Çarşamba, Mayıs 31, 2006

Taşikardi

Valide bir iki karışınca naraları bastım ya, şimdi ince ince çalışıyor. Bu günlerdeki misyonu hemen dönmemi sağlamak. Japonya'ya gitmeyeymişim. Hayır, biraz da onun yüzünden eledim Alaska'ya da gitme işini. Ne yapacaksın tek başına soğuk yerde, bir daha gelirsin, vs vs. Bir yandan içim de istemedi pinponlarla dolu bir teknede doğal güzellik seyretmeyi. Canım aksiyon istiyor. Adrenalin bağımlısı oldum. Doğru adrese kesin dönüyorum, di mi?

Geçen gün alışverişten yeni dönmüşüz. Bir firfırlı gömlek deniyorum. Üşeniyoruz da aldıklarımızın hepsini mağazada denemeye. Eve gelip serilip bakınması daha güzel. Nasılsa iade sorun değil. İşte yeni gömlek. Almışım. Giymişim ama önünü kapatamamışım. Bir de gömlek gerçeküstü bir şey çıktı; mağazada alıp atmışız sepete, eve gelince anlayamadım, neresi fırfır, neresi yaka. Telefonda Ruşen ve Pelin. Dallas'talar ikisi birden. Neler yaptığımı soruyorlar, anlatıyorum. Yüzbeşbinonyedinci kez diyorum ki, 4 Haziran'da ev boşaltılıyor. 5'inde anne-baba gidiyor. 7'sinde evin satış işlemleri bitiyor. 9'unda işi bırakabilirsem 10'unda Japonya'ya giderim. 17 gibi dönüp hemmmen İstanbul.

Öbür hatta biri var. Arabayı satın almak isteyen biri. Ruşen'e kapatıyorum. Sonra kapı çalıyor. Gözde. Gelecekti. Gelmiş. Gömleği giyememişim. Önüm açık. Meydandayız. Kulağımda telefon. Gözde'yi öpüyorum ama o sarılmak da istiyor. Kaçmış oldum bir kere. Ayıp oldu. Onu orda annemle bırakıp içeri gidip arabayı 6'sında almak isteyen kıza diyorum ki kapora ver, anlaşalım, ben satmıyim arabayı o güne kadar. Kapora ne kadar olsun diye bilemedim. Telaşla, balkona oturmuş Gözde ve anne ikilisine bir çırpıda durumu anlattım. Bin dolar getirsin, tamam. Geri ara. Anlat. Okey. Yanlarına döndüğümde Gözde, bi sakin ol, dedi. Taşikardi olmuşsun.

Günlerdir taşikardiyim, evet. Hergün bir belge kayboluyor. Arabanın ruhsatından, ev klimasının servis raporlarına kadar herşeyi şeytan alıp götürüyor. Kimilerini satamadan getiriyor. Kimilerinin piyasası iyi olsa gerek, çıkamıyorlar ortaya. Acaba dün evin aidatını yatırdım mı, diye düşünüyorum şimdi. Çeki yolladım mı, yollamadım mi? Ohoo, o bankadan çekilinceye kadar ben gitmiş olurum. Uzak ara uğraşması zor.
İnsan dün aidatını postaya koyup koymadığını unutur mu? Zehir Hafiye unutuyor artık.

Salı, Mayıs 30, 2006

Hafiye Ailesi Çiftlikte


İstanbul'dan geç kalkan uçak babama Atlanta bağlantısını kaçırttı Pazar günü. Dün sabah gelebildi ancak. İner inmez, "Beni bir çiftliğe götür," dedi. Senelerdir söyler. Senelerdir oyalarım. Baba, derim, burada bildiğin çiftçiler yok. Bu işi şirketler yapıyor. Yüzbinlerce dönümlük arazilerde dev tarım makineleri yani. Sana uymaz. A, olsunmuş. Bir görseymis. Hadi diyelim gittik, nasıl gircez ki içeri? 'Meraba biz gezi-inceleme koluyuz. Bi bakıp çıkıcaz.' Neye? Niye, demez mi adamlar? Senle mi uğraşacaklar? Bu geldiğinde, organik tarım toprakları görmek istediğini ayaklarını yere vura vura deklare etti. Hafiye bir yer buldu internetten. Evine 100 km ötede. Olabilecek en yakın yer. Gitmeden telefon da ettim. Ne diyeceğimi de bilmiyorum ki. Biz bi bakıcaz, dedim. Babam merak ediyor. Tamam, dedi telefondaki kadın. Pabucundan Çukurova'nın toprağı dökülmeden Georgia toprakları yapıştı böylece babanın. Benim de 47 no.lu nefis pabuçlarım, ilk kez toprak gördü, iyi mi?

Bir gittik. Dünyanın en tatlı 7.5 aylık hamilesi Jane bizi karşıladı köpeği Ranger ile. Kocasıyla tarlada çalışan bir kadın. Annem, yazık daha küçücük çocuk dedi ona. Tazecik durmaktaymış. Köylük yerde böyle körpecik, yazıkmış. Babam baktı fasulyenin yapraklarına. A, dedi bilmemne böceği var bunlarda. Söyle. Söyledim. Organikle falan işi olmadı. Zaten çok basit ki mantığı. İlaçlama, kimyasal gübre falan yok. O da direk makinelere atladı birçok erkek gibi. Hareketli ve havadan sulama yapan bir dev makineye, biçerdoverlere, fide dikene, fasulye toplama makinesine, hayvan yemini yeşilken bir plastiğe sarıp kurutan alete...hasta oldu. 200 dönüm arazisi olan bir çiftçinin sahip olduğu makine bolluğuna hayret etti. Ha, bir de 1953 model John Deere traktöre. Babamların köye Marshall yardımında gelen ilk traktör oymuş. Ne üşüşmüşlermiş başına o zamanlar. Nostalji yaptı başında uzun uzun. Dev biçerdöverin fiyatının sadece 30 bin dolar olmasına hala hayret ediyor. Türkiye'de 200 bin dolardan aşağı değilmiş. Dedim, baba, ben ayakkabıyı çantayı boşvereyim. Büyük düşünelim. Biçerdover götürelim! Yesss!


