Perşembe, Haziran 18, 2009

Toronton Toron Toron

Toronto’ya geldiğimden beri to-ronton toron-toron, toron-to-ronton toron toron diye bir şarkı parçası dilime pelesenk oldu. Hangi şarkıydı bilemiyorum. Bir Erol Büyükburç tadı var sadece ve hatta toron ton yerine porom pom bile diyor olabilir korosu. Misafiri olduğum Alex'e de bulaştı şarkı sonra. Ondan çıktı bu başlık. Çağrışımlarımdan okuyucunun anlam çıkarmasını zorlamamak adına açıklamak istedim.

İnsan daha önce hiç gitmediği bir yeri özler mi, bilemem ama ben de Düella gibi ancak özlem materyalini ancak görünce özlemiş olduğunu fark edenlerdenim. Bunu itiraf etmem için üzerimde kurduğu yoğun baskılar neticesinde itiraf edeyim de rahatlasın. Yoksa ipin ucunu bırakmayacak. Benden beter tutturuk haberi yok.

Efendim, madem anne olamadık, uzak iş seyahatleri aldık yerine de Kanada’ya geldik. Toronto’dayım. İlk kez geldim ve gelir gelmez burayı ne de çok özlediğimi fark ettim. Toronto’nun bizzat kendisini değil ama işte Kuzey Amerika'nın sistemli, düzenli, güvenli hayat tarzını. İstanbul’da sokakta yürürken çantamı kapmasınlar, arabalar çarpmasınlar, yamuk kaldırım taşlarına yan basıp düşmeyeyim falan derken yoruluyormuşum. Burda oooh, kaymak yollar, geniş kaldırımlar, rüzgarı dokunsa özür dileyen yayalar, kırmızı ışığı sallamadan karşıya geçsem bile on metre geriden durup sabırla yolu tamamlamamı bekleyen arabalar falan vardı.

Günlük kazancımı hesap olarak ödemek zorunda kalmadan yediğim Çin ve Thai yemekleri de cabası. Sadece fiyatları da değil onlarla sorunum Türkiye'de, Amerikanize edilmiş Asya yemeklerini seviyorum ben. Panda Express, Manchu Wok falan gibi yağlı ve kızarmış ve buram buram kokanından. Otantik olanını değil. Sokakta hot dog karavanları vardı sebil. Uf, uff. Sonra pancakeler, waffle’lar. Üzerlerinde gezinen Kanada'ya en has akçaağaç şurupları. Paso dal dal yürüdüm. Günde sekiz saat yürüdüğümden yakmışımdır nasılsa diye önüme geleni de yedim. Buraya kadarını o kadar sevdim ki tamam dedim yahu, geri dönelim. Buraya gelelim. Konforun dibine vuralım. Düella’ya da söyledim. Göçmenlik başvurusundan sonucu 5-6 yılda alıyormuşuz. Bu dal Çinlileri alıyorlar da bizi mi almayacaklar, dedim. Nabza göre şerbet. Çinlilere en çok o uyuz oluyor. Yoksa ben hümanistim, biliyorsunuz.

Dertsiz bir yer. Düz ayak, dedi daha evvel ziyaret ettiği Toronto için Düella. Geldiğinde yaşlı ve sakatların kaldırımlarda kullandığı minik arabaları görmüş. Onlardan alıp takılırmış. Burada bitmedi ama. Düella bu. Şartsız bırakmaz önerileri. O zamana kadar 40’ına gelirim ben çalışmam artık, dedi. Bana bakarsınız kocakafalar. Bir de onu kışları sıcak memleketlere götürürsek onu, göçme işini kabul edebilirmiş. Kışın buz gibi soğuğa çıkamazmış. Bir düşünelim demedik. Nasılsa vakti var. Başvuruyu yapalım da sonra bakarız.

İnsanoğlu çiğ süt emmiş. Özlediğine kavuşan herkes gibi üçüncü günde geride kalanı özledim. Buna da şu olay vesile oldu:


Toronto’dan Montreal’e geçeceğim. Internetten tren bileti aldım. 40 kilo limitiniz var yazıyordu bilette. Yanımda iş materyalleri var, bir de üç kuruş daha ucuz diye lens suyu, ayakkabı ve vitaminler almışız. Bavul doldu ama ancak 25 kilo geldi. Alamayız dediler. İçinden beş kilo çıkarmanız gerek çünkü 20 kilodan ağır bagaj kabul etmiyorlarmış. Limit 40 diyordu felan dedim ama iyi okumamışsınız bir kutucuk vardı, ona bassaydınız yazıyordu falan dedi kadın. Hiç tartışılmaz bunlarla. Kural manyakları. Haydiii, çektim kenara başladım bavulu boşaltmaya ortalık yerde. İstasyona gelene kadar yağmur yemişliğimden ve yükümden dolayı da terlediğimden sırılsıklamdım. Fenalaşmak üzereydim.

İkinci boş sırt çantasına beş kiloyu çıkartıp verdim. Trene binme sırasına girdim. Bu sefer de demesinler mi, tek parça alabilirsiniz trene diye. Eeeh, yeter ama diye bagaj teslime geri döndüm. Parası neyse yazın cezamı alın şu çantayı dedim. Bavulu boşalttığımla kaldım yani. Ceza meza yokmuş. Limitim 40’mış ama parça başı 20 limiti de varmışmış. Of dedim ya off ya. Türkiye’nin gözünü seveyim. ’Güzel abim, güzel ablam’ dersin halledersin bu incir çekirdeği işleri. Terden sırılsıklam bindiğim tren kabini de 5 derece ya vardı ya yoktu. Unutmuşum bu kapalı yerleri klimadan morga çevirdiklerini. Bu lavuk şey yüzünden saplıcanlı fıtık olmazsam mucize.