Çarşamba, Nisan 30, 2008

Necefli Maşrapa

Haftasonu Esincan burdaydı. Herkes hararetle soruyor. Ne yaptınız, ne yaptınız, diye. Ayol biz ne yaparız? Sadece laklak. Kızcağız bir çarşı pazar ve hatta ev kılığıyla geldi. Tabii ki sırt çantasında kokoları vardı ama değiştirmeye fırsat ve de ihtiyaç olmadı. Biz süklüm ve de püklüm halimizle pek koko ortamlarda yemeğimizi yedik. Eve gelip muhabbete devam ettik. Esincan, Düella, Çıtır, Şövalye ve ben. Sabahlara kadar konuşacak ne buluyorsunuz diyenlere cevap niteliğindeydi muhabbet. Ölüm, din, felsefe, quantum fiziği, cinsellik, kıskançlık, sufizmden tutun signature’ımız olan karakter ve durum analizlerine kadar her şeyden bahsettik.

Eve girdiğimizde önce ev pek bir sessiz gelmişti. Televizyonu açıverdim sessizlik kırılsın diye. Zaplarken de TRT 4’te bir Sanat Müziği konserine denk geldim. Tanıdık bir şey çalıyordu. Orada bıraktım. Fonda radyo sanatçıları şarkılamaya devam etti. Arada Boş Çerçeve şarkısı çaldı. Aaaah, olduk. Hülya Koçyiğit miydi, Filiz Akın mıydı bunu hıçkıraraktan söyleyen falan derken yine dikkatimiz muhabbette yoğunlaştı. Derken derken TRT 4’te İstiklal Marşı başladı. Kapanış niyetine. Yani 15-20 yıldır bu sahneyi gördüğümü hatılamıyorum. Kimse hatırlamıyor. Dumur olduk, ekrana kitlendik. Hala 24/7 olmayan kanal mı var? Varsa da İstiklal Marşı’yla mı kapanır?

Marşın klibi değişmiş. Eski klipte Anıtkabir önünde açıklı koyulu üniformalarıyla askerler bayrak taşırdı. "Tüfeeeeek omza! Selaaaaaam dur! Çeeek!" derler ve marşla beraber getirilen bayrağı göndere çekerlerdi. Yeni klipte askerlerin bayrak töreni yok. Dalgalanan bayrak önde, arka fonda Anıtkabir, Millet Meclisi, Atatürk resimleri gibi görüntüler akmaktaydı. İstiklal Marşı bitince yine aynı sürekli dııııt sesiyle beraber ekranda o damalı karenin içinde yine damalı dairenin olduğu görüntü çıktı.

Dumuru atlattıktan sonra televizyon nostaljisi muhabbeti başladı. Teknik arızadan dolayı ekrana giren necefli maşrapayı hatırlayıp hatırlamadığımızı sordu Esincan. A, evet evet. Necefli maşrapa.

Çıtır anlamadı. "Ne, ne, ne?" diye sordu. Biz de kelimeleri duymadı sandık. Tane tane "Necefli maşrapa" diye tekrarladı Düella.

Çıtır da “Yahu tamam da, necef neee, maşrapa ne? Ne diyorsunuz siz?” diye sorduğunda yerlerde bulduk kendimizi.

Esincan açıkladı. Necef, boncuklu moncuklu süsler işte. Maşrapa da metalden sürahi gibi bir şey.

Yani şimdi bu 80’li oğlanla aramıza kuşak mı girdi, bilemedik. Maşrapayı hatırlamaya yaşı tutmadıysa bile dedemin ’filhakika’, ’veilla’ falan diyerek konuşmasında yaşadığım gibi hisler mi yaşadı? Zamanında Türkçe derslerinde her ders yılının ilk haftasının değişmez konusu olan İstiklal Marşı’nın anlamının çözümlemesi gibi dersler mi gerektirdi bu durum?

Ben çok severim şiir çözümlemesini. Hafiyelik icabı. Bir fihristimiz olurdu bu Türkçe derslerinde bilmediğimiz kelimeleri yazmak için. Okul başlarken kırtasiye alışverişine de dahil olan. İstiklal Marşı nerede Osmanlıca’ya dokunduysa fihristte baş harfinin olduğu sayfada bir açıklaması olurdu.

