Cuma, Şubat 26, 2010

Couvade Sendromu

Elyanlar'la yediğimiz yemekte yeni evimize ne zaman taşınacağımızı, ne gibi eşyalara ihtiyacımız olduğunu ve bunları nerelerden temin edeceğimizi konuşuyorduk. Şövalye de ben de bu ultra modern showroom kılıklı ev modasından hoşlanmıyorduk. Böyle yatıp yuvarlanacağımız, pofidik ve mümkünse kire kör, dayanıklı mobilyalar arıyorduk ama acelemiz de yoktu. Yeni eşyalarımızın arasına da antika olmasa da eski birkaç parka eşya serpiştirmek isteriz dedik, mesela. Levo da, Horhor’a gidin, dedi. Elyan da Horhor’un aksesuar için iyi olacağını, baz mobilyalar için uygun olmadığını belirtti – ki kendisine aynen katıldım ben de.

Ertesi gün Şövalye tutturdu, Horhor’a gidelim diye. Yahu daha mobilyalar yokken aksesuar alamayız, anlamsız olur, dedim. İtiraz edince beni sanat düşmanı ve sıkıcı bir insan olmakla suçlamalarına başladı. Klasik. Ağrım, sızım ve iğrentilerime rağmen -2 derece havada Nişantaşı’nda dolanmaya ikna olabildi bari. Evden çıkmazsa olmaz zira o saatten sonra. Bir yere gitmeniz şart. Ama bu yerin neresi olabileceğine dair pazarlık yapabilirsiniz.

Saray Muhallebicisi'nde çorba içmek, tatlı yemek Nişantaşı’nda her dolanmaya gittiğimizde yaptığımız bir rituel olageldiğinden gezintimizin sonunda oraya da girdik. Bu kazıntı ve iğrenti karışık mideyle yemek için ne sipariş vereceğimi bilemedim. Ne varsa söyledim. Tavuk suyu çorba, kıymalı börek, tavuklu pilav, salata, ayran, meyveli tart. Şövalye de döner istedi.

Gelen her şeyden birer kaşık alıp bıraktım. Biri tiksindirdi, öbürü acındırdı, diğeri ekşitti. Tabakta bırakılmaz felsefesini sebzeler için nedense uygulayamayan Şövalye salata dışında bütün siparişleri afiyetle yedi. Çıktık biraz daha yürüdük. Yarım saate kalmadı ben yine acıktım. Haliyle bir şey de yememiştim. Bu sefer Şövalye ‘öküz gibi yiyorsun, bu gidişle çocuk doğana kadar 30 kilo alacaksın’, demesin mi?

“Alırsam ne olacak?”, dedim. “Boşayacak mısın, aldatacak mısın?”
Hoşlanmazmış şişko karısı olmasından. Vay vay vay. Sen misin bunu diyen. Bir güzel kavga ettik arabada.

Şövalye’nin ben hamileyken devirdiği çamların haddini hesabını unutmayayım diye buraya yazıyorum. Yazmaya da devam edeceğim.

Neredeyse 13 haftalık hamileyim. Henüz 1 kilo aldım. O da kabızlıktan oldu bence. Şövalye ise şimdiden 4 kilo aldı. Nedense bana diye aldığı çikolataları kendisi yiyor, benden daha erken uykusu geliyor v
e sıklıkla midesi rahatsızlanıyor. Erkeklerin de karılarıyla beraber hamilelik semptomlarını yaşadığı Couvade sendromundan geçirdiğini düşünüyor. Ettiğini bulsun diye ben de hiç aldırmayıp acilen 3 kilo vermezse her fırsatta ondan boşanacağımı dile getiriyorum.

Fakat her nasılsa Couvade’ına rağmen evde ha bire kokulu sucuklar pişirip, geçenlerde hamile karısını da yalnız bırakıp çıplak popo görmeye Rio’ya karnavala gidebiliyordu.

Pazartesi, Şubat 22, 2010

Seeking

Aramak. İlgi duymak. Ortaya çıkarmak. Merak etmek. Araştırmak. Doğrusu tam da bu kelimeler değil. Yine kifayetsiz bir Türkçe kelimeye çarptım. İngilizcesi ‘seeking’. Duramıyorum. Durduramıyorum kendimi.