Babam makinelerde kendini kaybederken Jane'le sohbete başladık. Annemin 18 sandığı körpe Jane 32 yaşındaymış. Kocasıyla beraber kimya okumuş. Hem de benim okuldan. Okul birliği yakınlaşma ivmesini çok hızlandırdı. Annemin aklı almadı iyi okumuş bir kadının tarlalarda çilek toplamasını- ki Jane hamileyken de çalışıyor. Babaannem de böyleymişti hani, karnında, sırtında, elinde birer tane veletle güneş altında pamuk toplarken ama ya Jane? O bir kimyager ve o zengin bir ülke vatandaşı. O, buna mecbur değil. Jane tam bir militan. Aysudak'tan beter. Traktörler bile biyo-dizel yakıtla çalışıyor. Cehennemin dibinden gidip alıyorlar bu soya yağı yakıtını. Allahtan Aysudak tutturmadı biyo-dizel araba alıcam diye. Artık bisikletten düşüp kol kırmaklar biter, Chattanooğa'dan gelme yakıt varilini koyacak yer aramaklar başlardı.Çocuk işçiler çalıştırıyorlar diye kakao ve kakao mamüllerini protestosu aklımdan gitmiyor. Acılar içinde. Çikolata orucu. Yapamam, ulan. O da yapamadı zaten.


Sonra güleryüz Flores geldi. Jane'lerin yardımcısı, Guatemalalı ailenin hatun kişisi. Jane, Bush'a küfürler etti. İşçi bulamamaktan muzdarip. Göçmenlik yasalarına kıl. Bütün bunlar, küçük çiftçiyi öldürmek üzerine, onlara darbe. Bir de Wal-Mart yakında organik sebzeler satmaya başlayacakmış diye endişeli. Organik ürün fiyatları da düşerse, organik tarıma da şirketler girer zira. Babama da uzun uzun nasihat verdi taze topladığı çileklerin ikramında. Oralarda şirketlerin tarıma girmesini engellesinler diye. Gerekirse yardım edermiş. O anlattı. Ben çevirdim. Dünyanın en lezzetli çilekleri bunlar. Kahraman çiftçi, Cargill'e karşı. Bir varolma çabası içinde Jane. Hem de varoluşunu oradan tutmak zorunda değilken. Aklıma Düella geldi. Aklıma ben geldim. Aklıma böylesine adanabileceğim bir şey olmalı fikri geldi. Kendimi kurban etme pahasına. Bulamadım. Çok utandım.

Pazartesi, Mayıs 29, 2006

Ana Hafiye Komşulara Karşı

Evimi satın alan anal kişilikli lezbiyenlerden çektik çekeceğimizi. Bilmeyen kalmadı da şurada giderayak valide 75’lik gey çift komşularımla da bozuştu. Hani zaten “Bizim orda olsa hepinizi ahlak polisi basar“ demelerden nerelere genişledi. Çok üstüne de gitmek istemiyorum. Az kompulsif değil. Gey dedeler de ondan beter. Söyle ki:

Valide tutturdu bu merdivenler çok pis. Her taraf tertemizmis, merdivenler neden pismiş. Merdivenleri sen tut, süpür sil. Bunu yaparken de dedelerin saksılarının yerlerini değiştirmis. Valide dikkat etmemiş. Ne bilsin sümbüller mi laleler mi ne haltsa, o çiçeklerin biri sağda, ışığın daha bol olduğu yerde; diğerinin solda, gölgede durması gerektiğini. Bir baktım dedenin biri konuşuyor da konuşuyor. Valide anlamıyor, beni çağırdı. Adam bıt bıt da bıt bıt. Tamam, dedim, afedersiniz. Olmuş bi kere, bir daha olmaz. Dede hala söylengeç. Bırak ya, dedim. Bırak. Anne, sen de allah aşkına yuğunma öyle külkedisi gibi. Beş gün sonra boşaltacağımız binanın merdivenlerinden sana ne. Yok, efendim, eski komşular varken nasıl da temizmiş buralar. Hala bir ’denial’ içinde yaşıyor. Bizim ailede mal satmak diye bir kavram yoktur zira. Aç kalabilirsin, soğuktan donabilirsin ama senelerdir boş duran n'inci evini satamazsın. Geçen gün çamaşır makinemi götürdüklerinde oturdu hüzün yaptı. Sanki iflas etmişiz de haciz memurları eşyalarımızı götürmüş gibiymiş. İçi burulmuş. Şu Sümerbank neslinden yediğim dumurların sosyolojik açıklamasını rica edicem artık. Gınalar diz boyu.

Az önce markete gitmek üzere kapıyı açtık. A, önümüzde posta kolileri. Siparişlerin gelmiş, dedi. Yok, dedim, olamaz, bugün Pazar. Bir baktık, attığımız eski koliler. Valide onları sabah çöpe atmış ama site kurallarının gerektirdiği üzere naylon çöp poşetinde ağzı bağlı atmamış da öyle bırakmış. Ona söylemeyi unutmuştum bu kuralı. Bizim gey dedeler de, siz gidin onları çöpten çıkarıp bizim kapının önüne dizin geri. Valide, mis gibi karton kutular, pis değil, bir şey değil diye cinnet yaparken benim kahkahalar bütün siteyi çınlattı. İnip söyleseymişim ya çok ayıpmış bu yaptıkları.

Neden bu memlekette cam silme diye bir kavramın olmadığına da takık yanısıra. Ayrı bir mevzudur ama yeri geldi madem. Diyorum ki, camdan dışarıyı seyretmiyorlar, ondan. Kimse bizim gibi konuşlanmıyor pencere önüne. Panjurlar, perdeler hep çekik. Böyle güzel manzara varken deliler miymiş? Olabilir, dedim. Düşüneyim biraz.