Garp = Batı
Afak = Ufuk
Serhad = Sınır

Dünyada hepi topu 60 yıl öncesine ait metinlerini elinde sözlükle takip eden başka millet var mıdır acaba?

Perşembe, Nisan 24, 2008

Idiot’s Guide to Dating in Turkey

17 yıldır yaşadığı Amerika’dan üç ay önce dönen Evo ile geçirdim 23 Nisan’ı. Hayatının yarısından çoğunu, kendini bildiği yaşlarının hepsini orada geçirdiği için Evo herşeyden önce bir Amerikalı’ymış. Bunun dozunu da yeni farkettim. Üzerine biraz da paldır küldür konuşunca kaoslardan kaos beğenin. Evo’nun adaptasyon sürecinde başına gelenlerle neşe dolduk valla bu 23 Nisan'da da.

Akıllı, zeki kız elbet. Tüm ülkeyi olmasa da kendi etrafındaki düzenin işleyişini anlamış üç ayda ama sebeplerini anlamamış. Onu biz de anlamadık valla ama en azından anlatmaya çalıştık.

Evo: Adam bana ’hayatım’ dedi??? Ama daha bir haftadır tanışıyoruz ve sadece iki kez yemek yedik? Nasıl hayatı olabilirim ki?

Cevap: Türkiye’de tanıştığınız abiyle bir hafta içinde samimi olmak hızlı değildir. Abi size ilk bir iki gün içinde 'hayatım’, 'canım’, 'bi tanem’ diyebilir. Bunda bir abes aramayın. Hatta bu hoşunuza gitmeli zira ying ve yang olayı. Türk kızları da bundan sever ve bundan ister. Abi size kendince değer verdiğini, niyetinin ciddiyetini gösteriyor. Bir keresinde evden doktora gitmek için çıkan annem, muayenehanenin bekleme salonunda tanıştığı birtakım kadınlarla 15 dakikada 'best friend’ olup sohbete çay ve böreklerle devam edebilmek için onlarla beraber eve dönmüştü mesela. Samimiyet doruklarda yaşanır bu topraklarda.

Evo: Adam beni ertesi gün aradı ve her gün arıyor da. İnsan her gün ne konuşur yahu? Uyandım, dişimi fırçaladım, yemek yedim falanı mı raporlayacağız?

Cevap: Amerika’da telefonunu verdikten 3 gün sonra aranırsın fakat burada vakit kaybedilmez. Hem dedim sana. Ying-Yang. Kızlar her gün aranmazsa arıza çıkarır diye bildiğinden devamlı arıyordur o da belki. Belki onun da gerçekten arayası ve rutin işlerinizi raporlayası yoktur ama Amerika’da kural nasıl 3 gün olageldiyse burada da kural bu farz et. 3 gün kuralı ne kadar mantıklı ki bu ne kadar mantıklı olsun? Bençmarkları at kafandan.

Evo: Eue, peki benim hoşlandığım bir abi (Abi-2) daha var. Abi-2’yi kahve içmeye çağırmak isterim. Biz Abi-1’le sevgili miyiz şimdi? Bu durumda bu Abi-1’i aldatmış mı olurum?

Cevap: Teknik anlamda hayır ama artistik anlamda evet. Bakışmaya ve cilveli konuşmaya başladığınız andan itibaren sevgilisinizdir artık. Burada 'date’ kavramı yok. Kafadan ya sevgilisinizdir ya değilsinizdir. Üç beş vakit 'date’ edip sonra da birbirinize L-word’lar (yani ‘I love you’) veya artık ’exclusive’iz (yani ’senden başkasıyla görüşmüyorum’) demeniz gerekmiyor illa ki. Böyle sözlü birtakım durum değerlendirmesi ifadelemeleri falan yok burada. Zaten seviyorsun ve zaten de başkasıyla görüşmüyorsundur. Bence sen Abi-2’yle iç kahveni ama bundan Abi-1’e bahsetme. İlişkilere bodoslama girildiği gibi kavga gürültü çıkılır da.

