyle bir yer olsa ben burda çalışır mıydım hiç?” dedi.

Bara boş verip biraz soluklanmak için kaldırıma oturup etrafı izlemeye koyulduk. Sokaktan geçen ortalama beş İngilizden birinin bir tarafı kırılmış ve alçılıydı. Hatta bir tanesi adeta Hannibal gibi sadece gözlerinin göründüğü alçıdan bir yüz maskesiyle alemliyordu. İçince şirazelerinden çıkan ve kavga gürültü veya düşme kırılma eğilimleri gösteren İngiliz turistlerin her şeye rağmen alemlerinden vazgeçmemeleri de kayda değer bir özellikti. Hele benim gibi blackberry’sine düşen her emaille ateşe basmış gibi zıplayıp küçük işbaşları yapan biri için örnek alınası bir özellik.

Dünkü gazetede çıkan
tutkulu İngiliz turistin haberi de gördüklerimizi doğrular niteliğiyle bir hoşluk oldu.

Perşembe, Ağustos 28, 2008

Hayat, Beni Neden Yoruyosun?

Projem bitti ama huzuru gelmedi henüz. Belki de neye, nasıl yaradığını anlamadığımız bir şekilde aniden bittiği içindir. Bunu yakında anlayacağız. Bu süreçte benim de bittiğim günlerden birinde Elyan’la yemek yiyorduk. Ona da başımdaki belaları anlattım elbet. Bir rahatlama ihtiyacı adına. O da anekdotlarla durumu özetlemek istedi. ”Bizim ODTÜ’de bir hocamız vardı”, dedi. ”Türklerin ölçümleme yöntemine ’olsa olsa’ metodu denir, derdi.”

Ağzım doluyken ortaya çıkan gülme kriziden genzime doluşan salataların acısıyla çıktım. Yani şimdi böyle yazınca komik olmuyor ama anılarımla birleşince bir sinir boşalması ba’bında trajikomik geliyor bana. Projeci adamların çizimlere, şekillere bakıp, burayı olsa olsa 50 bin kişi kullanır, olsa olsa 3 ton yük alır, olsa olsa 2 yıl sürer, olsa olsa 500 bin Euro tutar şeklindeki konuşmaları canlandı gözümde. Varsayımlarınızı destekler referanslarınızı, bençmarklarınızı, formüllerinizi de yollayın dediğimde yaşadığım buhranlar da cabası.

Sezgisel bir bilgi var burda. Biraz da ampirik. Anladım. Yanlış değil, bu da bir bilgi. Kötüsü olmaz. Yoğurdu varsın böyle yesinler yemesine de bunları yeni dünya düzeninden yatırımcılara sunduğunda ’olsa olsa’ tekniğini reddediyorlar. İş hayatının beni yorduğu nokta tam da burası işte. Operasyon alemi ampirik, sermaye alemi teorik. Ben de tercüman. Olsa olsa’ları teorilendiren, ispatına kasan kişi. En yorgunundan hem de. Sermayecilerin ampirik dili öğrenmeye niyeti yok. Para da onlarda ya, pek burunları havada.

Operasyona teori kastırmak daha münasip sanki diycem ama en son server’daki ortak dosyalarda operasyonculara ait dokümanlar hem de onlardan biri tarafından silindiğinde acı gerçeklerle yeniden yüzleştim. 'Emaillerde 15 MB’lik dosyalar dolaşıp inbox’a kalabalık etmesin, en son versiyonunun da kimde kaldığı belli olmuyor hem' diyip server’da ortak dosya yaratıp güzel güzel sınıflandıraraktan yükleyelim, çalışmalarımızı ilerletelim demiştim. Demez olaydım. Ne koyduysak silindi. Copy fonksiyonunu cut’la mı karıştırıyorlarsa artık. Hayır, interaktif bir yer olmasa herkese sadece read access vericem bitecek. Devinimli de lanet şey. Tamam, dedim. Madem. Herkes herşeyi bana yollasın. Ben koyucam sadece ortak dosyaya. Seviye bu yani. Daha elektronik dosyalara mukayyet olamıyoruz. Bu dosyalayamama hali teori bilmezlik de değil aslında ama sanki ön şart gibi bir şey. Kategorilendirmek, organize etmek teori dediğin şeye dayanaklar, arşivler yaratır.

Özetle, ben bu işin içinden çıkamadım. Çıkan varsa bana yöntemini geçerse nasıl sevinirim anlatamam.

Yarın nihayet yaz tatilime çıkıyorum. Şimdi de ’ya dinlenemezsem’ anksiyetesi bastı. Dönünce de başka bir projem var da. Aslında huzursuzluk ondan. Geniş vakitlerce rahatlayamamaktan.

Perşembe, Ağustos 21, 2008

Proje Günleri

İşim çoğaldıkça başkalarıyla daha sık temas etmek durumunda kalıyorum. İstemeden de olsa. Bazen hiç istemiyorum. Biriyle konuşmak, derdimi anlatmak, bana geri bildirimlemesini beklemek falan çok uzun sürüyor. Geç olsun da güç olmasın gibi bir durum da yok. Geç de olmuyor zaten. Hiç olmuyor. Hem de yıprana yıprana olmuyor. Bunca sene mercimek olabilmişiz. O da tuhaf. Konuşmadan, yazışmadan anlaşsak ya da anlaşamasak peki? Nedir bu toplantı tutturukları? Alışverişte görünmeyelim. Kimsenin umrunda değil. Dost da yok etrafta düşman da. Mış gibi yapacak da kimse yok yani. En büyük mış’ı kendimize yapıyoruz.

