Çarşamba, Kasım 29, 2006

Don't You Know You Need Some Time...All Alone

“Hemmmen anahtarlarımı geri getiriyorsun. Eşyalarını da alıp öyle gidiyorsun. Taksit taksit gidilmez. Gidiyorsan tek celsede git. Hayır, sabah getiremezsin anahtarlarımı. Hayır, kuryeyle de yollayamazsın. Zaten kilidi değiştirmek zorundayım bu durumda. Ama eşyalarını sokakta bulmak istemiyorsan acele et. Peşin peşin, selametle. Hem hem, bu kadar soğukkanlı nasıl olabiliyorsun? Bu krizde nasıl uyuyabiliyorsun? O kadar rahatsın yani? Nasıl? Nasııııl?”


“Minno, ama ben kavga etmek istemiyordum. Beni görmek istemediğini söyledin, ben de gittim. Biraz yalnız kalırsan iyi geleceğini düşündüm. Sinirin geçince geri gelecektim zaten. Böyle ayrılınır mı yahu?”

Daank! Tepeme!

Yani aslında bazen erkekten beterim söyleneni sözlük anlamında algılamakta. ‘Git’ demişim, gitmiş. Bu kadar basit işte. Lakin kimi hareketler var ki- sesli ya da sessiz çekip gitmek olsun, surat asmak olsun, incir çekirdeğinden darağacı dikmek olsun- direk nevr-i Hafiye dönüveriyor. Hadi selametle baş baş’ı bir dakikalık huzursuzluğa tercih eder olmuşum. Tartışmalar kavgaların, kavgalar huzursuzluğun, huzursuzluk mutsuzluğun, o da ayrılığın işareti diye. Tartışma eşittir ayrılık olmuş. Hiç o ara dönemleri yaşamayayım diye. Mutsuz sona fast-forward, please.

Diyeceğim o ki, Karadeniz’in Temel’i varsa Adana’nın da Karatepeli’si var. Karatepe, Kadirli ilçesinin doğusunda, altı köyü kapsayan bölgenin adıdır. Adanalılar, Karatepelilerin hiciv dünyamızda reklamını yeterince yapamamışlar maalesef ama izninizle ben yapıvereyim buradan.

Mesela, Karatepelilerin en önemli özelliği negatif uzak görüşlülükleridir. Şöyle ki:

Karatepeli Kızın Derdi
Ailesiyle beraber bir ağanın yanında çalışan Karatepeli genç kız, bir gün villanın havuzunun etrafını temizlerken, hülyalara dalar. Kendi kendine "Ağa beni oğluna istese, biz evlenince bir oğlumuz olsa, bir akrabası oğlumuza top getirse, oğlan havuzun etrafında topla oynarken top havuza düşse, oğlan topun ardı sıra havuza düşüp.boğulsa, ben ağaya ne derim,diye düşünür ve başlar ağlamaya. Kızın bu halini gören anne koşup gelir, ne olduğunu sorar. Kız düşündüklerini anlatır. Bu kez başlar ikisi birden ağlamaya. Derken sırayla ağabeyi ve babası katılırlar ekibe ve ortalığı bir matem havası bürür. Bu arada bahçeye çıkan ağa durumu görür. Merak edip sorar. Kızın kurduğu hayal yüzünden hepsinin ağladığını öğrenince de küplere binerek hepsini evden kovar.

Pazartesi, Kasım 27, 2006

But Lovers Always Come and Lovers Always Go

Etrafa bakınıyorum. Gittiğine emin miyim? Laptop'ı, ayakkabıları, gömlekleri falan duruyor. Ama kendi yok. Saklanıyor mu acaba diye perdelerin arkasına bile baktım. Telefon ettim. Telefonu evde çalmıyor. Gittiğine böylece inanıyorum. Açmıyor da.

