Cuma, Aralık 31, 2010

Bunlar İyi Günlerin

2010’u geride bırakırken, 'ne yıldı bee' demekten kendimi alamıyorum. Seneye başlarken elimize önce evimizin tapusunu aldık, sonra da gebelik testinde pozitifi. Ev sahibi evde altı ay daha oturacaktı. Vaktinde çıkar mı diye endişeleniyorduk. Kerevit’i (ilk pozitifi) kaybetmiştik, Jelibon da gider mi diye endişeleniyorduk. Daha doğrusu sanırım yalnızca ben endişeleniyordum. Şövalye gayet rahattı. Anını yaşıyordu. Derken bu iki endişe de yersiz kaldı. Şövalye’nin beyninde yumurta büyüklüğünde tumor çıktı. Yine ben endişelendim. O kaderini yaşamak konusunda da rahattı. Neyse ki o derdimiz de bitti. Eve yerleşmek, evi tamir etmek, eşya almaklar sıkıntılı oldu yaz sıcağında koca göbeğimle.

Bu sene sadece kendi adıma değil, bütün çevrem adına da ilginç bir yıldı. Neredeyse tanıdığım herkes ev aldı, ev değiştirdi, ev taşıdı. Amerika’dakiler bile. Bir kıyıdan öbürüne taşınanlar, evlenen ve ev alanlar, memlekete dönenler, herkeslerle hep beraber ev ve eşya derdine düştük. Hepimiz bu sene hayatımızı genişletmiştik. Düella ve Yonc’la tesadüfen yine aynı semtte, yakın evlerde olmamız bu değişimdeki sancıyı benim adıma çekilir kılmıştı. Sıkıntılar bastı mı Düella’nın mobilyasız evinde çıplak ampül altında bir çulun üstünde sohbet ediyor, rahatlıyorduk. Arabalarımız çekilme pahasına üç evin ortasındaki Kahve Dünyası’nda pinekliyorduk. İyiydik.

Sonra Jelibon geldi. Ben koptum. Eşyası, boyası nihayet bitmiş yeni evimde yeni bebeğimle sadece arkadaşlarımdan değil, dünyadan da koptum. Bir daha dışarıya çıkamayacağımı, evde adeta yatalak bir hasta gibi ömrümü tamamlayacağımı sandığım iki uykusuz ay geçirdim. Sonra yeniden normale dönebileceğime dair sinyaller aldım, tünelin ucunda ışık gördüm de toparlandım. Yine de eskisi gibi olduğumu sanmıyorum. Bir ağırlık var üstümde. Bir endişe. Eksiliyor gibi ama sonra bir şey oluyor ve yeniden endişe küpleri doluveriyor. O kadar hassas küpler bunlar.

Jelibon 30 günlüktü. Kalça ultrasonunu çektirmeye hastaneye götürmüştük onu. Sıra vardı. Hava güzeldi. Dışarıda, giriş kapısı önünde bekleyelim dedik. Sıramız gelince bizi çıkıp çağırsın diye hemşireye tembihledik. Jelibon, babaannesinin ileri geri hareket ettidiği pusetinde uyukluyordu. Ben de kenarda bir bankta, kafamı elime yaslamış uyukluyordum. Uykusuzluktan mahfolmuştum. Sonra nereden çıktığını bilmediğim bir kadın belirdi. Herşey bir rüya gibiydi. Kadın üç yaşında gibi duran bir oğlana ‘oğlum dur, oğlum gel, oğlum bekle’ gibisinden emirler yağdırıyordu. Oğlanın hareketlerinde bir azalma, bir duraklama yoktu fakat. Kadın sonra Jelibon’a baktı. Sonra Anne Şövalye’ye baktı. ‘Maaşallah, ne güzel, kaç aylık’ falan faslından sonra "Bunlar iyi günleriniz", dedi. "Tadını çıkarın".

Mecazi anlamda değil, sözlük anlamıyla bildiğimiz kan, ter, gözyaşı, endişe, stres, uykusuzluk iyi günlerimizmiş. Bünyem o dakika daha kötüsünü tasavvur edemiyordu. Bu cümleden sonra tuvalete gidip on dakika kadar ağladım. Sonra sıramız geldi. İşimiz bitti. Eve döndük. Ben ağlamaya kaldığım yerden devam ettim.

