Perşembe, Ocak 28, 2010

Evlilik Ne İşe Yarar?

Evlilik stabil hayat sağlar, daha düzenli yaşama sebep olurmuş. Bu sayede depresyon ve intihar eğilimi azalırmış. Evlilik daha az aleme aktırdığından daha az alkol aldırtır, haliyle geceleri tekinsiz yerlerde daha az dolaştırdığından soyguna, tecavüze veya mok yoluna kurban gitmeyi azaltırmış. Daha çok para kazandırtır, kazandırdığı parayı da daha çok biriktirtirmiş. Eşin sağlığıyla bir ikinci göz daha ilgilendiği için çiftleri daha sağlıklı ve uzun ömürlü yaparmış.

Kendi adıma evliliği değerlendirirsem şayet; ben zaten karanlık bir tipim, bekarken de evliyken de eşit depresiftim. Her iki dönemimde de alkol almaz, aleme akmazdım. Eşit sıkıcıydım. Şövalye’nin para kazanmama zerre etkisi olmadığı gibi biriktirmeme bin tane iş kurup kapattığı ve maaşlı işleri çekilmez bulduğu için negatif bile etkisi olmuştur. Benim sağlığımla ilgilenmez, bilakis bir ağrım sızım olsa ben hemen tetkike tahlile koştururken o, merak etme bişi yoktur, bişi yoktur, der. Yani gözümün içinde yara çıkmıştı da, şımarıklık yapıyorum sanmıştı hatta o derece. Ama evlilik en çok bakıma muhtaçken, elden ayaktan düşmüşken işe yarıyormuş, anladık. Tabii ben yine alan değil, veren taraftım.

Ben BKAÜ’deyken Şövalye de kaymaya gitmişti. Gitmeden ona dedim ki, Bak artık köfte bir adamsın. Gençlik ateşi tripleri yapıp akrobasi felan yapayım deme. Dikkatli ol.

Sanki ben bunu hiç dememişim gibi snowboardda ne kadar büyük bir usta olduğunu arkadaşlarına kanıtlamak isterken daha beşinci kaymasında omzunu çatlatmış. Bir de o ağrısına sızısına rağmen iki gün daha kalmış dağda. Döndüm baktım kolu askıda. Hem de sağ kolu - ki sağlaktır kendisi.

Yemeğini yiyemiyor. Ben minik parçalara kesip önüne koyuyorum.
Ayakkabısını giyemiyor, giydiriyorum.
Getiri, götürü, bulaşıkları, çamaşırları, alışverişleri, su getirmekten tutun mesaj yazmaya kadar her işine koşuyorum.

Bir de üstüne ağrı kesici içmeme tribinde. Her dakika ıhh mıhhh, ahh uhh.

-Ne varsa bu ağrı kesicide? Millet leblebi gibi yutuyor. Omzun çatlamışken iç işte. Gelişigüzel içsen de ağrıkesici müptelası olsan anlıycam hadi. Şimdi içmeyeceksin de ne zaman içeceksin? İçmiyorsan mıklanamazsın.

-Ama hani hastalıkta, sağlıktaydı?

-Ya o maddeyi ‘hastalıkta ilaçlarını alırken’ olarak düzeltelim. ‘Huysuzlukta ve şaptilikte’ diye bir maddeyi onayladığımı hatırlamıyorum ben.

***

-Kadın gelsin haftada iki üç gün madem. Ben yetişemiyorum.

-Yok, ben kadın istemiyorum evde.

-Bir kere senin ihtiyaçların mekanik. Niye, ortalığı ben toplayınca daha mı nefis oluyor? Amele gibiyim günlerdir. Yeteeer.

***

Kime dert yansam beni kınıyor. Yaşlılıkta adama bakmayacağım belli olmuşmuş. Sanki o yaşlanınca ben genç kalıcam. Üstüne bir de kar yağdı ve iyice eve kapandık mı? Tez zamanda kendimi sokaklara atasım var. Hem o da iyileşir iyileşmez iş seyahatine gidiyor olacak uzun uzun. Evliliğe mola veririz. İyi olur. Sultanlığı özledim.