Sinir katsayısı sigara gerektiriyor. Üstüne de Java'yı aradım. Dedim böyle böyle. Gitti.
Java: Valla ablacım. Gene uzun dayanmış. Ben olsam çoktaaan gitmiştim...DE eşyaları ordaysa geri gelir, merak etme.
Hafiye: Ya ne ki şimdi bu? Geri gelsin, geri gitsin. Ne ki bu şimdi? Back to sayko love? İstemeeeem.
Java: Kızım, öyle hadi gittim, diye ayrılınır mı? Önce biri arar. Aramızda o kadar şey yaşandı. Bir daha konuşmamız lazım, denir. Onun hatrına, bunun hatrına bir daha bir daha buluşulunur. Araya girilir falan. Barışılır.
Hafiye: Neden ki? Giden gitmek istemişse gitmiştir. İstemeden niye gitsin?
Java: Sen çok Amerikalı olmuşsun. Algıların değişmiş. Burada süner bu işler. Nazlar olur, niyazlar olur. Tekrar düşünülür. Hadi sen git yat bakiym, merak etme. Barıştırırız sizi. Şşşş. Ne dicem? Amerika'da hadi bay, diyince bitiyor mu?
Hafiye : Evet.
Java: Ya, ne güzelmiş. Ben de gitseydim keşke.


Zevzekliğe başlayan Java'ya tahammülüm yetmedi. Televizyonu açtım. Teması zor tuşlarına geçirdiğim tırnaklarım canımı yaktığı halde kumanda kanalı değiştiremedi. Açıldığı yerde bıraktım. Kuzey Anadolu fay hattı haritasına bakıyorum. Büyük-depreme-kaç-kaldı telaşlı bir oturumcu, büyük-depremi-beklemeyen profesörü halkı korkutsun da reytingler coşsun diye fiştekliyordu. Tahammül bitti.

Tekrar aradım. Bu sefer uykulu bir sesle açmasın mı?


Ben burda cinnet geçirirken sen nasıl uyursun? NASIIIIIIIIILLLLL???

Perşembe, Kasım 23, 2006

November Rain

Pek bir hevesli buluştuk akşam. Çok ama çok mutlu programlar yaptık. Sonra ne oldu? Şapti Şövalye bütün gün işyerinde internette dolaşıp goygoy yaptığından işlerini bitirememiş. Azıcık çalışması gerekiyormuştu. Azıcık oldu sana bütün akşam. Bu adam ki- bana kocakafa, hırs küpü muamalesi yapıyordu, bütün derdi Andlar'da entel bir Hans olmaktı, belgesellerde kendini ifadelemekti. Şuna bakın hele! Aydın Doğan solcusu gibi bir şey çıktı yani.

Söylenmez miyim? Ama kesinlikle tezatlarına parmak basmak bağlamında söyleniyorum. Sen bana kocakafa diyorsun, sen kendine bak, demek istiyorum. Bu şapti hatun kaprisi sandı. Belki de öyleydi. Öyleyse ne var? İlk kez mi oluyor dünyada? Yiyorsa hatun kaprisini dindirsin. Asıl marifet bu. Nenem de bilir sıfır kapris, sıfır sıkıntı, güzel olduğu kadar akıllı (!) da olan mülayim hatunla beraber olmayı. Alla allaaa. Gece saat bin olmuş, kih kih gülerekten sokuldu. Benimle ilgilenmiyormuş diye mızık mı yapıyormuşum, diye bir de soruyor utanmadan.

Niyeeeaaaah! Diye bağırılır.
Çaaaaaaat! Diye küçük odanın kapısı kapanır. Kilitlenir. (Hani şu Düello'nun kalorifer peteğine uykuya dalmadan önce cikletlerini yapıştırdığı oda)
Seni görmek istemiyorumm! Diye kovuşturulur.


Sonrası? Sessizlik.
Bir minik tıkırtı mı duydum? Emin değilim.
Kapıyı açtım.
Gitmiş!

Çarşamba, Kasım 22, 2006

Varoş Minno


Radyodaki kanalları direksiyon üstündeki düğmeye basaraktan ha bire pas geçiyor. Hiçbirini beğenmeyip üfff'lüyor. Derken " Ne söyledim? / Ne söyledim sana? / Ne söyledim ki / Vurdun kapıyı gittin?" diyiveriyor radyoda İbo.

Hafiye: Aaa! Kalsın, değiştirmeeee...Be vicdansız / Be insafsızın kızı / Be nankör kedi / İnsan bir şey söyler! Vu huuu. 10 yıldır dinlemiyordum bunu. Süper!

Hazır trafik de sıkışmışken şokella bakışlarını uzun uzun yüzümde tutabiliyor.