Bazen yemek yemek, uyumak gibi en temel ihtiyaçlarımı bile elektronik bilgi araştırmaya feda ediyorum. O kadar büyük bir iştahla merak ediyorum ki bazen toplantılarda masa altından blackberry’mde google search yapıyorum. Tuvalette CNN’in, Bloomberg’in haberlerine giriyorum. Aslında hiç önemsemediğim şeyleri de googlelayabiliyorum. Mesela trafik sıkıştığında radyoda birkaç dakika önce çalan şarkının hangi yılda piyasaya çıktığını araştırabiliyorum. Şövalye blackberry’mi elimden bırakmazsam benden ayrılmakla beni tehdit edebiliyor. Küsüyor, kızıyor, ben dur durak bilmiyorum.

Tabii yine aynı kaşıntılı ‘seeking’ ihtiyacından bunun nedenini de araştırdım. Çok bilimadamı çok şeyler yazmış çizmiş. Panksepp isimli bir nörolog, 'seek' etmenin bütün sistemlerin anası olduğunu söylemiş. Bizi her gün yatağımızdan kaldıran, fareleri deliklerinden, ayıları mağaralarından dışarı çıkartan şey işte bu. Bütün memelilerin motivasyon motoru olan şey. Hatta zoolog Grandin deneylerinde geniş, kontrollü kafeslere konmuş hayvanların kendi yemeklerini kendilerinin aramayı tercih ettiklerini, yemeklerinin önlerine hazır konulmasından hoşlanmadıklarını görmüş.

İnsanlardaki araştırma ihtirası sadece fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak için değil elbet. İnsanlar soyut ödüllere de somutlar kadar meraklı. Fikir fırtınaları, entellektüel temaslar, ruhani anlamlar peşindeyken de beyninde yanıp sönen bir sürü devre insanı doyurabiliyor. Bu devrelerin can damarı dopamin. Dopamin heves katan ve hedefe kilitleyen bir nörotransmiter. İnsanların sevdiği bir hal bu. O kadar iyi geliyor ki dopamin insana, bu sistemi hep dorukta tutan aktivitelerin, maddelerin peşine düşebiliyoruz. Mesela kokain bunlardan biri.

Bazen bilgisayarda gördüğüm son filmin bir detayını googlelarken search search’ü açıyor ve bir bakıyorum bir saattir search yapmışım. İşte bunu sağlayan dopaminmiş. İç saatimi dopamin yönetiyor. Dış saati susturarak. Devamlı googlelamak insanı kısa kısa hap bilgilere yöneltip uzun metinleri okuyamaz hale sokup dikkat bozukluğunu tetikleye de biliyor. O yüzden devamlı değişen bilgi setleri önümüze akmalı, devamlı yeni searchler peşinde koşmalıyız gibi geliyor.

Beynimizde 'istek' ve 'haz' yerleri farklıymış. Haz duyduğumuzda dopamin değil, opioi
d sistemimiz uyarılıyormuş. Doğal afyon sistemi yani. Haz sisteminde salgılanan afyon insanı mutlu bir salak yaparken istek sistemi elemanı dopamin insanı acaip hareketli ve dikkatli yapabiliyormuş. Normal bünyelerde ‘istek’ dopamini devreye soktuğundan hedefe kilitlenip istediğimiz şeyin peşine düşüyoruz. ‘İstek’ objesi elde edildikten sonra opioid devreye girip hazzı tetiklerken, haz da tatminkar bir durgunluğu getiriyor; böylece en azından bir süreliğine ‘istek’ eylemi bitiyormuş.

Fakat beyinlerimiz haz duyup oturmaktan ziyade stimüle olmaya daha müsaitmiş. Hazdan ziyade ihtiras peşinde koşarmışız. Bu da evrimsel anlamda mantıklı bir açıklama. Afyon yutmuş hazzına doymuş yaratıklar motiasyon yitirip kısa ömürler sürebilmekteler. Yani aslında doğa bizi aramaya, keşfetmeye, merak edip ‘seek’ etmeye kodlamış, tatminsiz yaratıklara dönüştürmüş ya da genlerimiz öyle olageldiği için hayatta kalmışız.

