Perşembe, Ağustos 31, 2006

Şövalye Unplugged

Tahminlerim doğru çıktı. Kumral, non-çıtır ama genç. 29-30? Belki...

Minik surat. Şeker. Sonra sakin. Çok sakin. O kadar ki parmaklayıp bu çarşaf denizi hale hale dalgalandırasım geliyor. Yine ‘hööö’ diye anlatıyorum başıma gelenleri. Dalgalanmıyor. ‘Tamam hallederiz’ çakıyor gene.
Telefonum çalıyor. Mütevelli heyeti başkanları, ağır topları. Konuşmam gerek. Hafiye’nin iki ayağı hep ama hep bir pabuçta haftalardır.

Ehliyet, ruhsat, hepsi şövalyede. Polislerle, karşı abiyle o cebelleş.
Hani, güzel kafamı böyle işlere yormıyıp, minik çantamı koluma takıp önden giderken arkadan sihirli değnekler dokunsun isterdim ya kırığıma döküğüme (Bakınız: 27 Ocak 2006 tarihli Kaotik İşleyişler yazısı)
Değnek yerine şövalye kılıcı. Sallıyor polislere, karşı abilere. Ben telefonda mütevelliyle.
Sonra benim de gitmem gerekti. Artık. Bir zahmet. Telefonu kapattım. Sadece tek soru. Polis, eğitim durumumu soruyor!!!!

Türk polisi istatistik mi tutuyor? Profil mi çıkarıyor? Doldurdukları kağıt formdaki bilginin elektronik ortamdaki bir veritabanına aktarılmasına ve bunu düzgün çekebilen, raporlayabilen bir usta ele yapışmasına dair ümidim olsaydı takdir ederdim.Şimdilik etmiyorum. Bir imza, tamam. Raporu iki gün sonra gelip ikinci şubeden almam söylendi.

Hafiye: İkinci şube nerde?
Şövalye: Ben alırım raporu. Sen dert etme.


Hafiye düşünce baloncuğu: Arabam sana feda olsun. Pamuk tarlalarımı üzerine yapayım. Evlen benle Şövalye!

Salı, Ağustos 29, 2006

İlk Kaza

Üşendiğimden sağlık sigortası formlarını doldurmayıp patladım gene. Formlarda SSK numarası soruyor mesela. Bende iki tane var. Hangisini yazacağımı bilemeyip, açıp da soramayıp falan işte. Anlatmaktan bile içim şişiyor. Neyse işte, bu sabah doktora gitmek durumunda kaldım. Acilen. Vercez artık parasını. Üşengeç başın cezasını cüzdan çeker. Alıştığım bir durum. Problem yok sadece ateşim var. Titreğim.

Doktordan çıktım. İlk sokaktaki kırmızı ışıkta durdum. Arkamdan baaam diye indirdi bir abi. Istanbul’da ilk kazamı yaptım. Daha doğrusu ilk kazam yapıldı. Ne yapacağımı bilemedim. Hemen şirketten elemanları aradım. Onlar birini aradı. Karşı abi polisi falan. Karşı abi, polise sarı ışıkta durduğumu falan söylüyor. Şirketten abi ikimize birden ceza verileceğini söylüyor. Niyeeaaah!!! Haksızlık tahammülsüzlüğü. İyice titredim. Sinirler laçka.

Kim kurtarır beni? Şövalye! Daha önce haftasonu bana ‘nasıl gidiyor?’ vari mesajlar atmıştı ama bütün haftasonunu iş yüzünden de olsa, Reinalarda, Formula 1 yarışlarında falan geçiriyor olduğumu cevaplayınca şövalye beni koko sanmış olabilir. İmajımızı toplamak lazım. ‘Gene ürkek değil, fakat beceriksiz kız’a dönüştüm. Mesaj attım. Kaza ve mahal bildirdim.

“Şövalye yol destek hattı en kısa zamanda sizinle iletişime geçecektir. Lütfen panik yapmayın ve bulunduğunuz yeri terketmeyin”,
diye cevapladı. Uzun ve bol puan kazandıran bir cevap vermesine rağmen ‘bağlaç olan –de’ testine uygun ortamın hala yaratılmamışlığı tek endişemiz.

Neyse...
Beş dakika içinde geldi!

Motoru yoktu. Kaskı da.

Cuma, Ağustos 25, 2006

Meraklısına Detay

Biraz daha merak edin, anasını satiym. Ben daha çok merak ediyorum ki. Burada kuzular gibi bekleşiyoruz telefon başında. Dün gecenin bir vakti mesaj geldi. Kalbim yere düştü, dedim o! Gece şövalyesi! Çıka çıka Gözde çıktı. Amerika için normal bi saat tabii. Anneme aldığım kırışık kreminden Wal-Mart’ta bulamamış, ben nerden bulmuşmuşum, gibi gayet hayallerimi parça pinçik* eden bir şey sormak için hem de.

Hani satır satır anlatmadık diye KupKup arıza çıkardı Caponya’dan. İlle detay. Sonra gelsin ‘vay, Hafiye, çok uzun yazıyorsun, okuycak vaktimiz yok’, şikayetlenmeleri. Kimselere yaranamadım şu hayatta.