Bazen, ama nadiren, biri çıkıyor. Beni hiç yormuyor. Sanki beynimi okuyor. Lafımın öznesine girmişken tümlecini, yüklemini patlatıveriyor. Kendi uzmanlık alanından birkaç hareketle işimi bitiriyor. O zaman gözlerim yaşlarla dolarak sarılıyorum ona. Bu soğuk kadının durup dururken neden birini dramatik bir şekilde bağrına bastığını anlayamıyorlar.

Bir proje sürecinin sonuna yaklaştığım şu günlerde iyice rendelendiğimi düşünüyorum. Tutam tutam serpiştirilebilirim herşeyin üstüne. O kadar ki her şeye nane oldum. Ben bir mimarım, bir mühendis, bir avukat, bir öğretmen ve de bir matematikçiyim aynı anda. Ben artık ben değil, başka bir şeyim sanırım. Ürküyorum da. O kadar çok adrenalin basıyorum ki banyo, tuvalet gibi zorunlu hacet anlarında bile sıkıntı basıyor. Duramıyorum. Ellerim titriyor. Ateş basıyor.

Kankalarla tatile gidicez haftaya. Bu tatilde ‘dur’mayı nasıl başaracağımı bilmiyorum.

Perşembe, Ağustos 07, 2008

Yaz Günü

Gece gündüz çalışınca insan boş vaktinde de huzursuzlanıyor. İnsan’dan kastım ben yani, Hafiye. Bugünlerde etrafımdaki herkes işkolik. Etrafım küçücük olduğundan tabii herkes demesi kolay bana. Bir yanda boşalmış bir İstanbul var. Göz bu, görüyor. '45 dakikalık işe gitme yolculuğum 25 dakikaya indi' konulu sevinçlerim üç gün süremeden E5’te ve TEM’de haldır haldır yol çalışmaları başladı. Azalan araç adedi daralan yolda kalınca nette yine aynı kaldık.

İşte geçen 12 saatlere yolda geçen 2 saati, uykuyu, yemeği, kişisel temizliği falan da katınca gün bitiyor. Yaşamadığım için anlatacak şeyim de olmuyor. Bu tam gaz konsantrasyonuma ekşiyen aksilikler yok mu sanıyorsunuz? Hayır. İnsana sadece çalışmak ve başka bir şeyle ilgilenmemek de nasip olmuyor. Burada ‘insan’ yine ben.

Bu yaz sularımız kesilmedi heyoo, derken iki gün üst üste sular kesildi. Yani kovadan tasla dökünerekten yıkanmak mümkün. Soğuk su bana tomas. Yurtlarda ve altyapısız evlerde az oturmadık. Şövalye gibi paşa torunu diiliz biz. Ama o, yani Şövalye, mızıl da mızıl, mızıl da mızıldanırken çeşmelerden çok ben kurudum. Suyu akmayan eve çok kira ödüyormuşuz da, hepsi benim yüzümdenmiş de. Hödö hödö höö de.

Evi ben tuttum diye ben suçluyum yani. Ama evi tutarken ben bekardım efendim. Kendime göre tuttum. Sen de yanımdaydın. Hadi ben çok Amerikalıydım o zamanlar, sen doğma büyüme o semtin çocuğuydun da, yardımcı da olasın vardı madem, sorsaydın ya yazın suları kesiliyor mu diye. Böyle bir soru aklımıza mı geldi? Yoo. Böyle bir kuraklık ihtimali mi vardı ki o zamanlar? Konjonktür değişti işte. Diyelim, bir daha ev bakacak olsam doğalgaz faturası ne kadar geliyor, çatısı, penceresi akıyor mu, suları kesiliyor mu falan diye sormayı öğrenmiş olayım bu tecrübeden. Sanki sorsam emlakçı doğruyu söyleyecekmiş gibi. Neydi yani çaresi? Neyi yanlış yaptım ben? Hıı? Ne ders çıkarmalıyım bundan?

Dayanamadım, Düella’ya kaçtım. Gece saat bin olmuş. Düella da benden meşgul. Telefonda birilerine iş yağdırıyorken banyomu yapıverdim. Çıktım, biraz kocamı çekiştirdim. Rahatladım. Ben ordayken sular gelmiş, kocam yeniden Dr Jekyll olmuştu.

Çarşamba, Temmuz 30, 2008

Ara Verdim

Yaz rehaveti olsa keşke. İşte çok işim var. O yüzden bir-iki hafta yokum buralarda. Yokluğumda update vermem gerekenleri aşağıya listeledim. Aynen günde bin kez yazdığım emailler gibi. Mesleki deformasyonuma buyrun:

- Pintilik Kardeşliği Düella'yla beraber kocakafalık yaparak, yani ofiste yatıp kalkarak, yani akşam yemeklerini de ofiste yiyerek devam etti. Yemek hazırlayacağımıza çalışırız daha iyi hesabı. Haklısınız, ben de bizi anlamıyorum. Sonra Düella koko Çeşme tatiliyle, ben de tel tel olmuş sinirlerime iyi gelsin diye aldığım tuhaf ve de gereksiz gece elbisesiyle pintilik olayını bitirdik. Bizim sorunumuz istikrarsızlık. Kadın olmak böyle bir şey sanırım. Hadi Düella'yı konu dışında bırakalım. Kadın kısmısı arasında en inatçı istikrar abidesi benimdir heralde. Ben bile dağıldım. Öyle diyim.