Dopamin sistemi bozulmuş deney fareleri yine yürüyor, yiyor, içiyor ama burunlarının dibine konmuş yemeğe dokunmayıp açlıktan ölüyorlarmış. Dopamini artırılan fareler ise ucunda yemeğin bulunduğu labirentleri normal farelerden çok daha çabuk çözebiliyorlarmış. Ama yemeği bulduktan sonra aldıkları haz, normal farelerinkinden çok daha azmış. Dopamin sisteminde tatmin denen şey yok yani. Bazen bu durum bizi mantıksız ya da aşırı isteklere de yöneltebiliyormuş işte. Böylece bilginin önemsiz olduğunu ve aslında durmamız gerektiğini bildiğimiz halde kendimizi bir google searchten diğerine amaçsızca bırakıyormuşuz.

Aslında facebook, twitter, email olsun bütün elektronik haberleşme araçları aynı arayış motivasyonunu tetkleyen şeyler. Dur durak bilmeyip çabuk sıkıldığımız için bu aletler bize aramak ya da istemek sistemimizi coşturan fırsatlar sunmakta. Dopamin sistemi umulmadık bir şeyi bulmak beklentisiyle aktive olurmuş. Eğer bu beklenti bir email, bir sms ya da bir facebook update’i ile olursa iyice kendimizi kaptırabiliyoruz. O yüzden blackberry’nin lakabı ‘crackberry’ zaten.

Bu yeni aletler beni bu dünya düzeninde artık bir araştırma makinesi haline getirmiş durumda. Zoolog Grandin, lazer kaleminin ışığını odanın içinde döndürmekle bir ev kedisini neredeyse kafasını gözünü patlatıncaya kadar koşturabildiği halde vahşi kedilerin bu gereksiz hareketlere girişmediğini keşfetmiş. Doğadaki kedi fareyi yakalamak ister, sonsuz çemberlerde kovalamaca oynamak istemezmiş.

Dünkü kahvaltıda elime blackberry’imi aldım, bir şeyler karıştırıyordum ki, nöroloji kongresinden taze çıkmış Düella, çok google search yapmanın beyindeki dopamin sistemini bozduğunu ve bunun için dopamin düzenleyici haplar verildiğini söyledi. Ama bu hapları alanların bir kısmında yan etkiler anlamında cinselliğe aşırı düşkünlük ya da eşcinsellik görülebiliyormuş. Tabii ki konunun uzmanı bu geyikleri duysa bin tane laf eder bize ama masadakilerle konuyu bayağı sulandırdık. Şimdi de dopamin azaltımının neden eşcinsellik yaratabildiğini merak ediyorum. Googlelamamak için zor duruyorum.


Perşembe, Şubat 11, 2010

Kırık Dökük

Kapımızın zili ne apartman girişinden ne de daire kapımızın yanındaki düğmeden çalışıyordu. Her yemek siparişi teslimat zamanı zilsizlik işkenceye dönüşüyordu. Su siparişi verdiğimiz adam bile artık telefonda, ‘Abla, tam 15 dakika sonra gelicem, otomata basın, sonra apartmana birinin girmesini beklemek zorunda kalıyorum’ diyordu. Ben de telefondayken otomata bir basıyordum ama tabii adam gelene kadar giren çıkan oluyor, kapı yeniden kapanıyor, adamcağızın gelişini tutturmak zor oluyordu. Telefonu kapadıktan beş dakika içinde zaten suyu da siparişi de çoktan unutmuş oluyorduk.

Mutfakta tezgahın üstünde iki ayrı noktada ipinden çekince yanan ince uzun lambalar vardı. Ne işe yarar tam bilemem ama Şövalye onları hep yakar. Mutfağa romantik bir hava veriyor zahir böyle yarı loş. Ama iki kişinin dahi sığamadığı ortamdaki o loşluk bana daha çok mağara kısılı kalmış madenci hissi verip afakan efekti yaratıyor. Akşamları bu lambaları illa yakmak zorunda olan Şövalye bir gün birini yakmaya çalışırken, ipini çekti ve tüm alet, duyu, yuvası, telleri melleri aşağıya indi. Tıpkı 9,90’lık IKEA perdelerimizin bir çekilişlerinde kafamıza inemeden penceremizde verev duruşu gibi lamba ve zımbırtıları tam da aşağıya inmedi, öyle yarı indi, durdu. Bu dediğim yeni oldu sanmayın, aylar önce oldu. Şövalye’nin romantik mutfağı orada sona erdi. Kırık lamba ve materyalleri öyle yarıya çekilmiş bayrak misali yanık duyunun yönü bize dönük olarak aylarca asılı kaldı.