Cumartesi, Mayıs 27, 2006

Hafiye Toplanıyor

Toplanmak benim gibi yapışkanlar için uzun iş. Bir çekmecenin toplanması bir akşamımı alabiliyor. Hiçbir ıvırı kıvırı atmamışlığım bir yana kimi zamazingoların paketini bile bozmadan tutmuş olmam cabası.
Memleketten 'yeni çıkan ne varsa hepsinden ver abı' diye aldığım ve çoğunu dinlemediğim CD'leri, izlemediğim filmleri bıraksam mı, bırakmasam mı diye düşünedürdüm. Bazılarını nasılmış bakıym dinliyim de öyle karar veriym, diye dinledim de. Ebru Gündeş'in 2004'te çıkardığı, Bize Mutluluk Yakışır isimli albümü de bunlardan biriydi. Her şarkıya üçer beşer saniye tahammül ederek 1-3-5 fıt fıt fıt ilerledim. Gıy gıy gıy arabesk buldum albümü o kısa geçişlerde. Sekizinci şarkı durulası çıktı. Bir eller havaya mucizesi. Tezahürat olası, rebound ettiresi, 'arkanı dön ve çık/istenmiyorsun artık'in ağır alaturkası:


Gün gelecek devran dönecek

Kahpe felek bana da gülecek
Sen mi vardın şimdiye dek?
Tek tabanca da yaşar bu yürek

A, dedim ya. Bayağı bir geç geldi ama iyi geldi. Hani şarkılardan hissi yönler çizmek garip bir dürtüdür yurdum insanında. Vakti zamanında bulsaydım Neden Bütün Arızalar Beni Buluyor kitaplarına gerek kalmayabilirdi. Dedim, bu albüm benle gelsin. Belki lazım olur. Tedarikli gitmek lazım. Terapötik malzeme nihayetinde.
Sonra ya salla, dedim. Bunlardan memlekette dolu. En kralını her gece git, tepine tepine çal, söyle.
Hem bir dakka ya. Sadece moralim bozulduğunda kullanılmak üzere bir şey götürüyorsam moralimin bozulacağına inanıyorum da demektir. Bu inanç bu başlangıca yakışmıyor. (Breh breh breh) Götürmiycem. Bırakıyorum.
İyi de neden illa ki bir mesajı olsun ki şarkıların? Ritmine elini kıçını salla, gitsin. Geri koyuyorum.

Bu anlamsız muhasebe yarım saat sürüyor. Annem odaya giriyor:
-Ne durumdasın?
-Euee, sadece beş cd'yi ayıkladım.
-Aferin, diyor. Aferin yani. Hiç anlamıyorum, nasıl kazandın da nasıl bitirdin o okulları bu mıymıylıkla? Hiiiç.

Ben de anlamıyorum valla. Hem de hiççç.

Perşembe, Mayıs 25, 2006

Miami Hapsi

Hafiye, çok dolaşık bugünlerde. Karman çorman. Taşınırken eskilere takılıyor. Nostalji yapıyor çabuk çabuk toplanacağı yerde. 2 Şubat 2005'ten bunu buldu. Hey gidi, oldu. Siz de bin parçaya bölünmüş ve bininin de peşine düşmüş bir Hafiye'den çok şey beklemeyin bugünlerde. Eskileriyle idare edin.
----

Sabah 4'e kadar Miami'de bir otel odasinda calisan kizimiz cok da zahmetli gelmeyen sabah uykudan uyanip yoklama verme merasiminden gecti. Ustleriyle kahvalti yapti. Bugunun ajandasini tartisti. Danismanlara fikir verdi. Sonra tam asagi, toplanti odasina inmisti ki ona 'git uyu biraz' dediler. Ustume iyilik saglik. O kadar da goz makyaji yapmistim belli olmasin kizarikliklar diye. Sanirim sesten caktilar. Travesti gibi cikiyor bugun. Nerde benim burundan cikan cir cir ses, nerde bu kalin catlak sey? Uyuyamam ben gunduz vakti. Havuzbasinda mojito mu icsem? Sevmiyorum mojitoyu ama sirf konsept kasmak icin bu caba gerekli midir? Bu kadar mi yaptim demek icin yapar insan? Irdelenesi konular.

Sabah alarmi niyetine TV'yi kurmustum. Bir acildi ki Groundhog Day kutlamalari varmis bugun kuzeylerde bir yerde, ismini degil telaffuz etmek, dogru yazmamin bile imkansiz oldugu bir soguk sehirde. Tam da o sirada aklima Groundhog Day filmi geldi. Kendimi o karelerde sıkışmış hissettim. Gunlerim birbirinin benzeri otellerde, benzer tartismalarla geciyor. Sadece penceremdeki manzara degisiyor. Mantigin durdugu yer neresi? Hani kisa omurluyduk? Birbirinin ayni gunlerle kisitli butcemizi harcamak takvim uzerine centik atmaktan baska nedir? Mahpus muyuz? Zincirlemisiz kendimizi kariyere, paraya, statüye. Emekliliğe övgüler duzmeye basladik bile. Hani genctik, guzeldik? Ne hayrını gorduk? Har vurup harman savursaydık bari. Alenen dolapta curuttuk.


Gene Sıdıka Sıdıka depresirken annem aradi. Ama Sıdıka annesi gibi degildi bu sefer. Bana aklimi basima toplayip, kavramlari karmasiklastirmayip, kicimi kirip, kocaya varip cocuga karismami ogutlemedi. Babanla ben gelicez, bizi Arjantin'e götür, dedi. Aynen. Bunu dedi. Bir ayda dört kıta, beş iklim, iki tekerlekli bir bavul, suru babam suru. Gurbetin basindasin. Derdin gunun yalnızlık. Akşam olmuş, güneş batmış. Gezmeyip de ne halt edeceksin? Di mi, ama?

Çarşamba, Mayıs 24, 2006

Istifa

Az once istifa ettim. Titremekten konusamadim dogru durust. Aglamadim, allah var. Isyerinde agladigimi kimselere gostermedim. Tuvalete gidip gozlerimi kuruladim. Hani profesyonellik? Yok. Bugunluk yok.

Ben daha once hic istifa etmedim. Istifa istifa etmedim yani. Bu daha bir istifa. Sadece isten bosanmak degil. Evimden, golumden, ordegimden, elbise dolabimdan, arabamdan, bu yollardan bos oldum.

Belki donersin geri, dedi Kris. Gozlerime bakti. Seni anliyorum, dedi. Chicago'daki ailesinden uzak diye suclaniyormus. 50 yasinda, iki yetiskin evlat sahibi kadinda da, bende de ayni sizilti. Donersin belki. Sana ucretsiz izin verelim. Bakalim, dedim.

Bir tenis topu gibi gecti 20'ler. Genis bir kortun her ucunda sektim. Tenis topundan emekli yeni bumerang olmaya gonul razi olmaya razi degil de hayat razi gelirse? Gelmesin. Ne olur. Gelmesin. Hani hayatina hukmeden haciyatmaz cimbit hafiye? Yok. Bugunluk yok.