O günden sonra bunların iyi günlerim olduğunu en az yüz kez daha duydum. Artık önümde beni kötü günlerin beklediğini duyunca ağlamıyorum. Hatta iplemiyorum bile. Kaşarlıktan değil, inanmazlıktan. Şu geçen üç aydan sonraki günlerim o günlerden daha iyi çıktı çünkü. Ya hormonlarım toparlandı ya alıştım ya da ikisi birden oldu. Terlemiyorum. Ağlamıyorum da. Jelibon gazından bağırmıyor. Uykumu da alabiliyorum artık. Ama bunu da söylememem gerekiyormuş. Gecede 5-6 saat aralıksız uyuyor dememem lazımmış. Nazar değermiş. Zaten bu yüzden bu memlekette kime sorsan çocuğu huysuz, uykusuz, iştahsız.

E kimse gerçeği söylemiyorsa ben nasıl bençmark yapıcam çocuğun gelişimini? Allahtan Amerikan forumları var. Orada aslında Jelibon’un az bile uyuduğunu öğreniyorum. Onlar da ne kadar optimist, allahım. Ben buncacık anneliğimle mahfolduğumu deklare edip, bebeği bırakıp Yeni Zelanda'ya kaçma planları yaparken genlerinde taşıyıcı olarak bozukluk bulunan çiftlerin, %75 ihtimalle normal olacak nasılsa diye iki sağlıklı bebeğin üstüne üçüncüyü yapıp arızayı bulmalarını okuyorum. Şaka gibiler. Üçüncüyü yapmakla şaka olmaları bir yana oynadıkları rus ruleti de cabası.

Yani hayat aslında koca bir görecelilik içinde zor ya da kolay, iyi ya da kötü akıp gidiyor. Kriteriniz ne olursa olsun bu günlerin ömrümüzün en kötü günleri olmasını diliyorum.

Çarşamba, Aralık 22, 2010

Çocuk Mutluluk Getirir Mi?

Küçükken annemle gündüzleri gün gezmelerine, haftasonları da anne-babamın arkadaşı amca-teyzelere akşam gezmelerine giderdim. Küçük şehrin sosyalleşmesi bu kadardı. Evler ve düzenleri de birbirine çok benzerdi. Ben çocuk olarak gezmede yerimde duramayıp mütemadiyen mobilize olduğumdan oturmaya gittiğimiz evlerin her yanına girip çıkardım. Bir tek Ayşe Teyze’nin evinde bunu yapamazdım. Ondan hep korkar, çekinirdim. Onlardaysak bana gösterilen koltuk-kanepenin dışına çıkmamaya özen gösterirdim. Usluluğumun sebebi Ayşe Teyze'nin bir canavar olması değildi elbette. Onun çocuğu yoktu. Ondandı.

Annemler Ayşe Teyze’nin çocuğu yok diye ona kah acır kah üzülürdü. Çünkü o çocuksuz diye neşesizdi. Hep gergin ve sinirliydi. Çocuksuz diye çok titizdi. Çocuksuz diye çocuklardan nefret ederdi. Yani gerçek böyle değildi muhtemelen. Ayşe Teyze ve kocası daha 80’lerde bizim tatil anlayışımız düttürük yazlıklara gitmenin ötesine geçememişken yurtdışlarına giderlerdi. Evlerinde seyahatlerinden aldıkları değişik tabak, çanak, biblo, resimler olurdu. Ayşe Teyze hep bakımlı, hep hoş, hep zarifti. Pek de kibar ve samimi bir insandı ama ben Ayşe Teyze hakkında edilen laflar yüzünden nefret edildiğimi düşündüğüm o evde kılım kıpırdamadan oturur, ortamda yokmuşum gibi olmaya çabalardım.

Çocuksuzluk bu kadar kötüydüyse alın işte ben çocuğum olduğu günden beri mutsuzum. Daha doğrusu mutlu değilim. Öylesine bir şey’im. Daha daha doğrusu eskisinden daha paranoyak ve daha stresliyim. Hani o söyledikleri ve hep olacak dedikleri mutluluğun tavan yapması durumu, nirvana noktası, o his, ‘the baby bliss’ bana uğramadı.

Önce işin fiziksel zorluğu, hormonları, sonrasında da kısıtlanan sosyal hayatım yüzünden böyle oldu desek? Fiziksel zorluklar bana tomas pek. Hormonlar da gelip geçici. Sosyal hayatımda da bebek öncesi kuş mu konuyordu ki sanki, evde pinekliyorduk; şimdikinden pek de farklı değildi aslında.

Ee, o zaman?