Geçende yine bir seyahatten yorgun argın eve dönmüştüm. Rahat edicem derken oturma odası koltuğumuzun ayak uzatma nesnesinin kırılmışlığını fark ettim. O nesne olmadan eni 30 cm olan koltukta oturmak adeta bir işkenceye dönüşüyor. Koltukta uzanılamıyor da. Vücudumun yarısı dışarda kalıyor. Bir haftadır kırıkmış meğersem. Hepi topu vidası çıkmış ama o vidayı sıkmak için koltuğu ters çevirmek gerek. Tabii ki Şövalye’nin kalemi değil öyle tersler yüzler. Ben de mecburen yatak odasında takılmaya başladım. Yatakta yiyor, içiyor, internette dolaşıyor, resmen orada yaşıyordum bir süredir. Uzun vakit geçirilen yerde arıza kaçınılmazdır. Dar alanda rahat etmek zor. Bir ara öfkeme yenilip raydolabın kapısını şırrraaak diye ittirdim. Dolabın yan vidaları hafiften ayrıldı. Çekmeceleri açıldığı anda yıkılıyor şimdi bu ayrıklıktan dolayı. En üst raf da boşa çıktı. Ayrılan kısım benim giysilerimin olduğu taraftı. Ben de raftaki kazaklarımı alıp Şövalye’nin tarafa dizdim. Onunkileri de küçük odaya attım. Mık mık ettiğinde tamir edilsin de yerime dönerim, dedim. Tamirci çağıracağına erken yaşta göçmeyi tercih ettiğinden ses etmedi. Onun eşyalar küçük odada birtakım kutularda duruyor şimdi.

Kombiye üç yıldır bakım da yaptırmadığımızdan geceleri aleti açık bırakıp uyumak beni huzursuz ediyor. Bakım için birkaç kez girişimde bulundum ama hepsini Şövalye bertaraf etti. Adamlar da demiyor ki şu saatte geliriz diye. Çarşamba geliriz, saat veremeyiz, diyordu. İşten izin alıp bütün gün tamirci bekleyemezdik. Bunu diyen yetkili firma. Öyle zozo kombiciler hemen koşturup geleceklerdi. Baktım olacak gibi değil, onlara iyi gelin bari, demiştim artık ama Şövalye istemedi. Yetkili servis olmazsa olmazmış. Ben zaten soğuğa dayanıklı bir tipim. Bana tomas diyip çaat kapatıyorum kombiyi gece yatarken. Sabah 5’e de saati kuruyorum. Şövalye kalkıp kombiyi ve mutfak minik penceremizi açıyor, sonra dönüp saat 7’ye kadar geri yatıyor. Yani bu işkenceyi her sabah çekiyor ama ne yetkisiz servis çağırıyor ne de yetkililerle anlaşma yoluna gidiyor. Ne zaman pes edecek diye bekleye bekleye neredeyse bahar geldi. Yakında kombiye ihtiyacımız da kalmaz.

Banyo musluğumuzun da minik filtresi yarılmış. Suyu açar açmaz sanki hortuma parmak sokup tazyik yapmışsınız gibi akıyor. Her taraf ıslanıyor. Elinizi koysanız acıyor. Sesi de sinir bozuyor öyle pıhhhgghh diye bir şey sabah sabah yüz yıkarken. Şövalye her gün ben yaparım, bunun için tamirci çağrılmaz dedi durdu. Bu da bir ay kadar sürdü.

Digiturk de gitmiş, sinyal seviyesi bir haftadır sıfırdaydı.

Kombinin borusundan bir senedir kirli sarı bir su akıyor. Altına kap koyuyoruz.

Salonun duvarındaki tuhaf kablolar üç yıldır asılı durmaktalar.

Banyonun duş musluğundan akan suyun ısı ayarı da senelerdir bozuk. Bir kaynar su akıyor bir buz gibi. Duşta doğal saunayı tecrübe ettikten sonra buza atlayan hasta Finliler gibi ani soğuk su şoku yaşamanız kaçınılmaz.


Şikayetlensem,
kadın-erkek farkı yokmuştuymuş hani niye ben yapmıyormuşmuşum tamirleri, diye karşı argümanına başlıyor. Ben sanki yemek yapan, sofralar donatan bir kadın mıymışım ki ondan tamir bekliyormuşum.