Yasal Uyarı: Yazdıklarımda şaka payı vardır. Beni zaman zaman delirtse de Şövalye süper bir insandır. Ben de onu çok seviyorum.

Pazar, Ocak 24, 2010

Sürpriz Seyahat

İş için iki günlüğüne gittiğim Bu Kuzey Afrika Ülkesinde (BKAÜ) neredeyse iki hafta kalmak durumunda kaldım. Aradaki haftasonunda eve dönebilirdim ama Şövalye'nin şirketi onları kayağa götürüyordu. Evde koca yoktu. Gidip dönmeye üşendim. Bana bir de şoför verdiler haftasonu kalırsam sağı solu gezdirsin diye. Düella'ya dedim, sen gel, gezeriz diye. İşim var dedi, istemedi. Ben de Yonc'a söyledim. Uçarak koşarak geldi o da.

Yonc'u huzursuz etmeyi iyi bilen Düella, önce Yonc'un kıskançlık damarına şerbeti akıtır. İlkin teklifin kendine yapıldığını, Yonc'un aslında ikinci tercih olduğunu işler. Yonc'un bu durumla barışık olması üzerine, onun cebindeki akrepe çalışır. Aslında kendinin çıkacağı seyahate çıktığı için ona en az yüz dolarlık bir hediye getirmesini emreder. Bu hediye, ne Yonc'un anlık beğenisini ne de benim fonksiyon düşkünlüğümü yansıtmalıymış. Arası bir şey olmalıymış.

Yonc'un gelmesiyle çöl sessizliği bozuldu haliyle. Her zamanki gibi konuyu Düella'yla açtı. Rahatına düşkünlüğü doruk yapmış bizimkinin hatta da hamile pantolonu almışmış, sırf beli lastikli ve rahatmış diye. İşin gerçeği o pantolon asla satın alınmadı ve o hikaye de geyikti ve çok eskiydi ama bişi demedim, bayağı eğlenceliydi konuşması. Bıraktım devam etti.

Yonc'un Düella'dan sonra en çok konuştuğu konu ofis hikayeleri. Ama onları da mutlaka çocukluğuna bağlar. O anlamda çok psikanalitiktir bizimki. Ofiste birine dalmış. Haklıymış ama. Suçu buna yükleyemezlermiş. Zaten ne kadar dallama da bir çocukmuş. Annesi nefret edermiş bu huyundan. Bir gün bütün okulun karşısında şiir okuyormuş. Sonra okuduğu şiiri unutmuş. Hala bütün okulun karşısında mikrofondayken, kendisi de aynı okulda öğretmen olan annesine dönüp 'Anneeee, ben sana demiştim, elime kağıdı ver diyeee. Bak senin yüzünden unuttum işteee', diyerek bütün okulu dumura uğratmış.

Saçlarını Sezen Aksu model kestirtip kırmızılarını giyip çıkarmış hep mikrofona. Her çıkışı ayrı bir şenlik de olsa illa çıkarmış o sahneye.

Ben saçlarımı kestirdiğim gün okula gitmeye çekinirdim, Yonc. Herkes bana bakacak, herkes saçıma yorum yapacak, diye. O gün görünmez olmayı dilerdim hep.

Yonc, bütün doğumgünlerinde gelinlik giyermiş. Renkli renkli dev gelinliklerden. Hatta yakın arkadaşı Aslı'nın doğumgününde de saçlarına bigudilerle lüleler yaptırıp süper kabarık bir gelinlik giyip gitmiş de doğumgünü çocuğu Aslı bizimkinin yanında sönük kaldığından saatlerce ağlamışmış.

Benim saçlarımı annem dibinden kestirirdi tararken ağlardım diye heralde. Surat da sevimli değil ki, herkes erkek çocuğu sanardı beni. Erkek kafaya bırak gelinliği, elbise de yakışmazdı. Bermudalar şortlar, öyle dolandım. Hiç gelinliğim olmadı benim. En azından bu kadar kavga dövüş ettiğin annen istediklerini de sana vermiş. Hiç mıklanma. Böyle anlarda bize hak verip annesinin aslında iyi bir anne olduğunu anlıyor. En azından anlıyor gibi yapıyor.