Belki de fiziksel zorluklar ve sosyalleşmeler eskiden kendi tercihim doğrultusunda gelişirken şimdi zorunluluk ve kısıtlar dahilinde diye mutlu değilim. Tek istediğim Jelibon’un bir an önce üniversite yaşına gelip evden ayrılması. Ya da hatta üniversiteyi de bitirsin, bir işe girsin, aklı da başına gelmiş olsun. Ne bileyim 25 olsun. Ben o zamana neredeyse 60 olacağım ama kendi yaşlanma korkumdan geçtim. Bebekli hayatın faydası bu oldu şimdilik. Bir an önce 60 olabilirim. Hiç problem değil.

Bu laflar da çok cısss konular aslında. Konuştukça Şövalye kızıyor. Annem kızıyor. Bulmuş da bunuyormuşum. Böyle konuşursam Allah’ın gücüne gider, Jelibon’u benden alırmış. Yahu ben Jelibon’u kaybedeyim mi diyorum? Bu annelik bliss’ini sorguluyorum. Felsefi anlamda yani anne, bak, uff. Bebeğim olduğu için bir tatmin yaşıyorum. Jelibon’u da istiyorum ve seviyorum ama mutluluktan tavan yapmıyorum.

Gittikçe Sıdıkalaşıyorum. Anlatamıyorum. Aynı yerden bakamıyoruz. Memleket bile Kürt özerkliği kıvamına geldi. Dünyada cinsel tercihler, farklı ırklar, dinler, milletler kaynaştı ama bu çocukluluk mutsuzluğuna dokunulamadı hala diyordum ki bir telefon konuşmasıyla bu sulara sabunlara da dokunulduğunu öğrendim. Allah Dak’dan razı olsun. Liboş arkadaşım, çok okumuşum benim. Ona anlatıyordum böyle böyle diye. O da bunu gayet normal buldu. Bilimsel bilimsel yorumladı. Yapılan araştırmalara göre çocuğu olan insanların mutluluk seviyeleri düşüyormuş. Çocukları evden ayrılınca yeniden yükseliyormuş. Ay, dedim, susma konuş. Daha daha anlat. Çocuğu olanların hayat tatminleri yükseliyormuş ama gündelik hayat mutsuzlaşıyormuş diye devam etti. Evet evet, dedim. Ben de aynen böyle hissediyorum işte. Tatminkar bir paranoyak. Detaylarını da sonradan ben araştırdım. Çocuksuz evliler en mutlu insanlarmış. Eskiden acıdığımız Ayşe Teyze meğer bugünlerde özenilesi bir insanmış. Bilememişiz. Şöyle ki:

Harvard’da psikoloji profesörü Daniel Gilbert’ın araştırmasına göre ebeveynlerin çocuklarıyla ilgilenirkenki mutluluk seviyeleri ev işi yaparkenkiyle aynıymış. Aman da ne mutluluk! Çocukla ilgilenme aktivitesindeki mutluluk seviyesi spor yapmak, alışveriş yapmak, sosyalleşmektekinden çok daha az. Ha, bu demek değilmiş ki çocuklarla ilgilenirken arada kısacık gelip geçen keyifli, neşeli anlar olmasın. İşte genelde akılda kalan ve fotoğraflara yansıyan da o anlarmış.

Mutluluk evliliğin ilk yıllarında artar ve hatta bebek gelmeden önceki altı ay boyunca tavan yaparmış. O da bebeğin geldiği andan itibaren beraber günbatımında yol alacağınız hayaliyle ve şapti şapti bebek odasını sevimlilikle donatırken olsa gerek. İnsanlar çocuklarına harcadıkları zaman, emek ve paranın geri dönüşü olması gerektiği hissi yüzünden mutlu olduklarına ikna olurlarmış. Bir de bir ürüne ne kadar çok para harcarsanız o kadar iyisini alırsınız sanrısı çocuk için de geçerliymiş. Ona ne kadar çok emek, para, zaman harcarsanız o kadar çok mutlu olunacakmış gibiymiş. Mutluluk seviyesi çocuklar ergen olduklarında bir daha yeri öper, sonra onlar büyüyüp evden ayrıldıklarında yeniden başlangıç seviyesine gelirmiş.