Hafiye: Sevmek dedin sevmedik mi? / Aşka boyun eğmedik mi? / Bütün kötü huyları / Hatta güzel dostları / Senin için terketmedik miiii?
Şövalye: Minno, çok varoşmuşsun.
Hafiye: Varoş sensin. TEM çıkışında trafik sıkıştığında sağda yavaşla, ben bariyerlerden atlarım diyen kim? Hangimiz daha varoş? Ha?
Şövalye: Nesi varmış ki bariyerden atlamanın? Yani nasıl bir şey bu? Hem Amerikalı hem varoş.
Hafiye: Of off... Sen ve tuhaf tanımlı sınıf bilincin. Paşa torunu Şövalyeymiş buuu.

Geldik Takanik'e. Bu sefer Hafiye ve Düella çevresinin başka uçları birbirleriyle kaynaştı. Dilocan, Emre, Çıtır ve Gippi. Hatta Cuma günü Gippi, İtalyanca ödevine yardım etmek üzere Dilocan'la buluşacak.

Gündem belli. Yonc'un nikahı bahis konusu yapıldı. Evlenir mii, evlenmez mi? (Bahisler şu ara 1'e 5 veriyor. Fena değil. Öngörülen tarih yaklaştıkça tahmin ediyorum 100'e çok rahat çıkar) Aradık, yorum/tahmin falan alalım istedik. Tabii ki açmadı. Oysa Dilocan kokocan aslanlar gibi Ağustos 2007 tarihli düğünü için hem para hem mekan hem de emek ayırmış köşeye. 60 bin yuro. Bilmemne Paşa Yalısı. Ben anlamam toptan tüfekten. Sağ eline de tek taşını takmış. Türkiye'de düğünden önce sağ ele takılıyormuş yahu. Ben bunu bilmiyordum. Sanıyordum ki Nil hani tek taşı sola takamıyor damat adayı yok diye. E, bari o yüzden sağ eller havaya, diyor. 'Hıııı' oldum, Dilocan anlatınca. Sonra dedi ki, daha çok parası olsa İbo'yu sahneye çıkarırmış düğününde.

Hafiye:
Hay diline sağlık. Yolda İbo çalıyordu. Ben de aynı şeyi söyledim. Şövalye bana 'varoş' dedi.
Dilocan: Ee, aldın hanım evladını. Çekiceksin. Başlarda Emre de anlamıyordu bizi. Zamanla alışır, merak etme.

İnşallah.


Salı, Kasım 21, 2006

Tesadüfün Sopası

Geldim memlekete. Gece yolculuk yaptık. Ala delisi bizi taşıdı limana sabaha karşı. Şövalye sabahın 6'sında beni karşılamaya gelmiş. Çok özlemişim, yahu. Çok. Bir sevgi yumağıyız. Birer pıtırcıkız. Görenlerin gözleri yaşarır. O derece yani. Sormayın.

Bir kahve içtik. E, sonra Şövalye işe gitti. Leş gibiyim ama eve gidesim yok. Hava da güzel. Boğaz iyi gider. Java'yı aradım yoldan. Hani işsiz güçsüz ya. Haftaiçi de olsa takılır benle, diye. Bugün olmazmış, ödev teslimi varmış. Cumartesi buluşalım, dedi. Tamam. Zaten Şövalye de animasyonda olacak Antalya'da. Takılırız bütün gün, dedim. 'Aha, bak o işlerden çok hatun düşer' diyerekten bıldırcın bıldırcın güldü.

Hemen alarma geçtim. Adam zaten para da almayacağını söyledi bu işten. E, o zaman başka ne motivasyonu olabilir ki? Niye gidiyor ta Antalya'ya günübirlik, kör vakitlerde uyanıp? Ha?

Şövalye, dedim, böyle böyle. Ya ben de gelicem ya da gitme yani. Dinlemedi beni, gitti. Aklım da onla gidiyordu kiiiii Java'nın Sosyetik Dilberi'yle sürpriz doğumgünü partisi detaylarını konuşurken telefonda "Antalya'dayım", dedi. "Şirketin motivasyon toplantısında."

Ne büyüksün Allahım! Yani şöyle: Benim Şövalye, Java'nın Sosyetik Dilberi'nin motivatörü olucak. Antalya'da. Dedim, Dilbercim. Hemmmen başına asker dikiliyorsun benimkinin. Gözünün ucu kaysa bana mesaj çekiyorsun. Tamam, dedi. Sen de benimkine mukayyet ol. Tamam.