Alın, lanet olsun:

Flu bir abi gece çaresizce gişelerdeki minibüs-ofisin yanında elinde telefon sağı solu aradığı halde cevap alamadan bekleşen Hafiye’ye yaklaşır. Yardımcı olmak ister. Hafiye de hemen dökülür. İş yemeği varmıştır da, geç çıkmıştır da, elektrikler kesiktir de, kaybolmuştur da, bu şehrin tabelalarına kafası girse olurmuş da, Levent’te X’in karşısında, Y sokağında oturuyormuş da, gişelerden çıksa bile geri dönmeyi bilmiyormuş da, falan da filan da. Elleri kolları sallayaraktan heyecan içinde, hööö, diye. Abi cool. Bir, ‘tamam, hallederiz, beni takip edin’ çaktı. Olay bitti. Hani ben bi sayfa e-mail yazdım. O bana, ‘ok, call me’ demiş gibi (Sorunuz: Ruşen’in My Book Says, Busy Means A..hole hikayesi)

Şimdi KupKup için teknik detaya giriyoruz. Kendisi yüzyıllardır Caponya’da kaldığından köprülerdeki geçiş bankoları lokasyonlarını ve prosedürlerini unutmuş ya da kafasında farklı canlandırmış olabilir: Avrupa’dan Asya’ya geçerken 1. köprüde gişeler Asya tarafında kalıyor. Gişelere gelince yana çekebileceğin yerler falan var. Oraya gelen araçlar illa ki Avrupa’dan, yani bana göre o anda ‘karşı’dan, gelmek durumunda. Tamam mı? Rahatladın mı? N'olur köprü geçişlerindeki yapısal bozukluklara, nasıl olsa daha iyi olurdu'suna girmeyelim. N'olur. N'olur!

Of be.

Bütün bildiğimi yazdım, diyorum size. Olayın heyecanlı kısmı gizemi zati. Bu abinin hödüğün teki olma ihtimali pek yüksek, biliyorum. Hatırlatılmama gerek yok. Gerçekçi takılmak istediğimde aklıma bir fotoğraftan hikayeler çıkardığım loser’lıklarım geliyor. Bir normale dönüyorum. Otokontrol var yani, benim için endişelenmeyin.

*Adanaca’ya devam ediyoruz. ‘Parça pinçik’, Adana’da ‘paramparça’ anlamında kullanılır

Perşembe, Ağustos 24, 2006

Axe

Park yeri buldum. Yukarı çağırsam mı, emin değilim. Bir kahve içmeye çıkmanın farklı çağrışımları var ya, hani. Kuru teşekkür yetmez, geliyor. Bocalama anı. Motorunu hala kapatmamış. Gitmesi gereken bir yer vardır belki.

Uzun boylu, sportmen bir abi. Hareket halinde olmadığı için üzerindeki kalın giysiler rahatsız ediyor olmalı. Yakasının çıtçıtlarını açıyor. Kaskının penceresini kaldırıyor. Gişelerdeki kadar gösteriyor kendini gene.
Kumral gibi sanki. Genç ama çıtır değil. Yine de yaş tahmini güç. Karanlıkta çok da anlaşılmıyor. Tekrar teşekkür ettim. Rica etti. Robocop sesli. Mekanik. Genizden. Gidesi var gibi. Hem canım, ne alakası var şimdi? Gelse, ne konuşucaz, nasıl sonlandırıcaz? Hırlı mı hırsız mı? Belki de evli ve çocuklu. Parmakları eldivenden göremedik, yüzük kontrolü için. Pek geçerli bir analiz değil ya, bu alyans takılmayan memlekette. Hem evliyse sana ne be kızım? Ne önemi var şövalyenin medeni halinin? Hem hem hem evde bir de kardeş var. Örnek mörnek olcaz. Anne yarısı cinnetleri boşa gidecek. Ya yaa. Kuruntu. Daral. Baş baş, yaptım. Pansiyona girinceye kadar bekledi. İçeri girdiğimde motorunun uzaklaşma seslerini duydum.

Bu bir ‘Axe’ anıydı. Gerisini bana bıraktılar. Yalan oldu tabii. Malaksın kızım, sen...
Duş aldım. Hava sıcak. Uyunmuyor. Sıcak olmasa da uyuyamam ya, bilirsin. Insomnia. Maya ekşi.
Özlem’in kırık ve sadece en yüksek devirde çalışan vantilatörü jaluzileri takırdata takırdata dönerken bir ses: bip biiip. Mesaj.
“İyi geceler”

Şövalye'den! Kurtarma anından önce yine yanlış bir yerlere sapıp yitmeyeyim diye numaralarımızı vermiştik birbirimize.

Keşke biraz daha uzun soluklu bir şey yazsaydı da gramer testine tabi olsaydı otomatikman, çaktırmadan. Bağlaç olan ‘de/da’ları da ayırabiliyorsa tamamdı bu iş yani. (Yurdum insanı Kopenhag kriterlerini esnetti, ben bunu esnetemedim. Arızayım, biliyorum)

“Sana da”

Şövalyenin neye benzediğine, nasıl biri olduğuna dair silsileli düşüncelerle uyumaya çalıştım. Hepten hiçten olmadı. E, ne ki bu şimdi? Herif karizma kasıyo. Ben de alet oluyorum. Bin yaşına geldin be, Hafiye. Yuf yani. Kitabını yazdın. Yine de bir merak bir merak. Einstein bile tanımladı bu halini*. Delisin.


*Einstein's definition of insanity: doing the same thing over and over again and expecting a different result.

