Cuma, Aralık 25, 2009

Gardırop Detoksu

Gardırop gibi daha layt mevzulara geri dönmek isterim. Mevzu layttı ama senenin en mühim olayları listesinde top 10’e girerdi bence.

Okura hatırlatmak için çıkan kısmın özeti şöyleydi:

Gardırobunun beyaz gömlek, siyah pantolon ve takım elbiselerden ibaretliğinden Hafiye’ye gına gelmişti. Modaya da nispeten uygun ve biraz daha hareketli kılıklar satın almak üzere birkaç mağazaya gitmiş, beni donatın, demiş ve fakat ya kıyafetlerin absürdlüğünden ya da satış temsilcilerinin beceriksizliğinden kendine bir türlü taze kılıklar dizememişti. Bu süreçte Şövalye onunla 'İkoncan mı olucakmış buuu?' diye de dalga geçmişti.

***

Ofise yakın olan İpekyol’a gidene kadar gardırobumu yenileyebileceğime dair umutlarım tükenmek üzereydi. Ofise-yakın-İpekyol dev bir mağazaydı. Kimseler olmazdı içinde. Cup-tıs-cup-tıs’ı sonuna kadar açıp beyninizi de ütülemezlerdi. İçerisi ne sıcak ne de soğuk olurdu. Alışveriş merkezinde değil, düz ayak, kendi başına bir dükkandı. Önünde de bir dolu otopark yeri olurdu. Konforu şahaneydi yani.

İçeri girdiğimde iki satış temsilcisi kız yan yana duruyordu. 'Kesin beceremezsiniz, biliyorum, ama işte sormuş olayım diye soruyorum' edasıyla
yaklaşıp ezber cümlemi söyledim. Beni donatın, dedim. Şu tarz bu tarz da demedim üstelik. Kalın yünlü kazak istemem, kaşındırıyor ve menopoz yapıyor, dedim. Öyle satenimsi elbiseler de istemem. Hem statik yapıyor hem de göbekli gösteriyor, dedim. Hepsi o. Başka da ağzımı açıp bir şey demedim.

Kızların biri gitti, öbürü geldi. Bir saatin içinde dayanıp döşenmiştim. Giydiklerime baktıkça gözlerim gözlerim doluyordu. Ne eksikse anlıyorlar; fuları, kemeri, kolyesi, her şeyi tamamlıyorlardı. Onlar tamamladıkça evdeki gardırobum gözümde canlanıyor, ‘nedense hiç giymiyorum’ diye düşündüğüm kıyıda köşede kalmış kılıklarımın aslında sadece bir kemere veya bir kolyeye ihtiyacı olduğunu da anlıyordum.

Kasada ufak bir servet ödedim ama pintiliğime rağmen yaptığımdan hiç pişman olmadım. Yepisyeni yirmi parça kıyafetim vardı ama birbirleriyle uyumu sayesinde rahatlıkla 60-70 değişik kılığa ulaşabiliyordum.

Eve döndüğümde gardırobumu açıp yenilere yer açmak adına eskileri bir bir çıkardım. Çıkarılanların en başında Amerikan takım elbiselerim vardı. Ne kadar marka da olsalar dökümsüz duran, tuhaf belli, geniş basenli ve biraz da kısa olan pantolonlara artık veda ettim. Gerisine de ‘bir sene’ kuralı koydum. Bir senedir giymediğim şalından çorabından kadar heeeer bir şeyi toplayıp yardımcımız kadına verilmek üzere kenara ayırdım.

Hala herşey ‘tamam’ değildi. Azıcık ağır kılıklarım tamamdı ama spor kıyafetlerim eksikti. Onları da artık ufaktan kaptığım doğru kılık tespiti tekniğiyle zaman içinde birkaç mağazadan topladım. Üzerine Amerika’ya gitmek zaten spor kıyafet alışverişindeki son noktayı da koymuştu. Gardırobumun fonksiyonel hafifliği adeta içimi de hafifletmişti. Bu durumdan o kadar memnundum ki herkese gardırop detoksunu öneriyordum.

DC kankası Ruş’un evinde misafir olduğum günlerde evinin dar geldiğini, dolaplarının yetmediğini ve daha büyük bir yere çıkmak istediğini söyleyip durdu. Amerikan evleri dolap ve giyinme odası cennetidir. Bu sızlanmayı anlayamıyordum. Bir akşam Ruş, dedim. Hadi başlıyoruz.Teker teker kıyafet öbeklerini çıkarıp yatağa dizdik. Teker teker açtık. Ruş teker teker giyindi.

Tek bacağında dev bir kaplan deseni olan kot pantolon mu dersiniz, kıçı başı ayrı oynayan, renk cümbüşü olan elbiseler mi dersiniz, neler yoktu ki.
Bir tane mini kot etek çıktı öbekten. David People marka. Hala yaşar mı bu marka, bilemedim. Ruş, Pelinat ve ben ne giymiştik o eteği 12-13 yıl evvel. Birkaç dakikalık kahve molamızda nostaljisini yaptık eteğin.

"Tamam, üstüne oluyor da Ruş, on yıldır giymemişsin. Hem böyle şeker mini şeyler erken 20’li yaşlara ait. Biz artık büyüdük. Yakışmaaaaz".

Zor çıkardı elden bizimki.

Bir dünya penye tişörtü vardı. Atmaya kıyamayıp ‘pijama’ ilan ediyordu. Sonunda pijama niyetine 15 tişört çıktı.

"Sen her gün giydiğini yıkayan titiz bir kadınsın. Bir insan evladının 15 pijaması olmamalı. Zaten sıra gelmez bunları giymeye. Aaaat", diyorum. Yapışıyor. Zorla atıyorum.

Sonra en az yirmi tane kot pantolon attık. Ruş, bunları giydikçe kilo aldım dedi dövündü. "Güzelim", dedim. "Kilo milo almadın. BMI 20'lerin şişkoyum hezeyanlarını bırak. Ben seni bildim bileli 52-55 kilo arası takılıyorsun. Eskiden böyle dar alırdık kotları ayol. Yatağa uzanıp, karnımızı iyice çeke çeke, ıkına sıkına fermuarını kapatırdık, hatırlamıyor musun? Ben de kilo falan almadım mesela ama 29 beden bir 501’im vardı eskiden. Ihlayıp tıslayarak içine girerdim. Sırf 29 bedene giriyorum hissiyle dolaşmak içindi bu. Sonra belim, kalçam falan morarırdı bunları giydiğimde. Zaten bu sıkılıkla bel üstünde de koca bir simit pörtler. Şekil şemal iyice kaçar. 30’a rahat sığsam da son birkaç yıldır germiyorum 31 beden alıyorum rahat rahat. Ohh püfür püfür".

Sonra giyinme odasını yeniden yerleştirdik. Tam göz önü yere birtakım sırt çantaları dizmiş. "Ruş, bu ne?", diye sordum.
"Şubat’ta Meksika’ya giderken kullanıcam bu sırt çantasını", dedi.
"Şubat’a daha çok var", diyip bir bavulun içine hapsettim çantayı.
"Az kullandığın şeyleri prime noktalara koymamalısın. Gardırop detoksu tamam ama yeni düzeni de mühim".

Sabaha kadar süren Ruş’un gardırop detoksu operasyonunda tam dokuz adet battal boy çöp poşeti torbası dolusu kıyafet attık. Atmadık aslında. Muhtaçlara verilmek üzere ayırdık. O kadar yorulmuştuk ki ayakkabılara sırayı getiremedik. Ruş, onları daha sonra elden geçireceğini iddia etti. Umarım yapmıştır.

Nedir sonuç? Ayakkabı dolabına detoks yaptın mı? Kaç ayakkabı çıkardın elden?

Cuma, Aralık 18, 2009

Mutluluğa Erişme Hakkı

Birleşik Devletler'in bağımsızlık bildirgelerinin içine bile konmuştur Amerikan Rüyası. Bildirgenin 2. maddesi der ki, “Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır. Yaradanları tarafından onlara bağışlanmış, belli bazı vazgeçilemez haklara sahiptirler; yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişme hakları da bunların arasındadır”. Ben senelerce hastası oldum bu maddenin. En çok da mutluluğa erişme hakkının. Böylesine derin bir mevzunun bu basitlikte anlatılışına ve herkesi, her derdi, her dönemi ve durumu kucaklayıcı duruşuna hala hastayım.

Genelde soğuk, katı ve okunması zor bu tarz metinlerde insanların haklarının kapsam ve durumlarını geniş geniş de olsa tanımlamak yerine ‘mutluluğa erişme hakkı’ demiş bırakmış adam. Yalınlığa bakar mısınız? Kıvraklığa? Bunun üstüne ne slogan geldi bu dünyaya, ne motto, ne de marka. Vaktiyle belki de bir gaz verilmek istendi savaştan bitap düşmüş, nüfusu kavruk ve dağınık kalmış topluma. Gazların en büyüğüdür ya mutluluk vaadi. Devlet politikası bile olabilir haliyle.

Mutluluğa erişim vaadinin çıkış sebebi her ne idiyse öyle kalsın ama konuyla ilgilenen Amerikan Rüyası romanlarını okumayı severim. Orta öğrenim boyunca bize dayatılmış olmalarından da olabilir. Belki de devletin toplumları gaza getirmelerine ya da uyutmalarına uyuz olan aydınların yazdıkları yüzünden olsa gerek bu romanlarda bu rüyalar illa ki kabusa dönüşür. Her an her şey ters gidebilir hisleriyle yaşayan benim gibi Kriz Hanımlar için büyük dersler çıkarılır.

Bu romanların en bilinenlerinden Fareler ve İnsanlar’da çocuk zekasına sahip iri bir adam olan Lennie ile akıllı bıdık sıska bücür arkadaşı George çiftliklerde çalışıp duran ırgat kankalardır. Hayatta birbirlerinden başka kimseleri yoktur. Yatıp kalkıp bir gün kendi çiftliklerinin sahibi olduklarını hayal ederler. Çiftlik sahipliği onların mutluluk noktasıdır ve bir gün bir çiftliğin sahibi olma umuduyla yaşarlar. Lennie sık sık George’a hayallerindeki çiftliklerini anlatmasını söyler. George da sık sık alır sazı eline, ağacını, toprağını, hayvanını masal gibi anlatır ‘mutlu’ yerini.

Gel zaman git zaman, iri ve geri olan Lennie, sırf oyun oynamayı ve yumuşak şeylere dokunmayı sevdiğinden çiftlik sahibinin gelininin saçlarını okşamak isterken kızın panik olmasına panik olup ayarsız kuvvetini kullanarak kızı istemeden öldürür. Çiftlik sahibi artık görüldüğü yerde Lennie’yi linç ettirecektir. Lennie’nin ayarsız kuvveti, iyi niyetine rağmen herkes için, George için de bir tehdittir artık. George, Lennie’yi herkesten önce bulur. Lennie'ye yeniden mutlu çiftlik masalını anlatırken, tam da hayal kurarken, George arkadaşını vurur. Başkasının ellerinde linç edileceğine onu kendisi öldürmeyi tercih eder. Arkadaşını vururken aslında hayallerini de vurmak zorunda kalır. Lennie ölürken George’un yanına gelen bir başka ırgat üzüntü ve kederden şoka girmiş olan George’a teselli niyetine, ‘”Bunu yapmak zorundaydın, George,” der. “Bunu yapmak zorundaydın”. Bu replikten de aslında yaşama tutunmak için hayallerimizi öldürmemiz gerekebildiği hatırlatılır.

Romanın ismi Robert Burns’un To A Mouse isimli şiirinden çıkmıştır. Şiirde, bir tarla faresinin kendine yuva yapmak için uğraşırken bir yandan da geleceğindeki mutlu günlerinin hayalini kurduğunu öğreniriz. Fare, o yuvayı en ince detayına kadar düşünmüş ve planlamışken bir gün tarla sahibinin sabanı ile yuvası dağılır. Farenin trajedisini de 'Farelerin ve insanların en ince planları çoğunlukla ters gider' mısralarında anlatır. Fare de planlarını öldürebilmiş olsaydı bu trajediyi aslında yaşamayacaktı.