University of Nottingham’dan Richard Tunney ise evrimsel anlamda ürememiz gerektiğini, dolayısıyla çocuk sahibi olmanın bizi –yine evrimsel anlamda- mutsuz etmemesi gerektiğini söylüyor. Haklı gibi duruyor. Ona göre çocukluluk değil de çocuklu olmaya müsait olmayan modern toplum şartları bizi mutsuz ediyor. Kadının ‘erkek gibi’ yetişmesi, sosyal hayatta aktif olması, anne olmasıyla kariyerinin yara alması, çekirdek aileyle beraber ortaya çıkan bakıcı/kreş sorunları, çocuğun özellikle de eğitimi için su gibi harcanan paraların aile bütçesini sarsması gibi şeylermiş aslında bizi mutsuz eden.

Olabilir de şartlar zırtken mutsuz, pırtken mutlu oluyorsam da tuhaf değil mi? The baby bliss sanki şartlardan bağımsız bir şeydi.
Okuyup kendiniz karar verin:

Çarşamba, Aralık 15, 2010

Annelik Kaygısıyla Baş Etmek

Hani kendilerine kedilerinin annesi, köpeklerinin babası olarak tanımlayan insanlar vardır ya. Totomla gülerdim ben onlara. Görmez taraflarından ama. Kedi köpek beslemenin annelikle ne ilgisi olabilir diye.

Jelibon 47 günlüktü. Kerem’le buluştuk. (Eskiden tarihleri ezbere bilirdi bu neredeyse otis kafam. Şimdilerde Jelibon milat oldu. Artık öyle hatırlıyorum günleri)

Buralardaymış, kahve içelim diye Starbucks’a gittik bizim evin ordaki. O aslında bebeği görmeyi, hediyesini vermeyi istemişti ama ben evden çıkmanın bir yolunu arıyordum. Bebeği boşver, beni gör dedim. Bebeği evde Anne Şövalye’ye bırakıp gittim.

İstersen içeri oturalım dedi Kerem.
Hayır, dedim. Şu anda kaldırımdan geçen herkesi seviyorum. Hiçbirinden ayrılmak istemiyorum.

O aralar aklımda sadece bakıcı problemimiz var, uykusuzluk var, sütsüzlük ve anksiyete var. Başka da anlatacak şeyim yok. Kerem de hiç oralı olmadı sağolsun. İşinden bahsetti. Yeni bir projesinden. O projenin Şövalye’nin bir projesiyle ilişkilendirdim, sonra kendimce bunu yorumladım. İyi geldi bana bu sohbet. Eski dünyama aitti. Her ne kadar komplike bir konu yoktuysa da ortada a’yı b’yle ilişkilendirmiştim. Zekam yerinde duruyor muydu, ne?

Tüm bunları Şövalye’yi de arayıp anlatalım istedik ama o yurtdışında, tırışkadan bir iş seyahatindeydi. Ohhh. Ben evde lekeli gecelikler ve kanlı gözlerle şafak sayıyor, çile dolduruyordum; o ise iki günlük konferansı sabah uçağıyla giderse kaçırır, konferansın bittiği gün akşam saatinde dönmeye uçak yok falan filan punduyla beş güne uzatıp gitmişti.Yeni babaların aniden ortaya çıkan işkolikliği ayrı bir yazının konusu olacak.

Kerem’e Jelibon doğdu doğalı zekamın gerilediğini söyledim. Herşeyi unutuyordum.
O da beni anladığını söyledi. O da köpek büyütmüşmüş.
Hadi len, oldum içimden, ama o devam etti köpeğini nasıl büyüttüğüne.

Meğer onu eve getirdiğinde henüz doğmuş bir köpecikmiş. Köpek yavruları da sıklıkla beslenmek ister, geceleri de uyumaz, sık beslenmeye devam ederlermiş. Normalde anne köpek heralde serilip yatıyor, yavruları da memelerine yapışıyor. Yiyen yiyor, yemeyen ne hali varsa görüyor heralde ama işte annesiz bir köpek Kerem’inki. Kerem de biberonla geceleri süt verirmiş köpeğe. Saat başı, iki saatte bir falan derken süreler uzarmış. Bu durum iki hafta kadar sürüyormuş ama bu iki hafta ona annelerin neler yaşadığını anlamasına yetmiş.

O köpeğe biberonla geceler boyu süt verirken bir bağ kurulmuş aralarında. O yüzden Kerem’e göre süt verdiğin herşeyi seversin, ona bağlanırsın. Beslemenin bağlayıcı bir yanı var. Bağlandığın şeyi de dur durak bilmeden düşünürsün. Beyninin bir kısmı ona ayrılır. Adeta bir alt-beyin geliştirip o alt beyin devamlı bağlanma nesnene dair endişeler, fikirler üretirken sen üst beyninle normal hayatına devam edermişsin. Tabii devamlı çalışan yeni bir alt beyin de üst beyinden tamamen kopamayabiliyor, onun malzemesinden çalabiliyormuş.