Çarşamba, Ağustos 23, 2006

Bir İstanbul Şaşkını

İsmi lazım değil bir Afrika ülkesinin meclis başkanı tarafından önce ‘benim gibi güzel bir baayan’ın nasıl oldu da bekar kaldığı üzerine kıstırıldığım, sonra da zannımca arıza bulamayınca (yok elbette, kapa çeneni!) beşinci karısı olmaya layık görüldüğüm dün gece nihayet yemekten kalkarken elektrikler kesildi. Dediler bana, şoför verelim, taksiyle git falan. Dinlemedim. ‘Ahahahay’, yaptım, bir de üstüne. Ben ki tek başına ıssız interstatelerde (Amerikan otobanı) yüzbinlerce miller yapmış bir özgür kadınım, tomas bana, diye bir de ayak çaktım mı? Çaktım. Aferin bana. Neyi unuttum? Burada tabelaların bir referans olarak kullanılmasa daha iyi olacağını.

E-5’te ilerledim. Levent çıkışına girdim. Sol şeritin üstündeki okta Levent, diyor. Solda kaldım. Ne oldu? Levent yerine köprüye çıktım! Birinci köprüye. OGS, KGS, bişi bişi bişili olana. Geçtik mecburen karşıya. (Bilmeyenlere anlatayım: birinci köprüden artık nakit geçiş mümkün değil. Ancak kartlı veya otomatik geçiş sağlayan kontör dolumlu aletlerle mümkün) Geceyarısı. Minik kırmızı elbiseli yine ve yeniden ürkek değilse de beceriksiz kadın gişelerde çekti sağa. Çıtırla Levo demişti geçenlerde, gişeler yanında OGS satıyorlarmıştı uyanık abiler. Hiç bir allahın kulu yok minibüs-ofisli bir abiden başka. O da pek bir beyefendi. Uyanık olsa işimiz görülse ya!

Hafiye: Benim OGS’m yok. Bu konuda bişi de bilmiyorum. Satın alabilir miyim?
Abi: Nasıl olmaz? 34 plakalı arabanız. Nerde yaşıyorsunuz siz?
Hafiye: Bu konuya hiç girmesek? Hikaye uzun ve trajikomik. Araba da kiralık.
Abi: A, kiralık araba için arabanın ruhsatı, imza sirküleri, hede hödö lazım
Hafiye: E, ben geçiyorum o zaman. Nolcak?
Abi: Ceza yersiniz ve üç gün içinde cezayı gelip buradaki (arkasındaki köprü karakolunu işaret edip) bankaya ödemeniz gerek
Hafiye: Başka yere ödenemiyor mu?
Abi: Hayır


Ya uffff. Kim gelcek buraya tekrar üç gün içinde???? Onu o zaman düşünürüz diyip geçsem gişelerden geri dönüşü bilmiyorum. Karşıyı Çıtır bilir, o da açmaz telefonunu. Bir iki numara daha, derken...

Tır tır tır modern-zaman-şövalyesi çıktı geldi karşı yakadan. KGS’sini getirdi. Geçtim. Kendisini takip edip pansiyona döndüm. Escortla eve döndüm yani! Süper havalı. Bakalım daha kaç yüz bin insan sayemde uykusuz her gece, yorgun ölesiye olacak. Göreceğiz.

Salı, Ağustos 22, 2006

Alaylı Olamamak

Hastabakıcı turist rehberi Hafiye, Evan’ın kolundan serumunu çekip oteline yerleştirdikten sonra nihayet akşam dokuz buçukta muhitine varır. Dikine park yerleri doludur, yalnızca bir araçlık paralel park yeri müsaittir. Esnaf heyecanla ayakta, 90. dakikada penaltı atışına kilitlenmişcesine bekleşir. Nefesler tutulmuştur. Nınınınımmm. Hafiye’nin sağ dikiz aynası, öndeki arabanınkiyle hizaya gelecek şekilde yakınlaşır. Sağa kırar, arka kapıdan itibaren sola kırar ve goooool!!! Ustalık kokan hareketlerle park etmiştir. Zafer kazanmış komutan edasıyla arabadan çıkar. Lale devri kapanan esnaf şaşkınlığını üzerinden atamaz atamaz bakarken Hafiye, sıradan-bir-gün adımlarıyla eve yönlenir. Kapıdan içeri girer girmez, sol dizini yere indirirken sağ kolunu göğe kaldırır. ‘Yessss’, der. Balkona çıkar ve parkeserine gururla bakarken bir bira dahi kaldırır şerefine.

Hafiye, zaferini iki araç arasına paralel parketmeyi teorik olarak anlatan web sitelerine borçludur. Biraz baktı, analiz etti, olay bitti. Her mutlu anına limon sıkmaya meyilli bünyesi ekşisini gene buldu velakin. O, hiçbir zaman bir alaylı olamayacaktı. Teorisini, analizini, nedeni, niyesini iyice kavramadan hayata geçiremeyekti hiçbir şeyi. Etrafında
onca insan, abidik ülkelerdeki şantiyelerde olsun tarlada, çiftte çubukta toprağa bata çıka olsun, sezgisel mezgisel, ampirik mampirik yordam öğrenirken, o sadece okuyarak yolunu bulacaktı. Hafiye’nin fistanı bile alaylı olamazdı (bkz Saçlardan Korkmak)

Hafiye bugünlerde çok oturur, çok çay içer, yudum yudum özgeçmişine dair alaylılardan ince alaylar dinler. Mesela, teşekkür eder. Karşılığında neden teşekkür aldığını anlamamış cevaplar duyar. Yanlış batılılaşmış naif tanzimatçılardan biridir o. İdealler süper ama realite zayıftır, yani kağıt üstü süper ama altı bağlar gazelidir. Memleket gerçeklerine aykırıdır. Onca ameleliğine rağmen hem de. Tuhaf, di mi? Oysa su götürmez Türklüklerini alaylı gözler göremez. Konduramadıklarından mı, nedir? Bilirsin, o pek münzevi değildir.Kokusunu alırsın tez zamanda.