Cumartesi bütün gün klinikte aç bilaç check-up yaptırdım. Akşama doğru ancak ayılan Java çıktı geldi. Pansiyona gittik. Uyudu. Uyumadan önce Pansiyon'un dağınıklığına söylendi.

Java: Bir erkeğe hitap edemezsin böyle. Dağınıklığa bak!
Hafiye: E, ama ben burda bile değildim ki. O dağıtmış her yeri.
Java: Olsun, sen toplayacaksın arkasını.

Hafiye: Ama bak, aldım çıngıl çıngıl kolyelerden.
Java: Tamam, güzel işte. Şimdi sıra hamaratlıkta. Adam gelecek akşam. Kalk yemek yap. Hafiye: Ama o ıslak hamburgerle mutlu. Alıyoruz Marmaris Büfe'den işte. Valla güzel yemek yapamıyorum ben. Yaptıklarımı yemiyor zaten.
Java: Deneye deneye ustalaşırsın. Yoksa olmaz yani.
Hafiye: Ne olmaz?
Java: Sonunuz hayır olmaz. Sen sus iki dakka ben bir rüyaya yatayım. Sonunuzu göreyim.

Hala ayılamamış. O uyurken ben de biraz ortalığı topladım bari. Etkilendim mi ne? Şövalye kaçacaktıysa da bu sefer olamadı. Başına adam diktim. Oh, olsun. Dilber sık sık rapor geçti. Motivatörü öpene bin puan verilecek olmasına rağmen Dilber kartal kesilmiş, kimseyi yaklaştırmamış yanına. Yaaa..

Pazartesi, Kasım 20, 2006

Aman AMMAN - 2

Gecenin ikisinde karşıladı Ala. Otele götürdü. Sürünmekten konuşamadığımdan yavaş git, diyemedim. Abi bir kelime İngilizce bilmiyormuş zaten. Birinden zar zor fısıltılı bir "şuvey şuvey" çıktı. Ala dinlemedi. Sonraki günler sabah 6, öglen 1, akşam 7, gece 1 falan da dinlemedi. Birbirinden farklı programlara sahip onlarcasının kahraman şoförü oldu.

Her şoför Ala gibi olmadığı gibi Ala da her dakika bize ait değildi. Daha önemli konukların daha acil ulaşımları söz konusu olduğunda mesela. Bir akşam alışveriş merkezine gidesimiz geldi. Şoför taksimetreyi açmadı. Önceki akşam açık taksimetreyle aynı rota 17 dinar tutmuş Bora'ya. Daha fazlasını vermeyiz, dedik. Bir dil sıkıntısı yaşanırsa atarız parayı gideriz, dedik. Tamam. Plan bu. Alışveriş merkezine geldiğimizde sorduk, kaç para, diye. '5 dinar', dedi.

Asla kazık yemediğiyle övünen ve hatta bilakis çok fahiş fiyatlara sattığı mallarla medyamızca da tanınan Bora'ya, hah işte, el mi yaman, bey mi yaman? Dedik. Önceki akşam yediği 12 dinarlık kazıkla eğlendik.Bora cinnet.

Alışveriş merkezinde ekipten ayrılmak zorunda kaldım. Daha doğrusu ekip benden ayrıldı. Ömürleri şantiyelerde geçmiş erkeklerle gezmek biraz zor. Hiçbiri benle ayakkabıcı vitrinlerine uzun uzun yapışmak istemiyor. Onlar elektronik dükkanlarında Dubai ile karşılaştırmalı fiyat analizi yaparken ben 4. kahverengi ve fakat 9. çizmemi sardırıyor, toplam ayak giyecekleri adedimi böylece 128'e çıkarıyordum.