Salı, Nisan 22, 2008

İllallah Dedirtmek

Bu aralar hakkımda usançla konuşuluyor. Herkeslerce. Her yerde. İş ortamı malum. Doğruyu düzgünü söyle söyle söyle, eksiği gediği kapat kapat kapat sonra patla ve sus model. Kimseyle konuşmak isteme. İki yaş çocuklarının gözlerini kapatınca kimselerin onları görmediğini sanmasından bana da gelse diyorum. Gözlerimi kapatınca yok olmak hissinden.

Gözleri kapatınca rüyalar başlıyor. Melo başlattı, ben de sabahları uykuyla uyanıklık arası o flu anda yanı başımdaki deftere not ediyorum. Balık. Tren. Boncuk kolye. Diye. Bu sembollerine ne anlama geldiğini karıştırıyorum sonra. Genelde rüyalarımda bir yere yetişmeye, bir iş yetiştirmeye çalışıyorum ama işler hep sarpa sarıyor. Mesafeler uzuyor. Rötarlar oluyor. Falan. ‘Kaygı düzeyi yüksek insan’ın günlük yaşantısının uykuya yansıması yani özetle. Üzerine bir de sembol takınca moralim bozuluyor. Balık görmek iyi ama benimkiler bulanık denizde ve küçükler. O zaman balığın kısmeti az ve sıkıntılı oluveriyor. Trenle yolculuk yapmak hayırlı uğurlu bir şey mesela ama rüyamda trene bir türlü binemiyorum ki rötar üstüne rötar yiyor. Boncuk kolye küçük ve değersiz olaylar silsilesine işaretmiş. Falan.

Düella da işte yaka silken illallahçılardan. Onun işlerine biraz fazla burnumu soktum galiba. En deli olduğu şey. Onu al bunu alma. Onu ye bunu yeme. Onu yap bunu yapma. Derim ben. Çoğu zaman da demek için derim. Tavsiyeler yumağı.

Komşu bloglardan da tepki geldi ya Şövalye’yi yollasam da iki tek atıp açılsa diye. Kuruturum ben adamı.

Düella da Şövalyeci. 24 saat kesintisiz çekilemeyeceğim için 3’e 5’e bölünmemde fayda varmış. Şövalye’ye de ona da mola niyetine gerekirmiş bu parçalılık. Paslaşılıyorum aralarında.

Blog da işte bu molalardan biri nihayetinde. Siz de bana iyi bakın bu aralar, tamam mı?

Perşembe, Nisan 17, 2008

Cahil Vicdanlar

Gebze'de tecavüz edilerek öldürülen İtalyan sanatçı, Barışın Gelini Pippa gibi naif buluyor beni Şövalye. Ona yazık olmuştu barbarlara güvendiği için. Bana da kafama zorla geçirilecek bir türbanla yazık olabilirdi. Laboratuar demokratıyım ve laboratuar ortamında herkes aynı, herkes eşit, herkes suçsuz ya. Hani dağdaki çobanla ben aynıyım çünkü ortak paydamız insan olmak ya. Ben ondan daha çok kitap okudum, o benden daha çok ampirik tabiat bilgisine sahip ya. O kadar ya.

Ben ‘o kadar’da bırakıyorum ama Pippa vakasında dünyaya rezil olduklarından muzdarip aydın Türkler orada bırakmıyor. Pippa’nın katili odur budur, iğrençtir, pisliktir. Tamam, tamam. Bence de. Her ne gazına gelinmiş olunursa olunsun bir canlıyı öldürmek noktasına gelindiğinde adını koyamadığım ama belki de ‘vicdan’ denen şeyin devreye giremediği durum aklıma sığmıyor. Peki vicdan öğrenilebilir mi? Beslenip büyütülebilir, değişik formlara sokulabilir mi? Kesinlikle. Doğduğunuz andan itibaren şimdiki ‘iyi’ ve ‘kötü’lerinizden, ‘doğru’ ve ‘yanlış’larınızdan farklı şeylere iyi-kötü, doğru-yanlış denseydi sizin de vicdanınız bu yeni kavramlara göre şekillenirdi. Aklınızı yeterince eğitmeseydiniz, muhakemeniz zayıf kalsaydı bunlar yine etkilenir, değişirdi.