Pazartesi, Mayıs 22, 2006

Hafiye'nin Alışveriş Güncesi

Kesin dönüş yapmış insanlara sordum. Buradan elektronik eşya olaraktan neler getireyim, diye. Laptop'mış, playstation'miş falan umrumda değil. Erkek erkek konuşmayın. Aklım saç kurutma makinemle saç maşamda. Saç kurutma makinem sahane bir şey. Hem küçücük hem canavar. Atom karınca. Türkiye'de neler çekmiştim fiy fiy üfleyen aletlerden. Bu saçlar- ki tokalar yetmiyor zaptetmeye- ancak bu minik mucizeyle kurumakta. Saç masası da bu paskırık saçları yerçekimine amade tutmakta, edepli edepli. Kuaför özlemiyle yanıp kavruldum çok vakit amma velakin kuaför koltuğundan da disçi koltuğu gibi hiç hazzetmemişimdir. Hatta disçi koltuğunu tercih bile edebilirim kuaföre. En azından uyuyabiliyorum orada iki seksen uyuşuk ağzımla. Saçlarım ha bire çekilirken, o fon aleti kulaklarımı ve kafa derimi pişirirken ve de manikür istemeyişime tenkitçi nazarlar yollanırken uyuyabilmem mümkün değil zira. Kuaför; acısıyla, tenkitiyle, nazarıyla tam bir Türkken saç masam çabukluğu, acısızlığı, sorgu sualsız disipliniyle tam bir Amerikan Güzeli.

Bir arkadaş dedi ki, herşey var burda. Sushi getirecek halin yok ya. Sormayın, hergün sushi yiyorum, patlıycam. Memlekette çok pahalı ya, iyice gözümde kalmasın hesabı öğlen koca tabak Uçan Kamikaze'lerden indirdim mideye. Akşam ufak bir fesat yaşadıysam da dert değil. Sonra sanırım 63. çift ayakkabımı da aldım dün öğledensonra saat 17 sularında. Pembemsi, kırık gül kurusumsu bir süet pabuç. Yüksek topuklu, önünde tokası var, harika bir şey. Ona uygun çanta bulmak lazım diyordum ki valide mağazada fenalık geçirdi. 'İğreniyorum artık gömlek, ceket, ayakkabı görmekten', diye sızıldandı bir dolu. Eve dönmek zorunda kaldık çantayı bulamadan. Alışveriş asla bitmiyor. Bitemiyor.

Mısırlı Prenses Hafiye Şah önden yedi bavul götürmüştü zaten. Bir dokuz tane daha son batında geliyor. İyi mi? Artık bavul almayalım, dedik. Normal bir insan evladının dokuz adet dev boy bavula ihtiyacı olmaz ki. Çare niyetine valide sultan Adana'da branda bisi diktirmiş, bir kullanımlık, çart mavi ve çart yeşil. Süper amele şeyler. İstanbul'a öyle inicez. Dedim, valide sultan, söyliyim de kimse karşılamasın, rezalet. Ne vahimdir ki havaalanında ofisim. Birine görünmemek için haftasonu insek bari, diyorum. Kocaman kapkara gözlükler takip. Kocaman, kara, gözlük...Gözlük, dedim. Gözlük almalıyım daha ya...İyi hatırladim. Bunu da yazayım alinacaklar listesine. Unutmadan...

Cuma, Mayıs 19, 2006

Hafiye Alış-verişte

Bu kesin donme isi cok sizofrenik bir hal. Kapatilacak bir suru hesap var. Bir de zamanlama ekstra onemli. Evim bayagi bosaldi. Arabami satmaya calisiyorum simdi. Bir abi duymus geldi. Turk. 50lerinde. Hali vakti yerinde sanirim. Kizina alacakmis arabayi. Bizim cocuklardan duymus satilik oldugunu. Geldi uc bes konustuk. Bana 'dealer ne verirse aynini veririm' dedi. Euee, bakariz, dedim, gitti. Hergun ariyor simdi. Teklifi degisik de degil. Her aradiginda ofkeleniyorum. "Dealer ne verirse aynini vereceksen ben neden sana vereyim arabayi be adam? Ne kankamsin ne akrabam. Seni tanimam, etmem. Sana iyilik borcum mu var? Dealer en azindan sak diye sayacak parayi elime. Hem de daha guvenilir. Simdi bir de senin cekinle/bankanla mi ugrasicam?" demedim ama kibarca, uygarca demeye getirdim. Israrla anlamiyor. Artik o kivama geldi ki dealerdan daha cok bile odese satmiycam ona. Gicik oldum. Az daha israr etse Seinfeld'e sezonluk diyaloglar cikacak meydana.

Evi satin alan lezbiyen cift --evin duvarlarinin dili olsa da konussa artik--anal kisilikler cikti. Yok pervazin kiyisindaki siyrik, yok dus basliginin damlatan gevsekligi, yok klimanin esit uflemeyen havalandirma duzenegi, yok tel kapinin solmus rengi, yok kapi kolunun siyrilmis yaldizi...icime fenaliklar geldi. Hergun eve bir usta geliyor, biri gidiyor. Elden cikan paranin haddi hesabi olmadigi gibi ben geriye dogru herseyi hatirlayip kendime hayiflaniyorum. Ben bu evi gordum ve aldim. O kadar. Millet boyle inceliyor. Isin garibi benim beyaz esya sigortam varmis iki yillik. Firin da calismiyordu. Insan yeniler, di mi? Unutmusum sigortam oldugunu.

Kitaplarim tam 120 KILO cekti--ki bir kismi gitmis hali bu. Annem okuduklarini birak, dedi. Aglamakli oldum. M-Bag dedikleri seye kasicam artik. Su Amerikan postasiyla aylarca suren kargo opsiyonu. Umarim bir sey olmaz. Bir yandan TR'de hicbir sey yokmus gibi bir alisveris seysi geldi ustume. Acaba diyorum adaptor madaptor takip DVD player, sac kurutma makinesi ve sac masami getirsem mi? Bir kere bu kadar kisa surede sacimi kurutan makine ben hic gormedim. Bu sac masasindan TR'de yok. DVD player da canavar...Ben tam dayaklikim galiba.

Su esyaya baglanma seysi Fight Club'i animsatiyor. (Heyoo, sonunda ben de Fight Club'i izlemis biri oldum da referans bile gosteriyorum) Sahip oldugun seyler arttikca ozgurlugun ya da hareket etme alanin daraliyor, diycektim.