Pazartesi, Ağustos 21, 2006

Rakı Güzel, Kebap Güzel...

Birleşik Devletler’in güneyi gibi dünyanın en kıpırtısız yerinde dünyanın en kaosları beni bulurdu. Hatırlarsın. Istanbul’da en azından tezat olmazdı. Olursa Istanbul’a yakışırdı zaten. Beklediğin taşın başına düşmesi çok koymuyor adama. Gerçekten. Hani koptuk oralardan, konduk buralara ama oranın kaosu ellerini üzerimden çekemedi yahu. Şöyle ki:

Eski işten bir arkadaşım, Evan, geçen hafta dedi ki, Italya’da toplantım var. Haftasonu Istanbul’a geleyim. Pazartesi döneyim. Uyar mı? Dönerken herkeslere ‘beni ziyarete gelin, anacım’, demişiz. Gelme, denmez. Ayıp. Geldi. Haydi Hafiye gene Dolmabahçe Sarayları, Sultanahmetler, Ayasofyalar takıldı bu haftasonu. Bi kanka sağolsun, bizim için abisinin vedalı tekne turuna da yer açtı, Evan içine boğaz havası da çekti Cumartesi gecesi. Evan gıcır. Ben sabır. Bilirsin, iyi çocuktur çok ama sıkar beni nedense. Yedi yıldır işinden bıktığını söyler, şikayet eder, hep istifa etmek üzeredir. Sonra artık süpermodel gibi hatunlarla çıkmaktan sıkılmıştır, mesela. Bunları dinlemekten bay gelir işte. (Yalanı ve mübalağayı sevmediğimi belli ettim burada. Takdir et beni)Yoksa en demokrat, en liberal Amerikalıdır o. Çok da enteldir. Aman neyse, iki günde Evan-aşımından ölmeyiz ya.

Pazar gecesi Levo’yla aldık bunu Yüzevler’e götürdük. Adana’nın en şanlı kebapçısının Etiler şubesi. Ortam koko. Mehmet Okur falan yan masada, o derece yani. Hoş, onu da Levo söylemese farketmezdim ya, neyse. (Farkedince de bişi olmadı zaten. Bana bişi ifade etmiyor ama ortamın kokoluğu açısından önemli bir detay. Bugün boş konuşma günüm, idare et) Evan Adana kebabı yedi işte. Yanında acılı ezmeler, sumaklı soğan salataları, içliler falan da yedi. Rakı da içti. Elbette.

Evan şu dakika hastanede, anacım. Sabah banyoda iptal oldu. Zorla havalimanına getirdim. Dura dura. TEM’lerde kusa kusa. Tutturdu İtalya’ya gitmem gerek. Yanlış bilet kestirmiş zaten. E, Türkler de becerip düzeltemedi. Gidemedi. Şimdi yukarda, havalimanı hastanesinde serumlar bağlı. Oradan alıp bitişikteki Airport Otel’e yerleştiricem. Italya yalan oldu. Sabah Amerika’ya dönecek. Yani...’ne kestim koç, ne yedim hiç’ günlerim geri geldi. Bir aşağı bir yukarı, ne iş yapabildim ne endişe giderebildim. Şirkettekiler de helak oldu.

A yani. Yüzevler’den koko bir kebapçı mı var memlekette? Sokaktan tantuni dürüm yaptırsaydık heralde çoktan mefta olmuştu. Kebap geni eksikliği böyle bişi olsa gerek...neme gerek. Bu son. Bir daha Amerikalılara sadece sezar salatasından, McDonalds'dan başka bir şey yedirilmeyecek. Budur.

Cuma, Ağustos 18, 2006

Şıracının Şahidi

Bunların 5 +1 evleri vardı Şişli’de. Salon aslında bir dans pistiydi. Eskinin biz diyelim müzikholünden, siz diyin pavyonundan bozma bir ev. Dev evde kalan 5-6 adam. Net sayıyı ben de hatırlamıyorum. Onların da hatırladıklarını sanmıyorum. Hatırladığım şey evdeki telefondu. Telefon, evden de yaşlıydı ve parmağını delikli rakam dairelerine sokup numarayı çevirdiğin cinstendi. (Amerikancada buna ‘rotary phone’ denir ama Türkçesini bilmiyor ben). Telefonun bir başka işkence fonksiyonu da kablosundaki temassızlık yüzünden neredeyse ahizeyi telefona yapıştırmak durumunda eğilip büküldüğünüz konuşma halleriydi. Tahayyül edebildin mi, bilmiyorum.

Neyse, gel zaman git zaman, küçük beylerin kimi evlenir, kimi askere gider, kimi artık palazlandığı için tek başına oturmaya karar verir, kimi Amerika’ya mastıra gider, vs. Yavaş yavaş evden çıkarlar. Önce çıkanlar ‘nasılsa son çıkan evsahibine haber verir’; son çıkan ise ‘nasılsa öncekiler haber vermiştir’ mantığıyla hareket eder. (Yakında yayınlamayı düşündüğüm ‘Alışamadım’ isimli eserimde Türklerin iletişim sorunu ana tema olmaya adaydır; hep birlikte göreceğiz.) Ersin, arabasını satmış, parasını fonlar alsın satsın diye bankacı Taş’a teslim etmiş, askere gitmiştir. Daha evvel Taş’a birkaç kez uyarı mektupları cinsinden şeyler gelir ama kaale almaz. Ta ki maaşına haciz konana kadar. Telaşla aradığı insan kaymaklarından, ödemediği kira borcuna dair mahkemenin haciz kararını uyguladıklarını öğrenir. Henüz askerde üçüncü gününde, ortamına adapte olamamış Ersin’e telefon eder ve paralarına el koymak durumunda olduğunu çünkü kira borcu ödeyeceğini bildirir. Bu işe bozulan Ersin, ödemek yerine mahkeme kastırır. Ayakları her daim masada duran ve argo el kol hareketlerinde usta, malın gözü bir avukatla konuşulur.