İki şeyi çok istedim. Elde ettiğimde resmen başım göğe erecekti. Bunlar için uzun ve çok çalıştım, çok plan, çok strateji yaptım. Hak ettiğime de inandım; hem zor şeyler bile değillerdi. Birçoklarının farkında bile olmadan elde edebildikleri, bir çoğunun da hatta ‘aman be’ diyip aldırmadığı şeylerdi. İkisi de terso gitti. İlkini öldürdüm. Hala içim sızlar, hala ‘acaba’ der sorgularım. İkincisinin de bir ayağı çukurda. Bu yazı ondan. Hoş, hayaller öle öle yaşamın tadından yana bir şey de kalmıyor.

Cumartesi, Kasım 28, 2009

Çemberin İçi Dışı

Kesin döneli 3 yılı geçti. Bu süreçte iki kez ziyarete gittim Amerika’yı. İlkinde daha bir oralıydım sanki ama bu gittiğimde Türk’e daha yakındım. Kesinlikle. Ruş araba kullanırken sola dönecekti mesela. Left only şeridine vaktinde giremedi. Sok burnunu ayol şuraya, n’olcak, dedim. Hadi sokamadın. Boşver. Düz şeritten dönüver. N’olcak, dedim dedim, olan oldu. Polis sireniyle arkamızda belirdi. Ruş’a ceza yazılırken biraz vicdan yaptım. Hakkaten polis devletiymiş burası dedim. İçinde büyürken değil, dışarıdan gelince anlıyorsun.

Ne bileyim ayol. Benim iş yeri çıkışımdaki ışıklı kavşakta polis olur hep. Polisin gözünün içine baka baka sağ şerit sola döner. Sol şerit de sağa. Hepsi ortada kavuşur. Biraz hır gür, küfür olur. Nasıl olursa olur, sihirli bir andır o. Hiçbir araba birbirine girmeden çözülür yumak. Bir sonraki ışıkla dönüş yumağı yeniden sarılıncaya kadar.

Işığa genelde saygılılar Istanbul'da, Allah için. Bu sağa sola dönüşler sıkıntılı. Ben eskiden hep kurallı kurallı takılmaya çalışırdım ama burada trafik öyle bir şey ki, sel gibi. Birazdan sağa sönücem, sağ şeritte kalmalıyım diye kassanız bile akıntıya kapılıp sol şeritte bulursunuz kendinizi. Gel zaman git zaman, direnmenin lüzumsuzluğunu anlarsınız.

Amerikanize edilmiş Uzakdoğu yemekleri yedirip durdular bana Ruş ve Amanda. Tam özlediğim gibi. Pablo da geldi, biz nereye, o oraya. Yazık, çocuk aksıyordu. Geçen gün futbol oynarken tendonunu koparmış. Ayağı ‘pop’ etmiş. Bunu da maçın kenarına çekmişler ve maça devam etmişler. Pablo’yu alıp acile götürmek Ruş’a kalmış.

Amanda da, Ruş da Pablo’nun kenara çektirilip maça devam edilmesini çok Amerikalı, iş fokuslu ve insanlık dışı olarak algılarken Amerikalı çocuk bunu gayet normal buluyordu. Turnuva falan mı vardı, dedim. Yoo, dedi. Arkadaşlar kendi aralarında oynuyorlarmış ama ciddi oynuyorlarmış. Halı saha muhabbeti yani. O yüzden yarasıyla kendi başına kalması biraz acımasız durmakta hakkaten.

Dedim ben bir minik taş düşürdüm geçenlerde, bütün ofis benimle hastaneye geldi. Hatta acil kısmında doktor pantolonumu çıkartıp karnıma bastırırken de etrafımda birkaç kişi vardı. Ağrılar dindiğinde son uzman doktora muayeneye girerken ‘yalnız girmek istiyorum, izin verirseniz’ demek durumunda kaldım artık. Allahtan o gün giydiğim çorabım, çamaşırım falan contiydi de karizmam çizilmedi. Çok da bağırmadım. Olabildiğince leydi gibi çekmek durumunda kaldım acımı. Ertesi gün ofiste çaycısından genel müdürüne herkes taşımı merak edip soruyordu. Tezata bak sen.

Perşembe, Kasım 26, 2009

Türk Dilinin Vedası

Türkiye’de bayram, Amerika’da bayram. Süper denk geldi. Şükran Günü’nde gravy soslu hindimi, tatlı patatesimi, cevizli turtamı, kızılcık sosumu, çeşitli ekmek topçuklarını yiyeceğim diye nasıl sevindim, anlatamam. Önden iki kilo verdim de gittim. Bünyede yer açaraktan.

DC’de gay adamların evinde Şükran Günü bir başka güzel geçmekte. Sofranın düzeni, sunumu yıkılır bir kere. Hepsi birer mutfak perisidirler. Mutfakların hepsi son modeldir. Evlerin hepsi de stil sahibidir. Bayramlardaki mecbur aile kavuşmalarındaki dramalar yoktur burada. Yerine müzik, dans ve muhabbet vardır. Bir çoğu ailesinden fiziksel ya da duygusal olarak uzak olduğundan arkadaşlar aile olmuştur. Bizi de kattılar aralarına sağ olsunlar. Dag’ın evine misafir olduk.

Yemeğin bir yerinde fırından taze çıkmış ekmeği ağzına atan Amanda bana ekmek çok iyi yaa, dedi. Yanımda oturan Cerom gülmeye başladı. Ne olduğunu anlamadım. Gülmekten boğazına takılan yemeği çıkarmak için sırtına iki kez helal diye vurdum. Kendine gelince söyledi.

"Türkçe nasıl bir dil yahu? Bebek konuşması gibi", dedi.
Aek-mac-chok-eee-yaa diyerek Amanda’nın ‘ekmek çok iyi yaa’sını tekrar etti.
Bizi de gülme tuttu bu sefer.

Alex de atladı. "Evet, evet. Turkish sounds like baby talk", dedi.
"Huh-dee-by-by var bir de", dedi
Hadi, bay bay yani.
Buna koptuk.

Dan, "Hadi bay bay, ne demek?" diye sordu.
Good-bye demek, dedik.
"Peki goo-lay-goo-lay ne demek, o zaman?" dedi.
Güle güle. O da good-bye dedik.


Bir dilde kaç tane good-bye olabilir yahu, diye sordular.
Vay canına diyip saymaya başladık.
Hoşçakal, allahaısmarladık, güle güle, bay bay, ...

Alex, "Yeterin", dedi. "Sonsuza kadar hoşçakal diye bir kelime yok mu? Bir seferde bu vedalaşma işkencesi bitsin diye".
Bir sessizlik oldu.
Ruş, ‘elveda’ dedi.
Gülmekten artık geberdik.


Alex, "Bu çok dramatik oldu", dedi. "Bu, dramatik bir kelime midir?"
Sonsuza dek vedalaşmanın fonetiği de yoğun tabii.
Ruş özellikle hissiyatlı söylemedi ama kelime ağızdan öyle çıkıyor hakkaten. Dram yüklü.
Bu da İngilizce karşılığı olmayan bir kelime.
Dramaların topu birden bizim dilde. Somut, net, katı, gerçek pek bir şey yok Allah için.

O günden beri etrafımı dinler oldum. Amma çok ‘hadi baybay’ diyoruz, farkında mısınız?

Her duyduğumda da Alex’in oyuncaklı Amerikan aksanlı huh-dee-by-by’ı geliyor aklıma.

Gülüyorum.

Hadi bay bay.

Pazar, Kasım 22, 2009

Vancouver'ın Yağmuru, Yaşı

Herkesin güzelliğini öve öve bitiremediği Vancouver’dan ben bir şey anlamadım. Orada geçirdiğim beş full gün içinde yağmurun yağmadığı bir on dakika olamadı. Öyle çisil çisil şeyler de değil üstelik, bildiğin ıslatan yağmur üzerimizden eksik olmadı. Taksi şoförleri, çeşitli esnaf ve otel yetkilileri son üç haftadır yağmursuz gün geçirmediklerini söyleyince artık bir kısa öğleden sonra molasında yağmura yaşa rağmen kendimi meşhur Stanley Park’a attım. Beş sene evvel Vancouver’la aynı iklimli Seattle’a gittiğimde hava günlük güneşlikti. Bana her şey normal gelmişti. İnsanları biraz tuhaf bulmuştum ama. Sokaktan geçerken beni durdurup ‘hava ne muhteşem değil mi?’ diye illa ki söylemek ihtiyacındalardı. Güney insanı bütün olan bitene bu güne kadar anlam verememişti. Şimdi çaktı.

Turistik kartpostallarda Stanley Park’tan şehrin güzel görüntüleri yakalanmıştı fakat bana sudan çıkmış yamaca yerleşmiş şehir manzaraları yerine gri bulutlar ardında hayaletlerden ibaret şehrimsi figürlerle yetinmece kaldı. Üstelik makinem de ıslandı. Yahu, dedim. Senenin iki ayı pitoresk (picturesque’nun Türkçesi buymuş) diye burada on ay çile çekilmez. Allah sakinlerine bağışlasın diyip Vancouver’ı nemiyle baş başa bırakıp kendimi kankaların kollarına, Washington DC’ye attım. Bu atılış için de yedi saat uçak yolculuğu gerekti. Gelmişken dediğiniz yerle uğrayayım dediğiniz yer arasında direk uçuşu olmayan 4000 km’lik bir mesafe vardı ama sanki Amerika kıtasına ayak basınca bana her yer komşu kapısıydı. Vaktiyle kimi teyzeler bana ‘Chicago’da yeğenim var, Mehmet. Tanır mısın?’ diye sorduğunda boşuna dumurlanmışım. Ben de onlardanmışım.

Daha gelmeden Düella’ya benim havayla işim olmaz demiştim. Yani işte kış geldi diye, çok karanlık oldu diye Düella da dahil tüm etrafım depresif olur, yok sıcak memleketlere yerleşme hayali kurar. Ben bunları çok anlayan bir tip değildim. Şimdi düzeltme ihtiyacı içindeyim. Soğuğa, karanlığa dayanırım ama kuru olmak kaydıyla. Kadın çantası bile çok gelirken bir de şemsiye tutuşturamayacağım elime. Yük ayol.

Perşembe, Kasım 19, 2009

Uzun Mesafe Yolculuk

Kapıdan kapıya toplam 26 saat süren bir uçak yolculuğunun ardından yazmaktayım. Normalde 10 saat kadar daha kısa sürmesi gerekirken Heathrow'da aktarma yapmak ve British Airways ile uçmak gafletinde bulunduğumdan adrenalini ve sürüncemesi bol bir seyahat oldu.

Heathrow'a çok gelip gittim ve her seferinde lanet okudum ama ilk kez buradan aktarma yaptım ve her türlü işkence listesinde Heathrow aktarmasının açık ara lider olabileceğine kanaat getirdim. British'in kendi gecikmesi yüzünden kaçırdığım aktarmamın yeni rotasına uygun olarak değiştirilebilmesi ve bavulumun bulunabilmesi için bir terminalden diğerine yollandım. Terminaller arası otobüsle ulaşım 20 dakika sürüyor ve her terminalde illa ki yeni baştan güvenlikten geçiriliyordum. Her geçen dakikayla da makul bir rotayla seyahatimi tamamlama şansımı da kaybediyordum.