Yani benim Jelibon’u hiç düşünmemek istemek dileğim fanteziydi, sadece ona ait alt beyin kısmını iyi yalıtmam gerekiyordu. Bir köpeğin babasından anneliğe dair mühim bir açıklamaydı bu benim için. Şimdi bütün anne babalar bunun öyle aman aman bir çıkarım olmadığını, herkesin bunu asırlardır bildiğini bana söylemesin. Ben ilk kez Kerem’den duydum. Ya da ilk kez üzerine düşündüm. Aslında orada o sohbetle ilk kez o alt beyni oluşturmaya başladığımın da farkına vardım. Böylece başka şeylerle de ilgilenebiliyor, başka şeylerden konuşabiliyordum. Belki de o yüzden bu çok bilindik gerçeğin farkına vardım.

Perşembe, Aralık 09, 2010

Yenidoğanla Yaşamak

Jelibon doğalı 27 gün olmuştu. Mahfolmuşluğumu gören Düella beni dışarı çıkardı. Doğumdan sonra ilk kez dışarı çıkıyordum sanırım. Sıklıkla gittiğimiz bir kafeye oturduk. Hala yazdı. Hala havalar güzeldi. Herşey aynıydı, herşey eskisi gibiydi sanki. Ben yokken hayat gayet güzel akmıştı.

Ne var ki dışardaki o iki saat tatlı tatlı geçemedi. Annemle evde yaşadığım yüksek gerilimden ve uykusuzluktan kafam patlayacak gibiydi. Düella her zamanki gibi planlı programlı olursam üstesinden gelebileceğimi söylüyordu. Onu dinliyordum ama öyle kalemi kağıdı çıkarıp stratejik olma zamanı değildi. Hiçbir hesap eve uymuyordu. Zaten sağlıklı da düşünemiyordum.

Ne yapsam olmuyordu. Jelibon çığlıklar atarak ağlıyor, belli ki acı çekiyor, annem her şeyi biliyor ama nedense hapını içince hep uyuyor ve uyanık kaldığında da hep Halise’yle kavga ediyordu. Sanki evimizde olma amacını unutmuştu. Gitmesine karar vermiştik ikinci kez. Jelibon eve geldiği gün gitmiş, tekrar gelmişti. Gitmesini nasıl söyleyeceğimizi de bilemiyorduk. Zaten herşeye alınıp bozulup küsüyordu. Bunca derdimin içinde onu yaralamadan kotarmakla uğraştığıma da inanamıyordum. Evde bin kişi oluyordu bazen ama hiçbirinin zerre faydası olmuyordu.

Bize pek hayrı olmasa da bir yanım annemin gitmesini istemiyordu. Evde Jelibon’la yalnız kalmak istemiyordum. Jelibon’dan korkuyordum. Her an ağlamaktan katılıp ölecek diye. Elimden düşüreceğim diye. Sanki metreküplerce kaka yapacak ve temizleyemeyeceğim diye. Çok çıldırır da beni de çıldırtırsa kimselere zarar gelmeden birine teslim edebileyim diye.

Ağlıyordum. Çaresizlikten ağlıyordum. Düella da dayanamayıp benle ağlıyordu. O akşam üstü çamların altında ağlaştık yarım saat. Eski hayatımdan neleri özlediğimi soruyordu. Makale okumak, TV seyretmek, sohbet etmek falan gibi salak şeyler söylüyordum ama bunları söylemek durumu basitleştiriyordu. Ben aslında Jelibon’u düşünmemeyi istiyordum. Adamın varlığı beni anksiyeteden gebertiyordu. O kafedeki ağlama dakikalarında bile aslında evde olmam gerektiğini düşünüyor, iyice huzursuzlanıyordum. Gözüm hep telefonumdaydı.

Düella bir yandan ağlıyor bir yandan bana kızıyordu.
"Aaah, ah, neden çocuk yaptın? Sen kim, çocuk kim? Üstesinden gelebileceğini sandın. Duygusuzluğuna güvendin ama bak sorumluluk bilincine yenildin", diyordu.