Avukat: (Parmaklar içe bükülmek suretiyle avucunun içini Ersin’e ileri geri göstererek) Sizden o paraları çatııır çatırrr alırlar, ooolum.
Ersin: Ama ama ama...yapabileceğimiz bir şey yok mu?
Avukat: Sen git o evi morospularla, mezevenklerle doldur. Evsahibinin başına bela olsunlar. Adam kurtulmak için paradan caysın. Tek çaren o.

Ersin’in o sektörde de tanıdıkları vardır ama Taş’ın sağduyusuna yenik düşer. Evsahibi kiranın üstüne eve zarar verdikleri için de suçlar bizimkileri. Haklıdır sahip aslında. Evarkadaşlarının biri çok fena aşık olmuştur. Aşkını odasının duvarlarına, tavanlarına yazmıştır. Evsahibi boya badana masrafından yılmıştır. Ersin mahkemede- bu sefer- yalan söylemeyi becerir. “Valla billa yazı yazmadık duvarlara, Hakim Bey” der; fakat -bu sefer de- işe yaramaz. Öyle ya da böyle avukat haklı çıkar. Kira borcunu çatır çatır öderler. Hem de ekibin geri kalanına ulaşamadıklarından beşe değil, ikiye bölerek.

Sen onları tanımadığından bu hikaye sana anlamsız gelebilir. Ben gülmekten ağladım oysa. Trajedilerimize kahkaha atmayı kaçırmışım. Arayı çok açmış olsam da yetişmeye çalışıyorum işte koşar adım.

Perşembe, Ağustos 17, 2006

Boşanma Şahidi

Dün akşam kimler yoktu ki! Ersin, Taş, Yılankaya ve tabii ki vazgeçilmezim Java. Taş’ı mezuniyetten hemen sonra bir kez görmüştüm. O zamandan beri adamın başına gelmedik kalmadı ama bütün buluşma çabalarımı nafileye çeviren kendisidir. Şimdi şöyle:

Asmalımescit’te bir tahta masadayız. Ersin ve benden başkasılar işsiz. Taş, risk yöneticisiyken, havalı bir bankacıyken tarih masterına, Yılankaya da mühendisken, havalı bir danışmanken motosikletle dünyayı dolaşmaya başlamış. Java malum...zaten hiçbir şey değilken hiçbir şey olmaya devam etmiş. Abiler Akbillerini ve sırt çantalarını gösterip eğlendiler. Ha, kafalar da kel olmuş. Toplu taşımada pasoları mutlaka soruluyor. E, amca öğrenci olmak da zor. Ersin bombabomba.com lacilerle geldi aramıza. İki şirketin birden genel müdürü olmuş, göbeğinden belli. Türkiye’nin en büyük ağda distribütörü. Mallarını kendi üzerinde de deniyor. Kollarının kimi yerlerinde kılsız alanlar göze çarpıyor. Zirzopların bekar evlerini garsoniyer niyetine kullanma planları yaparken bana bıyık altı gülüyor. Kızınca şaka, diyor. 4 aylık hamileler, n’aber?

Yokluğumda yaşanmışların en babası Taş’ın boşanma duruşması için Ersin’in şahitliği, bir sonrasında evsahibiyle yine bir başka mahkeme hikayesi. Bunları anlatmadan geçemicem.

Taş boşanırken Ersin’i şahit yazar. Mahkemede hakim karşısında Ersin dut yemişe döner. Sonradan açılsa da bir işe yaramaz. Ersin, hakime Taş ailesinin anlaşamadığını söyler. Hakim açıklık getir, der.

Ersin: Euuee. İşte hatun kapris yapıyor çok
Hakim: Geeç, geç kaprisi maprisi. Taş eşini dövüyor mu? Eşi, Taş’a ‘mezevenk’ diye bağırıyor mu, mesela?
Ersin: Eueee eueee. Yok, dövmüyor.
(E yani, o zaman anlaşıyorlar demek, adam boşamazsa ya?)
Ersin: Şeyy, benim yanımda pek kavga etmiyorlardı galiba
(E o zaman neye şahitlik ediyosun?)
Hakim: Çekil git, otur şuraya. Töbe tööbeee

Diğer şahit çıkar. Tanıklığı sırasında Ersin oturduğu izleyici sandalyesinden fırlar. Suyun kaldırma gücünü bulmuş gibidir.

Ersin: Bir keresinde evlerinde kırık cam gördüm!!!
Hakim: Sus ulan. Sana 50 kere sorduk, bi cevap veremedin doğru dürüst. Tanıklar konuşabilir sadece. Sus, otur yerine.

Ersin’e rağmen sağ salim boşanılır ama Ersin’e rağmen evsahibinden yırtılamaz.

Bugünlerde hem taksitçi ve fakat nihayetsiz Hafiye bu hikayenin gerisini getirir mi, bilinmez.