- Tatilim var mı yok mu, hala belli değil. Amerika'dan gelecek kankalarla çıkılacak Eylül tatili Şövalye'yi bozacak gibi. Başbaşa çıksak bir önden gazı alınsa fena olmayacak ama böyle bir 'ön' tatil aralığı yok. Evli olmak tatillerde pek iyi bir nane değil. Yani şimdi o kırılmasın, bu üzülmesin, annelerin yazlıklarına da gidilsin gibi dertlerimiz var. Pardon, sadece benim var. İnsanların alınıyor olabileceğini sanıp bunu da dert edindiğim için.

- Kışa ev almak istiyoruz. Pardon yine galiba sadece ben istiyorum. Banucanlar Kemerburgaz'dan ev almışlar. Amerikan ortam. Yeni, güzel, yeşillikler, havuzlar falan. Şövalye'nin kankalardan da oraya gidenler var. O da orada oturmak istiyor. Aklım çelinmiyor değil ama kedi gibi olduğum için muhitimden çıkasım da yok. Çok paralara 40 yıllık ve her bir düzeneği bozuk apartmanlarda oturmak istiyorum diye Şövalye de bozuk. Evli olmak semt seçme zamanlarında da çok iyi bir nane değil. En son Düella da gelirse Kemerburgaz'a giderim, dedim. Düella da ona helikopter ulaşımı sağlamamız şartını koştu. Oradan işine gidemez başka türlü. Yani ben daha bile uzak yol gidebiliyorum ama o gidemez. Kasmaya gerek yok.

Tez zamanda geri gelicem.

Pazartesi, Temmuz 21, 2008

Pintilik Kardeşliği

Her bir araya geldiğimizde şu meşhur ev alma meselesi mutlaka açılır. En az yarım saat bundan bahsederiz, ama enn az yarım saat. Herkes ev almak ister ama ya semtine karar veremez ya büyüklüğüne. Ya fiyatların düşmesini bekler ya sene sonu primini. Bizim bir de Düella’yla yakın oturma zorunluluğumuz da var. Nedenini bilmiyorum. Öyle işte.

Dün akşam yine bu mesele açıldı. Bizim ne kadarlık bir ev almamızın uygun düşeceğini hesapladık hep beraber. Şu kadar para bankada var. Bu kadar para ailelerden yolunacak. O kadar da kredi alsak falan filan derken iyi bir şeyler çıkabiliyor ortaya. Rahatladık, inşallah, maşallah dedik.

Bizimki bitti, Düella’nınkini hesaplamaya geçtik. Kalem elimizde. Defterin yeni bir sayfasını açtık.

Hafiye: Şimdiii, bankada ne kadar paran var, Düella?
Düella: X lira
Hafiye: Yahu bir sene önce X-5000’di. Bir senede 5000 YTL’cik mi biriktirdin? Yuh
Düella: E, n’apiym, ya uff.

Düella’nın cebinde ya bir kara delik vardı ya da gerçekten bu işin içinde bir iş. Kara delik seyahatlerinde açılıyor, biliyorum. Senelerdir de diyorum. Önce inkar ediyor sonra da e-bunu-da-yapamayacaksam-niye-çalışıyorum’a bağlıyor.

İnkar ki ne biçim. Dedim yaz o zaman geçen yıl nerelere gittin, hadi bakiym. Senede iki kez Amerika bile zaten sadece uçak parasıyla 4000’e gelir. İki kez gitmiyormuş Amerika’ya. Euee, pasaportun nerde. İspatlayalım. Hem daha iki saat önce Nisan’da Vancouver’a gidelim beraber diyen kimdi? Sawyer da gidecekmiş hem toplanılırmış diye. Uflandı puflandı. Aylık harcamaları bir çıkardık ki seyahatine ayda kira kadar para gidiyor. Yine de o masraf kalemine neşter vurası yok. Onun yerine harcamalarının yüzde 1’ini bile oluşturmayan kuaför-bakım kalemini çiziyor.

Seyahat kadar kocaman bir diğer kalem ise dışarda yenen akşam yemekleri. Koko yeme, büfe ye, dedik. Evde ye, dedik. Zaten koko yemiyormuş ama işte koko da yese artık Yonc gibi yapacakmış. Benim bir suyum bir köftem var. Buyrun on iki buçuk lira diyip kaçacakmış. Yonc da ben de pintilikle zengin olmuşuz. O cömert gönlüyle evsiz barksız sokaklarda kalsa ona bakmazmışız da. Aman aman. Üzerine gittik ya hemen saldırdı.

Biraz zaman geçti, acıkmaya başladık. E, bu kadar lafın üstüne Namlı’dan sipariş verme
yelim. Evde makarna yiyelim, dedik. Pansiyonun kapağı açılmamış mutfak dolaplarında bir paket makarna bulduk. Buzdolabında da tarihi geçmiş olmasına rağmen nefasetini koruduğuna inandığımız bir makarna sosu. Ucuz akşam yemeğimizi yerken Şövalye’nin isim babalığını yaptığı Pintilik Kardeşliği oluşumunu başlattık. Bundan sonra haftaiçi her akşam birimizin evinde buluşup makarna yiyeceğiz. Motivasyonumuzun sürekliliği için her akşam farklı bir makarna sosu denenmesi şart. Bu oluşumdan Çıtır’ın henüz haberi yok ama onun da saflarımıza katılacağından eminiz.

