Çarşamba, Ocak 25, 2012

Yemek Seçen Çocuk

Bazen bir şey gugıllarken anne bloglarına rastlıyorum. Anneler annelerin kurduymuş meğer. Ne kadar uzun emzirdilerse o kadar gururlular bir kere. İki yılı geçene madalya takıyorlar. Benim gibi emziremeyenler artık fena rahatsız vicdanlara sahipler. Anneler devam ediyor yazmaya. Diğer anneler gibi işin kolayına kaçmadıklarından bahsediyorlar, çok eğitimli olmalarına rağmen çocuklarının yemeklerine gerekli özeni göstermeyen anneleri kınıyorlar. Çocuklarına yarım kilo pırasa pişiri pişirivermek neden bu kadar zormuş, diyorlar.

Genelde bu tip yazıları okurken çocuk yapınca işini bırakmış eğitimli kadın kokusu alıyorum ben. İşini bırakmışlığının hakkını çocuğuna kimsenin bakamayacağı kadar iyi bakarak veriyorlar. Hadi bu onların psikolojisi de ben kendime bir savunma mekanizması bulamazsam çatlarım.

Pırasa pişirmek bana zor açıkçası. Çünkü ben anne olunca işimi bırakmadım. Bırakabilirdim. Kocamın parasıyla da geçinebilirdik elbette ama ben ömrümde babama bile güvenmedim, kocama hiç güvenemem para konusunda. Yoo, bilakis. Süper verici, düşünceli bir adamdır Şövalye. Parayı sevmez. Kim istese parasını ona verir. Ama ben yine de, şimdi çalışmayı bırakırsam 50 yaşına geldiğimde ve ortada kariyer mariyer de kalmadığında adam 20’lik bir çıtırla kaçıp beni de (alıp almayacağımın bile meçhul olduğu) üç kuruşluk nafakayla ortada bırakırsa diye endişelenmekten kendimi alıkoyamam. Evet, psikoterapi aldım. Hayır, anksiyetemin farkındayım ve onu ortadan kaldıramıyorsam bari kontrol altında tutarak yaşıyorum.

Sonra mesela üç haftadır sık aralıklarla seyahatteyim. İstanbul’da olduğum zamanlarda da karlar yüzünden iyice geberen trafik yüzünden eve geliş saatim marketlerin kapanış saatlerine denk geldiğinden pırasa falan alamıyorum. Alsam da evde pişirebileceğim saatlerde Jelibon uyumuş oluyor.
Ama asıl sorun bu da değil. Çünkü pırasa pişirebilecek bir teyzemiz var evde.
Teyze pişirmiyor mu? Pişiriyor. Yiyen var mı? YOK!

Jelibon cimbiti, psikopatça seçici ve kendi kendine yetmek için paralanan Başak burcu özelliklerini sergilemeye başladı. Kaşıkla beslenmiyor. Çünkü birinin ona yemek yedirmesini sevmiyor. Edilgen olmayı istemiyor. Boşuna yürümedi 9 aylıkken. Adamın kendi işlerini kendi halletmesi gibi bir derdi var çok bariz. Kaşıkla bizzat kendi kendine yemek istiyor ama onu da asla beceremiyor. Kaptaki yemeğin %10’unu dahi ağzına götüremiyor. Yoksa ben razıyım yemeğin %90’ının yeri boylamasına.

Jelibon meyve de yemiyor. Çünkü nemli şeylere dokunmaktan nefret ediyor. Elma dilimine uzanıyor mesela ama hemen sonra ıslanan parmaklarından nefret ediyor. Acilen elini bir yere silmek zorunda hissediyor. Özetle, sadece biberon mamaları ve süt içip katı ve kuru şeyler yiyebiliyor. Coco Pops, Cheerios, mısır gevreği, ekmek, kurabiye, poğaça falan yani. Doktora söyledik, aç bırakın alışsın, dedi. Yani ben gaddar, mürebbiye tipli bir insan olduğum için bana tomas, aç bırakırım ama ne Hayriye Teyzesi ne de babası bu disipline sahip insanlar değiller. Bir damla gözyaşı akıtsa Jelibon, babası ona marketin tüm cocolarını alır. Millet etraftan çocuklarına çikolata verilmesin diye kampanya başlatıyor, Şövalye ise bilakis her yediği şekerli cocolu şey için ‘aferim’ diyor oğluna. Neyle mutlu oluyorsa onu yapsınmış çocuk. Tamamen hedonistik bir yaklaşımı var. Ters köşe.

