Çarşamba, Temmuz 30, 2008

Ara Verdim

Yaz rehaveti olsa keşke. İşte çok işim var. O yüzden bir-iki hafta yokum buralarda. Yokluğumda update vermem gerekenleri aşağıya listeledim. Aynen günde bin kez yazdığım emailler gibi. Mesleki deformasyonuma buyrun:

- Pintilik Kardeşliği Düella'yla beraber kocakafalık yaparak, yani ofiste yatıp kalkarak, yani akşam yemeklerini de ofiste yiyerek devam etti. Yemek hazırlayacağımıza çalışırız daha iyi hesabı. Haklısınız, ben de bizi anlamıyorum. Sonra Düella koko Çeşme tatiliyle, ben de tel tel olmuş sinirlerime iyi gelsin diye aldığım tuhaf ve de gereksiz gece elbisesiyle pintilik olayını bitirdik. Bizim sorunumuz istikrarsızlık. Kadın olmak böyle bir şey sanırım. Hadi Düella'yı konu dışında bırakalım. Kadın kısmısı arasında en inatçı istikrar abidesi benimdir heralde. Ben bile dağıldım. Öyle diyim.

- Tatilim var mı yok mu, hala belli değil. Amerika'dan gelecek kankalarla çıkılacak Eylül tatili Şövalye'yi bozacak gibi. Başbaşa çıksak bir önden gazı alınsa fena olmayacak ama böyle bir 'ön' tatil aralığı yok. Evli olmak tatillerde pek iyi bir nane değil. Yani şimdi o kırılmasın, bu üzülmesin, annelerin yazlıklarına da gidilsin gibi dertlerimiz var. Pardon, sadece benim var. İnsanların alınıyor olabileceğini sanıp bunu da dert edindiğim için.

- Kışa ev almak istiyoruz. Pardon yine galiba sadece ben istiyorum. Banucanlar Kemerburgaz'dan ev almışlar. Amerikan ortam. Yeni, güzel, yeşillikler, havuzlar falan. Şövalye'nin kankalardan da oraya gidenler var. O da orada oturmak istiyor. Aklım çelinmiyor değil ama kedi gibi olduğum için muhitimden çıkasım da yok. Çok paralara 40 yıllık ve her bir düzeneği bozuk apartmanlarda oturmak istiyorum diye Şövalye de bozuk. Evli olmak semt seçme zamanlarında da çok iyi bir nane değil. En son Düella da gelirse Kemerburgaz'a giderim, dedim. Düella da ona helikopter ulaşımı sağlamamız şartını koştu. Oradan işine gidemez başka türlü. Yani ben daha bile uzak yol gidebiliyorum ama o gidemez. Kasmaya gerek yok.

Tez zamanda geri gelicem.

Pazartesi, Temmuz 21, 2008

Pintilik Kardeşliği

Her bir araya geldiğimizde şu meşhur ev alma meselesi mutlaka açılır. En az yarım saat bundan bahsederiz, ama enn az yarım saat. Herkes ev almak ister ama ya semtine karar veremez ya büyüklüğüne. Ya fiyatların düşmesini bekler ya sene sonu primini. Bizim bir de Düella’yla yakın oturma zorunluluğumuz da var. Nedenini bilmiyorum. Öyle işte.

Dün akşam yine bu mesele açıldı. Bizim ne kadarlık bir ev almamızın uygun düşeceğini hesapladık hep beraber. Şu kadar para bankada var. Bu kadar para ailelerden yolunacak. O kadar da kredi alsak falan filan derken iyi bir şeyler çıkabiliyor ortaya. Rahatladık, inşallah, maşallah dedik.

Bizimki bitti, Düella’nınkini hesaplamaya geçtik. Kalem elimizde. Defterin yeni bir sayfasını açtık.

Hafiye: Şimdiii, bankada ne kadar paran var, Düella?
Düella: X lira
Hafiye: Yahu bir sene önce X-5000’di. Bir senede 5000 YTL’cik mi biriktirdin? Yuh
Düella: E, n’apiym, ya uff.

Düella’nın cebinde ya bir kara delik vardı ya da gerçekten bu işin içinde bir iş. Kara delik seyahatlerinde açılıyor, biliyorum. Senelerdir de diyorum. Önce inkar ediyor sonra da e-bunu-da-yapamayacaksam-niye-çalışıyorum’a bağlıyor.