Salı, Mayıs 16, 2006

Sevgi Selli Kesin Dönüş Halleri

Son iki gündür annemin artan dozda anneliği bünyemi sarstı. İstanbul'a döndüğümde haftada birden fazla gece çıkmamalıymışım, temizlige kadın her hafta gelmesinmiş ayda bir yetermiş, hergün dışardan yemek yememeli, evde yemek pişirmeliymişim; haftada iki kez dışarda yemek yetermiş, ayda bir Adana'ya gitmeli, ayda bir de o gelmeliymiş tarzı yorumları beni şişirdi biraz. Hani tabii ki ka'ale almayacağım. Ne bileyim, ben oturup haftada kaç kez ne yiyeceğimi, nereye gideceğimi ömrümce planlamadım ki şimdi planlayayım. Kaldı ki planın ennn yapılası ortamı Atlanta'dayken bile yapmamışım, teklifsizlik özlemişim, dönücem de plan mı yapıcam? Kankalar arayacak. 'Yok, ben bu haftaki dışarıda yemek yeme haddimi doldurdum. Haftaya buluşalım' mı diyeceğim?

Kendimi 5 yaşında hissediyorum. Eskiden karıştığı şeyler daha 'vahim' şeylerdi en azından. Bunlar bana yeni. Acaba diyorum, Amerika'dayken deplasmanda pıstığından bu kadar karışamıyordu da mı karışmadı? Aslında o da biliyor dediklerini yerine getirmeyeceğimi. Aslında ikimiz de biliyoruz hiçbirinin gerçekleşmeyeceğini. O zaman neden konuşuluyor ve hadi madem konuşuldu, neden beni şişiriyor? Annemin yapılacaklar/yapılmayacaklar listesi uzadıkça bana basıyor.

Tuba'yla (kızkardeşim) paylaştım da annemin 'yeni' hallerini. Kardeşim de İstanbul'da ve annemin reçetesinden gayet de rafine bir hayatı var. "Bak ve gör daha kimler karışacak. Eski topraklara dönüş biraz acı olacak galiba. Ama annem karışmazdı genelde böyle şeylere, bakma sen ona yine de, o da yıllardır hayallerini kurduğu hayata kavuşacağını düşünüyor, heyecanlanıyor, " dedi. Üzerine de söyle bir şey yolladı Eksısözlük'ten. 10 dakikadır ona gülüyorum:

başlık: kesin dönüş

"çünkü insanlar (akraba, dost, arkadaş, tanıdık, vs vs) yıllardır size karşı içlerinde biriken "gel ve emrime amade ol" tarzı birikmiş heyecanlarını ve bilmem hangi yaz görüşememiştik geldin ve beni aramadın, evlendin mı sen, aa hiç haberim yok şeklindeki (ulan hıyar, davetiyeyi elimle koymuştum posta kutuna!) kinlerini üzerinize boşaltmaya başlarlar. ismini de özlem ve hasret koyarlar. çoğu kişi sitem eder ve yine çoğu kişi ne yardım eli uzatmayı teklif eder, ne de bu yeni ve çetrefilli hayatınıza uyum sağlama çalışmalarınızı kolaylaştırmak için bir yol gösterir... anca isteklerini ve size olan "özlem"lerini dile getirirler. welkam to the lovely country turkey. sevgi adı altında ruhunuzu s---n ülke."

Annecim! Yok, pardon, euee, babacım (?)!!

İtalya'dan Bir Yar Gelir Bizlere

Uzun zamandır beklenen Matteo geldi. Aylardır eski grubuma müdür bekleniyordu. Yeni yönetimin başındaki zat Alitalia'dan gelme olduğu için oradan beğendiği bir abiyi buraya almaya karar vermişti. İşte vizesidir, taşınmasıdır, neyse ne, birkaç ay sürdü. Bugün laciler içinde upuzun boylu, yanık tenli, hafif kırlaşmış saçlarıyla erkek karizmatik güzeli çıkageldi. Bak ve 'İtalyan', de zaten. Pabuçları çok janjan. Son erkek modasını öğrenmiş oldu sayesinde Güneyliler. (Kadınların, zevzek, düzenbaz ve de çapkın olmalarına rağmen İtalyan erkeği düşkünlüğü konseptini bilahare tartışırız)

Artık bu diyarlarda olmayacağımdan kaderime küsüp Allah sahibine bağışlasın, olduk da enteresan hadiseler yaşanıyor şimdi ofiste. Geçen hafta Ed ise başladığında 15 kişiyle tanıştırma faslı 10 dakikada tamamlanmıştı. 'Nice to meet you. See you around. Bye' diye. Düz erkekler Matteo'yla tanışma faslını gene bu üç cümleciklik çerçevede tuttu lakın düz olmayanlar ve kadınlar olayın şu dakika itibarıyla olayın suyunu çıkarmış durumda. Yan komşum Nadia muhabbeti 20 dakikada kesemedi. Sesinin tonu bile değişti alenen. Daha buğulu ve şarkılı konuşuyor. Şakıyor. 'Roma'da kankam Aleksi yaşıyor, tanıyor musun?'a kadar vardı sohbet. Jean o sırada bir koşu gitti makyaj yaptı. Onu hiç makyajlı görmemiştim beş senedir. Duz olmayan Joe ise pabuçlarına, gömleğine, ülkesine methiyeler dizdi. Direktörüm davayı çakmış artık. Abiyi üç disiden sonra bana getirdiğinde suratındaki alaycı ifadeyi farkedebiliyordum. Susmuştu ama gözleri konuşuyordu. 'Biliyorum, sen de yavşayacaksın. Beğendin, di miii?' diyordu bana içinden. Al, bu da sana kapak olsun:

Hafiye: Alitalia'dan mısın? Onlarla çok arıza yaşadım ben. Ne düzen ne disiplin. Ne biçimler. Tek kelimeyle başağrısı.
Matteo: (Alaka yerine ayar bulduğuna şaşkın) Haklısın. Kem küm. Akdenizlilik. Kültür.
Hafiye: Akdenizlilik makdenizlilik değil. Ben de Akdenizliyim. Randevu verip haber vermeden gelmemezlik etmez hiçbir koskoca şirket bizim orda. Bilemiycem, neyse. Pek sanmıyorum ya, Roma'dan sonra umarım seversin Atlanta'yı. Hoşgeldin bakalım. Baaay.