Çarşamba, Aralık 08, 2010

11 Eylül

Yeni bakıcımız Hayriye Hanım tatlı bir rüzgar gibi içimi serinleterek hayatımıza girdi. Daha geldiği gün, içimden göçen kuşlar yuvaya döndüler. Üstelik bütün bunlar bir gün içinde oluverdi. Bir gün içinde Jelibon da büyüdü. Gece boyunca az uyanır oldu. Gaz sancıları azaldı. Gülümsemeye başladı. Sakinleşti. Her fırsatta maaşallah demem öğütlendiğinden otomatiğe bağladım, demek zorundayım: Maaşallah.

Acılarım azaldı ya, zaten ta başından beri ‘tatilde’ olduğumu iddia eden Şövalye bütün gün bir şey yapmadığımı, çocuğuma bakmadığımı ve kötü bir anne olduğumu tepeme kakmaya başladı. Akşam yediği yemeği ben yapmadıysam söylendi. Oysa ben ona zaten hiç yemek yapmazdım. İşyerimden biri arayıp işle ilgili bir şey sorduğunda telefonda geçirdiğim on dakikaya söylendi. Oysa ben zaten işimden kopamayan bir insandım. Gün içinde alışverişe çıktıysam söylendi. Oysa artık dışarda pek yemek yemediğimizden alışverişlerin hepsi hızla eksilen gıda ve temizlik malzemelerini yerine koymak içindi. Spor yaptıysam söylendi. Zira bahsi geçen bu vakitlerde çocuğumla değil, kendimle ilgilenmiş oluyordum. Bu da kötü annelikle eşdeğerdi.

Hiç tartışmıyorum. Evet, ben kötü bir anneyim, diyorum. Çocuğuma da bakmıyorum ve bakmıycam da. Bak, tekrar edeyim istersen. Bak-mıy-caaam.

Çocuğa bakmak ne demek Allah aşkına, birisi bana açıklasın. Gugıllarca bu soruya cevaplar aradım ve nihayetinde şu sonuca vardım: Bebeğin kanaması, ağır yanığı ya da uzun süre açıkta kalmış totosu yoksa iyi bir anneydim.

Evet, Hayriye Hanım bayağı bir yükümü hafifletti. İnkar yok. Ama Jelibon’a dair herşey gözümün önünde gerçekleşiyor ve bu esnada ben de ayaklarımı uzatıp seyretmiyorum. Bebek tayfasının başında on kişi dursa onunun da vaktini alır. Vakit süngeri gibiler. Mamasını içmesi yarım saat adamın. Günde 7 kezden 3.5 saat ediyor. Bir de bebeği beslerken güya bağ kurarmışsın. Bu işkence bitsin diye bekleşirken ancak ayağımı yere tıp tıp vurup dururken parkelerle ayağım bir bağ kuruyor. Gazını çıkarması, temizliği, oynaması, parka çıkarılması derken hooop akşam oluveriyor. O kadar yoruluyorum ki ayaklarım, sırtım, belim devamlı ağrıyor.

Adamı evin dibindeki parka çıkarmak bile dert. Kat kat giydir, pusetini çıkar, yanına emzik al, sıcak su al, mama al, ağız bezi al, emzik silme mendili al. Islak mendil al. Evde giydirince paltosunu, montunu adam bas bas bağırıyor. Sıcak basıyor sanırım. Anası kılıklı. Sevmiyor sıcağı, kat kat kumaşı. Kapı önünde bir gürültü kıyamet iki ayağım bir pabuca giriyor çabucacık dışarı çıkalım diye. O aceleyle illa evde bir şey unutuyorum. Ya telefonumu ya beresini.

Sabahları kapının önüne gazetemizi bırakıyor kapıcı. Katı bozulmadan kalıyor. Ertesi gün atıyoruz. Her Cuma The Economist’im geliyor. Her hafta en az 20 makalesini mutlaka okuduğum dergiye dokunmayalı aylar oldu. Sıra sıra dizdim. Vakit bulunca güya topluca okuyacağım. Jelibon evden ayrılacak yaşa gelince heralde artık.

Yazılı basın kadar görselinden de haberim yok. TV olayımız Hayriye Hanım’ın sabahları yarım yamalak dinlediği (izlediği değil bakın, dinlediği) Doktorum programından ibaret. Dünyadan bihaberim. Wikileaks falan olmuş. Şövalye bahsediyordu yemek yerken. "Wikileaks’i duydun mu?", diyor adam, entelektüel bildiği karısıyla olayın dünyadaki etkisini tartışmak umuduyla. Bense Vicky Leeks diye birinden bahsediyor sanıyorum. "Yok", diyorum. "O kim?" "Ohoo", diyor Şövalye. "Siyasetin 11 Eylül’ü oldu. Haberin yok".