Ekip yeni pabuçları duyunca karılarından veryansın etmeye başladılar. Mesela Bora'nın karısı, benimkinden biraz daha büyük bir pazara hakimmiş. Annesinin ta balayında Hindistan'dan getirdiği yılanderisi parçaları bile ayakkabılatmayı başarmış Beyoğlu pasajlarında. Çok analitik ve titiz de bir insan anlaşılan. Hatun sen tut bütün ayakkabılarını kutulara yerleştir, kutuları numaralandır, hangi numaralı kutu nerede diye haritala. Kutulamadan önce de fotoğraflarını çek ve hangi ayakkabı hangi numaralı kutuda diye notlandırarak bir dosya haline getir. Efsane bir hatun. Hemen bir resmini görmek istedim. Vesikalıklar çıktı cüzdanından. Çok süründürmüş bizimkini. Evlenmek için Bora çok uğraşmış, uhuu, hikayeleri de efsane. Hatun gözümde ilahe mertebesine çıktı. Acilen tanışmamız lazım. Pansiyon'a layık bence.

Dönüşte bir taksi daha çevirdik. Taksimetre açık bu sefer. Otele vardığımızda fiyat 1.685 idi. Yani 1 nokta 685 dinar. (1 Ürdün Dinarı= 1.40 USD) Yani 2.5 dolar bile değil! Şimdi şöyle: Ürdün'de ondalık sayı hanesinde üç rakam kullanılıyor. Dünyanın –ayak bastığım- her yerinde ondalık hanedeki rakam adedi ikiyi geçmezdi. Noktadan-sonra-iki-rakam'a alışmış bünyeler taksimetrenin küçücük dijital ekranına sıkış tepiş zar zor sığan fontu bol bir 1.685'i 16.85 olarak algılamaya çok müsait. Hele de gidilen mesafe uzunsa 1.685 pek ucuz geliyor.

17 yerine 5 dinar ödediğimizin sevinci kursağımızda kaldı. O seferde hepimiz birden kazıklandığımız için Bora'ya yüklenmedik. Savunma mekanizmalarımıza tam gaz yüklenerek 'en azından hızlı bir öğrenme eğrimiz var,' dedik.

Pazartesi, Kasım 13, 2006

AMAN AMMAN!

Özel şoförlerle ülke dolaşan bir tek Pansiyon diil. Uyku nedir bilmeyen deli bir Arap şoförle Amman'dan Ölüdeniz'e doru yola çıktım. Yüreğim ağzımdan iner inmez detayları geçicem.

Perşembe, Kasım 09, 2006

Hafiye'nin Karakterleri 3: Yonc

Nikahına Bizi Çağırsana Yonc.

Aslında bu yazımla size yeni bir Hafiye karakterini de tanıtmış olabilirim. Bir taşla iki kuş vurmuş gibi. Yonc, bizim tayfanın cimriliğiyle, pasaklılığıyla, özellikle eskiden tuhafa kaçan kılıklarıyla (Son yıllarda biraz topladı Allah için. Artık sadece göbeği çıkıyor ortaya. Uzun zamandır kısa gömlek altından külotlu çorabının yüksek belli külot kısmına şahit olmadım), e-maillerine asla cevap vermemesiyle, ulaşılamamasıyla, İngilizce korkusuyla, bütün özelliklerini de reklamın iyisi kötüsü olmazcılığıyla avaz avaz yayınlamasıyla meşhur zat-ı muhteremidir. Hadi biz bunlara alıştık. Alışamadığımız ‘şu’ da diyemem. Sadece kimi vakit bir özelliği gündemi daha çok meşgul edebiliyor. Bugünlerde konuşup durduğumuz ise tembelliği yüzünden evlenememesi.

Evlenirse inanıyoruz ki alayımız şeytanın bacağını kıracak. Hepimize kısmet sökün edecek. Ya herkes bin yaşına geldi, daha kimsede tık yok. O yüzden Yonc evlensin artık, yeter be, diye saplantı yaptım. Prospektif damatla zaten 10 yıldır beraberler. Herkese gına geldi. Damat bile demiş, sene sonuna kadar evlendik, evlendik. Yoksa bu konu kapanır, diye. Anne Yonc da krizlerden kriz beğenmekte. Hayır, zaten düğün bayram olmayacak. Yeni bir eve çıkılmayacak. Çeyizler düzülmeyecek. Sadece imza atılacak. Üşeniyorum demiyor da bana, Özlem gelmezse olmaz, yok bayramda olmaz, yok nikah daireleri yoğunsa olmaz. Baktım Amerika tayfasından iki kanka geliyor Noel zamanı. Dedim o ara evlen işte. Millet mürüvvetini görsün. Özlem’e, dön artık turundan, dedik. Diğerlerine de gelin gelin, dedik.