Bilet kesici olsun, rota belirleyici, bavul arayıcı olsun konusunun ehli kimseyle karşılaşmadım. Sanki dünyanın en kalabalık limanlarından birinde aktarmasını kaçıran ilk yolcu bendim. 45 dakika kuyrukta bekledikten sonra karşılaştığım müşteri temsilcisine 'Uçağım İstanbul'dan geç indi. Aktarmamı kaçırdım. Yeni rezervasyon yapabilir misiniz?' kadar basit bir soru sordum. Kafasını kaşıdı, çenesini sıvazladı. Beş dakika kadar çıkı çıkı klavyede bir şeyler yaptı. "Bu çok zor", dedi. "Ne yapacağımı bilemiyorum". Neler yapılması gerektiğini bilen ve tarifeleri de ezbere bilen biri olarak şu şu saatte bilmem nereye uçak var. Ona koyun, oradan da şuraya bağlayın, dedim. Sakin ol, dedi bana. Panik yapma. "Ta cehennemin dibindeki terminalden bir sonraki uçağın kalkmasına 40 dakika kaldı. Hadi be adam", dedim. "Hadiii". "Tamam", dedi. Bir şeyler print etti. Üzerine imzasını attı. Bununla gidebilirsin, dedi. Onunla gidemeyeceğimi biliyordum. Köylü kurnazlığı kafası bu. Boarding pass yerine hamili kart yakinimdir, gibi bir şey verdi bana. Ama adamın kırık İngilizcesiyle ve Aladağlar kadar serin duruşuyla başa çıkamadım. Dağarcığı yüz kelime olan adama rezervasyon tekniklerini anlatamazdım. Çaresiz torpilli kartımı denemek üzere d,ğer terminale gittim ve nitekim uçağa alınmadım. Otuz dakika sonra aynı terminale geri dönmüş ve 45 dakikalık kuyruğa tekrar girmiştim.

Bir terminalde güvenlikten resmen fanilamla ve yalın ayak geçtim. Güvenlik belasını bildiğimden zaten seyahat ederken üzerime metalli bir şey giymem. Pabucum da lastik olur. Geçtiğim kapı da ötmedi zaten. Tahmin ediyorum ki acelemden hiperventile olduğumdan kenara çekip mıncık mıncık üzerimi aradılar. "Ötmedi ki alarm", dedim. "Neden üzerim aranıyor?" Öyle işte kıvamı bir şey dedi kız. Kırık İngilizce'yi duyunca yine cevap vermekten vazgeçtim.

Uçağa almayanın da İngilizcesi yüz kelimeydi. Sıramı kıran adamınki de. Londra'da değil Polonyo'da, Endonezya'da, İspanya'daydım sanki. İngiltere'de İngiliz kalmamış. O, bu ve şu da oldu; çeşitli rende ve silindirlerden geçerek en nihayetinde Vancouver'a geldim. Burada da durum aynıydı. Muhtemelen sorunlu bir seyahatim olduğu için çok kişiyle muhatap olduğumdan batıda batılı kalmamışlığı ilk kez bu kadar gözüme çarptı. Sınırlar açılsın, göçler serbest kalsın dalgasının güya daha başındayız. Ben bu işin sonunu çok merak ediyorum. Varyete kaosunu da getiriyor. Bu potada politik ya da ekonomik olarak çoğunluk belki yukarda ama operasyon ve iş kültürü anlamında aşağıda bir yerde eriyor. Ya da göçler ucuz işçilik getirdi. Bu sayede seyahat etmek ucuzladı da ben de böylece zırp pırt dünyanın öbür ucuna gidebiliyorum.


Onu bunu bilmem. Adrenalinim dinmediğinden duruma saydırma kısmındayım ben hala.

Perşembe, Kasım 05, 2009

Türkiye'nin Tadı

O kadar liberal, toleranslı, aman eşitlikçi özgürlükçü ayağına yatarım ama dil ve onun kullanım biçimlerine, aracı olduğu mesajlarına dair içimdeki faşizme engel olamıyorum. Mesela uçağa bindiğimde Skylife dergisini karıştırmamla içimdeki faşist uyanıverir. Sol sütununda Türkçe, sağ sütununda İngilizcesi bulunan makalelerin, röportajların her iki dildeki versiyonlarını okumadan duramam. Okudukça öfke basar. Hakir görme basar. Metinlerde çoğu zaman çeviri hataları olur. Ona da kılım ama hadi olsun da en en uyuz olduğum şey çeviri hatasından ziyade oynanılan hedefe yakışılmadığıdır. ‘Uluslararası' tribine girmiş bir markaysan, ‘uluslararası’ okuyucunun da olacağını düşünüp ona göre konular seçer, ona göre adamlarla röportaj yapar, ona göre sorular sorarsın, di mi? İzleyicinin kim olduğunu bilmek esastır. Örneğin dünyaca tanınan biriyle röportaj yaptığında ona törkiş klişesi anket defteri zamanından kalma röportaj soruları sormasan iyi olur. Bu durumda çevirin gramer olarak doğru dursa da non-törkiş kişinin aklına giremeyebiliyorsun.

Skylife’ın sene başındaki sayısında Kevin Costner’a sorulan bilmemne filminde bilmemne rolünü oynamak nasıl bir duygu sorusuna adam paşa paşa işini yaptığı cevabını vermişti. Adam nerden bilsin bizde kimi oynarsan içten içe o olduğuna dair fikirler doğar. Oyunculuk şizofrenik bir yerdedir bu topraklarda. Sonra adama Atatürk'e dair sorular sorulmuş. O da ne desin, ancak geçen yıl geldiğinde Atatürk’ün kim olduğunu öğrendiğini ve bir ulusun tarihi liderine dair bir asrı devirmiş coşkulu gururuna hayret ettiğini söylemiş. En sonunda da Hidayet ve Mehmet Okur’u nasıl bulduğu sorulmuş. Kafadan onları tanıyor olmalı elbet. Onlar Amerika’nın ennn meşhur insanları zira. Röportaj kötü mötü de hani belki Türkçe’de sırıtmıyor o kadar. O kadar alıştık. Çevir bunu İngilizce’ye. Dilini değil ama, aklını da çevir. Bir İngilizsin. Bir Amerikalı. Batılı olma hadi. İngilizce bilen bir Afrikalı ol. Çinli ol. Öyle oku bakayım. Anladın mı bir şey?

Bugün Köln’e geldim. Uçaktaki dergide yine aynı terane. Istanbul’da aktarma yapmanın cazibesine dikkat çekilirken connect from Istanbul şeklinde yanlış edatlar kullanılmıştı. You connect IN Istanbul'dur halbuki. Aman canım, anlaşılıyor işte demeyin. Bize anlaşılır geliyor ama yabancıya değil. Connect from ibaresinde bir mesafe kat etme, Istanbul’dan ayrılma iması var. Bu durumda yönelmesi de, yani to’su da, olmalı. Oysa yazıda anlatılmak istenen A noktasından Istanbul’a gelinip aktarma yapılıp B noktasına gitmek. Connecting in Istanbul kısaca.

Bagajımı almak üzere banda yürüdüğümde dev Türkiye billboardları gözüme girdi. Beş dakika kadar anlamaya çalıştım ilanların mesajını. Bir fındık kasesinin üzerinden üstünde Taste Model of Turkey yazan bir kırmızı kuşak geçiyordu. Bir gıda fuarının bilmem kaçıncı koridoru Türkiye ürünlerine aitmiş. Taste model’i gelin görün vs diyor ilan. Sol altta Istanbul Ticaret Odası amblemi. Arkada bir başka ilan. Orada da bir buz küpündeki kirazın üstünde aynı kuşaktan vardı. Keşke resmini çekseydim. Gugıllar bulurum nasılsa dedim, bulamadım. Sonradan çaktım köfteyi. Best Model of Turkey gibi demek istiyordu. Best Model of the World yarışmasına istinaden heralde, taste model diyordu. Fonetik olarak da benziyor diye kullanmış olmalılar. O kuşak da dereceye girene takılan şeydi. İyi de, Best Model yarışmasını dünyada kim biliyor da uluslararası ortamda reklam konseptimize referans yaptık? Best Model of the World, Erkan Özerman isimli şahsın 22 yıldır düzenlediği ve hep Istanbul’da yapılan global ölçekte ufak çaplı bir yarışma. Ha pardon, ilk kez bu yıl Bulgaristan’a taşınmış. Hala küçük, hala bilinirliği sınırlı. Bir yabancının bu ilanlara bakıp bu kadar çağrışımı zincirlemesi hala imkansıza yakın.

Bir çıkıp dışardan bakamıyoruz kendimize. Bir uydu görüntümüzü alamıyoruz. Dünya para ve emeği değirmende su niyetine dövüyoruz bir de. Think globally, act locally prensibi bizde tersine, think locally, act globally olarak işliyor. Bu ilanların hazırlanmasında işveren derneklerden tutun, ajansına kadar zincirdeki hiç kimse lokal kaldıklarının farkına bile varamıyor. Bunu fark etmek için ne gerek? Yurtdışında yaşamış olmak mı? Yurtdışı yayınlarını, haberlerini, rakiplerini takip etmek mi? Senin bildiğini herkesin kafadan bilemeyebileceğinin farkına vardıran sorgulayıcı yaklaşım mı? Düşündüm düşündüm, 'kesinlikle şu' dediğim bir şeyi çıkaramadım. Ya yukarıdakilerin hepsi ya da bilmediğim başka bir şey. Belki de eğitim sisteminden girip adaletten çıkmak gerek gene.

Pazartesi, Ekim 26, 2009

Gardrop Yenileme

Mevsim değişirken fark ettim ki gardrobum acaip demodeydi. Demode diyerek kendime haksızlık etmeyeyim hadi, de sırf sabahları ne giysem diye dertlenmemek motivasyonuyla oluşturduğum gardrop milyon beyaz gömlek ve siyah pantolondan oluşuyordu. Gündeliklerim ise Amerika’dan aldığım kısa, polo yaka şeylerle 501 ya da o kesimde kotlardan ibaretti. Klasik ötesi bir gardrop. 50 yıl önceye de ait olabilir, 50 yıl sonraya da. Her iki dönemde de ne batırır ne çıkarır. Zaten serde pintilik var, bir yıldır da hamile kaldım kalıcam diyip kendime doğru dürüst bir şey de almamıştım.

Baktım vitrinlerde bol uzun tunikler ve salkım saçak hırkalar var. Bir rahat gözükmekteler. Göbek büyüse bile giyilirler. Hem de şu penguen görüntümden beni çıkarırlar düşüncesiyle ciddi bir gardrop yenileme sürecine girdim. Bu süreç mümkün olduğunca kısa, etkin ve etkili olmalıydı fakat. Alışverişten nefret ettiğim için öyle haftasonu alışveriş merkezlerinde dolaşarak kendime adım adım bir şey oluşturamazdım. Evimin dibindeki birçok mall’a bile üç beş kez ancak -o da sinemasına minemasına- gitmişimdir. Hangisinde ne mağazası var bilemezdim. İndirimleri de takip edemezdim. Mümkünse tek mağazadan birbiriyle uyumlu her şeyimi alıp çıkmalıydım.

Hal buyken geçen haftasonu Massimo Dutti ile işe başladım. İngiliz asılzade tripli olur muydum, olurdum. Fark etmezdi. Konuya hakim olduğunu sanan Şövalye de benle geldi. Bana güzel kombinasyonlar buldu Allah için. Tezgahta öyle duruyorlardı en azından. Soyunma kabininde hezeyanlar yaşandı fakat. Pantolonlar bir tuhaf durdu. Koca balon popolu, plili ama dasdaracık paçalı pantolonların üstüne uzun gömlek olamadı, kısa gömlekler de tipsizdi. Şövalye bana şişko dedi. Oysa basenim geniş benim. Puf popolu pantolon kaç kıza yakışır zaten? Sen kendi göbeğine bak, dedim. Biraz atıştık. Yargıcı’ya geçtik.

Yargıcı vitrinindeki mankenin üstündeki bir gömlek-hırka-pantolon kombinasyonu fena durmuyordu. Hepsini getirin dedim mağaza görevlilerine. Gömlek o kadar kısaydı ki göbeğim gözüküyordu. Hırka da dardı. Pantolon da kısaydı. Boyunuz uzun ondan, dediler. Ya başka bir şeyler getirin o zaman, dedim. Donatın beni. Bu sefer upuzun bir tunik geldi. Şu kemerle kalçadan bağlanan cinsten. Sanki hacı dede geceliğini giymiş gibi oldu. Onun altına dar pantolon gerek. Onun da 40 bedeni yoktu. 38’ine sığdım ama ıhhhh model bir sığma.

Ya sezon başı daha. Tane tane mi yapıyosunuz şu pantolonlardan? Nasıl 40’ı olmaz Ekim ayında? Tekrar donatın, dedim.