Pazartesi, Ağustos 14, 2006

Hatır Bünyeye Karşı - 1

Tutturdu. Cumartesi sabahı benle ‘Afrika Dansları’na gel, diye. Hem Cumartesi hem de sabah da olsa, tamam, dedim artık. Haftasonu maftasonu farketmez, öyle uzun uzun uyuyamam, bilirsin. Hem onu mu kırıcam? Dayanamam. Nerde ve tam olarak kaçta, peki? On buçukta Galata’da olucaz. Tamam.

Sağdan soldan duymuştum. Cihangir dolaylarında küçük tiyatrodur, orkestradır, sanatçı arkadaşlar apartman dairelerinde gösteriler yapıyorlarmıştı ufak seyirci gruplarına. Hani sandım ki bu Afrika Dansları şeysi de öyle bir şey. Yani bir nevi Off-Broadway. Off-Beyoğlu. Ancak o saate yer ayarlanabilmiş sandım. Sabah gider, izleriz. Öğlene çıkar, güzel bir yemek yeriz. Gerisini de gerisinde planlarız, dedim. Ne kadar naif bir düşünce.

Sabah sabah Afrika dansları kursuna gitmişiz meğer!!!

Hatır uğruna mecburuz, dansedicez artık. Ekip küçük. Tahta boncukları ve afroya yakın kıvır saçlarıyla New York’tan taze dönmüş bir hatun hoca, sevgilisi üstü çıplak taşovski zenci Sean, form tutmak ümidinde iki abla, aradığı bünyevi ifadeyi İstanbul’da da yakalayabilme ihtimaline karşı heyecanlı bir Çıtır ve dünyadan bihaber dışarı kılığında bir Hafiye.

Hoca önce bir yarım saat yoga-pilates yaptırdı. Orada ben bitmiştim zaten.. Sonra bir buçuk saat figürler figürler. Öyle adabıyla giyinmediğim için pantolonumun çıtçıtları, fermuarları, çeşitli sarkangaç zımbırtıları bacaklarımı deldi geçti. Sutyenin kopçası porttu*. Bunlar neyse. Dans diye öğretilen şey poponun her daim çıkık durması icabetli zıp zıp figürler bütünü. Tek tek neyse ama hayatta biraraya getiremiyorum figürleri. Kareografi fiyaskosuyum. Hoca sonunda dayanamayıp beni ve form tutmak isteyen ablanın birini ayırdı. Diğerleriyle devam etti. Sonra bize tekrar ayrıca yeniden gösterdi. Biz yine adım kaçırarak, şaşırarak, asenkronize asenkronize zıpladık. Ekibin geri kalanı tarafından 'önemli olan katılmaktır'-vari alkışlandık. Nihayet bitti. Çıkıyoruz.

Ders ücreti 20 YTL’ymiş. Hiddetim burnumda, acım kaslarımda. Bir de üstüne para mı vericem? Çıtır ısmarladı artık. Adını ‘ısmar’ koymasak daha iyi olacaktı ya, neyse. Kelimenin pozitif bir anlamı var sanki çünkü.

Devamı sonra.


*Size Adanaca öğretmeye devam ediyorum. Yine bir Adanalıya soruverin.

Cuma, Ağustos 11, 2006

Özlem'in Yerine

Geçen hafta Levo’nun doğumgünündeyiz. House Café- Ortaköy. Bir dolu insan. Levo tanıştırıyor beni ortama:

Levo: Euee, Amerika’dan arkadaşım. Yeni döndü.
Biri: A, sen de mi New York’taydın?
Hafiye: Hayır. Atlanta’daydım.
Biri: ?
Levo: Ama ben Türkiye’deyken tanışmıştık.
Hafiye: Aslında Levo’yla Amerika’da eşzamanlı pek yaşamadık
Biri: ??


Levo çabuk ve etkili bir çare bulur:

Levo: Yauu. Özlem var ya hani dünya turuna çıkan..
Biri: Hıı.
Levo: Hafiye işte Özlem’in yerine bakıyor.

Evet. Özlem’in evinde, Özlem’in eşyalarıyla, arkadaşlarıyla, ortamıyla böyle tanışıyoruz. O eczaneye gitti. Dönecek yakında. Ben duruyorum dükkanda. Dükkanın ışığını gören geliyor. Ama mesela, ben daha ikramperverim, allah için. Kahve yoksa çay, hiç olmadı bir bardak kolayı ellerimle getirip koyuyorum önlerine. Özlem gibi, ‘Mutfağa git. Ne varsa onu yap. Gelirken bana da getir’, diye emirlemiyorum. Henüz.

Bu ikame yorumunu daha derinlemesine işledi Mutlu: "İkinizde de müthiş bir sosyal zeka var ama ikiniz de iki uca kolaylıkla gidebiliyorsunuz." Yani diyor ki, aynı anda hem kakara kikiri hem de karanlık olmak gibi bir hadisemiz varmış. Vaaay. Ben bunu hiç düşünmemiştim. Aklım sonradan yetiştiği için anında cevap veremeyip 'sosyal zekayla duygusal zeka farklıdır' diye sms attım. Şişti sanırsam. Bu kadar analize şişmese şaşardım.

Özlem’in küçük odada geceleri kitap okur vaziyette uyuyakaldığı yatağına uzandım dün. Tersine, memlekete döndüğümden beri hiç kitap okumadığımı farkettim. İkirciklendirdi bu durum beni. Cadde kızlarına dönüşme yolunda olduğum fikriyle panikledim. Sıkıntıyla diğer yana döndüm ki ne göreyim? Kalorifer vanasında kurumuş bir sakız. Dağıldı sıkıntı. Güldüm çok. Alem kadınsın, Özlem.