Bense doğruyu biliyorum ama ne Şövalye’yle ne de Jelibon’la çarpışmaya üşeniyorum artık. Yaşlandım. Yine de Jelibon’un yediklerini düşündükçe sinirlerimin bozulmasına engel olamıyorum. Adam taze meyve sebze yemeyince IQ’su düşer gibi geliyor, endişe basıyor. Sonra da o endişeyi kontrol etmeye çalışıyorum işte. Hayatım bir çerçeve içinde tutmaya çalıştığım karanlık hislerle dolu.  

Çerçeve de şöyle oluyor:
Aman yahu, diyorum. Tundralarda, çöllerde yaşayan tipler meyve sebze mi gördü? Koca Avrupa patatesle adam oldu, diyorum. Mamalarda da bissürü vitamin var, diyorum. Diyorum ki, çocuğunuz pırasa yediği için o pırasayı pişirebiliyorsunuz. Siz önüne pırasa koyduğunuz için değil işte.

Çocuğunuz sizi emdiği için emzirdiğiniz, uslu olduğu için vaktiniz kaldığından bu boş vakitleri kendinize zorlaştırmak adına kafayı bu sefer de onun hijyenine taktığınız gibi.

Mesela Jelibon o kadar kuduruk ki üstü başının temizliğine ya da sokakta yerlerde sürünmemesine dikkat etmek mümkün olamıyor. Mecburen salıyor, mecburen ‘large’ anne oluyorsunuz. Uslu akıllı bir şey olsa cici cici giyinsin, temiz temiz dolansın, antibakteriyel mendilleriyle silinsin diye kasardım heralde. Bu kudurukluk seviyesinde bunlara kasmak fantezi dünyası.

Annelik galiba ne kadar acı çekerseniz o kadar kendinizi değerli hissettiğiniz bir şey. Çocuğunuz melekse kendinize dertler ve emekler yaratıyorsunuz işte. Onu yesin, bunu giysin, şunu oynasın diye kasıyorsunuz. Çocuğunuz azgınsa zaten azgınlık seviyesine göre ekstra dertler ve emekler için hiç vakit kalmayabiliyor. Tüm vaktiniz sadece bari vücudu bütün kalsın diye peşinden koşmakla geçiyor. Pırasayla, hijyenle uğraşacak vakit kalmıyor.

Cuma, Ocak 13, 2012

Sıraya Dizdin Bizi Zaman

Uzun zamandır içmemiştim. Kafam iyi. Hava güzel. Londra’da hava Istanbul’dan daha iyi. Gençlik ateşleri hala yanan junior kurumsal insanlar aleme aktı. Ben tıpış tıpış otelime yürüdüm. Yürürken düşündüm.

Biraz alkol alınca insanın aklına daha  kötüsünü yapmak geliyor. İki küsür yıldır içmediğim sigara geliyor. En son Amerika’da gördüğüm cigaralık geliyor.

Bu cigaralık meselesi de kafama takılmış kalmış bir konudur. Şu hayatta üç ya da dört kez denemişimdir. Onlar da üçer beşer fırtlardan ibarettir. Her seferinde de deli bir paranoyanın içinde bulmuşumdur kendimi.
Perdenin arkasında biri var’dan tutun evimdeki misafirin cüzdanımı çalacağına varan manyak manyak fikirler.
Bünyesi anksiyeteye müsait tiplerde bunlar olurmuş diye okumuştum. Bünyemden anksiyete artık çıkmış mıdır diye merak da ediyorum ama artık tecrübe ederek öğrenme yanlısı değilim. Tecrübe etmeden öğrenme yanlısı da değilim. Tam tersine, öğrenmeme yanlısıyım.
Bir şeyi de bilmeyeyim. Artık o kadar çok şeyi bilmiyorum ki cehaletim gözlerimi yaşartıyor.