Öyle aval aval yüzüme baktılar. Fıtık ettiler adamı. Bu mağaza görevlisi tayfa zaten satın almak üzere kasaya götürdüğünüz ürünü elinizden alıp size güleryüz yapıp etiketi scanner’dan geçirme insanları. Donatma falan bilmiyorlar. E, ben de bilmiyorum. Bilsem zaten gardrobum siyah-beyaz olmazdı. Satışçı olacaklar bir de. Mal verin, alıcam diyen adamı boş yolluyor dallar.

Söylene söylene çıkıp eve döndük. Şövalye, çok mu İkoncanmış buuu? diye beni öpüp okşayarak güya rahatlatmaya çalıştı ama yine de hırsım geçmemişti.

Perşembe, Ekim 08, 2009

Anlaşmalı Boşanma

Sayısı üçü beşi geçmeyen evli arkadaşımdan birisi daha boşandı. Oturduk konuştuk tabi önden. Boşanma dilekçelerinin verilmesinden davaya kadar olan süreçte. Muhabbetin başında işte bir post-mortem analizi yapılıyor ilişkinin. Bakıyorsun bir kankan stabil mi diye. Ona göre muhabbetin yönü belirleniyor. Muhabbetin sonunda evliliğin felsefesine muhakkak giriyoruz. Gereksiz ilan ediliyor hep evlilik. Arkadaşım da mecburiyet gibi görmüşmüş evlenmeyi. Askerlik gibi. Okula gitmek gibi. Sorgulamamış zamanında. Şimdi sorguluyor.

Kankalarım eşleriyle kavgasız dövüşsüz ayrılıyor. Bir şeyler bitti mitti, sıkıldık, farklıydık falan feşmekan. 'Anlaşarak' boşanıyorlar yani. Boşanma kararına rağmen birisi ayrı ev tutup düzenini kuruncaya kadar beraber oturuyorlar. İşte tam da bunu benim aklım almıyor.

Şu hayatta üç günlük flörtümsüden bile kan çıkmadan, kafaya isabet ettiremediğimden duvarda bir şeyler patlatmadan ayrılamamış biri olarak bunu anlamaya ihtiyacım var. Belki de benim her zaman haklı olma ihtiyacımdan kaynaklanan bir durum bu. Sonunda canımın daha çok sıkılacağını, daha çok zarar göreceğimi bilsem dahi kendimi doğrulamadan ve yaptıklarımı doğrulatmadan oradan ayrılamıyorum. O noktada haliyle karşımdaki de beni anlamama ya da sarkastik bir hak verme tribine girdi mi tamamdır. Etrafta kesici ve delici alet olmasa iyi olur. Aslında o anda haklı olduğumu atmosfere sindirip uzayacağım. Hepsi o. Diğer türlü kontrolümü kaybetmem çok zordur.

Geçenlerde bir alacak verecek hikayesi çıktı. Eski hikayedir de biraz gelişmeler oldu durumda. Şövalye’ye anlatamıyorum böyle şeyleri. Paradan konuşamaz o. Öyle para yüzünden kalp kıramazlığından değil sadece, bildiğiniz muhasebe, finans terimlerini dahi iletişemezsiniz. Bünyesi almıyor. Şu kadarlık ev almamız için bankadan şu kadar vadeyle ayda şu kadar ödenen mortgage kredisinden çekmemiz gerek cümlesinde dahi beni paragöz ilan ediyor, konu hakkında konuşmayı reddediyor, sonra ben gereksiz uzun açıklamalara giriyorum, en nihayetinde ayarım kaçıyor.

Düella var Allahtan. Ağzım dolu dolu anlattım ona hikayeyi. Paragöz müyüm ben, diye ona da sordum. Evet
paragözsün, dedi. Ama haklısın, diye de ekledi. Kızdım mı? Yoo. Haklıydım ya.

Çarşamba, Eylül 30, 2009

Mutluluk Oyunu

Zürih’e gider gelirdim arada iş için. Bir numarası olmazdı. İki yıl kadar önce gittiğimde Basel’e de geçmem gerekiyordu. Yolu da uzattı bizi ağırlayan tayfa. Dağlar göller. Bir yere geldik ki cennet halt etmiş. Sessiz mi sessiz. Bir tek ineklerin çıngırakları duyuluyor. Heidi oldum. Bayırdan salındım. Ne güzeldi, yarabbim. Buralara da yazmıştım hatta o vakitler. Neyse, o gün bu gündür hep İsviçre'nin dağına bayırına gitmeyi istemiştim. Bayramı kısmet bildik. Gittik.

Memleketi o kadar sevdik ki ilk birkaç gün musmutluyduk. Her penceresinden çiçekler fışkıran bu sevimli yerlerde hayata karıştıkça ayarlar aldık tabii.

Her gittiğimiz yerin emlak piyasasını araştırmadan edemiyoruz biz. Hani uygunsa her yere yerleşebiliriz misali. İsviçre’de de bir şale alma ya da kiralama sevdasına düşüp emlak kataloglarına, emlakçı vitrinlerine bakındık. Memleket o kadar dudak uçuklatıcı pahalıydı ki içtiğimiz kahveyi düşünen ayransızlar olarak nasıl bir tahtırevan rüyası görüyorduk bilemiyordum. Şövalye’nin aa bak, uygun bir şale diye gösterdiği ilana heyecanla eğildim. Güzel bir bina vardı resimde ama meğersem sadece park yeri satılıkmış. Fransızca ilanları anlamıyor bizimkisi. Üff, dedik, oturduk. Memlekette 80-100 yıllık mortgage’lar varmış da ondan fiyatlar uzaya gitmiş.

Paso fondü yedik yemesine de dağın başında bir tencereye peynir eritip içine ekmek banma öğünü için adam başı 75 liradan aşağı çıkamamayı anlamadık. Neticede kuru ekmek peynirin fantezisine bu paralar çoktu. Bir yerden sonra ağır peynir kokusundan da bulantı gelmeye başladı zaten. Gerçek Heidi bu ağır yemeği yiyip hiç sekmeden bayır yukarı koşabilirdi ama ben yemekten sonra 200 metre bile yürüyemez hale geliyordum. Hatta fondü peynirlerinin kalori cetvelindeki gerçeğine ağır beyaz ekmekleri bandığımı da düşündüğümde bir fondü öğününün tüm günlük kalori ihtiyacıma bedel olduğunu hesapladım. Gözlerim ağlama öncesi titredi de günün geri kalanında aç kalmaya kalkıştım ama başaramadım.


Kaldığımız evin önü dev bir tarlaydı. Gece zifiri karanlıkta adeta Signs filmi gibi, uzaylılar tarlaya konup sonra da kapıları, çatıları tırmalıyorlardı. Yani aslında hava soğurken mobilyadan, beyaz eşyadan çıkan çıtırtılardı bunlar ama benim aklıma çok oyun oynattılar doğrusu.

Evden ayrılırken çöpleri çıkarmamız gerekiyordu. Bize tarif etmişlerdi. Bilmem nerede çöp bidonu varmış. Çarşamba günleri oraya atacakmıştık. Dedikleri yerde bir şey bulamadık. Çöp arka koltukta gittik saatlerce de atacak yer bulamadık. Sonra onları bir benzincide benzin alırken pompa yanındaki küçük ve de kapaklı çöp kutusuna tıkıştırdık ve hemen oradan uzaklaştık. Sınıra çok yakındık. Bir an önce kendimizi yollara vurmalıydık. Kameralar bizi çekmiş, kiralık arabamızın plakasını tespit etmiş ve en az 100 yuroluk yanlış yere yanlış çöp atma cezası yazmış olabilirdi. Ama sonra yolu karıştırarak kendimizi yine aynı benzincinin aynı sokağında bulmuştuk. Suçlular suç mahalline mutlaka geri dönermiş. Bir türlü çıkamadık o sokaktan.

Akşam olmuştu. Yoldaydık. Daha çok olmamıştı ama. Saat 8 olmuş, olmamış. O kadar taze bir akşam. Hem de hava muhteşem. Leman gölünü turluyoruz. Evian’dayız. Hani şu ünlü suyun yerinde. Bayağı bir şehir gibi gözüküyordu kendisi ama bir Allahın kulu yoktu sokaklarında. Şirketin genel merkezi en ortalık yerdeydi, havalı bir binaydı ama gene ıssızdı. Sonra bir Carrefour gördük. Girip su, bisküvi falan alalım dedik. Otoparkında rüzgardan uçuşan yapraklar girdaplar çiziyordu. İçeriden zayıf bir ışık sızıyordu ve gene kimseler yoktu. Restoran tabelalarının restoranları da karanlığa gömülüydü.

Nihayet ortamın en meraklısı Şövalye’ye afakan bastı. Eeeh, dedi. Yaşamam ben burada. 2025’te dünyayı saran virüs filmleri gibi. Bu ne be? Herkes öldü, bir biz kaldık sanki. Anladım ben. Burada çiçeği dikiyor, sonra iki mum ışığında evinde oturuyormuşsun.

Şövalye'nin zigzaglarını yorumsuz bırakamam ben de. Medeniyet böyle bir şey, dedim. Ne kadar az ortalıktaysan o kadar çok kendi başınasın. Kendini eğlemek için de mecburen artık okursun, yazarsın, ekersin, biçersin, keser, diker, gelişirsin.

Perşembe, Ağustos 27, 2009

Perdelerin Konumu

Geçen gün domestik mucize Yonc, kocasının hamaratlığını çekiştiriyordu Şövalye’yle bana. Meğer Enişte Bey de Şövalye gibi IKEA perdeleri almalara kalkışmış. Becerikli kocamın aldığı ölçüye göre delinen ve fakat deliklerine uymayan kornişleri yüzünden bir daha, bir daha delinen duvara asılmışlardı hani. Haddinden fazla delikli varlıklarıyla bile göze işkence olmuşluklarının yanı sıra kafamıza inmişlikleri yüzünden kaldırılıp atılabilmişti nihayet. Yonclar’ın da benzer sorunları olmuş IKEA perdeleriyle. Onlarınki kısa kalmış. Pencere pervazları görünür kalmış da camları zar zor kapanıyormuş artık, o da perdeler süper dikkatlice kapatılınca.

Bu ipinden çekmeli, itmeli perdeler bizim pencerelere göre değil diye bin kez dedim ama dinletemedim. Bildiğin haşır huşur çekilen kumaş perdelerdir olayımız. Perdeleriniz, pencerelerinizin hareketlerine uyumlu olmalıdır. Öyle çekince içeri doğru açılan klasik pencereleriniz varsa perdeler asılıyken de pencereleri açabilmek için bu kumaş perdelere ihtiyacınız vardır. Ancak pencereleriniz de yukarı itmeli ise ipinden çekince yukarı çıkan perdelerinizden, pencereleriniz yana sürülerek açılıyorsa sopasından sürülerek örtülen perdelerinizden olabilir. Diğer türlüsü altyapısı olmadan aksesuarı olan Türk işi her şeye benziyor. IKEA gibi standart ölçülerin hüküm sürdüğü coğrafyalardan çıkma mallar da bizimki gibi bin ayrı kapı-pencere ölçüsünün olduğu ortamlarda bütün sempatikliğine, fonksiyonu ve uygun fiyatına rağmen ol-mu-yor.

Şövalye önce çok destekledi Enişte'yi. Ne de olsa perde beğenileri benzeşmiş. Yonc konuşmaya devam edince de taraf değiştirip Yonc’un yanına geçti. Enişte Bey bu IKEA perdelerinin üstüne tül perdeler asıyormuş da. Altta kalın perdeler, üstte tüller oluyormuş yani. Bunu garipsiyor Yonc. Alta tül, üste kalınlar takılmalıymış. Şövalye’nin de bu konuda Yonc’un yanına geçmesi hiç sürpriz olmadı. Domestik bilgedir, çok anlar ev aksesuarlarından.

Dedim alta kalınlar asılır. Tüller direk güneşe maruz kalmasın, kalırlarsa erirler diye alta kalın perdeler asılır; bir nevi koruma niyetine. Hatta da adına güneşlik derler bizim güneşi bol Çukurovamızda. Bizim evde de öyle asılılar ve Şövalye her ama heerr gün bu durumdaki sözde hatayı başıma kakar.

2’ye 1 kaldığım için haklı gibi oldularsa da tül perdelerin üstte kalmalarına dair direnişim devam etmekte. Çoğunluğa değil çoğula bakın. Faydası olmayan aksesuarları da atın.