Artık kendimi analiz etmek istemiyorum, Özlem. Sen de vazgeç. Gel, dedim. Özledim.

Çarşamba, Ağustos 09, 2006

Istanbul Roller, Ben Coaster

“Bak baştan söyliyim. Bebek Yokuşu’ndan beni hiçbir kuvvet çıkaramaz. Kaptırıp gideceğim garantiyse sorun yok ama önümde zınk duruyorlar. Sonra kayar mayarım. Yarım debriyaj, el freni, gaz senkronizasyonu, o bu. Dayanamaz bünye”, dedim Hisar’dan Çıtır’ı evine bırakmak isterken nasıl bir rota izleyeceğimize dair tartışırken. Aşiyan’dan çıkmaya karar verdik. Yalnız Boğaziçi’nin kapısından aşağı BÜMED’e inen yokuşu taşlamışlar çıkık çıkık. Eski Romamsı duruyor. Görünüş pek nostaljik lakin takır takır yokuş aşağı inerken bir yandan da çene çalmak olamadı. Dilimi ısırdım birkaç kez. Bu çok şeyi aynı anda yapma yetimi mi kaybettim, nedir?

Hisar’ın arka sokaklarında ilk posta kaybolduk. Çıtır’ı evine bırakmak üzere bu seferki engelimiz Uçaksavar’ın aşağısında bir yerde hööö bir yokuşu çıkmak idi. Ya uff mevkiyi bilemiyorum. Ben sadece sürüyorum arabayı. Bazen insanlar TEM trafiğime çareler olmak için işte atıyorum Bağcılar’dan çık, E5’e bağlan, sonra Kağıthane’den tekrar TEM’e girersin gibi laflar ediyor. Hiç kaale almıyorum. İşe giderken havalimanı işaretini, dönerken de Kadıköy/Ankara işaretlerini takip ediyorum sadece. Oklar beni nereye götürürse. Bazen biri arıyor. Şöyle diyaloglar yaşıyoruz:

-Nerdesin, Hafiye?.
-Yoldayım. TEM’de.
-Neresindesin?
-Eueee...Bilmeeem. Karşımda iki tane mavi yüksekçe apartman var mesela. Bildin mi?
-Hay...uff
-Salla
-E, mecburen

Ne diyordum? Hööö yokuş işte. Bebek’ten kaçıp buna tutulduk. Tam olarak yerini bilmiyorum. Çıtır önceden uyarmıştı. Ben bir kaptırmak. ‘Aaaaaaa’, diye de bağırıyorum bir yandan tırmanırken. Caponya’da binemedik ama burda roller-coaster efektini yaratmak mümkün böylece. Aaaaaaa! Çıtır’ı gülmekten hıçkırık tuttu. Tarif edemez oldu yolları. Üç-hık-üncü-hık-sol-hık. Kontrolcü kişiliği bundan rahatsız. Araba kullanmayı bilmediğimi sanar oldu iyice. Yaya geçiyor, yavaşla. Kırmızı yanacak, bekle, gibi uyarılar uyarılar.


Neyse, Çıtır'ı evine ulaştırdım. Dönüşümü de tarif etti. Yalnız gerçekten kaşıntılıyım. Hani başıma gelen her ama herrrşeyden ben sorumluyum. Kabul artık. Kardeşim, paşa paşa git di mi tarife uygun. Yok, acaba su sokak buraya bağlanır mı, o mu bu mu derken kendimi Levent içlerinde bir dassdaracık sokakımsıda buldum. Arabam zor sığıyor. Bütün sokağı kaplıyorum. A, bir de ne göreyim. Bir güvenlik görevlisi çıktı karşıma kollarını çaprazlayarak sallıyor. Giremezsiniz, niyetine. Durunca da ‘geri git’, niyetine kışkışladı elleri. Anarya* yaparsın da..sokağın bittiği yerde yamuk yumuk park edilmiş araçların arasından anarya çıkmak. Olmadı tabii ki. Bir abi koşturdu artık. Verdim arabayı. Çıkarsın diye. Şirket arabası. Çalınırsa çalınsın. Hehe. Fakat geceyarısı. Karanlık bir yol. Mini etekli yalnız bir kadın. Ürkek değilse de beceriksiz.

Aldım cebi elime. 1 ve 5’i tuşladım. Abi saldırırsa 5’e basıcam, 155’e tamamlanacak da telefon sinyallerinden yerim tespit edilecek de kurtarmaya gelecekler. Diye. Güya. Amerika’da 91’i tuşlayıp her an 1’e basmaya hazır koşmaya çıktığım vakitlere dayanmışım. İşte Amerika’dan kalma alışkanlıkları, diyorum, terketmek acılı mı olacak acısız mı olacak, kanlı mı olacak kansız mı olacak, hep beraber göreceğiz.

*Anlamını Adanalılar’a sorun.