Çarşamba, Temmuz 16, 2008

Laf Attılar

Sıradan bir iş günü sabahıydı. İşe giderken kat ettiğim uzun ve vahşi E-5’te zaten yükselmeye çok müsait kaygı düzeyimle her an bir trafik kazasına kurban gidebileceğimi düşündüm. Bu durumda acaba Şövalye kaç günde ya da ayda toparlanırdı. Bi kere dağılır mıydı ki. Herbert soktu ya bu fikri dün gece , ‘kıskançlık testine göre beni sevmiyordu ki’ şeklinde zuhur eden dramalarım oldu. Bunlardan zaman zaman Serdar Ortaç güfteleriyle sıyrıldım. Sağolsun Amanda oğlak arkadaşım toparlamış yollamış. Ben de CD yaptım. Dinliyorum. Hadi gelin üstüme, korkmuyorum. Ben Serdar’a bayılıyorum.

Fakat otoparkın kapısına geldiğimde üyelik kartımı okutmak için pencereyi indirirken kendimi müziğin sesini kapatırken buluyordum. Acaba aynı saatlerde otoparka giren iş arkadaşlarıma Serdar dinliyor olmamdan dolayı rezil olacağımdan mı endişeleniyordum? Otoparktan ofise yürürken hala bu konuyu düşünüyordum. Aşağılık kompleksim mi var yoksa Beyaz Türk özentiliğim mi diye çözmeye çabalarken bir şey oldu. O cadde hep kalabalıktır zaten ama birisi laf attı bana.

Offf anam, bee. Endama bak be. Ne yürünür buna be.

İçsel yolculuğum dış dünyamın gerçeğine çarptı sanırsam. Şok şokella oldum. En son bana laf atılalı on yıl olmuştur rahat. Bu süreçte cazibemi yitirdiğimden değil elbet. ‘Bu hatuna laf atarsam o da beni paralar, en iyisi mi uzak durayım’ ışığı yaydığımdandır. Küçükken ve ezikken olur bu tacizler en çok. Kaşara bulaşmazlar. Sanıyordum. Belki de kompleks miyim, özenti mi, yoksa kocam beni sevmiyor mu falan diye dramalanırken ışığım, auram ezilmiştir. Ne biliym. Aaa.

Dönüp baktım, hop n’oluyoz, diye. Üç tane oğlan. Ben diyeyim 17, siz diyin 20 yaşındalar. Ben dönünce bir susup önlerine döndüler de. Hangisi dedi, niye dedi. Üstüne gitsem zaten kaçacaklar. Muhit benim zaten. Binanın güvenlikçilerine bir ıslıkla işleri biter de hiç halim yok uğraşacak. Bakışlarımla dövdüm. Yürüdüm gittim. Kendilerince erkeklik yaptılar. Biri bağırdı, diğerlerine şov mu oldu, ne olduysa artık.

Amacı olmayan şeylerle geçiyor vakitler böyle.

Cuma, Temmuz 11, 2008

Tatilin Var Mı Derdin Var

Her yaz olduğu gibi bu yaz da bir tatil krizi yaşıyoruz. Düzenlilik seyretmeyen işlerim, son dakikada bir şey çıkma ihtimallerim yüzünden bir türlü kopup gidemiyorum. Gitsem geri de çağrılabilirim. Olmayacak şey değil. Yani aslında on ay boyunca sakin sakin ama iki ayı feci kritik yoğun da olabilen bir işim var ve o yoğunluk yaz aylarına da denk gelebilir.

İşte madem Amerika tayfası da geç geliyordu buralara, Eylül’de yaparız tatili dedik. Yaşlandık, yorulduk da. Öyle cup-tıs cup-tıs plaj tatili yerine dağlara çıkalım dedik. Karadeniz Yaylaları’na mesela. Ben sandım ki şu ağaçtan yayla evleri var ya, orada bir pansiyonda kalırız. Heidicilik oynarız. Çamlıhemşin’de mesela.

Bir hafta geçti geçmedi Düella muhabbettin bir yerinde Kaçkarlar’da çadır kuracağımızı söyledi. Bütün tüylerim ayağa kalktı. Tuvalet, soğuk da olsa su, kanepeden bozma da olsa bir yatak ve bir sandviç falan da olsa yemek gibi minimum konforlarım vardır. Onlar olmadı mı ben de olmam. Tatile gitmem ayol. Benim için dinlenmek börtü böcekle, çalı çırpıyla kavuşarak bir yaşam mücadelesine girmek olmadı hiç. İzci de değildim, dağcı da değildim. Düella öyle miydi sanki? Hayır. Ona macera olsun yeter. Konforu da mühim değil, çiziği, yarası, hijyeni de. O çadırı kuracak bilgi birikimimiz olmadığı gibi enerjimiz de olmaz. Biz yine de ortamına girdik madem asılalım masılalım deriz, Düella onu da yapmaz. Seyahatinde de yaptığı üzere özel şoförle falan iner dağdan. Buraya da bütün bunları inkar yorumları bırakmazsa ben neyim. Siz de onu bütün bilmeyenler gibi inanırsınız. Tabii Kaçkarlar’da çadır işine en çok outdoor insan Şövalye sevindi. Kocaları evde bırakmaktı niyetimiz ama adam bizle gelmezse valla da kurtlara kuşlara yem oluruz oralarda. En azından ateşi yakar, çadırı kurar diyorum.

Bu gidişle ya anamın ya kaynanamın yazlığında soluğu alacağız bence.