Yürürken Marks and Spencer’ın önünden geçtim. Bu şehre ilk geldiğimde buradan herkese çamaşır almıştım. Sipariş üzerine. Hey gidi 14 yıl olmuş.
Kısıtlı bütçemle ne alışveriş manyağı olmuştum ama. Üstüne cüzdanımı da çaldırıp beş parasız dönmüştüm Istanbul’a.
Havaalanı taksicilerine Etiler yönüne giden varsa beni de almak ister mi, diye rica etmiştim. İyi adam olmalılardı. Benimki de nasıl bir cesaretse. Şimdi böyle bir duruma düşsem soramam heralde.

Yürürken köprüyü gördüm.
Jelibon’un ‘London Bridge is falling down’ şarkısını çalan BabyTv klipleri geldi aklıma.
Build it up with wood and clay, wood and clay, wood and clay…
Özledim adamımı.

14 yıl önce ben de gençlik ateşiydim. Yurtdışına çıkmak çok heyecanlıydı.
Şimdi yurttaki küçük adam çok heyecanlı.
Zaman insana formatlar atıyor hakkaten.

Çarşamba, Ocak 04, 2012

Market Alışverişi



Biz artık varımızı yoğumuzu marketlere veriyoruz. Kredi kartı harcamalarımın neredeyse %80’ini market alışverişleri oluşturuyor. Tevekkeli değil, bir ara okuduğum ekonomi haberinde Migros’un bir şey başkanı, hedeflerinin bebekli aileler olduğunu söylüyordu. Bizler bebek yüzünden eve mahkum olduğumuzdan daha çok evde yiyip içip, evde tüketmeye başlıyormuşuz. Marketler de bu ev tipi tüketim malzemelerinin satıldığı yer neticede.

Market alışverişinden de nefret ederim ama işi Şövalye’ye de bırakmak istemem. Çünkü o markete gitti mi dönüşte markette janti ambalaja sahip ne varsa alır. Yer miyiz, içer miyiz, kullanır mıyız, düşünmez. Ambalajına, paketine hayran olduğu şeyi fiyat-fayda gözetmeden alır. Bazen çocuk gibi davranmak zorunda kalırım ona. ‘İyi tamam savurganlık yapabileceğin X liralık hakkın var’ derim markette. Yoksa bıdı bıdı bıdı, beynimi yer. Pintiymişim de. Zevksizmişim de.

Yine böyle bir market anıydı. Söyleniyordu. Tuttu bana “Senin yüzünden beş yıldır et yemiyorum”, dedi.
Yuh, dedim. Yani iki kıpırdasan geyireceğin şey henüz sindirimi bile tamamlanmamış et olur.
Allah kuru iftiradan sakınsın insanları. Bir de bu lafı başkalarına da der. Dediğine duyanı bırakın, kendi de inanır.
Yiyorsun, hem de etten başka bir şey yemiyorsun. Asıl beş yıldır sebze yediğini görmedim ben.

Hikayenin aslı şöyle:

Şövalye’nin canı o an canı kasap reyonunda teşhir edilen bifteklerden istemiş. Satın almaya beni ikna etmek için ise iftira atma yöntemini kullandı.
Koskoca adam bana sormadan iki biftek alamaz mı, demeyin. Bana sormuyor zaten. İnkarla iftirayla dalıp alıyor. Benim ağzımı açmama fırsat bile kalmıyor.
 
Ama içten içe yaptığı şeyin mantıklı olmadığını bildiğinden yapıyor bu çirkefliği.
Çünkü o anda evde henüz pişmiş tonlarca yemek vardı. Alırsak buzluğa girecek olan etleri, neden şimdi alalım, diyecektim.  
“Dondur-çözdür derdi olmadan taze taze alırız sonra. Evimizin dibinde üç tane kasap var” diyecektim.

Bazen bana da onunla uğraşmaktan fenalık geliyor. İyi al, bana ne, diyorum.
Sonra o evdeki henüz pişmiş diğer yemekler çöpe gidiyor, biftek pişiriliyor akşama.
Tüketmiyoruz bile. Tüketmeden döküyoruz.
Marketlerin canına minnet.