Pippa’nın katilinin vicdanının nerede bizimkilerden başkalaştığını tahmin edebiliyorum. Senelerce gazetelerde, filmlerde yabancı kadınların bozuk meşrepli, önüne gelenle yatan tipler olarak görmedik mi? Turist kızlar Türk erkekleriyle yatabilmek için koşmadılar mı sahillerimize? Tabii ki tecavüz edilebilir onlara. Çünkü aslında onların istedikleri şey de bu. Yine tarihimizde, tarihi filmlerimizde hin ve cin fikirli Katerinalar, Bizans kadınları Kara Muratların, Tarkanların kuyusunu kazmaya çalışmadılar mı? Onlar da bu kadınlarla sadece yatıp kalkıp gerektiğinde vurup kaçmadılar mı?

Sizin entellektüel vicdanınız bütün bunlarla eğlenmenize sebep olurken cahil vicdanlar bunlara gönülden inanıyor işte. Bu memlekette hala filmlerde kötü karakteri canlandıran oyuncular sokakta dayak yiyor. O yüzden bu kadar geniş cahil kitlelerin olduğu bu ülkede ne yazıp çizdiğinizin, ne sunduğunuzun çok hassas vicdani süzgeçlerden geçmesi gerek. Bu kitlelere cinselliği erkeğin zaferi olarak pazarlayarak -güya- kendilerini önemli hissettirtecek, onların Batı ve Batılılar karşısındaki ezik egolarını –güya- bu gazlarla giderecek bu medyanın günah listesi oldukça kabarıktır. Medyanın çarpık sunumlarının içselleştirilmesine sebebiyet veren geniş cehaletin sorumlusu bu sistemin savunucularının ise yatacak yeri yoktur.

Çarşamba, Nisan 16, 2008

Amerika'da Pompacı Olmak

Düella benden önce davranıp yazdı bu Balat gezisini. Arada söylemeyi unuttuysa ben söyliyim. Kendisi Balat sakinlerinin et değil de tavuk yemesinin ardındaki gerçeği anlayamadığı gibi, onlar da bizim Türk olduğumuz gerçeğini anlayamadılar. Ömrümde ilk kez Türkiye’de turist sanıldım. Hadi Hans kılıklı Şövalye’nin yanında yürüyordum diye sanılmış olayım ama yine de beni turist sanmak zordur yahu. Düella, Şövalye ve ben, dağcı rüzgarlıkları, kargo pantolonları, postacı çantaları içinde yürürken yanından geçtiğimiz banklardan çocuklar bize ’hello hello’ diye el salladı.

Gezi esnasında karşısına çıkan mangallardan, çekirdek dağlarından, türbanlardan ve küfürlü konuşmalardan rahatsız olan Beyaz Şövalye, Anglosakson bir ülkeye göç etme kararı aldı. Ayol iş kurdun daha burada yeni. Orada n’aaparsın, olduk. Hata bizde ki hala her söylediğini ciddiye alma eğilimindeyiz. O da ciddiye alıyor aslında ama üç dakika sonra unuttuğundan tutarlılığını kaybediyor ama o üç dakika boyunca gerçekten çok azimli ve kararlı duruyor. Orada da iş kurarmış. Vay, bizim lafımızın üstüne laf, ha? Biz de ona oralarda bu düdük mallarla para mara kazanamayacağını hatırlattık. Çtakk. Burası düdük olduğu için az biraz eli yüzü düzgün işlerle karnını doyurabileceğini ama Anglosakson rekabetinde yok olup gideceğini de ekledik. Hala susmuyor. Benzincide pompacılık yaparmış, daha iyiymiş. Yahu her Türk’ün Amerika’da 'en kötü' pompacılık yapması da ne klişe bir kurgudur. Evet, benzincide kasada kantinde falan çalış da pompacılık bir tuhaf. Bir Oregon’da bir de New Jersey’de pompacı vardır. Diğer her yerde kendi kendine doldurursun benzinini.