Sonradan düşününce aslında bütün romantik filmlerin, beyaz dizilerin hikayelerinin böyle başladığını hatırladim. Pansiyon bilir. Yani şimdi herkesler yeşillerini yakmışken yüz vermedik ve önemsemedik ya, abiye bir kaşıntı gelmiş olabilir. Avcılık ruhunu okşamışlık durumları. Ay, bu olaya da gıcığım. Kaçanın peşine düşmelere de gıcığım. Peşine düşülsün diye kaçmak istemediği halde kaçana da gıcığım. Kovalamadığı için değer bilmeyene de gıcığım.

İstanbul'a dönünce dernek düzenek işleri yapsam diyordum. Beşiktaşlı olup Çarşı ekibine katılasım geldi. Herşeye karşı. Anti sloganlar yazarak kendimi ifade etmiş olmanın huzuruna varırım, diyorum. Süper.

Pazartesi, Mayıs 15, 2006

Sadece Haber Vermek İstedim...

Herkes bana ne yaptığımı soruyor. Yemin ederim, ne yaptığımı bilmiyorum. Sabah 10'dan beri TV'de Brady Bunch açık, çıngılı kafama kazındı. Kazzzındı. Değişti. Her yer maç dolu. Law and Order. Seyrettiğim bir bölümü. Tım tım. İnternette alışveriş yapıyorum. Yüzümü bile yıkamadım, dişler fırçalanmadı. Yarın çamaşır makinem gideceği için herşeyleri yıkıyorum. Nevresimsiz kalmış yatağın jakarlı yüzeyi dirseklerimi yakaraktan alışveriş yapıyorum. Telefondan takım elbiseye, vitaminden ayakkabıya kadar bütün gün yattığım yerden alışveriş yaptım. Güya şu Pazar gününü alışverişten kurtarıp son ayak parklara, cafelere atacaktım kendimi. Oradan da akşam annemi almaya alana gidecektim. Yedi saat sokakta değil de internette alışveriş yaptım bu sefer de.

Bir yandan da arabamı satış için listeledim birkaç siteye. Formatı yamuk oldu, düzgün gözükmedi, VIN numarasını yanlış girdim. Numaranın son rakamı yukardan gözükmüyor, arabanın üstüne komik bir acıyla yatıp anlamaya çalışırken komşunun köpeği üzerime atladı bu sabah. Normal hareket eden normal insanlara bir şey yapmazmış ama beni öyle arabanın üstüne yüzüstü uzanmış görünce anormal bulmuş olmalıymıs. Köpek cüssesiz bir şey- de korktum feci. Kafama taş düştü gibi geldi. Evdeki ruhsattır, sigortadir birşeydir, ondan bulsaydım, di mi numarayı? Bir tane resmi evrak koruyamayan bir insanım ben. Tabii ki bulamadım. Ve hatta sırf bu yüzden özel hayatın gizliliğiymiş, Big Brother'mış falan ben anlamam. Bir gün insanların alnına bir çip yapıştıracaklarsa ilk gönüllü ben olacağım. Bu hareketi tabii ki protesto da edeceğim ama bir yandan da resmi belge arşivimi alnımda taşıyor olmanın huzuruyla yaşayacağım. Niyet önemli ya bana. Art değilse, olur, faydalı bile hatta. (Aysudak kızacak şimdi)

Annemin uçağı çok gecikti. Ya gelemezse? Sabahtan beri bir şey de yemedim diye dolapta bir tencerede kalakalmış sebzeleri yedim. Sanırım 15-16 gün önce konmuşlardı oraya. Ben evde yokken de hasere ilaçlamacıları gelmis. Yerler ölü böcek dolu. Ya zehirlenirsem? Ne zaman bir ses duysam içeri köpekler dalacak gibi geliyor şimdi. Devamlı bir geç kalmışlık hissiyle yaşıyorum.
Bu aralar Pansiyon'la senkronize olduk. İçimizin karmaşası herşeye yansıyor diye sadece kaydetmekle kalıyoruz. Geçecek. Geçecek... Özlediğiniz lezzetteki hikayelere yakında kavuşacaksınız. Bizim bir çözülmemiz lazım.

Pazar, Mayıs 14, 2006

Anlayan Anlamayana Anlatsın, Ben Anlatamadım

Mutlu oraya '-miş gibi yapanların ülkesi' dedi. İçinde bulundukları ortamın çelişkilerini ve problemlerini yok sayarak yaşayan gelirin ve sosyal hayatın en tepesindeki insanları kastettiğini çıkardım ifadesinden. Hani gittimizde içinde yer alacağımız kesim. Sağolsun Mutlu, Adanalı'ya benzer yegane tarafını böylelikle göstermiş oluyor; pek açılımlara girmiyor. Öpüyor, bırakıyor. Komiktir, senelerdir Amerika için ben de aynı şeyi düşünürdüm; pür neşeli, pür siyasi doğrucu, pür tolerans miş'leri altındaki yalnızlık, paranoya ve ayrımcılık gerçekleri üzerine. Dünya miş'li insanlar dolu. Dünya yalan söylüyor.

Kıymetini elimizden çıkınca anladığımız şeylerden çıkardığımız dersler çok acıklı aslında. Kendim ve benim gibilerin namına burası vs orasına istinaden konuşuyorum. Burada farkına varmadan yaşadığımız konforların farkına elimizden gidince varıyoruz. Özel hayatın kilitli çelik kapıları, saygılı trafik/kuyruk, zamanı etkili kullanma hassasiyetleri, ne giyinip nerelerde takıldığının değil de ne yaptığının önemi gibi 'konforlar' mesela. Bütün bunları çok arayacağımı biliyorum. Bütün bunları burada yaşadığım sürede daha çok takdir etmek isterdim. Daha çok hazzına varmak isterdim. Türkiye'de de oranın 'konfor'larını göz ardı ederek yaşamamak gerek. Hislerini en doğal haliyle paylaşabileceğimiz insanlar var orada. Düzeltebileceğin şeyler daha çok ve hatta bu yüzden dokunduğun hayatların iyileşme oranı, zincirleme etkisi, geri dönüşüm katsayısı daha büyük. Bunlar unutulmasın.

İşimde öğrendiğim en önemli ders şudur ki: "Çözüm önerilerin yoksa şikayet edemezsin". Çözüme dair fikirlerin ve onları hayata geçirecek kapasiten var. Bazen 'en iyi'yi yapmak için zamana ihtiyaç vardır. Geçen zaman da genellikle sancılı olur. En iyi'den biraz daha azına razı olmak acil çözüm ve moral getirecekse o 'az iyi', 'en iyi'den daha verimli olabilir. Ne dedim ben şimdi?