Aslında ben tatili sevmiyorum. Tatil için nereye gitsek sıkıntısını, organizasyonunu, bikini giymişken göbeğimi nasıl saklayarak oturabilirim diye kasılmayı, camız gibi yemek yiyip bin derece sıcakta havuz ya da plaj başında fenalıklar geçirerek durmayı sevmiyorum. Zaman geçsin diye devamlı bir şeyler okuyor oluyorum ama sonra da hem sıcaktan hem yediğim karpuzlardan hem okumaktan başıma ağrılar giriyor. Sonunda da bir an önce bu herkesin bayılıp bittiği günler geçsin de evime döneyim istiyorum. Tatillere de görev gibi çıkıyorum.

Şu dört aya yakın süren çocukluğumun yazlarından istiyorum. Günlerin evde veya sokakta oyun oynanarak, televizyonda naif çizgi filmlerin ve dizilerin izlenerek zamanın yavaş yavaş geçtiği, Eylül'ün hiç gelmeyecekmiş gibi geldiği o geniş zamanlardaki gibi bir tatil istiyorum. Başka herşey çok zorlama geliyor.

Salı, Temmuz 08, 2008

Huzursuz Bacak Sendromum

Yatak odamdaki televizyon bütün gece kısık sesiyle açık dururken uyuyabiliyordum. Bir müzik kanalı açık olmamalıydı çünkü çalan şarkıların melodisine veya ritmine sarabilme ihtimalim vardı. Hele de bildiğim bir şarkıysa. Bir şeye sardırınca uyuyamıyordum. En güzeli eski sit-com’ların art arda yayınlandığı kanallardı. Konuya da sardırmamalıydım. Amaç izlemek değil, bir ortam sesi yaratarak ninnimsi bir mırıltı yakalamaktı. O yüzden televizyonun sesi ne diyalogları anlayabileceğim kadar yüksek ne de kendi iç sesimi baskın kılacak kadar alçak olmalıydı. Televizyonun ses ayarının dördüncü çentiği bu kıvam için idealdi. İnce ayar kıvamı. Gün içinde beş mil tempolu koşmuş olmak, çok çalışmış olmak, gece uyumadan önce sıcak banyo yapıp bir bardak ılık süt içmiş olmak da fayda etmeyebiliyordu. Uyuyamıyordum. Huzursuzca ayaklarımı oynatıyor, oynattıkça ayıkıyor, bir süre sonra tekrar uykuya dalar gibi olduğumda yeniden ayaklarım oynuyor ve uyanıyordum. Uykum açıldıkça huzurum daha da kaçıyordu.

Bir gece işte saat siz diyin üç, ben diyeyim beş yine kıpırtıma uyandım. Tekrar dalamadım. Ayılmıştım iyice. Televizyondaki diziler bitmiş yerine haber-reklamlar (infomercial’lar) başlamıştı. Ayak uzatmalı koltuğa da dönüşebilen bir yatağın reklamı vardı ekranda. Teyzenin biri yatakta aynen de benim gibi, yani yan yattığı yerde bisiklet sürer gibi bacakları hareket ettiriyor, sonra da uf puf edip uyanıyordu. Bu yatak ‘restless leg syndrome’a (huzursuz bacak sendromu) iyi geliyordu. Teyze bu yataktan satın alıyor ve deliksiz uykulara kavuşuyordu. Anaaa, oldum. Hatta da evreka. Benim bacaklarım huzursuz ne demek yahu diyerekten biraz eğlendim de. Yani kendim öyleydim de bacaklar da işte fazla uzağa gidemediklerinden heralde huy kaptılar. Bir yandan da Amerikalıların her dıtın her bıtına bir isim takmalarıyla eğlendim sabahın köründe. Bu her-durum-için-bir-isim şeysini artık biliyordum ama içselleştiremediğimden olsa gerek hala garipsemeye devam ediyordum.

Sonrası benim gibi bir siberkondriyak (hastalık hastasının internette semptom taramalarıyla kendine teşhis koyması) için google aramalarıyla devam etti. Bu bacak neden huzursuz, huzursuzluğunu ne tetikler, ne dindirir, nasıl tedavi edilir falan diye öğrenegeldim. Bir sonraki aşamada Doktor Şükü’ye de sordum. O da bana birtakım numune haplar yolladı. Numune tabletlerin üzerinde de hatta 'huzursuz bacak sendromu tedavisi içindir' yazıyordu. Demek kendime teşhisini tesadüfen koyduğum ve de hem incir çekirdeği hem de acaip ender sandığım bu sendrom bir endüstriye dönüşmüştü bile. Bu hapları kullandığımda huzursuzluğum azalmıştı ama numuneler bitince zaten arada sırada yoklayan bu huzursuzluk için hergün ilaç almak istemediğimden devam da etmedim. (Vaktiyle Doktor Simit bu duruma ‘evlen geçer’ reçetesi yazmıştı. Altı aydır evliyim ama huzursuzluk hala zaman zaman bacaklarımı yokluyor) Numune hapların içeriğini okumadan da almadım elbet. Bana süper enteresan gelen bir sendromum varken hakkındaki herşeyi okumadan duramazdım. Haplar dopaminerjikti. Yani dopamin artırıcıydı. Yani dopaminim azdı.

Dopamin eksikliği tutku, empati ve haz eksikliğine; huzursuzluğa falan sebep oluyormuş. Bu ayak bacak oynatmaca da kokaini yani hazzı gelememiş bağımlının krizini andırıyordu.