Benzin konusuna girdik madem. Gerçek kadınlar kendi benzinlerini kendileri doldurmazmış. Pelinat’ın Amerika’da ilk ayları, ablasıyla beraber takıldığı zamanlardı. Uzun mesafe yola çıkmış, Birmingham’dan bana, Atlanta’ya geliyorlardı. Bir benzin istasyonuna girmiş, arabada pompacı bekleşmişlerdi de ne gelen olmuştu ne giden. Hadi Pelinat neyseydi de ablası bir senedir oradaydı ve düzenli de araba kullanmaktaydı fakat gerçek bir kadına yapılması gerektiği gibi, benzini boşalmasına yakın kocası arabayı götürür, doldururdu. Neyse işte bizim şapşiler işin başa düştüğünü anlayıp kendi kendilerine benzin doldurmaya çalışırlar. Pompanın tetiğine basarlar ama bir şey akmaz. Hadi bu pompa bozukmuş diyip ikinci pompaya arabayı sürerler. Onda da aynı hikaye. Üçüncü pompa, dördüncü pompa derken pompa istasyonunun üstündeki bir kolu yukarı da kaldırmadan bu işin olmayacağını gösteren kocaman işaretin farkına varırlar da nihayet benzine kavuşurlar. O gün bu gündür gerçek kadın bilirim ben ablayı. Pelinat da gerçek kadındır aslında. O da az kalmadı sokaklarda benzini biterekten.

Şövalye ise inadına ışığı yanasıya kadar sürer arabayı bana bırakmadan önce ki ancak 25 km sonra yoluma düşen istasyona panik içinde kendimi zor atayım. Zaten bünye adrenalini fazlasıyla salgılıyor. Körüğe gerek yok. Anlatamıyorum.

Perşembe, Nisan 10, 2008

Şarkılar Bizi Söyler

Düella’nın doğumgünündeki karaoke muhabbetimizi anlatmayı içim elvermedi. Bu, geçen yaz Bodrum tatilimiz gibiydi. İyi niyetli ve mutlu başlayan ama tek tip eğlence dayatmasıyla güllerimizi solduran bir şeydi yani. Her ikisinin de organizasyonunda Yonc imzası vardı. Pratiklik ön planda. Detaylar hiç sorulmamış.

Bodrum’a katılamayanlar çatlasın diye durumu dışarıya ballandıraraktan yansıtmıştık. Hatta aynı havuz başı şemsiyesinin altındaki aynı demir masamızda, açık büfe öğle yemeğindeki camızlığımızın acısı aynen midelerimizde, herkesin aynı içecekleri elinde (Düella kahve, Yonc kola, Sawyer bira, Hafiye diyet kola), Düella’yla Sawyer’ın aynı belden aşağı ifadeli çığlıklarıyla şak şuk tavla oynanırken, içimize çöken tatil sıkıntısını blackberry’mden Amanda’ya yolladığımız ‘woow, çılgınız, wow şöyle eğleniyoruz, böyle kopuyoruz’ emailleriyle gidermeye çalışmıştık.

Karaoke’yi de aynen Bodrum tatili gibi lanse ettik. Gelmeyenlere ne biçim eğlendik dedik. Ama eğlendik aslında. Sadece ilk 15 dakikasında. Kapalı oda sormak Yonc’un aklına gelmemiş. Açıktaydık ama olsun, başlarda bar nispeten boştu. Bol bol şarkılayabiliyorduk. Sonra sonra bar kalabalıklaştıkça mikrofon bize az ulaşır oldu. Ulaştığında da nakaratı kulağa eğlenceli ve basit gibi gelen ama söylemeye kalktığında feci kasandra şarkıları seçmiş bulunduğumuzdan rezil olduk özetle. Bir oğlan geldi bara sonlarımıza doğru. Yakışıklı, güzel bir oğlan. Tek başına barda oturmaktaydı. Gül Döktüm Yollarına’yı söylemek için mikrofonu bizden aldı. Tarkan halt etmişti bu oğlanın yanında. Param olsa prodüktörü olucam oğlanın, o derece. Yalnız çifte standart varmış. Haberimiz yokmuş. Biz söylerken süper kısık tutulan mikrofonun sesi o söylerken bangır bangır açıldı resmen. Oğlanın sahnesi de iyiydi. İyice ezildiğimizden mekanı terk etmeye artık çok yakındık.