Çarşamba, Ağustos 02, 2006

Saçlardan Korkmak

Java’dan kurtuluş yok. Ablasını havalimanına bırakmaya gelmiş. Garibandır diye yedirdik, içirdik artık. Öğle saatinde de gelmiş. Yüzsüz. Oturur oturmaz tokat atmaya başladı:

-Saçlarını, mesela, şöyle şöyle kestirmelisin. (Ellerini yukarıdan aşağıya kısa ve sert hareketlerle indiriyor. Katlı kesim tarif ediyor zannımca) Korkutmalı insanı.
-Saçlardan nasıl ve neden korkar ki insan?
-Ya, kızım, anlamıyorsun. Saçların çok düz.
-E, benim saçlarım düüüz.
-O anlamda değil. Saçların hareketli değil. Saçların. Çok doğal yani. Üniversitedeki gibisin ya. Çok doğalsın.
-Ee? Bu problem mi? Ne güzel.
-İşte o yüzden korkmuyor erkekler senden.
-Ya ben saçlarımdan korkan bir erkek istemiyorum. Manyak mısın?
-Hem bu ne böyle üstündeki?
-Nesi var?
-Böyle krem gömlek falan.
-Corporate ortam. Mecburen.
-Yok. Pembeler, maviler giymelisin.
-Çocuk yuvasında çalışmıyorum, Java.
-Bi de Yargıcı’dan şöyle boncuk boncuk, çıngıl çıngıl kolyelerden al, tak. Bu ne böyle? Küpe mi bu. Bir damla. Şöyle omuzlarına inenler var ya. Süreyya küpeleri. Onlardan takmalısın


-Corporate. Alo. Türkbükü değil burası. Bi karizmamız var. Hem zaten bıkmışım bu muhabbetten. İsmi lazım değiller sağolsun. Bu ne ya? Hem ben classy bi kadınım. Grace Kelly gibin. Süreyya sizin gibilerin olsun. Bakıp bakıp korkun. (Sessizlik) Hem hem..Rahşan’ın bir tutam kınalı tavuk saçı çok mu hareketliydi de senelerce korktun?

-(Bıldırcın gülüşü) Sen var ya sen. Hem safsın hem cadı. Bu en kötü kombinasyon.Ya şeytan ve cadı olacaksın ya da saf ve uysal.

Bari, sonunda hikmetli bir laf etti. Sonra ne iş yaptığımı öğrendi. Akabinde de, “E, biz şöyle bir şirket kuralım. Size destek verelim. Çok canavar çocuklar var elimde. Komisyon alalım. Bir 10 bin dolarınızı alırız”, cümlesini kurdu. Çok aşina. Çoook.

-Sen gideli ne kadar oldu?
-Yedi sene
-Sanki hiç gitmemiş gibisin. (Ona da aşina geldi anlaşılan)
-Seviyom seni
-Ben de seni.
-Yine gel
-Gelmem mi, bedava yemek...
-Defol
-E haydi, madem. Baş baş.

Salı, Ağustos 01, 2006

Rastgele

Bip biip. Mesaj geldi. ‘En öndeyiz. Sahnenin solunda. Gel’, diyor Java. İlk kez halka karışıyordum bir konserde. Alışmak rahata, fena bir şey. Ihh-pardon-afedersiniz, derken bir yerde tıkandım. İlerleyememe noktamda kızın biri elindeki sigarasını sağa sola sallayarak, ‘Burada durabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun’ladı beni dublaj Türkçesiyle. Konserdeyiz. Binlerceyiz. Nasıl yani? Ben durmasam boşluğumu bir milisaniyede dolduracak yığınlara baktım. Haklısın, dedim ya. Kah o beni, kah ben onu ittirerek kaldım orada inat. Zaten konserlerde de bir eğlenememe gelir üstüme. İzlemeyi severim. Kalabalığın ortasından sahneye baktım işte. Etten duvarlar zıplarken sahne boğaza paralel değil de dik olsa daha iyi olmaz mıydı ki, diye düşündüm. Falan yani. Çekilmem. Hiç.

Çıkışta bari Java, dedim. Bul beni. Önce Binboa’nın önü, dedi. Sonra tekne, dedi. En sonunda cadde, dedi. Ulaştığım her noktadan Java’yı arıyorum. Bir başka noktaya yönlendiriliyorum. Ha, bir de azar işitiyorum üstüne. A, bir baktım Dilo ve Emre. Kurtarıcılarım diye boyunlarına sarılıp Java’nın yüzüne kapadım telefonu. Taksi bulmak mümkün değil. Otobüs ya da herhangi bir başka taşıt. Unutun. Araba ummuştum ama meğer Dilolar da motorla gelmişler. Motor dediysek, scooter.

Java’ya Bebek’e gidiyoruz, oraya gel, dedik. Ültimatom. Bizi gördüğündeki dehşet anında şunları döktü ağzından:
Anaaa, koca koca müdürler, direktörlersiniz bi de.

Niye mi? Scooter’a 3 kişi bindik çünkü! Kuruçeşme’den Bebek’e, dondurma yemeye tır tırr. Tehlikeli de olsa hayatımın en samimi, en eğlenceli, en manzaralı yolculuğunu yaptım ki! Java’nın bize atfettiği ‘koca koca’ sıfatlarını da geçelim. Kendisi bir işsiz güçsüz, ipsiz sapsız olduğu için bizi bir şey sanıyor. Ama dedim ona da. Bak ne hoş abisin. Eğitimin de güzel. Bi de elin ekmek tutaydı yazılırdık sana. O da intikamını yaşlı ve şişko olduğumu söyleyerek aldı. Bu artık kanıksadığım bir tokat. Buranın olayı da bu galiba. Allahtan Özlem kırmıştı o üçlü koltuğun yaslanma kolunu. Bilmeden oraya oturan Java’nın kafasına üç dikiş gerektiren hareket benden çıkmak zorunda kalmadı. Allahın sopası yok!