Perşembe, Ağustos 13, 2009

Başarının Sırrı

Tatilden beklentim bir ağaç gölgesinde kitap okumak ve internete bağlanabilen bir blackberry’yle gugılda dolaşmak diye belirtmiştim. Bunları yaparken sıkça bölmüştü Şövalye* beni hani uçalım, kaçalım diye. Biraz sakinleyip totosunun üstünde durabildiği üç beş anında da kendi kitabını, Malcolm Gladwell’den Outliers’ı okuyordu.

Şövalye seviyor böyle son moda pazarlama, business ya da az çalışarak zengin olma sırlarını açıklayan kitapları okumayı. Zengin olmak istiyorsanız şunları yapın diye liste liste giden hap kitaplardan biri vardı elinde geçen yıl. Üzerinden geçmiştik de beraber. 25 maddenin neredeyse hiçbirini uygulamıyordu. Dostlarına büyük borçlar verebiliyor, biraz para biriktirse işi bırakıp dünya seyahatine çıkmayı planlıyor, havalı takım elbiseler giymiyor, daha çok çalışacak diye daha çok para veren işe girmiyordu.

En son bombasını da iş seyahati için gittiği bir ülkede patlattı. Kendine tahsis edilen şoför -bütün Türk erkekleri sever sandığından olsa gerek- Şövalye’yi bir kumarhaneye götürmüş. Kocamın kumarla kağıtla işi olmaz. Acemi şansı olsa gerek, tutmuş 50 dolarına 2500 dolar kazanmış. Koy cebine parayı, karına getir, o da ev parasının biriktiği hesaba koysun, di mi ama? Yok. Paranın yarısını şoföre vermiş. Yeni evlenecekmiş de adamcağız. Hem onu kumarhaneye şoför götürmüşmüş. Kalanıyla da sokaktaki fakir ressamların tuhaf yağlıboyalarını alıp gelmiş. O yağlıboyaları evde her asmak istediği yer kolon çıktı da beton çivileriyle her yeri delik deşik etmesin mi bir de başıma? Öfkelendim möfkelendim ama bir yandan da onu parayla bağı kopmuşluğu yüzünden de sevdiğimden dikenine katlandım. Ama bazen bağını gerçeklikle de koparabiliyor, o ayrı yazının mevzusu.

Neyse, konumuza dönelim. Kitap okurken canı sıkıldığında okuduğu şeye dair bana sorular sormaya bayılır Şövalye. Outliers'ı okurken de yine aynısı oldu.
Önce adamın birini tanıyıp tanımadığımı sordu. Eski çalıştığım şirketin COO’suydu. Tanıyordum elbette. Kore’ye gitmiş de Amerikan iş tarzını oraya süper adapte etmişmiş. Eyvallah. Korelilerin bahsi geçen konuda Amerikalılarla nasıl papaz olduğunu da kısa bir açıkladım.

Birkaç saat sonra bir başka soru geldi. Yılın ilk üç ayında, yani Ocak-Şubat-Mart aylarında doğanlar hayatta daha başarılı oluyorlarmış. Bunu biliyor muymuşum. “Tabii ki", dedim. “Hatta Kerevit gitmeseydi Aralık’ta doğacağı için biraz hayıflanmıştım da. Birçok spor kulübü seçmelerinde, okul-sınav muhabbetlerinde hep doğduğun sene hesabı yapılır. Henüz 5-6 yaşlarındayken Ocak doğumlu bir çocukla Aralık doğumlusu arasında bayağı gelişme farkı olabilir. Bunlar dikkate alınmadığından sene sonu bebeleri istastistiksel olarak daha şanssız gruptadır. Hem ben bunu (bu tarzda okuduğum, hatta da okumayıp audiobook olarak arabada dinlediğim tek kitap olan) Freakonomics’te duymuştum. Bu bestseller kitap Freakonomics muhabbetini tekrarlıyor olamaz. Di mi?”

Bu entersean saptamayı ballandıra ballandıra bana anlatmayı umut eden Şövalye konuya aşinalığıma uyuz oldu. Ben de Outliers’ın Freakonomics kopyası olmasına takıldım. Her ikisi de bu kadar çok satarken bu kadar benzer örnekler kullanmaları şaşırtıcıydı. Bu sefer kitabı iyice merak ettiğimden Şövalye’ye soruları ben sormaya başladım.

-Ne anlatıyor bu kitap? Yani bu kadar örnek verdi de konuyu nereye bağlıyor? Söylemeye çalıştığı şey ne?
-Bir adam varmış, Hollandalı. Her kültürün farklı boyutları var diyor. Kimi kültürler feminen, kimisi maskülen. Kimileri bireysel...
-Hofstede’den bahsediyorsun?
-Evet, adı buydu galiba. Sen nerden biliyorsun?
-E, bize bütün üniversite boyunca bütün organizasyon teorileri boyunca bu adamı söyleyip durdular ya?
-Ama ben hatırlamıyoruuum? Kesin ben exchange olarak yurtdışına gittiğimde okumuşuzdur.
-Üçüncü sınıfın ikinci dönemindeydi organizational theory dersi. Sen 4. sınıfta exchange’din

Hafizamın fil olduğuna inanmadı da geceleri o uyuduktan sonra gizlice Outliers’ını okumuş olduğumu iddia etti, Şövalye.

Neticede kitap başarının sırrını yaşanılan kültürden, doğulan andan tutun ailenin sosyoekonomik durumuna kadar giden bireyin kontrolü dışındaki şeylere bağlamış. Yani kaderciymiş. Konuyu o anlık uzatmadım. Blackberry’mden gugıl sörçte bulduğum flap operasyonu sonrası artan diş hassasiyetimin neye evrilebileceğini okumaya koyuldum.

* Şövalye'yle evlendiğim için dünyanın en şanslı insanıyım. O kadar memnunum ki anlatamam. Ayrıca kendisi dünyanın en iyi insanı, hem de çok akıllı.

Cuma, Ağustos 07, 2009

Acemi Yolcu

Esincan’ın düğün biter bitmez gece Istanbul’a döndüm. Ankara’da yatmadım yani. Orada başka kankam olmadığı ve Ankara’yı hiç bilmediğim için kalsam napıcam, dedim, döndüm. Bir de haftasonu Yonc ve Düella’yla beraber bir yakın sahil sayfiyesine gideriz demiştik. Onu da kaçırmayayım istedim.

Gece Istanbul’a uçak olmadığı için otobüsle döndüm. Nasılsa 5 saat. Uçakla seyahat edip her iki uçta da şehrin çok dışındaki havalimanlarına uğrayacağıma paşa paşa uyuya uyuya giderim dedim. Şehirler arası otobüse en son geçen milenyumda bindiğimden ortamın şaptisi oldum. Herkesin de madarası. Şöyle ki:

Kenarları dikilmiş çarşaf kuponlardan kalmamış. Elektronik biletim vardı. Üstünde de 15 numaralı koltuk yazıyordu. Otobüse bindiğimde gözlerim tavanda, ışık ve minik fanların olduğu yerlerde koltuk numarası aradı. Bulamadığımı görüp arkamda bekleşmekten usanan bir teyze kolçağa baksana kızım, dedi. Tavanda değil, cık cık cık.

Aaa, hakkaten de. Unutmuşum. Doğruuuu. Otobüste numaralar koltuğun yanında yazardı. Uçaktaki gibi tepede diil.

Yolculuk esnasında cep telefonlarıyla konuşan yolcular sürekli dikkatimi çekti. A, uçakta telefonla konuşuyor, gibisinden cümleler otobüste olduğumu hatırlayana kadar içimden geçti. Tam aksine, laptoplarıyla internette dolaşan yolculara şaşırmam gerekirken yine kendimi uçakta sandığımdan onlara hiç şaşırmadım.

Kolçağımı indiremedim. Muavin geldi indirdi. İneni kaldıramadım. Yanımdaki teyze kaldırdı. Ortam acemiliğim artık herkesin gözüne batmaya başlamıştı.

Molada inip Varan Bolu Dağı Dinlenme Tesisleri’nin meşhur domates çorbasından içme hayaliyle uyudum. 15 yıllık nostalji. Dağın soğuğunun aniden yüzüme çarpışıyla uyanmayı, yemek salonuna girip kıpkırmızı çorbayı yeşile karşı içmeyi düşledim. Sonrasında da o serin çeşmeden akan dağ suyunu yüzüme çarpacaktım.

Durduk, yağmur yağıyordu. Karşımdaki tabelada da Sapanca Restaurant yazıyordu. Bildiğiniz enstrümantal Anılar-9 albümünden şarkılar çalan bir mola yerindeydik ama dağ yoktu. Çorba da. Sordum, söylediler. Hatta söylerlerken de UFO’nuzdan henüz mü indiniz? bakışları attılar. Tünel açılmış ya, ondan artık o Bolu Dağı tesisleri tarih olmuş. Ben de tünelin açılışını duymuştum elbette ama dinlenme tesislerini pas geçeceğini sanmamışım. Ne kadar naif.

Velhasıl, şehirlerarası otobüs yolculuğu nostaljisini doğru dürüst yaşayamadan bizim zamanımızda diye başlayan hikayelere konu olacak kıvama getirdim.


*Bolu Dağı Dinlenme Tesisi resmi Varan Turizm'in 1991 yılı takviminden scan edilmiş. Hey gidi.

Cuma, Temmuz 31, 2009

Şişko Gelin

Esincan’ı geç tanıdık biz. 25’ten sonra. Bizim mahalleden, okuldan değil. Bizim şehirden bile değildi. Amerika’daydık. Pelinat’ın sınıf arkadaşı imiş. Buldu getirdi, sağolsun. Biz ismi Emre, Tolga, ne bileyim Berk falan olan oğlanlarla çıkardık. O koca koca adam Nuriler, Nacilerle çıkardı. Bunu da bizden beş yaş büyük olmasına verirdim. Ben 25’ken yaşı 30 olmuş insanlar sanki ayrı bir dünyanın insanı gibi gelirdi. Gençlikte birkaç yıl ufuk çizgisi gibi uzak gelir.

Lüle saçlarını hoplata hoplata arabadan inişi, eve yürüyüşü, depresyona giremem, ruhum müsait değil deyişiyle bizden de gençti aslında ama kriz anlarında aniden büyür, koca bir çınar olurdu. Ne güzel çeker çevirirdi kendini, ailesini, bizi. Onu tanıdığımdan beri ne onun ne bizim başımızdan geçmeyen felaket kalmadı. Öyle manita benimle ilgilenmiyor, işimi sevmiyorum, uff sıkıldım vari şeyler değil. Hastalıklar, ölümler. Gerçek felaketler, gerçek acılar geçti. Skandal aldatılmalar, dolandırılmalar. Harbi dişli çarklardan geçtik. O anlarda ulu bilgeydi işte, Esincan. Tapınağında kuru ekmek ve suyla bin yıldır yaşayan bir ermiş rahipti. Alırdı yanına seni. Sormazdı, konuşmazdı. Sen susardın, o atkı işlerdi rengarenk yünlerden. Kazak işlerdi, iki ters bir düz. Yedirir, içirir, besler, büyütürdü ama sahiplenmezdi de. Ne zaman iyileşirsen o zaman bırakırdı.

Tatildeyken aradı. 3 hafta sonra evleniyorum, diye. E, yok mu evlilik diye bin kez sormuş ama sinyal alamamıştık. Pattadanak karar-teklif-aile tanışması faslı geçilmiş. Serin serin düğününü hazırlamış üç haftada. Bir gittik gelin odasına, puantiyeli kısa bir gelinlikle çıktı karşımıza. Etekleri paskırık. Kendi de ekstra paskırtmaktan geri kalmıyordu. Böyle havalandırıp puf diye oturmasını çok sevdiği belliydi. Her fırsatta yapıyordu bu hareketi. Duvağı da yoktu. Yerine beyaz yaprakları andıran bir toka takmıştı. Gebermeyesice.

İmzasını atmış Esincan, dedik. "Ya", dedi Elyan. "Biz giydik öööyle katman katman klasik şeyleri. Bak hatuna".