Uzun lafın kısası, uyuzluğum fizyolojik olabilir mi, diye düşünüyorum bu aralar. Mayam bozuksa geçerli bir mazeretim olmuş olur. Herkes rahat eder.

Perşembe, Temmuz 03, 2008

Deprem Kehaneti

Bugünlerde ana haber bültenlerini çalkalayan bir haber var. Dan. Az sonra. Dan. Dan ve de daaan. Amerikalılar birkaç hafta içinde Bandirma’da 8.0 şiddetinde deprem bekliyormuş. Ekranda yıkıntılardan kurtarılan insan görüntüleri falan. Gerisini seyretmedim. Benim bildiğim depremi önceden bilen bir teknoloji yoktu. Caponlar bile en çok 4 saniye önce bilebilmeyi başarmıştı da hani o bile bayağı etkili oluyordu can kaybında. Yurdum insanının galeyanlı haberleri sevişine verdim bu fragmanı.

Aradan birkaç gün geçti. Bir iş arkadaşımın Bandırma’da yaşayan annesinin bu haberler yüzünden panik ataklar geçirdiğini öğrendim. Kadıncağız uyuyamaz olmuş. Kalkıp Istanbul’daki kızına sığınmış. Istanbul çok güvenli ya. Neyse işte, tanımadığım bu kadına üzülüp durumun bir analizini yapma ihtiyacı hissettim. Önce basında çıkan haberleri okudum, izledim. Birçok kaynakta bu haberin kaynağı için “Amerika’da yayın yapan bir site” veya “ABD’de bir site” olarak geçmişlerdi. Neyse ki bazı başka kanallarda kaynak olarak “CNN’e bağlı http://www.ireport.com/ adlı internet sitesi” gösterilmişti. Ben de gittim baktım bu site neyin nesiymiş diye.



Efendim, youtube’da nasıl kameramanlık oynayabiliyorsanız, ireport’ta da muhabirlik oynayabiliyorsunuz. Hala beta formatındaki sitenin tepesinde “Unedited. Unfiltered. News” şeklinde bir tagline açıklamaları var. Yani herkes istediği herşeyi raporlayabiliyor, haber yapabiliyor. CNN açmış siteyi ama haberlerin doğruluğuna, uygunluğuna dair hiçbir garanti vermiyor. Sadece kimi haberleri CNN bültenlerinde kullanabiliyor. Siteye şimdiye dek yaklaşık 125 bin haber yüklenmiş, CNN de aralarında beğendiği 682 tanesini geçen ay kendi bültenlerinde kullanmış. Bunların hepsi de sıcak gelişmelere, sevinçlere, trajedilere tesadüfen yoldan geçerken şahit olan ve videosuna çeken amatörlerden. Poposundan haber uyduranlardan değil. CNN için çok mantıklı bir hareket. Tüm dünyadan bedava muhabir desteği alıyor. Benzer bir siteyi Hürriyet de http://www.sendeyolla.com/ adıyla açmaya kalkışmış. “Türkiye’nin en geniş haber ailesine katıl” diyerekten de alt başlık atmış ama bu sitedeki haberler popodan atma olabilir diye herhangi bir uyarıya gerek duymamış. Zaten de siteye yurdum insanı çoluğunun çombalağının videosuyla şanlı tarihimize övgü dolu klipler koymuş. Muhabirlik yerine kapatılan youtube’a yedekleme yapıyor olabilirler artık kendi bilecekleri iş. Bunlara uyuz olmayalı bırakalı birkaç ay oluyor. Bunu da kesin dönüş sonrası adaptasyon sürecinin son safhasına girmiş olmaya bağlıyorum. Bu konuda da elbet bir gün açıklama yaparım.

Ireport’u biraz karıştırınca 5 Temmuz’da dünyanın sonunun geldiğini ve kıyametin kopacağını iddia eden bir habere de rastladım. Kimse yorumlarda önden kıyamet koparmamış. Fakat Bandırma’da deprem iddialayan ‘haber’ bir adet Türkiye haritasında Bandırma üslü genişleyerek büyüyen birkaç çemberden ibaret. Haberin sahibi de zaten bunun bir teori olduğunu söylüyor. Kendi çapında sismik haritalara bakaraktan bir şey iddialamış. Bunu da zaten saklamamış. Yine de haberin sahibi o kadar sıkıştırılmış ve o kadar komplocu terörist ilan edilmiş ki, tipik taşralı Amerikalı nezaketini de bozmadan ha bire bu konunun uzmanı olmadığını söylemekte ve insanları yanlış yönlendirdiyse özür dilemeklerde. Deprem iddiasının sahibi ‘muhabir’in kimliğini ve adresini ele geçirmiş bir Türk de bir karşı haber yayınlayarak birkaç hafta içinde adamın tuvaletinde tam da adam hacetini görürken bir volkan patlayacağını iddia etmiş. İsmi ve adresi açığa çıkan adamcağız ailesinin güvenliğinden endişe etmekte şu aralar.

Konuyu iş arkadaşıma annesine anlatsın diye özetlemek istedim ama bu kadar araştırma-karıştırma falan yapınca deli olduğumdan şüphelenmesini istemediğimden sustum. Hem yurdum medyası benden büyük, onla başa çıkamam. Kör bakla durumları ya da. Bakladan kastım medya, ifadelemediğim ama okuyucunun anlaması gereken alıcıdan kastım da teyze sembolündeki halktır da denebilir.