Düella'ya 'yüz dolarlık hediye' bakma turumuza birtakım kapalı çarşılarda devam ederken Yonc'un ilkokulda cebirle çözdüğü havuz problemlerinden, memleketindeki Atatürk köşkünde Atatürk'ün ayakkabılarını giydiğini, 39 numara olduklarını görünce üzüldüğünü, çocuk kafaya dev olarak empoze edilen minyon adam gerçeğini kabullenememekten heralde, adamın ayaklarının küçüklüğünü o zamanlar dert edindiğini de dinledim.

Alışveriş turu neticesinde Yonc'u çöl adamlarının giydiği keşiş kıyafetini satın almaktan alıkoyamadım ama tuhaf mücevherlerden uzak tutabildim. Düella'ya gümüşten bir Hz.Fatma'nın eli figüründen kolye aldık. Mümkün olduğunca yüz dolarlık dursun d
iye en kocamanından aldık tabii ki.

Istanbul buz gibi dondururken biz tatlı bir baharda, Yonc'un non-stop yorum ve hikayeleriyle güney Akdeniz sahillerini dolanmış olduk. Şoför kötü kokuyordu. İçimi bulandırıyordu. Mönülerde krep, pizza ve hamburgerden başka bir şey yoktu. Karbonhidrattan uzak diyetime hiç uymuyordu. Yonc'a şoförün kokusu gelmediği gibi mutlulukla günde üç öğün nutellalı, muzlu krep yiyordu.

BKAÜ'de geleneksel nane çaylarına dolmalık çam fıstığından koyuyorlar. Yonc da pek severmiş bu fıstıkları. Türkiye'de kilosu 300 lira dedi, gittik aldık yarım kilo 5 liraya. Benim daha önce hiç satın almadığım bir maddedir kendisi. Etli dolma severim ben. Ona da fıstık konmaz. Zaten kendim dolma da yapmadığımdan malzemesi de derdim olmadığından ben almadım tabii ki. Yonc, İstanbul'a döndükten sonra dolmalık fıstıktan ekstra iki üç
kilo daha almam için haber yollattı. Gidip satacakmış baharatçılara. "Kızım, manyak mısın?", dedim. "İnternetten de baktım. Sen gidip Makro'dan miniş paketine trilyon ödüyor olabilirsin ama toptanının kilosu 75 lira falan. Şurda 150 lira kazanıcaz diye hangi baharatçıya, nereye gidiyorsun?"

Şövalye'nin 'normal' arkadaşım olmadığı konusundaki serzenişleri haklı galiba.

Çarşamba, Ocak 13, 2010

Yılbaşı Gecesi

Yılbaşı gecelerinde eğlenmeyi bırakalı çok oldu. En son 2000’e girerken bir heyecan olmuştu. Milenyum dönümüydü. İlk kez Vegas’taydım. Her taraf ışıl ışıldı. Henüz gençtim. Kanım kaynamaktaydı. Duygusaldım da o zamanlar. Bellagio Oteli’nin önünde arya eşliğinde dans eden fıskiyeler gözlerimi doldurtmuştu, hiç unutmam. Kimbilir hangi sümüklü oğlanı hatırlamıştım. Yani fil hafızamdan silinmedi elbet kime ağladığım ama evli barklı kadınım şimdi. Şövalye arıza çıkarır o konulara da girersem. Zaten de artık komik geliyor gençlik hezeyanları.

O seneden beridir yılbaşlarında ne yaptığımı hatırlamam bile. Koltukta uyuyakalmak sıklıkla yaşadığım bir aksiyonudur yılbaşı gecesinin. Gecenin beklentisi de bitti gitti işte. Bu da yaşlanma belirtisi mi derler, ne derler bilemem ama ben halimden memnunum. En kötü ihtimalle halimle barışığım.