Karaoke sayesinde yanlış bildiğimiz bazı şarkı sözlerininin doğrularını öğrendik bari. Serdar Ortaç’ın Mesafe şarkısındaki iki sohbet aralı / bütün mesafemiz kısmındaki mesafeyi ‘iki gofret arası’ sanmaktaymış Şövalye hep. Ben de Mirkelam’ın Tavla’sındaki şeşicar ve pencüse / severim güzeli gencüse dizesindeki şeşicar ve pencüse’yi 'kişi car ve bencilse' diye biliyordum. Öyle bildiğimin de farkında değildim tabii. Şarkı modayken duyduğumda tuhaf gelirdi tabii bu dize, kel alaka haliyle. Meğersem usta tavlacıların lafıymış bu. 'Şeş cihar' ve 'penc-ü se' imiş aslının aslı. Şeş cihar 6-4, penc-ü se ise zarların 5-3 gelmesi haliymiş ki güzel kapı aldırırmış. Ben anlamam ki tavladan.

Seval’in de üniversite yıllarında moda olan Yaşar’ın Onun Vedası şarkısındaki dünya küçük / aşkım büyük dizesini 'dünya küçük / aklım büyük' diye söylediğine de şahit olmuştum. O gün bu gündür ne zaman biri ‘dünya küçük’ dese içimden aklımın büyüklüğü geçer.

Pazartesi, Nisan 07, 2008

Yıldız Haritası

Astrolojiye feci sarmış durumdayım. Annemin ve teyzemin hafızasını kazıya kazıya yükselenimin Yengeç olduğunu üzülerek de olsa teyit etmiş bulunmaktayım. En azından enerji birikimimin huzursuzluğa evrilmeden kafayı takacak yer bulma halimin kaynağını anlamış olduk. Astroloji de ‘kafayı takacak yer’ ba’bında sakin bir liman. Kimseyi manipüle etmiyorsun, etliye sütlüye karışmadan kendi kendine haritalar çizip duruyorsun. Diyordum ki Pazar günüm herkesin yıldız haritasını çıkartıp yorumlamakla geçti.

Kimdi bu herkes? Java ve Yonc.

Java ısrarla yükseleninin Aslan, Yonca da Yay olduğunu iddia edip durdu. Internetteki doğum saatinizi çok kabaca 2 saatlik dilimlere böldürerekten yükselen bulduran sitelere güvenmemelisiniz, dedim. Bir kere doğdunuz yer de önemli. Enlem boylam meselesinden. Mesela benim doğduğum günde 16:12’de doğsaymışım yükselenim İkizler olacakken 16:13-18:32 arasında doğaraktan Yengeç’i bulmuşum. Böyle hassas saat hesapları daha doğru olmakta işte. Bu durumda Java da ucundan Başak olduğunu öğrenince tepesi attı. Hayır, efendim Aslan’mış o. Neresi Aslan adamın ayol? Bu Aslan burcuna duyulan sonsuz itibar niyedir hiç anlamam. Ormanların Kralı ayağına bir haşmetli algısı var, eyvallah ama Aslan’a sen aslansın kralsın de, pohpohla kandır gayet. Öyle de alıktır. Görüntüsü var kendi yok yani. Başakları severim ben. Toprak toprak. Munis munis. Söylengeçtirler ama çok da arıza çıkarmazlar. Uyumludurlar. Kötü bir şeymiş gibi. Java bu enlem meselesinde tuttu aslında Konya’nın Bilmemne Köyü’nde doğduğunu, bu durumda belki de aslında hala Aslan sayılabileceğini ispata soyundu. Bilmemne Köyü’nün coğrafi koordinatlarını hesaplamaya kasamadığımdan boşverdim. Zaten de öyle iki mahalleyle değişecek kadar da ramak değildi durumu. Zaten bu kadar detay kasması bile onu bir Başak yapmaya yetiyordu.

Yonc’un yükseleni de Yay değil, Akrep çıktı. Bence de yani. Yay’dan çok Akrep o. Böyle bir ‘yapılanı yanına koymazlık’, ‘bana bulaşmayın, oyarım’ havası falan var onun. Yani bize yok da. İş yerinde gördüm onu, orada var. Yay yükselen gibi her konuda fikri yoktur. Yonc da Yay olmak istermişti ama onunki ramak mamak da değildi alenen tam orta yerinden Akrep’ti.