İnkar ki ne biçim. Dedim yaz o zaman geçen yıl nerelere gittin, hadi bakiym. Senede iki kez Amerika bile zaten sadece uçak parasıyla 4000’e gelir. İki kez gitmiyormuş Amerika’ya. Euee, pasaportun nerde. İspatlayalım. Hem daha iki saat önce Nisan’da Vancouver’a gidelim beraber diyen kimdi? Sawyer da gidecekmiş hem toplanılırmış diye. Uflandı puflandı. Aylık harcamaları bir çıkardık ki seyahatine ayda kira kadar para gidiyor. Yine de o masraf kalemine neşter vurası yok. Onun yerine harcamalarının yüzde 1’ini bile oluşturmayan kuaför-bakım kalemini çiziyor.

Seyahat kadar kocaman bir diğer kalem ise dışarda yenen akşam yemekleri. Koko yeme, büfe ye, dedik. Evde ye, dedik. Zaten koko yemiyormuş ama işte koko da yese artık Yonc gibi yapacakmış. Benim bir suyum bir köftem var. Buyrun on iki buçuk lira diyip kaçacakmış. Yonc da ben de pintilikle zengin olmuşuz. O cömert gönlüyle evsiz barksız sokaklarda kalsa ona bakmazmışız da. Aman aman. Üzerine gittik ya hemen saldırdı.

Biraz zaman geçti, acıkmaya başladık. E, bu kadar lafın üstüne Namlı’dan sipariş verme
yelim. Evde makarna yiyelim, dedik. Pansiyonun kapağı açılmamış mutfak dolaplarında bir paket makarna bulduk. Buzdolabında da tarihi geçmiş olmasına rağmen nefasetini koruduğuna inandığımız bir makarna sosu. Ucuz akşam yemeğimizi yerken Şövalye’nin isim babalığını yaptığı Pintilik Kardeşliği oluşumunu başlattık. Bundan sonra haftaiçi her akşam birimizin evinde buluşup makarna yiyeceğiz. Motivasyonumuzun sürekliliği için her akşam farklı bir makarna sosu denenmesi şart. Bu oluşumdan Çıtır’ın henüz haberi yok ama onun da saflarımıza katılacağından eminiz.

Çarşamba, Temmuz 16, 2008

Laf Attılar

Sıradan bir iş günü sabahıydı. İşe giderken kat ettiğim uzun ve vahşi E-5’te zaten yükselmeye çok müsait kaygı düzeyimle her an bir trafik kazasına kurban gidebileceğimi düşündüm. Bu durumda acaba Şövalye kaç günde ya da ayda toparlanırdı. Bi kere dağılır mıydı ki. Herbert soktu ya bu fikri dün gece , ‘kıskançlık testine göre beni sevmiyordu ki’ şeklinde zuhur eden dramalarım oldu. Bunlardan zaman zaman Serdar Ortaç güfteleriyle sıyrıldım. Sağolsun Amanda oğlak arkadaşım toparlamış yollamış. Ben de CD yaptım. Dinliyorum. Hadi gelin üstüme, korkmuyorum. Ben Serdar’a bayılıyorum.

Fakat otoparkın kapısına geldiğimde üyelik kartımı okutmak için pencereyi indirirken kendimi müziğin sesini kapatırken buluyordum. Acaba aynı saatlerde otoparka giren iş arkadaşlarıma Serdar dinliyor olmamdan dolayı rezil olacağımdan mı endişeleniyordum? Otoparktan ofise yürürken hala bu konuyu düşünüyordum. Aşağılık kompleksim mi var yoksa Beyaz Türk özentiliğim mi diye çözmeye çabalarken bir şey oldu. O cadde hep kalabalıktır zaten ama birisi laf attı bana.

Offf anam, bee. Endama bak be. Ne yürünür buna be.

İçsel yolculuğum dış dünyamın gerçeğine çarptı sanırsam. Şok şokella oldum. En son bana laf atılalı on yıl olmuştur rahat. Bu süreçte cazibemi yitirdiğimden değil elbet. ‘Bu hatuna laf atarsam o da beni paralar, en iyisi mi uzak durayım’ ışığı yaydığımdandır. Küçükken ve ezikken olur bu tacizler en çok. Kaşara bulaşmazlar. Sanıyordum. Belki de kompleks miyim, özenti mi, yoksa kocam beni sevmiyor mu falan diye dramalanırken ışığım, auram ezilmiştir. Ne biliym. Aaa.

Dönüp baktım, hop n’oluyoz, diye. Üç tane oğlan. Ben diyeyim 17, siz diyin 20 yaşındalar. Ben dönünce bir susup önlerine döndüler de. Hangisi dedi, niye dedi. Üstüne gitsem zaten kaçacaklar. Muhit benim zaten. Binanın güvenlikçilerine bir ıslıkla işleri biter de hiç halim yok uğraşacak. Bakışlarımla dövdüm. Yürüdüm gittim. Kendilerince erkeklik yaptılar. Biri bağırdı, diğerlerine şov mu oldu, ne olduysa artık.