Aa! Yalancı Çoban masalı, kimse inanmıyor şaptinin evleneceğine. Çünkü bundan beş sene evveldeeen geçen aya kadar yüzlerce değişik düğün tarihi deklarasyonu yapmış. En son yalanı da bayramda Roma’da konsoloslukta şeklinde planlamıştı. Böylece aile işkencesinden kurtulacaktı. Ne yaptı bayramda? Damat-to-be’yle Olimpos’ta böcek fobisini yenmeye çalışmış. Millet bilet alcaz, hadi bak gerçek mi, ona göre, diyor. Bizimki yine ulaşılamayan meşgul kadın triplerinde. Henüz bir cevap buyurmadı. Çocuklar nerden baksan adam başı 1500 dolar masrafa girecekler. Bizimki 1500 dolara gelinlik mi olurmuş, nee, çığlıklarında. Hadi dedik, Yalova’dan alırız, ucuz olur. Anadolu rüzgarı estirirsin nikah podyumlarında. Yalnız kumaşı şu yorganlık satenlerden olmasın, yeter.

En son ‘Ozie zevklidir. Gitse de Amerikan outletlerinden gelinlik örneklerinin resimlerini çekse de ona yollasa da o da aralarından birini seçse da Ozie ona kargolasa’ ve ‘iş için Amerika’ya gitse de gitmişken ordan gelinlik alsa da öyle mi evlense’ye kadar yeni bahaneler, yeni süreçler yarattı. Allaam, sen büyüksün.

Salı, Kasım 07, 2006

Karlı'dan Kanlı'ya

Cumartesi günü kar yağdı buralara. Hem de ne kar. 'Lapa lapa, ne şeker' derken fırtınalı Alaska Frigo oldu ortalık, pek fena. Şövalye'nin kitap aşkına Beylikdüzü Tüyap yollarında az kalsın mahsur kalıyorduk. Daha önce de evde mahsur kalıyorduk. Şöyle ki:

Çıkmışım sporumu yapıyorum uzay mekiğinde. Kan ter içindeyim. Isıtmasınlar şu pansiyonu bu kadar yahu. Düella kışın yok diye sevinmiştim gelen giden de pek sıcaksever çıktı. Aç dedim kapıyı, aç. Egzersizin 20. dakikaları. Bir tıkanma yaşarken bıt bıt konuşmaya başladı oturduğu yerde. Bolivya'da belgesel çekmek istiyormuş dağlarda. Ben de gelir miymişim onlan. Zorluk derecesi 8'de ıkınarak pedal çevirirken içimden fesuphanallahlayabildim sadece. Sonra duşta nefesimiz yerine geldi. Çıkar çıkmaz hınçla salona daldım:

Şövalye: N'oldu minno? Hazır mısın?
Hafiye: Ben 'unconventional' hayatı bırakıp buraya geldim. O defter kapandı. Dağa bayıra vurasın varsa git şimdiden. Hadi. Selametle çocum, selametle.
Şövalye : N'oluyor, minno? Anlamadım. Ne diyorsun?
Hafiye: Ayrılıyoruz. Sen Bolivya'ya gidiyorsun. Ben de Istanbul trafiği ve Ortadoğu ülkeleri karışık hayatıma devam ediyorum.
Şövalye: (Abartılı bir şefkatle) Tamam canım, tamam, geçti canım. Geçti. Geçti.
Hafiye: Çek ellerini. N'apıyosun yaaa? Ne geçti?
Şövalye: Öyle demiştin ya! Arıza çıkarırsam böyle sakinleştir, diye. Sen demiştin.
Hafiye: Sensin arıza. Gel-geç değil ki bu. Gerçekleri söylüyorum. Uff ya, ufffff..

'Hadi gel, yolda kavga ederiz, vakit kaybetmemiş oluruz,' diye çıkardı beni dışarı. Gördünüz işte, abi normal diil. Beylikdüzü'ne yollandık. Yolda kar fırtınasına yakalandık. Zar zor Tüyap'a girdik. Biz sanıyorduk ki bu tipide bir tek biz oluruz kitap fuarında. Ha hayt. Bütün Istanbul ordaydı. Milletteki kitap aşkı bir başkaymış da biz bilmiyormuşuz. Yarım saat geçti, geçmedi. Acıktım, susadım, tuvaletim geldi. Kalabalık, sıcak. Ihhh. Şiştim.