Perşembe, Haziran 26, 2008

Kişinin Ayinesi ve Diğer Açıklamalar

İşini iyi yapan insanları ben de seviyorum. Hatta işini iyi yapmayan insanlara bırakın sevgiyi, onlara karşı asgari gerekli saygıyı dahi kotarmakta zorlanıyorum. Fatih Terim’in işini iyi yapıp yapmadığını yorumlayacak kadar futbol bilgim yok. Benim bu konudaki uyuzluğum Fatih Terim’in açıklamalarındaki gereksiz ve yersiz ifadeler silsilesinedir. İşini iyi yapan insanlar mütevazi olmayıp göz önünde şovlar, artistlikler ve yersiz triplere girdiğinde de işini iyi yapmasına ’rağmen’ işini iyi yapmıyor-muş gibi bir algısı kalıyor bende. İşini iyi yapan insanlar işlerindeki başarı kadar egolarını da kontrolleyebildikleri zaman benim gözümde imparator olurlar. Türkiye’de her ikisini birden başarmış ve de şöhret olmuşlardan az var. Mesela Sezen Aksu. Mesela Murathan Mungan.

Fatih Terim’i Bülent Ersoy’u sevdiğim gibi seviyorum dedim dün gece. Sanat müziğinden de anlamam. Bu müziğin yorumundaki başarı kriteri kuvvetli bir sesle makamına uygun icra ise sanki Bülent Ersoy bunu başarıyor gibi. Albümleri de satıyor mu, satıyor. Gazinoya çıksa gecesine 100 bin kayme alıyor mu alıyor. Şarkı söyleme işini de ticaretini de iyi yapıyor yani. O noktaya kadar kendisi 'orada bir şarkıcı var uzakta' iken yanı sıra gündem olduğu maskaralıklar kendisini izlememe sebep oluyor. Ama işini de iyi yapmıyormuş gibi geliyor işte bana o saatten sonra. Şovmen olmaya kasan ya da kasmayan fakat özünde böyle ayarsız bir primadonnalık yatan bu kadın acaba ne inciler saçacak şimdi diye onu gördüğüm kanalda kalıyorum. Seyre değer buluyorum yani kendisini.

Fatih Terim elbette ki benim kendisini seyretmelere doyamadığımdan kazanmıyor ekmeğini ama bu işiyle alakası olmayan şovu ekmeğine katık etmesindeki manasızlığı gözümdeki değerini azaltıyor. Ha, bu durum adamın çok da bir tarafında ya da değil. Bence de. Ben bu konulardaki genel bakış açımı Fatih Terim’de cismanileştirdim. Kendisi sadece bir örnektir. Ana mevzu değildir.

***
Son günlerdeki bir diğer konumuz da benim sıkıcılığım, ilhamdışılığım ve soğukluğum. Düella'nın yazısındaki göndermelerin çoğunu üstüme alınmak için yeterince sebebim var yani.

Çocukluk dönemim sayılmazsa takım tutmadım. Müsabaka seyretmedim. Bahis de oynamadım ki her zaman kazanana meyletmiş olayım. Güçlünün yanında duran güç odaklı motivasyonlarım da olmadı. Tamam, eroin çeken veya köprü altında yaşayan bir çevrem yok. Holding patronlarıyla yalılarda da takılmıyorum. Bu beni ’yeterince’ başarılı ve ’kararınca’ doğru yerlere oynayan bir insan yapmaz. Bu olsa olsa benim ilgi alanlarımı ve sosyo-ekonomik sınıfımı gösterir. Bu beni sıkıcı yapıyor olabilir ama bu yüzden sevilmememi de biraz agresif bulabilirim.

Yine aynı yazıda bir başka –belki de- bilgelik dolu olan (üç noktalarından arındırılmış) "Sular yükselince, balıklar karıncaları yer. Sular çekilince de karıncalar balıkları yer. Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin. Çünkü kimin kimi yiyeceğine "suyun akışı" karar verir" önermesine de katılmıyorum. Bu ifade kadercilik dolu. Kimse hiçbir zaman üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin bence de. Her dakika popoyu kollamakta fayda var. Fakat ben balık olsam suların çekilebilme ihtimaline karşı daha derin sularda yaşayabilme adaptasyonu geliştirirdim. Su tamamen yok olup gidecekse de karada da yaşayabilme adaptasyonuna kasardım. Karınca olsam da suların yükselme ihtimaline karşı kıyıdan daha uzakta yerler bulurdum yaşayacak. Her tarafı su basacaksa da suda yaşayabilme adaptasyonuna uğraşırdım. Suyun akışı bir bağımsız değişken olurdu. Ne tarafa akacağına göre de alternatiflerim. Bence bu çok tutkulu bir çaba. Evrim de –olduysa - böyle olmadı mı? Aman, ne kasıyoruz bu kadar yaşama tutunmak için, diyenler de olabilir. O zaman bu kişiler milli takımın son dakikaya kadar maçı bırakmayan azimlerini de tutkulu bulmamalıdırlar. Her ikisinde de yaşama tutunma, ayakta kalma, yenilmeme mücadelesi görüyorum ben. Millilerinki mucize değildi. Evrimdi. Evet, evrim zaman alır. Mucize değil. Ancak evrim geçirenler sular başka yöne aktığında yaşamda kalır.