Amacı olmayan şeylerle geçiyor vakitler böyle.

Cuma, Temmuz 11, 2008

Tatilin Var Mı Derdin Var

Her yaz olduğu gibi bu yaz da bir tatil krizi yaşıyoruz. Düzenlilik seyretmeyen işlerim, son dakikada bir şey çıkma ihtimallerim yüzünden bir türlü kopup gidemiyorum. Gitsem geri de çağrılabilirim. Olmayacak şey değil. Yani aslında on ay boyunca sakin sakin ama iki ayı feci kritik yoğun da olabilen bir işim var ve o yoğunluk yaz aylarına da denk gelebilir.

İşte madem Amerika tayfası da geç geliyordu buralara, Eylül’de yaparız tatili dedik. Yaşlandık, yorulduk da. Öyle cup-tıs cup-tıs plaj tatili yerine dağlara çıkalım dedik. Karadeniz Yaylaları’na mesela. Ben sandım ki şu ağaçtan yayla evleri var ya, orada bir pansiyonda kalırız. Heidicilik oynarız. Çamlıhemşin’de mesela.

Bir hafta geçti geçmedi Düella muhabbettin bir yerinde Kaçkarlar’da çadır kuracağımızı söyledi. Bütün tüylerim ayağa kalktı. Tuvalet, soğuk da olsa su, kanepeden bozma da olsa bir yatak ve bir sandviç falan da olsa yemek gibi minimum konforlarım vardır. Onlar olmadı mı ben de olmam. Tatile gitmem ayol. Benim için dinlenmek börtü böcekle, çalı çırpıyla kavuşarak bir yaşam mücadelesine girmek olmadı hiç. İzci de değildim, dağcı da değildim. Düella öyle miydi sanki? Hayır. Ona macera olsun yeter. Konforu da mühim değil, çiziği, yarası, hijyeni de. O çadırı kuracak bilgi birikimimiz olmadığı gibi enerjimiz de olmaz. Biz yine de ortamına girdik madem asılalım masılalım deriz, Düella onu da yapmaz. Seyahatinde de yaptığı üzere özel şoförle falan iner dağdan. Buraya da bütün bunları inkar yorumları bırakmazsa ben neyim. Siz de onu bütün bilmeyenler gibi inanırsınız. Tabii Kaçkarlar’da çadır işine en çok outdoor insan Şövalye sevindi. Kocaları evde bırakmaktı niyetimiz ama adam bizle gelmezse valla da kurtlara kuşlara yem oluruz oralarda. En azından ateşi yakar, çadırı kurar diyorum.

Bu gidişle ya anamın ya kaynanamın yazlığında soluğu alacağız bence.

Aslında ben tatili sevmiyorum. Tatil için nereye gitsek sıkıntısını, organizasyonunu, bikini giymişken göbeğimi nasıl saklayarak oturabilirim diye kasılmayı, camız gibi yemek yiyip bin derece sıcakta havuz ya da plaj başında fenalıklar geçirerek durmayı sevmiyorum. Zaman geçsin diye devamlı bir şeyler okuyor oluyorum ama sonra da hem sıcaktan hem yediğim karpuzlardan hem okumaktan başıma ağrılar giriyor. Sonunda da bir an önce bu herkesin bayılıp bittiği günler geçsin de evime döneyim istiyorum. Tatillere de görev gibi çıkıyorum.

Şu dört aya yakın süren çocukluğumun yazlarından istiyorum. Günlerin evde veya sokakta oyun oynanarak, televizyonda naif çizgi filmlerin ve dizilerin izlenerek zamanın yavaş yavaş geçtiği, Eylül'ün hiç gelmeyecekmiş gibi geldiği o geniş zamanlardaki gibi bir tatil istiyorum. Başka herşey çok zorlama geliyor.