Bu yılbaşında da, bari uyuzuz, birimizin evinde toplanalım, dedik ama kimin evinde toplanacağımız konusu günlerce havada kaldı. Yonc’un ve bizim evimiz on metrekare falan. Ne yemek masamız var herkese yetecek ne tabağımız. Düella’nın evinde de ekipman sorunu var. Onun yemek masası bile yok. Koltukları da mancınık gibi. Ancak yerde oturulabiliniyor. Mutfağındaki tuz, şeker, yağ, süt, peçete, deterjan oranı falan durumlarını da önden yoklayıp akabinde dev bir market alışverişiyle belki durumu kurtarabilirdik ama öyle olsa bile yerde mi oturucaz be, diyip vazgeçtik. Kılçık zaten karşıda ve taze bekar olduğundan onun da evi ekipman sorunluydu.

Orta yaşlı olduk ama hala şöyle önce oturma grubunda oturup çerez yiyebileceğimiz, sonrasında yemek masasına geçebileceğimiz, önden çorbaların arkadan hindilerin gelebileceği bir evimiz, bir düzenimiz yok maalesef. Hiçbirimizde yok hem de. Buna ve yaşımıza rağmen kurulu düzen yerine bambaşka şeyler istedik yeni yıldan.

Namlımız’da yemek yedik bari. Sonuna doğru da sırayla dilek açıklaması turu attık ve her beyan edilen dileği Düella'nın tenkitleri doğrultusunda düzeltip yeniden ifadelendirdikten sonra kadehimizi gerçekleşmeleri için kaldırdık. Tam seyirlikti. Şövalye bu yıl öküz gibi yemek yiyip kilo almamayı diledi. Yonc, spor yapıp taş olmayı, cazibeli olmayı diledi. Kılçık stabil hayat ve stabil manita, Düella entellektüel açılımlar, ben de tabii ki çoluk çombalak ve yeni aldığımız evimizin bu yazki dekorasyonu esnasında Şövalye’yle boşanma aşamasına gelmemeyi diledim. Dileklerden anlaşılacağı üzere Şövalye ve Yonc tamamen body conscious istekleriyle motivasyon farklarını ortaya koydular.

Her sessizlik anını değerlendiren Yonc, çocukluğunun yılbaşlarını anlatmaktan geri kalmadı. Çocukluğunda ailesiyle beraber bir ordu evindeki eğlenceye katıldığı bir yılbaşında bir hediye çekilişi yapılmışmış. Yonc’un çektiği numaraya da büyük hediye çıkmış. Bizimki sahneye çağrılmış. Bütün salon, ‘aa çocuğa çıkmış hediye’ diye bizimkini işaret ederken Yonc, alacağı hediyenin heyecanından adeta uçuyormuş. Yabancı alkol ve sigaranın zor bulunduğu günlerde büyük hediye meğersem koca bir kutu sigara ve içkiymiş. O tarihte henüz ilkokul öğrencisi olan tıfıl Yonc’a bu uygunsuz hediyenin yaşattığı hayal kırıklığını aradan geçen otuz yıla rağmen hala yüzünden okuyabilirdiniz. Annesi ve teyzesi hediyeye bayılmış bitmiş. Mutlulukla hediyeyi aralarında pay ederken bizimki mahsun mahsun kalakalmışmış.

Bizim de her okazyona uygun bir çocukluk travmamız var, ha. Belki de ondan hala hırt hırt yaşıyoruz, kim bilir?

Baktık uykumuz geliyordu, Şövalye’nin de ertesi sabah işi vardı, biz kasmayıp eve gittik. Düella bu uyuzluğu kendine yediremeyip geri kalanları toplayıp en yakın bar neresi diye garsonlara sormakla başladığı alemlere daldı. Ertesi gün öğrendiğime göre tekno barlarda sabaha kadar dans etmişler 18’liklerle. Taş çıkardıklarını iddia ettiler ama artık bilemiyorum. Yine de helal ettim takdirimi.