Hepi topu tamirciye telefon edilecek. Ne kadını, ne erkeği? Hangi cinsiyet rollerinden bahsediyorsun? Ben ne zaman telefona yeltensem, yok yok ben yaparım, ufak bişi zaten, diye atlayıp engelleyen kim? Ya yap ya çağır. Benden sadece cinnet kaldı geriye.
Bavulumu topluyorum. Çekip gidiyorum. (Kış depresyonunda kendi başına kalası olan) Düella beni evine alırsa alır, almazsa da otele yerleşicem. Tamirler bitene ve ev yaşanılası olana kadar da eve gelmiyorum.

Cinnet herşeyi çözdü. Ev normale döndü. Hem de hepsi bir günün içinde halloldu. Hepsi demeyeyim yine, büyük bir kısmı düzeldi. Hem su hem elektrik hem mobilya hem ısıtma hem televizyon, her tür arızayı çözecek çok yönlü tamirci bulamadık henüz. Susmama yetecek kadar hallettik tamirleri, buna da şükür.


Yasal Uyarı: Yazdıklarımda şaka payı vardır. Beni zaman zaman delirtse de Şövalye süper bir insandır. Ben de onu çok seviyorum.

Perşembe, Şubat 04, 2010

Nünük

İyi bir dizi seyircisi olmayı hep istemişimdir. Düella o kadar iştahla sarar ki bir diziye, özenirim bu sarmaya. Tıpkı gayet tokken yanınızda birinin iştahlı iştahlı bir şey yemesinin sizi de acıktırması gibi bir şey. Düella'ya yerli ya da yabancı dizi de pek fark etmez. Kapanır eve, günlerce uyumadan yerinden kalkmadan 80 bölümü arka arkaya seyreder rahatlar. Ben de ne zaman böyle dizi maratonuna kalkışsam daha ilk sezonda havlu atarım. Köste eskiden bana 'non-commitment TV seyircisi' teşhisini koymuştu zaten.

TV karşındaysam ve zaten başka kanallarda daha iyi bir şey yoksa, izlediğim bir iki yerli dizi var. Yerli dizileri zaten üç beş haftada bir izlesen de olur, konudan kopmazsın. Bu diziler reklamlarıyla beraber üç saate yakın da sürdüğünden genelde sonlarına doğru uyuyakalırım. Nasılsa ertesi hafta özetini yayınlarlar. Çok mu merak ettim? Diziport var internette. Genelde peşine düşmem ama çok istersem açıp izleyebileceğimi bilmek rahatlatır beni.

Dün de TV karşısında diziye takıldığım bir gündü. Artık eni konu bir işkolik olan Şövalye, şirketinin karına kar katacak şeyler öğrenmeye çalışırken ben de Yaprak Dökümü’nü izlemeye koyuldum. Kötü kadın Ferhunda sonunda hapse düştü. En azından aksiyonlu bir bölümdü. Yan sahnelerin birinde birtakım çocuklar isim-şehir oyunuyordu. Bir tanesi kalkıp babasına ‘n’ harfi ile başlayan hayvan ismi sordu. Babası bilemedi falan.

Bir kere artık çocuklar akşamları kümelenip isim-şehir oynamıyor. Senarist 80’lerde kalmış kalmasına da ‘n’ ile başlayan hayvan bulunmaması sorunsalına yeniden parmak basılmış olmasına güldüm.

-'N' ile başlayan hayvan var dedim, vaaar. Nünüüük.

TV karşısında sesli sesli dizi karakterleriyle konuşmayı da Şövalye’den kaptım. Körle yatan şaşı hesabı.

Hihohaa, diye gülerek kalktı yerinden bizimki. Bir kulağı da bendeymiş meğer. Nünük de neymiş, kıroluğum tutmuş gene, diye konuşmaya başladı.

Ne zaman bilmediği bir kelime söylesem Adanaca sanıyor. Halk dilini de, yöresel kelimeleri de ‘kıro’ buluyor bizim saraylı paşazade.

-Nünük bir hayvandır. Biz N harfinde hayvan kategorisine hep nünük’ü yazardık. Zamanla herkes nünük'ü öğrendiğinden ve başka hayvan da bulunamadığından herkese 5'er puan düşerdi.

Ben konuştukça güldü. Nünük’ü fonetik olarak komik buldu. Ondan.

-Nasıl bir hayvanmış peki bu?

Bir çeşit deniz salyangozu diye duymuştum ama, diyip gugılladım.
Evet, kayalarda yaşayan deniz salyangozuna maalesef sadece Çukurova yöresinde ‘nünük’ deniyormuş.