Perşembe, Mayıs 11, 2006

Yine Mi?

Malum havayolumuz gelmis SkyTeam'e girme calismalari icabi. CFO'suyla ogle yemegi yiyecegimi ogrendim az once. Bes dakika once telefondan aldigim haber uzerine isi birakip eve gidip janti ciciler cekeyim ustume diyorum ama hepsini Istanbul'a goturdum bile.

Hadi burada kimse kimseyi iplemiyor. Biz de saliyoruz donem donem. Ama bi karizmamiz olacakti memlekette. Beni buradan taniyan mesleki tanislarimla dondugumde nasil bir iliskim olabilir ki? Hem de gelen kisi bir hatun. Ben onun terlik, pijama ustu is kiligini da biliyorum, diyecek simdi. Ne yapsak begenilmeyecek. En iyisi gidip yakindaki alisveris merkezinden kendime ust bas yapayim. Hey guzel allahim. Bunca isimin arasina karizma duzeltme katmasan olmaz miydi? Ne guzel surada yeni pasaport cikartma, kayip nufus cuzdanimi arama, camasir makinemi satma, arabamin yamulmus bagaj kapisini tamir ettirme, evin mortgage sirketine derdimi anlatma, balkonun kirik tel kapisinin yenisini Home Depot'dan siparis etme, Puebla'ya ucsak mi ucmasak mi diye analiz etmelerin arasinda capagimla, puskul saclarimla bari oturuyordum. Batti.

Perşembe, Mayıs 04, 2006

Bana Mutluluğun Resmini Çizebilir Misin, Aylin?

Hıdrellez muhabbetini Pansiyon'dan duymuşsunuzdur. Bizim ailede lafı bile geçmezdi. Haberimiz bile olmazdı. Mahalleli falan da kutlamazdı. Çukurovalılar farklı ritüellerin takipçileridir zaten. Dinle imanla işleri olmaz. Kebap şenliklerinde, tantuni günlerinde, rakı-pavyon-nezaret üçgeninde eğlenirler. Hıdrellez hadisesini batıl insan Aylin'den de duyuyorum günlerdir. Küçük bir kızkenden beri gül ağaçları dibine dileklerini çizip bırakırmıs. Evler, arabalar, bahçeler falan dilemiş hepsi gerçekleşmis. Yine dilekler biriktirmis. Cuma günü onları da çizip bırakacakmış. Bana da dedi, sen de çiz diye.

Hafiye: Cuma gecesini Atlantik üzerinde geçiricem ben, Aylincan. Buradan gittiğimde Cuma öğlen olacak. TR'ye indiğimde de Cumartesi öğlen olacak. Kaçırıcam. Hem Hızır beni yerde bulmadı da havada mı bulacak, allasen. (Neden Bütün Arızalar Beni Buluyor kitabımı göstererek)
Aylin: Olsun, sen abdest al. Çiz bir kağıda. Ben senin yerine niyete dururum.
Ogün: Abdest almayı biliyor musun? Üç sağa üç sola..
Hafiye: Teoride bomba gibiyim. Biliyoz tabe. Ne çizicem Aylin?
Aylin: İyi bir koca, iyi bir iş, janjan araba, janjan ev...

'İyi koca' nasıl resmedilir Aylin? Ya 'iyi iş'? Ben bunları söyledim söyledim, eğlendim. Çizdiklerime dikkat etmemi, eciş bücüş çizersem eciş bücüş bir adama karı olabileceğimi söyleyip beni korkuttu. Hatta belki bir dergiden kesilebilirmiş jön adam resmi, iyi koca sembolü olarak Hızır'a 'aha bundan' demek icin lakin derginin arka yaprağında bişi olmamasına dikkat edeymişim. Hızır karıştırabilirmiş belki. Birbirimizle kafa buluyoruz.

Bu iyi koca, iyi iş resmine taktim ben. Sağa sola danıştım. Bir arkadaş söyle resmedebileceğimi söyledi:

İyi iş için banknot (ekonomik mutluluk) ve bir durgun su birikintisi (huzur) çizeceksin. Bir tane de şişe çiz, içinde not olsun şişenin. Romantik sevgili çıkar şişeden. Bir tane motorsiklet çiz. Çılgın sevgili de motorla gelir. Bir tane de göbekli, elinde T-cetveli olan gözlüklü bir adam çiz. O da iyi koca olur, takılır. Çocuklar çiz. Hangi sevgiliye benzesin istersen onunla arana çiz. Yani hepsi sana kalmış.

Tabii ki erkek cinsinden olduğu için arkadaş birden fazla adam resmettiği bir yana 'çirkin ama zeki' adamların iyi koca olacağı klişesine düştü. Oysa biz ne çektiysek 'çirkin ama zeki' adamlardan çektik, o bilemedi. Hem hem kadınlar bu dediklerinin hepsini bir arada istiyorsa ne olacak o zaman?

Bu durumu işin uzmanı Aylin'e tekrar danıştım. O da resim yeteneksizliğimden korkup sen en iyisi yaz, dedi. En sağlamı o. Öyle yapıcam artık. Bu akşam iyi koca ve iyi iş kompozisyonu yazmam gerek. Eksiksiz olmalıymış yalnız. Ne eksik olursa oradan patlamasın diye. Demirden mühürlü bir tarif gerek. Bavul toplama işleri arasında bir de mektup çıktı Hızır'a. Hadi bakalım.

Çarşamba, Mayıs 03, 2006

Salgın

3200 dolara sırt bölgesi MR’ ı çektirdikten sonra doktor hiçbir şeyim olmadığını söyledi. Kas yırtılması, ezilmesi falan olabilirmis. Derken agrım da azaldı. Sabahları yine acılar içindeyim ama komik bir hal de aldı bu durum. Sırtımdaki ağrı üç gün önce belime indi, iki gün önce kalçama, dün yeniden sırtıma doğru çıktı. Öyle bir şey ki sabah acısı baki ama nereye denk düşeceği konusunda geceden tombala çekmemiz gerekiyor. Psikolojik ya da stresten vs söylemlerini kullanmıyorum, sağolun. Tarihimin en gergin anlarını yaşadığım doğru ama sinir stres benim çok çok iştahımı etkiler, midemi ağrıtır, o kadar yani. Oyuncaklı sırt-bel ağrılarına sebebiyet bana hala absürd geliyor.