Salı, Ocak 12, 2010

Düğün Masrafları

Bir memleketin yabancısı olma olma dilemması, özgürlük ve kardeşliğe indirgenebilir. Özgürlüğün keyfine karşı bir yere ait olmanın keyfi. Evinde kalan ait olmanın keyfini sürerken gurbete giden özgürlüğün sefasını sürer ve beraberinde gelen cefasını çeker, demiş bir akil adam. Amerika’daki cefalardan biri de kimsenin elalemle bir işi olmamasına rağmen düğün masrafının abarmışlığıdır.

Amerika’dan bir iş arkadaşım vardı. İki kızı vardı. Eşi üçüncüye hamileydi. Yoldaki bebeğin de kız olacağını öğrendiğinde gidip kızları için bir düğün fonuna girmişti. 20-30 yıla en az günümüzün 100 bin doları kadar para biriktirmesi gerekiyordu. Bana fon işini anlattığında dumur olmuştum. Ben de ona benzer yaşadığım bir durumu üçüncü dünya ölçeğinde anlatmıştım. Onlar bayılırdı benim bu oryantal hikayelerime. Ben de hiç germez, onları eğlendirirdim böyle. Annem bana ilkokuldayken Jumbo çatal-bıçak seti almıştı çeyiz olaraktan, dedim. Jumbolar memlekette yeniydi sanırım, çok değerliydi. Salondaki büfede kağıtlarına sarılı olarak kilitli kaldılar senelerce. On sene sonra piyasada çatal bıçak bolluğu oldu da annem kıyıp kendi kullanmaya başladı bunları. Yani aslında o kızlar büyüyene kadar belki düğün ve masrafları konusu tarih olur, dedim. Fonu boşuna fonlarsın o zaman, demeye getirdim.

Ruş’u da Amerika’da evereceğiz. İnşallah yaza. Önce bir mutlu olduk duyunca nişanı. Sonradan aranjmanına takıldık. Geyiğini de yaptık. Ciddiyetini de. Orta büyüklükte bir düğün planlayacaklarmış Virginia’da. Pablo’nun ailesinin yaşadığı şehirde, '60 kişi kadar'lık bir düğün.

O ne be? Orta büyüklük mü bu şimdi? Manular’ın ‘küçük davet’ dediği düğünde bile 100 kişi vardı rahat. Doğum günü partisi gibi 60 kişi. Sana Türkiye’den bile rahat 30 kişi gelir Ruş. Düella, Yonc, Kılçık, Dilocan, Ceycey, Manu ve kocası, Pelinat ve kocası, ben ve Şövalye. Annen, baban, iki kardeşin, üç beş akraban. O, bu, şu.

E, tamam işte, dedi. 30 kişi de Pablolar.
Zaten çocuğun çekirdek ailesi 5 kişi, Ruş. 50 yıldır oturdukları yerde akraba ve çevre toplamı 25 kişi mi?

Ya hayır, düğünün kocaman olması gerekmiyor elbette. Ama bizim durumumuzda bilinçli bir küçük tutulma durumu yok. Zaten geleceği varsa gelecek olan insan sayısı bu. Amerika’da herkes ıssız adam. Aileler de ıssız aile. Zaten daha kalabalık olmasa da iyi olur zira düğünler pahalı. Bu küçük şehirdeki miniş düğün bile 30 bin dolara çıkabilirmiş. Yuh, dedim ama şaşırmadım. Normalde kızın aile öder ama bizimkiler kendileri beraber ödeyecekler. Kıyma dedim. Ön ödeme yaparsınız o parayı evinize. Biz burda bakalım size düğün ayol. Hem bak kişi başına bir çeyrekten 100 kişi gelse 90*100=9000 liradan 6000 dolar eder. Orda altın da takmazlar hem. Beni dinler mi bilemem ama ben ona bir ön fiyat çalışması yapacağım*.

(Şöyle güzel manzaralı küçük bir mekanda, uygun fiyat olması açısından Ramazan ayında da yapabileceğimiz, 60 kişilik bir Istanbul düğünü aranjmanı çalışıyorum. Konuya dair fikirleriniz mühimdir.)