***
Bugünkü dünya düzeninin sol beyinlilere (realist, kocakafa, detaycı, plan-proje-taahhüt ruhlu) çalıştığına da inanmıyorum. Dünyanın hiçbir döneminde sağ beyinliler (sanatçı, sezgili, hayalperest, bütüncül) bu kadar değerli olmamışlardı. Mesela, beş yüz yıl önce harika besteler yapan sanatçılar aclarından ölebilirken sol beynin geliştirdiği düzende yaşam kalitelerini artırıp daha da verimli hale gelebildiler. Sonraları da fikirler sağcılardan çıktı, teknolojisi solculardan. İnsanlık olarak konforumuz arttıkça sanatsal yeteneklerin eskiden farkına bile varamazken şimdi hayata geçirir ve milyarlarla paylaşabilir olduk. Daha binlerce farklı alanlarda bunu ispatlayabileceğimizi düşünüyorum. Bütün bu beyin tarafları yazılarım da biraz kendimle dalga geçmek içindi, yoksa bu müthiş ying-yang durumlarını görmüyor değilim.
***
En iyisi magazinsel yazılardı valla. Ne bu kardeşim, tartış tartış, açıkla açıkla. Kuruduğum bir yana reytinglerim de düştü. Yeniden layt günlere dönücem, bu böyle biline.

Salı, Haziran 24, 2008

Mucizeler Zaman Alır Mı?

Sevgi böceği bir arkadaşınız mutlaka bir ara size bir powerpoint sunum yollamıştır. İçinde çizgi filmsel sevimli cüce ailesinin fakir ama sevimli bir yuvada uyuyor olduğunun sulu boya resmi vardır. Bunun Abidin Dino’nun çizdiği mutluluğun resmi olduğu iddia edilir. Ne bileyim Can Dündar’ın bir yazısını slaytlar halinde önünüze koyar. Backgroundunda da doğan ya da batan güneş, dağdan döne döne dolanarak şırıldayan dere, üzeri çiğ damlalı bir gonca gül falan vardır. İşte bunun gibi bir şey hazırlamış kanallarımız Milli Takım için. Millilerin ter içinde mücadele resimlerinin sağında solunca uçuşan bol üç noktalı manidar (olduğu sanılan) laflar. ‘Mucizeler zaman alır…’ en popüler olanı. Her kanalda Robocop Türkoların zikir ayiniyle dönüşümlü olarak dönüp durmakta.

Herkesin dilinde, sunumunda bu mucize. Fatih Terim’in Çek maçından sonraki basın açıklamasındanmış. Bu cümleyi de odasındaki (muhtemelen motivasyon posterlerinden birindeki) bir yazıdan alıntıladığını söylüyor. Açıklama aynen şöyle:

"(Çek maçında)...ilk karşılaştığım hasar tablosuydu. 6-7 oyuncumun hasarlı olduğunu görüyorum. Nihat Emre, Aurelio, Servet, Emre Güngör, Hakan Balta'nın sakat olduğunu görüyoruz. kendi işimizi en iyi şekilde yapmaya çalışıyoruz. 70. dakikadan sonra bütün yazdıklarınızı çöpe atmak kolay değil. Burada imkansız diye bir şey yoktur. 'Mucizeler zaman alır' demiştik benim odamda öyle bir yazı vardı. Biz pes etmeyen bir takımız. Bir söz vardır. Gecenin en karanlık zamanı gündüze en yakın olan zamandır..."

'Mucizeler zaman alır' ifadesinde, ‘zaman’ içinde çalışıldığı, çabalandığı, ondan dolayı normalde ‘mucize’ sayılabilecek kadar olağanüstü sonuçlara varılabildiği anlamı var. Benim de konuyla ilgili iki sıkıntım var.
Birincisi, Terim bu cümleyi maçları son dakikalarda almalarına istinaden söylemiş. Maçın son on dakikasına kadar bahsi geçen ‘zaman’ alınıyor ve bu mucize sonuca hazırlanılıyor gibi bir ifade çıkıyor –ki tuhaf. Maça maçta hazırlanılmaz sanki. İkincisi çalışıp çabalama, emek harcama sonucunda -kime karşı olursa olsun- kazanılan maç benim nezdimde ‘mucize’ değildir. Ben ‘mucize’ kelimesinde bir beklenmediklik, bir şaşkınlık uyandıran iyi bir şey alt anlamlarını çıkarıyorum. Zor şeyi çabalarımla elde edersem sevinirim, mutlanırım ama şaşırmam yani. Elde ettiğim şeye de mucize muamelesi yapmam. Yaparsam ikincisini, üçüncüsünü, sürekliliği bekleyemezsiniz ki. Çabaladıysam ve işi kıvırdıysam o mucize değildir, güdümlü bir başarıdır. Özetle bu ifade kendi içindeki tezatlarıyla (oxymoron) beni uyuz etmiştir.

Yeni bir mucize umuyorum bir de. Maçın başından itibaren ‘abi süper oynuyoruz, alırız bu maçı’ diyebilmek ve mesela ilk yarı bir gol, ikinci yarı bir gol daha atmak gibi bir ‘mucize’. Hadi bakalım, inşallah.

Terim’in açıklamasının kalanındaki “Gecenin en karanlık zamanı gündüze en yakın olan zamandır” sözünün konuyla alakasını da çok kuramadım. Yani bana ‘dibini gördün artık bundan sonra sadece yukarı çıkabilirsin’ vari çok bir şey yapmadan da ‘bekle düzelir’ gibi bir şeyi çağrıştırıyor. Ben mi totomdan anlıyorum? Aslında belki tam da durumumuzu en iyi anlatıyordur, o ayrı.

Belki normal insanları motive falan ediyordur gerçekten bu lügatlar. Şu motivasyonel poster işinde çok para var diyorum yalnız.