Benim hayatımın 11 Eylül’ü olmuş be adam. Matem tarafını çıkarırsak teşbihin, 11 Eylül kadar yer yerinden oynadı hayatımda. Hala da oynuyor. Hayatımın ortasına Jelibon düştü. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.

Pazartesi, Aralık 06, 2010

İlk Altı Ay Sadece Zehir Zıkkım


İyi bir anne olucam fikri ve hedefiyle yaşamadım ben. Annemin babamın uyuz olduğum yanları vardı. Kendi çocuğuma böyle yapmıycam diye kendi kendime sözler vermişliğim vardır en çok. O kadar. Ama iyi anne olmak ne demekti, çabucacık anladım. 

Ne kadar acı çekiyorsanız ve çocukla ve onunla alakalı olmayan şeylerle ne kadar az ilgileniyorsanız o kadar iyi annesinizdir. Kendinizi bitirdikçe anneliğiniz dolar. Ergenlikten sonraki ikinci kimlik bunalımına hoş gelirsiniz. Bunalımınızı gönül rahatlığıyla yaşama şansınız da olmaz. Mecburen annelik kimliğine ve onun ifade ettiği şeye sarılıp, tercihiniz kişisel ya da cemaatsel ne fark eder, hiçbiri değilse dahi mahalle baskısı kontenjanından anneliği takınırsınız.

İyi annelik için gerekli şartlar hamileyken başlar. İdeal kiloyu alırsanız ilk aferini alırsınız. Sonra normal doğurmakla, emzirmekle ve işinizden aldığınız iznin süresinin uzunluğuyla anneliğinizin boy ölçüsü alınmaya devam edilir. En sonunda işinizi bırakırsanız ve yardımcı da tutmayıp bebeğinize bizzat kendiniz bakarsanız size taç da takarlar. Ben emzirmek kısmına kadar acaip iyi gittim. Orada mıçtım. Oradan beridir ve ancak onun sayesinde belki de annelik konusundaki genel geçer fikir ve tavırlara isyan bayrağı açtım.

Jelibon'u sadece kendi sütümle besleyebilmek için her şeyi denedim. Sekiz saat nonstop emzirme maratonunu da, saat başı sanayi tipi aletlerle pompalamayı da. Marul yedim, malt içtim, tahin helvaları, rezeneler, kim ne dediyse yedim içtim. Uzmanlar işin aslı kalorili yiyeceklerde değil, bol su içmekte diyordu demesine aslında ama suçluluk duygusuyla günde altı litre suyun üstüne balları börekleri de zorla yedim. Hamileyken almadığım kiloları emzirirken aldım. Buna rağmen en iyi günümde günde 120 ml sütüm çıktı. Onu da 10 milim 10 milim biriktirerek elde ettim. Direk emzirmek bu kıtlıkta çözüm olamıyordu zira bebek ne kadar yedi içti bilinemiyordu. Ağlamasının açlıktan mı gazdan mı olduğunu kestiremiyordum. Bir keresinde sağdığım şişeye elim çarptı ve 100 mililitre süt yere döküldü. O süte bakıp yarım saat ağladım. Sanırsınız yerdeki çay bardağı dolusu süt değil de yanlışlıkla tuzla buz ettiğim Kaşıkçı elmasıydı. Jelibon içtiği anne sütünü kustuğunda da ağlıyordum. Anne sütü içtiği zaman adamı bir saat dik tutuyordum. Ona rağmen kustuğu oluyordu. O zaman mahfoluyordum.

Benim gibi obsesyona bağlayanların abartı önemle üzerine düşüp de beceremediği bir şey olduğunda eşin dostun ne dediği çok da mühim değildir. Ancak kendi kendimi sakinleştirmem ve akla davet etmem gerekir. Neyse, buhran bunalım, hırs mırs derken iki buçuk ay sonunda o davete uydum. Sütü kestim. Ne şiştim ne sızdırdım ne de acı çektim. Zaten nadide sütüm kendi kendine yok oldu.

Emzirmek, iyi annelik rozeti gibiydi ama. Bütün emzirme polisleri rozetin nerde diye soruyordu adama. Rozetiniz yoksa, uzun uzun açıklamanız gerekir yokluğunu. Sütüm yoktu da çocuğu beslemiyordu da falan da filan. Sokaktaki dede bile sorar bunu size. Mağazadaki tezgahtar da.