Yine de doktor tavsiyesi üzerine gittim psikiyatriste. Bana Neden Bütün Arızalar Beni Buluyor (Why is it Always About You) isimli bir kitap hediye etti. Özgüven eksikliği, babamın ilgisizliği, annemin memnuniyetsizliği falan feşmekan takıldık gene. Yalnız şu Amerikalılar’i yeniden takdir ettim. Doktorun 21 yaşındaki oğlu araba tamirciliği okuluna başlamıs. Bir anlattı oğlanı, sanki atomu parçalamış eleman. Akıllı ve efendi ve zeki ve harikaymış oğlan. Elleriyle çalışabileceği işlerde çok başarılı olduğu, arabalari da sevdiği için böyle bir yol seçmişmis. Bizim memlekette olsa, ‘Peeh, koskoca doktorun oğlu araba tamircisi olmuş” diyip cıkcıklarlar. Yani ne bileyim ki, benim future oğlan tamirci olcam, dese, hani okuduk ettik o kadar şimdi. Gönül koyduğu, mutlu olduğu şeyi yapsin, derim elaleme nasihat amaçlı ama içim içimi yiye de bilir. Sonra benim oğlan da gider ruh doktoruna. Annem taş koydu. Annem beni hiç takdir etmedi, der. O yüzden annemin sebebi niyetine hayatıma eleştirel, kontrolcü, inatçı, bencil ve memnuniyetsiz kadınlar koyuyorum, der. Bu döngü sürer gider. Bir neslin ikirciği yedi nesil sülaleyi arızaya bulamaya yeter. Nezle olan bir çocuğun bütün okulu salgına boğması gibi, katlana katlana, çoğala çoğala miras kalir yenilere. Mutsuzluk bulaşıcıdir, demiştiniz zaten Hugo Bey, lakin mutsuzluk ırsi de olabilir mi acaba?

Salı, Mayıs 02, 2006

Maceraya Giriş

4 Ağustos 1999 Çarşamba günü o zamanki İstanbul-Atlanta Delta direk uçuşuyla Amerika'ya geldim. Kim derdi ki ertesi yıl onlar için çalışmaya başlayacağımi, hey gidi. Uçak öğlen gibi kalkıyordu. Haftaiciydi. O yüzden havaalanında kimse yoktu. Tek başımaydım. Uçak 6 saat rötar yaptı. İnisim, okula varışım geceyarısını geçecekti. Varış yerim Atlanta olduğu için otel vermediler. Oysa ben Athens'a gidecektim. Nihat'in söylediğine göre AAA Shuttle'ına binecektim. Athens'da inecektim. Oysa en son shuttle akşam saat 9'daydı. İstanbul havalimanından telefon kartlarıyla Nihat'i aradim. Beni karşılamaya geleceğini söyledi. Sağolsun. İçim rahat bindim uçağa.

Nihat, Alp ve Serdar'ın evine bırakacaktı beni. Alp ve Serdar da UGA'de MBA öğrencileriydiler ve yazın İstanbul'dalardı. Onlar benden daha geç geleceklerdi. Onlar gelene kadar ben de kendime bir ev bulmuş olacaktim. Nihat'in ayağı alcıdaydı ve gişgıcır bir Nissan'a biniyordu. Yeni almış arabasını. Öğrenci öğrenci hayırdır, oldum, borçla alınınca aylık ödemesinin düşüklüğünden falan bahsetti. Amerika'ya dair ikinci hayretim de oturduğum yolcu koltuğunun yanıbaşındaki dikiz aynasının üzerindeki "Objects in mirror are closer than they appear" yazısıydı. E, yani. Dikiz aynasına dair ampirik bir bilgi değil miydi ki bu? Üçüncü hayret ise 'Atlanta'nin dibi' diye söyledikleri Athens'in 100 km ötede oluşuydu. Yakın kavramının uzaklığı aynadakinin tam tersiydi. Söylendiği kadar yakın değil, uzak olmak vs göründüğü gibi uzak değil, yakın olmak. İzafiyet.

Karanlık bir yola girdik ve kırmızı tuğla bir binanın önünde durduk. Alp & Serdar'ın evi. Yanıbaşında bir gece kulübü. Amerikan pavyonu. Striptiz dansçılarının titrek neon ışıkları önümüzü aydınlatıyordu. İçeri girdik. Zifiri karanlık. Elemanlar evden çıkarken sigortayı kapamışlar. Bulamadık kutuyu. Işık yok. Karanlık baki. "Sabaha uyanınca bulursun sigortayı," dedi Nihat gitmeye hazırlanırken. "Nihat, beni burda bırakmaaaaa," diye yapıştım ona korkuyla. Çocuk sakat, yorgun, evini taşıyor ve üstelik yarı toplu evinde bu sene yeni gelen diğer Türk tayfasını ağırlıyorken kendimi de ekledim yüküne. Aldı, eve götürdü, ne yapsın. Ürkmüş kadını sahip çıkmamak erkekliğe sığmaz. Zamanla Nihat'a daha çok kanadı kırık kuş ayağı yapacaktım.

Nihat'ın evinde çıplak parkelerin üzerinde eğri büğrü zorla duran bir halojen lambanın ışığında iki yeni Türk öğrenci ortamını kurmuştu. Atletleri ve boxer'larıyla oturmuş, bir yandan Orhan Gencebay dinliyorlar, bir yandan da biralarını içiyorlardı. Gece saat ikiydi. Bana yatacak yer yoktu. Eski bir deri koltuğa yerleştim. Oturur pozisyonda içim geçmiş. Ertesi sabah bunaltıcı bir sıcağa gözlerimi açtım. Ter içindeydim. Heryer çürümüş ot kokuyordu. Okula gitmem gerekiyordu, dersler çoktan başlamıştı. Hatta da o sabaha yetişmesi gereken bir ödevim bile vardı. Dersler başlamadan şu şu şu kitapları okuyun gelin, demişlerdi ama Türkiye'de o kitapları bulamamışlığım bir yana, daha bir hafta önce geleceği belli olmuş bir insancıktım ben. Orhan Gencebay gençlik de pek yardımsever çıkmamıştı. Yersiz, yurtsuz ve ödevsiz okulun yolunu tuttum.