Salı, Temmuz 08, 2008

Huzursuz Bacak Sendromum

Yatak odamdaki televizyon bütün gece kısık sesiyle açık dururken uyuyabiliyordum. Bir müzik kanalı açık olmamalıydı çünkü çalan şarkıların melodisine veya ritmine sarabilme ihtimalim vardı. Hele de bildiğim bir şarkıysa. Bir şeye sardırınca uyuyamıyordum. En güzeli eski sit-com’ların art arda yayınlandığı kanallardı. Konuya da sardırmamalıydım. Amaç izlemek değil, bir ortam sesi yaratarak ninnimsi bir mırıltı yakalamaktı. O yüzden televizyonun sesi ne diyalogları anlayabileceğim kadar yüksek ne de kendi iç sesimi baskın kılacak kadar alçak olmalıydı. Televizyonun ses ayarının dördüncü çentiği bu kıvam için idealdi. İnce ayar kıvamı. Gün içinde beş mil tempolu koşmuş olmak, çok çalışmış olmak, gece uyumadan önce sıcak banyo yapıp bir bardak ılık süt içmiş olmak da fayda etmeyebiliyordu. Uyuyamıyordum. Huzursuzca ayaklarımı oynatıyor, oynattıkça ayıkıyor, bir süre sonra tekrar uykuya dalar gibi olduğumda yeniden ayaklarım oynuyor ve uyanıyordum. Uykum açıldıkça huzurum daha da kaçıyordu.

Bir gece işte saat siz diyin üç, ben diyeyim beş yine kıpırtıma uyandım. Tekrar dalamadım. Ayılmıştım iyice. Televizyondaki diziler bitmiş yerine haber-reklamlar (infomercial’lar) başlamıştı. Ayak uzatmalı koltuğa da dönüşebilen bir yatağın reklamı vardı ekranda. Teyzenin biri yatakta aynen de benim gibi, yani yan yattığı yerde bisiklet sürer gibi bacakları hareket ettiriyor, sonra da uf puf edip uyanıyordu. Bu yatak ‘restless leg syndrome’a (huzursuz bacak sendromu) iyi geliyordu. Teyze bu yataktan satın alıyor ve deliksiz uykulara kavuşuyordu. Anaaa, oldum. Hatta da evreka. Benim bacaklarım huzursuz ne demek yahu diyerekten biraz eğlendim de. Yani kendim öyleydim de bacaklar da işte fazla uzağa gidemediklerinden heralde huy kaptılar. Bir yandan da Amerikalıların her dıtın her bıtına bir isim takmalarıyla eğlendim sabahın köründe. Bu her-durum-için-bir-isim şeysini artık biliyordum ama içselleştiremediğimden olsa gerek hala garipsemeye devam ediyordum.

Sonrası benim gibi bir siberkondriyak (hastalık hastasının internette semptom taramalarıyla kendine teşhis koyması) için google aramalarıyla devam etti. Bu bacak neden huzursuz, huzursuzluğunu ne tetikler, ne dindirir, nasıl tedavi edilir falan diye öğrenegeldim. Bir sonraki aşamada Doktor Şükü’ye de sordum. O da bana birtakım numune haplar yolladı. Numune tabletlerin üzerinde de hatta 'huzursuz bacak sendromu tedavisi içindir' yazıyordu. Demek kendime teşhisini tesadüfen koyduğum ve de hem incir çekirdeği hem de acaip ender sandığım bu sendrom bir endüstriye dönüşmüştü bile. Bu hapları kullandığımda huzursuzluğum azalmıştı ama numuneler bitince zaten arada sırada yoklayan bu huzursuzluk için hergün ilaç almak istemediğimden devam da etmedim. (Vaktiyle Doktor Simit bu duruma ‘evlen geçer’ reçetesi yazmıştı. Altı aydır evliyim ama huzursuzluk hala zaman zaman bacaklarımı yokluyor) Numune hapların içeriğini okumadan da almadım elbet. Bana süper enteresan gelen bir sendromum varken hakkındaki herşeyi okumadan duramazdım. Haplar dopaminerjikti. Yani dopamin artırıcıydı. Yani dopaminim azdı.

Dopamin eksikliği tutku, empati ve haz eksikliğine; huzursuzluğa falan sebep oluyormuş. Bu ayak bacak oynatmaca da kokaini yani hazzı gelememiş bağımlının krizini andırıyordu.

Uzun lafın kısası, uyuzluğum fizyolojik olabilir mi, diye düşünüyorum bu aralar. Mayam bozuksa geçerli bir mazeretim olmuş olur. Herkes rahat eder.

Perşembe, Temmuz 03, 2008

Deprem Kehaneti

Bugünlerde ana haber bültenlerini çalkalayan bir haber var. Dan. Az sonra. Dan. Dan ve de daaan. Amerikalılar birkaç hafta içinde Bandirma’da 8.0 şiddetinde deprem bekliyormuş. Ekranda yıkıntılardan kurtarılan insan görüntüleri falan. Gerisini seyretmedim. Benim bildiğim depremi önceden bilen bir teknoloji yoktu. Caponlar bile en çok 4 saniye önce bilebilmeyi başarmıştı da hani o bile bayağı etkili oluyordu can kaybında. Yurdum insanının galeyanlı haberleri sevişine verdim bu fragmanı.