"İyi de biz öyle insanlarız, Elyanım. Klasikiz. Bu kız böyle bir insan. Hissettiğini de giyinmekten gocunmuyor".

Esincan gelinliğine fonksiyon da kattığını iddia ediyor fakat. Bu paskırık etek toto kapatmakta bire birmiş. Tarihinin en kilolu halindeyken evlendiği için kendine şişko gelin demekte. Fakat kiloların mutluluk getirdiğine de inanmış. Amerika’daki Ruş’tan bu yoruma emaille onay geldi. O da şişkoymuş son zamanlarda ama mutluymuş Pablito’yla. O mutluluğun kilo yaptığını düşünüyor; kilonun mutluluk yaptığını değil. Mutsuzken, depresifken kilo takıntılı ve az yiyen bir insana dönüşüyormuş.

Bu durumda her daim mutlu olduğunu söyleyen Düella’nın kiloları bu pozitif ruh halinden olsa gerek. Ben mi? 17 yıldır kilom artı-eksi 2’den fazla oynamamakta. Düella’ya göre benim hislerim yoktur. O yüzden herhangi bir ruh halinin bedenime de etkisi yoktur.

Cuma, Temmuz 24, 2009

Konfor Alanı

Fethiye’ye gittik geçen hafta. Lykia World’e. Bir hafta tatil köyü ortamı. Ben tatil köyünden hazzetmem. Şövalye sever. Beni rahat bırakacağı umuduyla onun isteklerine razı oluyorum artık. Yoksa alternatif olarak Barcelona Marcelona dedi. Aman aman, dedim. Her gördüğü müzeye, binaya, sokağa girmek isteyeceğine ve illa beni de yanında sürükleyeceğine tatil köyü yeğdir, dedim. Bana bir ağaç gölgesi yeterdi neticede. Bir yere konuşlanırdım. O da gider artık yamaç paraşütü mü yapardı, yelkenle açılır mıydı, kaya tırmanışı mı yapardı. Ne yaparsa yapardı. Bensiz oyalanabilirdi yani. O yüzden kırk satır vs kırk katır seçeneklerinden bunu seçtim.

Yanlış yapmışım.

Adam 2000 metrelik Babadağ’dan aşağıya atlamam için günlerce baskı yaptı. Paraşütle atlarsam ne olacakmıştı, du bakiym, ıhhmm, hah, konfor alanımdan çıkacakmıştım. Ben kıpırdamak dahi istemezken dangıl dungul bir kamyonetin arkasında tozlu topraklı, çalı çırpılı ve virajlı rampalı dağ yolunda 42 derece sıcakta bir saat yolculuk yapacaktım. Kalan enerjimi de sümüklü bir üniversite öğrencisi oğlana bağlanmış bir oturakta iki bin metreden aşağıya uçarken güven sorunumla cebelleşmek için harcayacaktım. Karşılığında da konfor alanımı genişletecektim. Bu konfor alanı lafını da hep içimdeki çocuk'a benzetirim. Yeni yetme popüler psikoloji klişeleri. Sevmiyorum kardeşim. Dağlara tırmanmayı ve oralardan aşağıya uçmaları sev-mi-yo-rum. Sevmek ayrııı konfor alanı ayrı. O zaman sevmediğim ciğer yemeğini yiyince de konfor alanımdan çıkıcam. Ya da sevmediğim adamı öpünce. Ya da sevmediğim kürkü giyince. Laf mı bu yani?

Sevmediğimi denemeden bilemezmişim.

Mesleğim icabı bir dönem evimdeki yatağımdan çok uçak koltuklarında uyuduğum halde hala uçmaktan tedirgin oluyorum. Sonra, mesela Alex, Ontario gölüne karşı nefis manzaralı 46. kattaki dairesinin balkonuna keyifli koltuklar atmış. Çıkamadım bile. 46 ne demek? 5. kattan yukarısı beni bozar. Yükseklerden bakarken başım dönüyor. Panik oluyorum. Bu durumda yamaç paraşütü yapmayı sevmeyeceğimi kestirebiliyorum. Durumlar arasında bir benzerlik kurabildiğimden. Sevip sevmediğini denemek için illa ki onu yapmak gerekmez. Sen neden türban sevmiyorsun? Kafana türban mı taktın ki? diye soruyorum hani anlasın diye.

Fakat Şövalye’den makuliyet beklenemez. Yedi bitirdi beni. Ben de sırf sussun diye nispeten daha az emek gerektiren, dağa taşa çıkmadan hemen oracıkta binilebilen uçan bota bindim. Minik bir zodyak botun tepesinde bir delta kanat var. Arkasında da pervaneli motor. Önde pilot, arkada ben sudan kalkıp birkaç yüz metre yükselip Kelebekler, Cennet, Kabak, Ölüdeniz üzerinde uçup geri suya konarak turumuzu tamamladık. Sevdim mi? Hayır. Şövalye sustu mu? Hayır.

Ertesi gün zodyakla koyları dolaşcam da dolaşcam diye tutturdu. Ben keyifli olur sanmıştım. O, zodyakı süren kişi olarak rahattı. Bense yükselen ucuna yerleştiğimden zıplaya zıplaya, zıpladıkça vücuduma darbeler ala ala bir saat geçirdim. Yavaş sür diyorum. Alet yavaş sürülünce keyifli olmazmış. Hızlı sürünce ben darbeler, tekmeler içinde. Zaten deniz de tuttu. Eeeh, oldum. Be ne be? YETEEEEEER, BİR DAHA SENLE HİÇBİR ŞEY YAPMIYCAAAAM! diye bağırdım.

Hiçbir maceradan zevk almazmışım. Keyfini kaçırırmışım. Hatta da ona bağırıp çağırıp onu etrafa rezil de ediyormuşum. Sesimi bile rüzgar götürdü be. Doya doya bağıramadım. Göğe, denize rezil oldu heralde.
Kimsenin beni düşündüğü yok. Sadece sessiz bir ağaç gölgesi, buzlu limonata veya diyet kola, biraz kitap ve internetinde dolaşabileceğim bir blackberry hayal etmiştim. Mütemadiyen bölündüm. Hatta da son günümüzde, sadece son günümüz olduğu için köyün birbirinden on beşer dakika uzaklığındaki bütün havuzlarına, üstelik de benimle beraber girmek gibi enteresan bir hedefe çalışan Şövalye bütün enerjimi çekti attı.

Salı, Temmuz 21, 2009

Kerevit'in Nesi Vardı?

Herkes tatilde. Kimse bir satır yazıp çizmiyor. Haliyle, bana da ‘aa, artık hiç yazmıyorsuuun’ vari laflar bile gelmiyor. Benim de düşükten beridir ilgi alanım değişti. Pek değişkendir kendisi zaten. O yüzden şaşırtıcı bir durum değil. Eskiden farkına bile varmadığım vücut ağrı ve hareketlerini öğrenip not edip bunları araştırıyorum. Jinekolojiden genetik bilimine, diş eti rahatsızlıklarından hiçbir yola varamadığımda bari fal tutmak adına astrolojiye açıldım geldim.

Önce bebeğin patoloji sonuçları geldi. Normal insanda 23 anadan, 23 babadan olmak üzere toplam 46 kromozom varken bizimkinde bir ekstra set daha varmış. 69’muş. 3 ful set kromozom anlamına gelen triploidi deniyor bu bebeklere. Hamileliklerin %2-3’ünde triploidi görülürmüş. O da bizi bulmuş. Özetle Kerevit mutantmış ve zaten doğamaz ve yaşayamazmış ve iyi ki de erken haftalarda gitmişmiş. Bu durumda benim evde kıpırtısız yatmam yalanmış. Ki zaten bu yalanı içten içe biliyordum. Böylece kasıklarım neden ağrıyor ve neden kanıyorum diye yüzlerce sayfa tıbbi makaleyi sadece ve sadece entelektüel (?) gelişimim adına okumuş oldum. Hal böyleyken tahmin edebileceğiniz üzere yeni obsesyon alanım genetik bilimi oldu.

Aslında Kerevit’i test ettirerek ilk gebelik haftalarındaki düşüklerin çoğu kromozom bozukluğundandır savını ispat etmekten başka bir şey yapmamış olduğumu biliyorum. Ama kader buymuş diyip merakımıza doyup Kerevit'i tahlilletmeseydik bendeki arıza nedir’in peşinde birkaç yıl daha, birkaç yüz doktor daha giderdim ben. 'Arıza benim elimde olmayan bir şeyden miydi?’ konulu çalışmamızın ikinci aşamasında trilyonda bir ihtimale karşı Şövalye’yle kendi kromozomlarımızı da test ettirdik. Bu süreçte söylene söylene de olsa, cehennemin dibindeki doktorlara giderken köprü trafiğinde saatlerce beklememizin tek sebebinin takıntılarım olduğunu bağırıp çağıraraktan da olsa benle doktorlara gelen ve kanlar veren Şövalye en nihayetinde benim otis çıkacağımdan emindi. Otis’ten kastı otizmdiyse bu kromozom bozukluğuna işaret etmezdi. Şövalye de yine kromozomla mromozomla alakasız olmasına rağmen bana psikopat demeye çalışıyordu sanırım kendi lügatınca ama neticede ikimiz de normal çıktık.

Triploidi zaten ille de kendini tekrar etmeyen bir kaza imiş. Büyük çoğunlukla iki spermin tek yumurtayı döllemesiyle oluşurmuş. Doktordan bunu duyan Şövalye çok erkek olduğunu düşünerek havalara girdi. Bense işimi bozduğu için ona uyuz oldum. Aslında ne havalara girecek ne de uyuz olunacak bir durum var. Nadiren miyoz bölünmesini yapamayıp 23 değil de 46 kromozomda kalan yumurta veya sperm de buna sebep olabiliyormuş. Kimi araştırmalar yumurtanın miyoz bölünemediği, anneden iki, babadan da bir set kromozomla üç sete ulaşan triploidinin daha erken haftalarda düştüğünü, kimileri tersine, baba kaynaklının daha erken düştüğünü ispatlıyordu. Tıbbın olduğu gibi genetiğin de bu aşamasında bir fikir birliği yoktu. Son gittiğim doktor ise diğerlerinin tersine, iki haftalık kanamayı da buna bağladı. Vücudun iyi bir polismiş. Hemen yakalayıp atmış işte, dedi.

Neticede yine her kafadan bir ses çıktı ve fakat bütün doktorların ağız birliği ettiği tek bir şey oldu. O da kafama takmamam gerekliliği. Kafaya takmamaya çalışmayı bile bir takıntıya dönüştüren Hafiye'yi bilmez bilmez konuştular. Kafaya takmayı bıraktığımda, hiç ummadığım anda bebek sahibi olurmuşum. 'Hiç ummadığım an' bir efsanedir. Zaten yamuk olan hormonlarım iyice sapıttığından ovüle olup olmadığımı termometreyle ölçerek güne başladığım şu saatten sonra ancak damarlarımdan düzenli afyon basarsanız bu takmama ulviyetine erişebilirim. O da belllki. Başka türlü mümkün değil. Siz de benim bu halimi takmayın bir zahmet. Kime ne zararım var canım? Aa.

Pazar, Temmuz 05, 2009

Montreal'de Babalar Günü

Sokaktan gümbür gümbür müzik seslerini fışkırdığı bir şehir çıktı burası. Şurda üç beş gün güneş yüzü görüyor sabiler, o üç beş günde de sokaklarını partiye çevirmeye kasmışlar. Festivallerin birkaçı bir arada çıkıyor. Rock festivalinden moda festivaline, Mini Cooper'ların 50. yılı partisinden Budweiser partisine adım başı bir kutlama bir coşku. O adımların hepsi de aynı cadde üzerinde. Yürü yürü oradan da bay geldi. 

Caddeyi kesen bir sokağa bir podyum döşemişler. Birtakım modacıların defileleri oluyordu. Manken oğlanlar zenci dansçı erkek donları üzerine giydikler gömleklerle havalı ve seksi yürüyorlardı podyumda. Yanımdaki üç beş 15'lik kızın manken oğlanlardan özellikle bir tanesi geçerken çılgınca bağırmasından o abinin en popüler olduğuna kanaat getirdim. 