“Anne sütü içiyor, di mi?” diye dikiliverirler karşınıza.
“Hayır, mama içiyor” derken oradan koşar adım uzaklaşasınız gelir ama  ‘aa, neden’ler, ‘yazık’larla soruların ardı arkası kesilmez.

Evet, yazık. Benim çocuğum benim yüzümden daha düşük IQ’lu, daha kısa boylu ve daha hastalıklı bir çocuk olacak. Ama bundan sana ne? Elalemin çocuğunun beslenmesini bu kadar takıyorsanız Çocuk Esirgeme olsun UNICEF olsun çocuklara hayrı dokunan organizasyonlara gıda yardımında bulunsanıza, gibi cinnet cevaplar da verdiğim oldu. Anlayış yapmaya çalıştığım da.

Anlayışı da insanların denyoluğuna vererek yaptım. Sanırım ‘anne sütü içiyor, di mi?’ sorusu anneyle diyalog başlatmak adına bir açılış cümlesi olarak kullanılıyor. Hani pusetinde size doğru gelen sevimli bebeğe önce 'ay ne tatlı', sonra 'maaşallah' dersiniz. Yürüyüp gitmez de biraz daha bebekle takılırsanız üçüncü cümleniz bebeğin besinleri üzerine kuruluverir sanki. -Nasılsınız, iyi misiniz? -İyiyim, sağolun. Siz nasılsınız? -Ben de iyiyim, teşekkürler. Çocuklar nasıl? -Onlar da iyi, sağolun. Sizinkiler nasıl? -İyiler, ellerinizden öperler..gibi. Kalıp kalıp diyaloglara bir örnek olabilir işte anne sütü içme sorusu.  

Devletlerin sağlık politikaları ilk altı ay sadece anne sütü der belki ama okuduğum tıbbi araştırma makaleleri anne sütü ile mama arasındaki fark adına çıkara çıkara mama çocuğunda kulak enfeksiyonu, ishal ve diyabet olasılığının daha yüksekliğini çıkarmış. İshali saymıyorum. Zira mamanın suyunun ve biberonun steril olmamama ihtimali yüzünden var ishal o listede. Bizim sterilizatörümüz de var, içme suyumuz da hem temiz hem de kaynatılarak kullanılıyor. Diyabet zaten bütün sülalemde var. Sütte de mamada da o ihtimalin değişeceğini sanmıyorum. Mamadan neyi kast ettikleri de mühim. Pirinç unu ya da nişasta dayamıyoruz ki elemana ağır karbonhidrattan diyabete evrilsin. Her bir vitamin minerali ölçülüp biçilmiş, içinde uzun zincirli yağ asitleri bile olan şeylerden içiyor adam. Zaten Jelibon genlerini yaşarsa 45 sene sonra Tip 2 diyabet olabilir. Tıbbın da 45 yıl sonra diyabete çare bulacağını sanıyorum. Geriye kulak enfeksiyonu kalıyor. Birkaç günde geçecek ufak çaplı bir sağlık sorunu ihtimali midir herkesi emzirme konusunda bu kadar faşizan yapan? Alkollü araba kullanmak olsun, sigara içmek olsun, bunlar mamadan daha riskli hareketler değil mi? Bunları sorsanız ya milleti yoldan çevirip?

Az biraz konuyu bilenler açıklamama rağmen anne sütünün emzirdikçe geldiğini, emzirmeye devam etmemi de tembihliyor. Bu bilgi emzirmeye başlangıç bilgisi. O kadarını çocuklar bile biliyor ama tamam, diyorum. Sağolun. Daha da ileri gidip 'Herkesin sütü gelir. Gelmese insanlar mağarada yaşarlarken ne oluyordu?’ şeklindeki güdük ispatlarıyla benim yeterince çabalamadığımı ima edenler de oldu.

Ben söyleyeyim ne olduğunu. Eski çağlarda yirmi tane doğurup onunu onbeşini kaybediyorlardı heralde. İnsanoğlu hayvanları evcilleştirdiğinde onların sütleri sayesinde bebek ölümlerini azalttı. Hem süt anne kavramı da haybeden ortaya çıkmadı heralde. Anne memesini taklit eden plastik emziklerle biberonun icadı ve hijyenin artmasıyla süt annelik de önemini yitirdi. Böylece bebek ölümleri de ciddi oranlarda azaldı. Modern zamanlarda 33 yaşında zar zor doğurduğum bir tanecik çocuğu da yetersiz beslenmeye kurban etmemi beklemiyorsunuz heralde.