Hafiye: E, iyi de ben böyle kitap alamam ki.
Şövalye: Nasıl yani?
Hafiye: Çok kalabalık. Ben lay lay lom karıştırmak isterim kitapları. Burda itiş kakış çok. Hem bütün kitaplarımı senelerdir internetten alıyorum. Orada da var zaten bu düdük %20 indirimler.
Şövalye: Minno, kusura bakma ama ben buraya gelmişken gezmek istiyorum. Nedense bugün iyice arıza oldun sen.
Hafiye: Şuna bak. Mülayim dedik, yalan söyledik. Suyun ısınıyor bak. Dikkatli konuş.
Şövalye: Sen dikkatli konuş, bak geliyor beş kardeş.


Açlığa benden daha tahammülsüz bir insan var mı acaba? Çıkışta hemen oracıktaki Kilisli denen o Antep lokantasına götürmemiş olsaydı beni sular daha çok ısınır, kardeşler daha çok patlardı şrak şrak. Eve dönüşümüz de saatler sürdü fırtınada ama olsun, toktuk. Pek mutluyduk. Sadece nezle oluyordum galiba, sızıl sızıldı kemikler.

Cuma, Kasım 03, 2006

Assos'un Çenesi

Assos'un yerlileri çok komikler. Paso konuşuyorlar. Şeker de bir aksanları var ama çok konuşmayı yeni bir boyuta taşımışlar besbelli. Kaleye çıkan yolda bir dolu köylü tezgah kurmuş; incik boncuk, oyalı yemeni, ev yapımı sabun, kekik, defne, adaçayı falan satıyor. Öyle 'giieel, giieeel' diye bağırmıyorlar. Bıdır da bıdır da bıdır konuşuyorlar. Mallarının güzelliğinden, işlerin kesatlığından falan bahsediyorlar, öyle ortaya. Hatta bir teyze geç kalmış pazara, tezgahına sattığı minik heykelleri dizerken, 'şimdi eğiliyorum, torbamdan heykeli alıyorum, buraya koyuyorum' diye konuşuyordu. Laf bulamazsa kendine rapor veren köylüler. Aklıma Köste geldi. O da Çanakkaleli ya. Aradım. Şapti, hala burda. 2 aydır vizesini alamadı da dönemedi Atlanta'ya. Ben geri döneceğine inanmıyorum artık. Sen 5 yıl doktora yap, tezine imza koymadan dön. Ben şaşırmıyorum artık arkadaşlarımın anomalilerine.

Hafiye: Köste, neden çok konuştuğunu anladım galiba. Senin bir suçun yokmuş. Anlayış yapıcam artık sana.
Köste: ??
Hafiye: Assos'tayım da. Durmaksızın konuşuyor buralılar.
Köste: Aa! Biz de Çanakkale'deyiz. Hatta yarın oraya gelicez.
Hafiye: Ya işte buralılar...
Köste: Siz ne zaman döneceksiniz?
Hafiye: Bir dur yahu. İki dakka dalga geçeyim istedim, mahvoldu eğlencem. Buralılar da çok konuşuyormuş. İşte, hani yani merak etme, seninki genetik olmalı.


Al, işte, hiç komik olmadı böyle.

Sonra dert yandı, kokoşcum. Yazlıklarıyla gelmiş de kışlığı yokmuş da giyecek hiçbir şeyi yokmuş da. Açık ayakkabılarla kalmış da. Dedim hadi hadi, Istanbul'da konuşuruz. Pazar günü buluşacak benle. İnşallah.

Ertesi sabah Clinton'dan Bozcaada'ya gitme tarifi aldık. Bu sefer istemedik. Kendi verdi. Bir yarım saat sürdü gene. Hiç kıpırdamadan, tınlamadan, çınlamadan, vurgulamadan. Girişteki aynı koltuğunda, aynı ayak ayak üstüne pozisyonu, kafasında aynı kasketi. Değişen tek şey önündeki bilgisayardan takip ettiği haberler.

Şövalye: Sen anladın mı tarifi?
Hafiye: Tabii ki de hayır. Dinleyemedim bile. Bir şeyler adamı dinlememe engel oluyor. Mars Attack gibi, uhuuu.