Benim patron yurtdışında bizi suşiye boğar. Yine yeniden suşi yiyorduk son akşam. Telefonuma bir mesaj geldi. Numara belli değil. Uzun soluklu yabancı bir numara. "Babamızı kaybettik". 

Telefon biraz elimde durur gibi yaptı. Sonra kolumla beraber yere düştü. 
Işık hızıyla parçaları birleştiriyordum: 

Kardeşim Lüksemburg'da artık. Ha bire değişen telefon numaraları var. Lüksemburg'dan Kanada'daki Türk telefonuma böyle tuhaf bir numara düşüyor olmalı. Neden mesaj atsın ki? Neden aramıyor ki? Babamın bir şeyi yoktu. Kalp krizi geçirmiş olmalı. Bu gece gidebilir miyim ki? Atlantik ötesine uçulmaz bu saatte. 

Bi dakka yahu, bu mesaj +44'le başlıyor. İngiltere numarası. Alex beni aradığında da Kanada numarası olmasına rağmen +44 diye çıkmıştı. Hatırlıyor musun? Evet, evet. Ama onun babası neden kaybolsun ki? Tamam, kanserdi ama erken teşhisti ve daha çok yeniydi. Sonu kaçınılmasa bile birkaç yılı var dememiş miydik? Hem daha iki gün önce güle oynaya Alex'le konuşmamış mıydı telefonda? Yatmıyordu. İleri safha falan değildi. 

Titreyerek geri aradım numarayı. Alex bir doğumgünü partisinin orta yerinde kitlenmişti. Abisinin mesajını bana forwardlamıştı. Ne yapacağını, ne diyeceğini, neden olduğunu, hiçbir şeyi bilmiyordu. Babalardan binlerce mil uzakta bir babalar günüydü. Ben de söylenecek kelimeleri bilmiyordum. 

Perşembe, Haziran 18, 2009

Toronton Toron Toron

Toronto’ya geldiğimden beri to-ronton toron-toron, toron-to-ronton toron toron diye bir şarkı parçası dilime pelesenk oldu. Hangi şarkıydı bilemiyorum. Bir Erol Büyükburç tadı var sadece ve hatta toron ton yerine porom pom bile diyor olabilir korosu. Misafiri olduğum Alex'e de bulaştı şarkı sonra. Ondan çıktı bu başlık. Çağrışımlarımdan okuyucunun anlam çıkarmasını zorlamamak adına açıklamak istedim.

İnsan daha önce hiç gitmediği bir yeri özler mi, bilemem ama ben de Düella gibi ancak özlem materyalini ancak görünce özlemiş olduğunu fark edenlerdenim. Bunu itiraf etmem için üzerimde kurduğu yoğun baskılar neticesinde itiraf edeyim de rahatlasın. Yoksa ipin ucunu bırakmayacak. Benden beter tutturuk haberi yok.

Efendim, madem anne olamadık, uzak iş seyahatleri aldık yerine de Kanada’ya geldik. Toronto’dayım. İlk kez geldim ve gelir gelmez burayı ne de çok özlediğimi fark ettim. Toronto’nun bizzat kendisini değil ama işte Kuzey Amerika'nın sistemli, düzenli, güvenli hayat tarzını. İstanbul’da sokakta yürürken çantamı kapmasınlar, arabalar çarpmasınlar, yamuk kaldırım taşlarına yan basıp düşmeyeyim falan derken yoruluyormuşum. Burda oooh, kaymak yollar, geniş kaldırımlar, rüzgarı dokunsa özür dileyen yayalar, kırmızı ışığı sallamadan karşıya geçsem bile on metre geriden durup sabırla yolu tamamlamamı bekleyen arabalar falan vardı.

Günlük kazancımı hesap olarak ödemek zorunda kalmadan yediğim Çin ve Thai yemekleri de cabası. Sadece fiyatları da değil onlarla sorunum Türkiye'de, Amerikanize edilmiş Asya yemeklerini seviyorum ben. Panda Express, Manchu Wok falan gibi yağlı ve kızarmış ve buram buram kokanından. Otantik olanını değil. Sokakta hot dog karavanları vardı sebil. Uf, uff. Sonra pancakeler, waffle’lar. Üzerlerinde gezinen Kanada'ya en has akçaağaç şurupları. Paso dal dal yürüdüm. Günde sekiz saat yürüdüğümden yakmışımdır nasılsa diye önüme geleni de yedim. Buraya kadarını o kadar sevdim ki tamam dedim yahu, geri dönelim. Buraya gelelim. Konforun dibine vuralım. Düella’ya da söyledim. Göçmenlik başvurusundan sonucu 5-6 yılda alıyormuşuz. Bu dal Çinlileri alıyorlar da bizi mi almayacaklar, dedim. Nabza göre şerbet. Çinlilere en çok o uyuz oluyor. Yoksa ben hümanistim, biliyorsunuz.

Dertsiz bir yer. Düz ayak, dedi daha evvel ziyaret ettiği Toronto için Düella. Geldiğinde yaşlı ve sakatların kaldırımlarda kullandığı minik arabaları görmüş. Onlardan alıp takılırmış. Burada bitmedi ama. Düella bu. Şartsız bırakmaz önerileri. O zamana kadar 40’ına gelirim ben çalışmam artık, dedi. Bana bakarsınız kocakafalar. Bir de onu kışları sıcak memleketlere götürürsek onu, göçme işini kabul edebilirmiş. Kışın buz gibi soğuğa çıkamazmış. Bir düşünelim demedik. Nasılsa vakti var. Başvuruyu yapalım da sonra bakarız.

İnsanoğlu çiğ süt emmiş. Özlediğine kavuşan herkes gibi üçüncü günde geride kalanı özledim. Buna da şu olay vesile oldu:


Toronto’dan Montreal’e geçeceğim. Internetten tren bileti aldım. 40 kilo limitiniz var yazıyordu bilette. Yanımda iş materyalleri var, bir de üç kuruş daha ucuz diye lens suyu, ayakkabı ve vitaminler almışız. Bavul doldu ama ancak 25 kilo geldi. Alamayız dediler. İçinden beş kilo çıkarmanız gerek çünkü 20 kilodan ağır bagaj kabul etmiyorlarmış. Limit 40 diyordu felan dedim ama iyi okumamışsınız bir kutucuk vardı, ona bassaydınız yazıyordu falan dedi kadın. Hiç tartışılmaz bunlarla. Kural manyakları. Haydiii, çektim kenara başladım bavulu boşaltmaya ortalık yerde. İstasyona gelene kadar yağmur yemişliğimden ve yükümden dolayı da terlediğimden sırılsıklamdım. Fenalaşmak üzereydim.

İkinci boş sırt çantasına beş kiloyu çıkartıp verdim. Trene binme sırasına girdim. Bu sefer de demesinler mi, tek parça alabilirsiniz trene diye. Eeeh, yeter ama diye bagaj teslime geri döndüm. Parası neyse yazın cezamı alın şu çantayı dedim. Bavulu boşalttığımla kaldım yani. Ceza meza yokmuş. Limitim 40’mış ama parça başı 20 limiti de varmışmış. Of dedim ya off ya. Türkiye’nin gözünü seveyim. ’Güzel abim, güzel ablam’ dersin halledersin bu incir çekirdeği işleri. Terden sırılsıklam bindiğim tren kabini de 5 derece ya vardı ya yoktu. Unutmuşum bu kapalı yerleri klimadan morga çevirdiklerini. Bu lavuk şey yüzünden saplıcanlı fıtık olmazsam mucize.

Cumartesi, Mayıs 30, 2009

Depresyon Belirtileri

E, gugılda kafayı yemenin yanı sıra biraz depresyona da girdim tabii. 19 Mayıs’ı uzun haftasonu yapıp Kaz Dağları’na gittik Şövalye’yle. Moral olsun diye. Gittiğimiz yeri o kadar çok sevdim ki hep oraya gidebilirim. Şövalye sıkıldı ama ben huzur doldum. Moral nedir ben bilmem, zira orada da blackberry’den gugılladım durdum. Şövalye bunu moral doldurmak olarak görmedi. Oysa ben bir sorunun cevabının peşindeyken en mutluyum. Anlasın artık yahu. Siz de anlayın hatta.


Hamilelikle ilgili başa gelebilecek her ama her bir şeyi o kadar çok okudum ki tıp okusam diye bile düşündüm. 40 yaşına kadar bitiririm bu işi dedim. Tam benlikmiş. Annem haklıymış doktor olmam konusunda ısrarlı tavsiyelerini sıralarken. Hoş, onun tavsiyelerinin ardında yaşlılığında kendisine ekstra ihtimamlı bakılsın isteğiyle karışık küçük şehirdeki doktor kişinin büyük adamlıkla dansı vardı. Benim de doktorla hastaneyle işim olmadı şu yaşıma kadar çok şükür. 1 işim oldu. Onda da anladım ki ha tıp ha astroloji. Yumurtlamayan kadın hamile kaldı. Düşmez denen bebeği düştü. O yüzden zaten hayatım okumakla geçiyorken 40’ına kadar cehennemin dibindeki bir okulda derslere girmek yerine astrolojiyle devam etmeye karar verdim. İkisi de benzer tatminler yaşatmakta nitekim.
Hazır öyle atıp tutma işine girmişken aktarlar ve otlara da bulaştık tabii. Mesela soğan kürü yaptım iki hafta. ‘Kür’ lafı sofistike kaçıyor. Bildiğiniz soğanı kaynatıp suyunu içiyordum. Alt takımları temizler, düzeltirmiş. Şövalye gibi atmosfer insanına dahi sabahın 6:45’inde soğanımı kaynattırdım ve o iki tutam saçlarına sindirdim ya kokuyu. İnanılmaz.

Eminönü’ne aktarlara gidip üremeye yardımcı ve onarıcı çeşitli otlar ve bitkiler de aldık. Beni gavurla evli sanan aktarlar Şövalye’nin Türkçesini çok beğendi hatta."Sağolun", dedi o da. "32 yıldır bayağı uğraşıyorum düzeltmek için".

Cumartesi, Mayıs 09, 2009

Düşük

Kerevit’i kaybettik. Kan içinde yüzmesine rağmen bebekleri doğan kadınlar varmıştı. Herkes neler görmüştü. Şansım yüzde 70’ti ama ben istatistiğin öbür tarafında kaldım.

Süreç içinde iki gün hastanede de yattım. Her gün bana Kerevit’i gösterdiler ultrasonda. Büyüyordu. Hematomum da büyüyordu ama kalp atışı güçlüydü keratanın. Havuç rendelermiş gibi çıkan bu tuhaf ve ürpertici ses ancak bu kadar güzel, bu kadar rahatlatıcı olabilirdi. Son seferinde belkemiğini de gördük. İplikten bir ayağın minik hareketini de gördüm ama hiç kendime yormadım. Kerevit benle oyun oynamıyor. Annesine elini, ayağını sallamıyor. Biliyordum ki bu tehlikeli sulardı. Acıya dayanmak için duygusal bağların olmamalı. Her şeyi teknik bir mesele olarak gördüm. Gördürttüm zorla.

Son ultrasonda kesesini gördüğüm anda kıpırtısının yokluğunu fark ettim. Doktor joystick’i hemen başka bir yere çevirdi. Dudaklarını ısırıyordu. Şövalye hiçbir şeyi anlamıyordu.
"Kalp atışı yok", dedim.
"Yok", dedi doktor.
Hiçbir şey hissetmedim. Dudaklarını ısırdığı için bu doktoru sevdim.

Şövalye ayakkabımı giydirirken ağlar gibi oldum. Sonra vazgeçtim.
Birtakım haplar verdiler. Kasılmalar başladı. Sabahına da ufak bir ameliyatla Kerevit’i aldılar.



Cuma, Mayıs 01, 2009

Annelik Forumları

Subkoryonik hematoma (oluşan plasenta ile rahim duvarı arasında kalmış kan pıhtısı) konusunda gugıl’daki arama sonucunda beliren bütün linkleri okuduğumu iddia ettiğimde herkes buna kayıtsız şartsız inandı. Duke Üniversitesi bilmem ne araştırmasından tutun yurdumun Kadınlar Kulübü forumlarına kadar her şeyi.