Aradan birkaç gün geçti. Bir iş arkadaşımın Bandırma’da yaşayan annesinin bu haberler yüzünden panik ataklar geçirdiğini öğrendim. Kadıncağız uyuyamaz olmuş. Kalkıp Istanbul’daki kızına sığınmış. Istanbul çok güvenli ya. Neyse işte, tanımadığım bu kadına üzülüp durumun bir analizini yapma ihtiyacı hissettim. Önce basında çıkan haberleri okudum, izledim. Birçok kaynakta bu haberin kaynağı için “Amerika’da yayın yapan bir site” veya “ABD’de bir site” olarak geçmişlerdi. Neyse ki bazı başka kanallarda kaynak olarak “CNN’e bağlı http://www.ireport.com/ adlı internet sitesi” gösterilmişti. Ben de gittim baktım bu site neyin nesiymiş diye.



Efendim, youtube’da nasıl kameramanlık oynayabiliyorsanız, ireport’ta da muhabirlik oynayabiliyorsunuz. Hala beta formatındaki sitenin tepesinde “Unedited. Unfiltered. News” şeklinde bir tagline açıklamaları var. Yani herkes istediği herşeyi raporlayabiliyor, haber yapabiliyor. CNN açmış siteyi ama haberlerin doğruluğuna, uygunluğuna dair hiçbir garanti vermiyor. Sadece kimi haberleri CNN bültenlerinde kullanabiliyor. Siteye şimdiye dek yaklaşık 125 bin haber yüklenmiş, CNN de aralarında beğendiği 682 tanesini geçen ay kendi bültenlerinde kullanmış. Bunların hepsi de sıcak gelişmelere, sevinçlere, trajedilere tesadüfen yoldan geçerken şahit olan ve videosuna çeken amatörlerden. Poposundan haber uyduranlardan değil. CNN için çok mantıklı bir hareket. Tüm dünyadan bedava muhabir desteği alıyor. Benzer bir siteyi Hürriyet de http://www.sendeyolla.com/ adıyla açmaya kalkışmış. “Türkiye’nin en geniş haber ailesine katıl” diyerekten de alt başlık atmış ama bu sitedeki haberler popodan atma olabilir diye herhangi bir uyarıya gerek duymamış. Zaten de siteye yurdum insanı çoluğunun çombalağının videosuyla şanlı tarihimize övgü dolu klipler koymuş. Muhabirlik yerine kapatılan youtube’a yedekleme yapıyor olabilirler artık kendi bilecekleri iş. Bunlara uyuz olmayalı bırakalı birkaç ay oluyor. Bunu da kesin dönüş sonrası adaptasyon sürecinin son safhasına girmiş olmaya bağlıyorum. Bu konuda da elbet bir gün açıklama yaparım.

Ireport’u biraz karıştırınca 5 Temmuz’da dünyanın sonunun geldiğini ve kıyametin kopacağını iddia eden bir habere de rastladım. Kimse yorumlarda önden kıyamet koparmamış. Fakat Bandırma’da deprem iddialayan ‘haber’ bir adet Türkiye haritasında Bandırma üslü genişleyerek büyüyen birkaç çemberden ibaret. Haberin sahibi de zaten bunun bir teori olduğunu söylüyor. Kendi çapında sismik haritalara bakaraktan bir şey iddialamış. Bunu da zaten saklamamış. Yine de haberin sahibi o kadar sıkıştırılmış ve o kadar komplocu terörist ilan edilmiş ki, tipik taşralı Amerikalı nezaketini de bozmadan ha bire bu konunun uzmanı olmadığını söylemekte ve insanları yanlış yönlendirdiyse özür dilemeklerde. Deprem iddiasının sahibi ‘muhabir’in kimliğini ve adresini ele geçirmiş bir Türk de bir karşı haber yayınlayarak birkaç hafta içinde adamın tuvaletinde tam da adam hacetini görürken bir volkan patlayacağını iddia etmiş. İsmi ve adresi açığa çıkan adamcağız ailesinin güvenliğinden endişe etmekte şu aralar.

Konuyu iş arkadaşıma annesine anlatsın diye özetlemek istedim ama bu kadar araştırma-karıştırma falan yapınca deli olduğumdan şüphelenmesini istemediğimden sustum. Hem yurdum medyası benden büyük, onla başa çıkamam. Kör bakla durumları ya da. Bakladan kastım medya, ifadelemediğim ama okuyucunun anlaması gereken alıcıdan kastım da teyze sembolündeki halktır da denebilir.