Konuyla ilgili bilimsel makaleden çok annelik – gebelik forumlarında sorular vardı. Çoğunun cevabı olmayan sorular. Tipik bir forum dertli bir kadının derdini anlatmasıyla başlıyor. Örneğin, 10 haftalık hamileyim. Geçen gün hoşurt diye kanadım. Kanamaktan kan gölü yaptım. Acile gittim. Bebek yaşıyordu. Bir sonraki randevum iki hafta sonra. Daha önce benzer bir şey yaşayanınız var mı? gibi. Buna cevap yazmak yerine bir başka dertli kadın, A ,ben de 7 haftalığım. Üç gündür pıhtılı bordo/kahve kanıyorum. Sizce nedir bu? diye devam ediyor. Bunlara başka başka dertli kadınlar sorulara sorularla karşılık vererek devam ediyor. Her birinin profillerine tıklayıp bakıyorum. Hepsi sorularını sormuş gitmiş. O bebek doğdu mu, kaldı mı, bilemiyoruz. Bir dert dökme yaşamışız. Hepsi buymuş.

Yine de gelişmiş ülke forumları nispeten daha besleyici. Altıncı çocuğuna hamile ve fakat parasızlıktan bir dünya testi yaptıramayan, karavan parkında yaşayan bir kadın bile olsa güzel güzel derdini anlatıyor. Başı sonu var dediğinin. Kategorik, analitik. Yurdum forumlarının yarısı duayla, iyi dilek ve ’moral’ vermek adına çocuğunda down sendromu şüphesi belirmiş hamile kadına birtakım testleri yaptırmamasını salık vererek geçiyor.

Hoş, her zamanki gibi koyverenin başına birşey de gelmiyor. Benden başka. Ben de hafifsemiştim bu hamileliği başlarda. Hamileliğin kendisini yani. Ağrıya dayanıklı bir tipim. İri yarıyım. Sağlıklıyım. Yurdum kadını kansızlıktan yıkılır, benim arada bir çok gelen kanımı vermem gerekir. Geniş basenlerim bikinide kötü dursa da doğururken işe yarar hani diye. Kerevitler tarlada bile doğuyorlar diye.

Ben koyverdiğim an tıpalar tıpar, kapaklar kapar beni. Kural yine değişmedi. Gel de 'relax' önerilerine kulak ver şimdi.

Salı, Nisan 28, 2009

Çıkışa Yakın

Dr. ArkadaşKocası’na gitmeden önceki doktorsuz geçen ev istirahati günümde plasenta probleminin Subkoryonik Hematoma olduğundan şüphelenmiştim. Gugıl doktoruyum ya ben. Başka bir ihtimal de yoktu ki. Bebeğin kalp atışı vardı ve kuvvetliydi. Her doktora gittiğimizde de gestasyonel (gebelik) yaşına uygun olarak büyüyordu. Bebekte –en azından henüz- bir problem yoktu.

Gebze’deki dev hastane çok Amerikan, çok düzenliydi. Arkadaşım da görüşme fırsatımızdan istifade oradaydı. Kocasının ameliyatını beklerken onla lafladık. Senelerdir görmediğim çocuğu 8,5 yaşına gelmiş. İkinciyi doğurmuş. O da 2,5 yaşındaymış. Vay canına. Yıllar ne çabuk geçiyor dedik ve muayeneye alındık.

Kerevit, nostaljik siyah-beyaz ve karlı bir televizyondan çıkma görüntüsüyle ekranda belirdi. Kameranın doğru görüntüyü arama çabası tam da çatıdaki anteni bir sağa bir sola kıvıran babaya seslenip 'olmadııı, olmadıı, euee, biraz daha iyi şimdi, hah şimdi olduuu' diye bağırmaya benzer cinsten.

Kerevit kıpırtılı. Ohhh, yırttık.

Bir kalbi var minicik. Kıpır kıpır gözüküyor. Saydık da atışını. Normal.
Kafasından poposuna kadar da ölçtük. Buna Crown – Rump Length (CRL) veya Baş-Kaide Mesafesi deniyor. Kaide kalça da demekmiş aynı zamanda. Kadının kaidelisi. Neyse ki bu mesafe de normal çıktı. Bu mesafenin yaşına göre artış hızı matematiği var. Ona uygun büyümesi kalp atışından sonra işlerin yolunda olduğuna ikinci işaret.

Gebeliğin ilk üç ayında gestasyonel yaşı işte bu baş-popo mesafesi belirliyor. Embryolar oturur pozisyonda gibi durduğundan bacak mesafesini ölçmek hassas sonuçlara vardırmıyormuş. Bu yüzden ayaklar yerine popo ölçümüne başvurulunmuş.

Dr. ArkadaşKocası hematomu mühim bulmadı. Aşağıda, dedi Kerevit için. "Bak, rahim ağzına yakın tutunmuş". Son dakikada gitmekten vazgeçmiş ama iyi bir noktada değil. Yukarı çıkmazsa o dar yerde büyüme zorluğu yaşarmış. Kanamalara ve ani erken doğumlara sebep olabilirmiş.

”E, amuda kalksam sık sık? Olmaz mı?” diye ağzımdan çıkagelen ama üç saniye geçmeden saçmasalak duran bir soruyu da sormadan edemedim. Kerevit’in baba tarafı içerde dursun diye amuda kalkmıştım. Kendisi için de amuda kalkarız icabında. Yerçekimini sevmiyor Kerevitler.

Dr. ArkadaşKocası aldı eline bir kadın üreme organları maketini. "Bak", dedi rahim boşluğunu gösterip. "Bu maket diye ortası boş. Buna bakıp aldanma. Bu orta normalde süngersi kaslı bir dokuyla kaplı. Üstelik de yapışık. Gebelik ilerledikçe büyür. Kerevit bir boşlukta durmuyor yani. Sen zıpladıkça o da bunun içinde sağa sola savrulmuyor".

Bu durumda egzersizin Kerevit’e bir zararı olmamalı. Yapışık, tutunuk ve sarmalanmış yani. Egzersizin midenize zarar vermesi gibi bir şey olurdu yoksa.

Neticede yine 'yat' dendi. Yine bekleyelim görelim, haftaya bir daha bakalım dendi mi? Dendi.

Eve giderken kanama sebebimi Kerevit’in dar yeri sanıyordum. Oracıkta büyürken etrafını yoruyordu kerata. Laptop’ıma kavuşur kavuşmaz tabii ki Dr. ArkadaşKocası’nın anlattıklarını gugılladım.

Bahsettiği şey plasenta previa’ymış. Halk arasında ’eşin önde olması’ denirmiş. Bu durum da bayağı saykoya bağlatıcı. Her an plasenta keseden kopabilirmiş. Şakır şakır kanayarak bebeğinizi 6 aylıkken doğurup kaybettiğiniz yetmiyormuş gibi üstüne de kan kaybından da ölebilirsiniz durumu. Bu gibi gebelerin de kesinlikle bir hastaneye taş atımı mesafede yatması ve kaçınılmaz sonun mümkün olduğunca gecikmesini ummaları gerekiyor.

Tamam arıza marıza da gugıl der ki bu dert ikinci üç aylık dönemde ortaya çıkarmış. Öyle 7.5 haftalıkken falan bilinmezmiş. Daha benim plasentam (eş'im) bile yokmuş ki keseden ayrılsın. 12/13. haftalarda oluşurmuş plasenta. Haaa, ama şöyleymiş. Subkoryonik hematomu olanlarda -yani bende- plasentanın keseye yapışma sorunu olabilirmiş. De, yine de bu sanki gelecek ayın derdinin bizi şimdiden germesi durumuydu.

Bu bilgiler ışığında tabii ki ArkadaşKocası’nı sms manyağı yaptım. O da rahim ağzına yakınlığımın kanamamla ilgisi olmadığını, hematomumun (kanamaya sebep olan yer / kan birikintisi) mühim olmadığını, endişelenmememi söyledi.

Kafamda soruların bini bir para yatmaya devam ettim. Bütün kemiklerim kırılmış da alçı bulamamışcasına kıpırdamadan yattım.

Pazartesi, Nisan 27, 2009

Düşük Tehdidi

Şarapova’ya nedir bu, diye sordum. Abortus Imminens dedi. Türkçesini söylemedi. Böylesi daha sofistike heralde.

Abortus, abortion’dan geliyor olmalı. Imminens dediği de imminent’dan geliyor olmalı. Yani her an düşebilir gibi bir şey. Yoksa eminent’tan mı geliyor? Ama o zaman iyi bir nane olurdu heralde.

Hafiye: Yani?
Şarapova: 3 gün yat. Sonra gel tekrar bakarız.
Hafiye: Yaniii? Neden her an düşebilir? Sebebi ne? Bu dediğiniz bir şeyin sonucu olmalı
Şarapova: Net bir cevabı yoktu. Yormuşsunuzdur kendinizi. Ondan olabilir. Dinlenin işte.
Hafiye: Ama hareket etmenin faydası bile olduğu söylendi bana. Her yerde de yazıyor.
Şarapova: Canım, eskiler boşuna mı düşürmek için kendilerini yorarlarmış? Var bir etkisi.
Hafiye: E, ben eski usul düşürmek için ağırlık kaldırmadım. Kendimi merdivenden aşağı yuvarlamadım. Sadece günde 45 dakika kadar yürüdüm. Hepsi bu.

O haftasonu biraz dolanmış, ev bakmıştık satın almak için. Asansörsüz yerleri indik, çıktık da. Beş gün önce de evdeki bisikletimde en düşük tempoda 20 dakika spor yapmıştım sağlıklı gebelik adına. Ondan mı oldu? Bu kadar pamuk ipliğinde miydi bu bebek? Normalde bunun yüz katı aktif bir insandım ama. Tempomu bayağı bayağı düşürmüştüm.

Eve döndüğümde çılgınlar gibi gugıla verdim kendimi.
Abortus Imminens, daha önce Dr. ÇokMeşgul’ün çok hızlı telefon konuşmasında duyduğum 'düşük tehdidi'nden başka bir şey değilmiş. Aynı şeyin eşanlamlıları, Latincesi, İngilizcesi, her dilcesini sözlükten bulma derdinde değildim ki.

Hamilelikte görülen kanamaların hepsine ’düşük tehdidi’ tanısı konuyor. Bunun da birkaç sebebi olabilirmiş. Polipler, kistler, cinsel yoldan bulaşan hastalıklar, dış gebelik veya plasenta problemleri. Egzersiz falan yoktu sebepler arasında. Geri kalan herşeyi yok sayacak tahlillerim olduğuna göre benimki olsa olsa plasenta problemi olabilirdi. Dr. ÇokMeşgul’ü yine aradım. Yine ulaşamadım. Yine mesaj yolladım. Yine cevap alamadım.

Ertesi gün bütün gün evde yattım. Küçük Ev, artık bizim mahalleye de ev yemekleri dağıtımına başlamıştı. Sağlıklı ev yemeklerini eve sipariş verdim.

Bütün gün gugılda kafayı yemeye devam ederken Düella, Evra’nın da hamileyken kanaması olduğunu söyledi. İkizleri vardı nurtopu. Onunla konuşmak biraz huzur verdi. Geçer, rahat ol. Evde dinlenmenin tadını çıkar, dedi.

Akşamına annem geldi. Yatak istirahatime – ki bu işkencenin adı neden istirahat oluyor anlamadım- destek olma adına. Amerika’dan Rush eski bir arkadaşımızın jinekolog kocasını önerdi. O da havalı bir hastanede, iyi bir doktor. Çok açıklar, çok anlatırmış da. Ben de tanıyordum kendisini ama hiç muayene olmamıştım. Aradım. Ona da ulaşamadım.

Ertesi sabahın köründe kanamam başlayınca Şövalye’ye "Kalk, kalk, kalk", dedim. "Yeter bu kadar iyimserlik. Dr. ÇokMeşgul’e gidiyoruz. Muayenehanesinin kapısında yatarız olmadı. Gelir gelmez üstüne çullanırız.”

Tam arabamıza binmiştik ki Dr. Arkadaş bizi geri aradı. ÇokMeşgul yerine Arkadaş’a, Gebze’ye gittik.