Java’nın senelerdir beklediği voliyi vurmasına hala seneler olduğu ve ancak moruğa kaçtığında çok zengin olacağı çıktı ortaya. Aradaki bütün hayatı hayhuyla geçerken yukarı sosyal statüden biriyle evlilik de çıktı. Dedim işte Sosyete Dilberi’yle evlen. Kız hem güzel hem akıllı hem de munis. Bize munismiş. Ona cabbar. Evlenmek mevlenmek de istemiyormuş. Şövalye de arada ’evlendim de mahvoldum’ tripli evrensel erkek söylemlerini katıp Java’ya verdi ha verdi coşkuyu.

Yonc’un haritasındaki tek ve sürekli çıkan arızası hep sevilmek istemesi üzerine. Annesi sevmezse arkadaşlarından sevgi talep etmesi ve bunsuz kalamaması, kalırsa depresyonlara girecek kadar bir sevgi/şefkat açlığı söz konusu. E, bunu biliyoruz. Asıl bomba şu ki Yonc’un haritasında uçurtma çıktı. Bu ballı börekli başarının işaretidir. Okulu arka kapıdan bitirmiş olsa da okul birincisinden çok para kazanacak, ünlü starlarla yan yana duracak, savsaklasa da kucağına kısmetler düşecek yani. Java bu duruma gıcık oldu. Şaşı bakıp şaşıraraktan kendi haritasındaki birtakım işaretleri uçurtmalara benzetmeye çalıştı ama olmadı.

Çarşamba, Nisan 02, 2008

Didişme

Bize temizliğe artık Beyza gelmiyor. Beyza sigortalı iş bulup gitmişti. Anne Şövalye’nin tavsiyesi üzerine yerine Nuriye’yi aldık. Hatta da haftada bir aldık. Ev zaten minik. Halısı, avizesi falan da yok. Nuriye geldiğinde üç saat kadar takılıyor. Nevresimleri değiştirip ütü yapıp 65 YTL’sini alıyor. Bu 'az' işe 'çok' para verme hali hem Şövalye’ye hem de bugünlerde Istanbul’da olan anneme dert olmuş durumda.

Nuriye iki haftada bir geldiğinde gerçekten ütülü gömlek sıkıntısı çekebiliyoruz. En giymek istediğimiz şeyin kirli ve ütüsüz olma ihtimali büyük. Haftada bir geldiğinde de paramız çıksın diye hiç olmadığımız kadar azıp sağa sola fırlatıyoruz her şeyi. Yine de iş yükü üç saati geçemiyor. Annem de hazır buradayken temizlik günü evde tuttuk onu geçen gün. Maksat annem Nuriye’ye ince iş yaptırtsın. Israrla silmeyi reddettigi iki metrekarelik yolluğun ucunu sildirsin. Beş saat çalıştırsın diye. Nuriye yine reddetmiş yolluğun ucunu silmeyi. Halı silmezmiş. Dip köşeyi süpürmemiş çünkü koltukları çekemezmiş, ağır gelirmiş. Aslında yemek de yapmazmış ama benim hatırım için yapıyormuş. Yine üç saatte gitmiş ve aslında başka yerlerden 80 YTL aldığını iddialayıp anneme cinnet geçirtmiş kısacası.

Annemin bu tarz cinnetleri çokçadır. Babam çiftçilik yaptığından annemi buyday tarlalarına götürmesi pek sıkıntı olmuyor haliyle. Açık hava anneme de iyi gelir diye hatta sık sık götüresi bile gelir. Başka bir ortaklaşa aktivite teklifini 37 yıllık evliliklerinde babamdan duymadığından olsa gerek annem de tevekkül eder, gider. Fakat her gittiğinde annem Hamdi Yüzbaşı model aylaklık yapanları yakalama baskınına çıktığından tarla işçilerinin çapayı küreği bırakıp işi bırakmaları rutinimiz olmuştur. Akşamki karı-koca kavgası da rutinin uzantısıdır. Babam işinin düzenini bozdu diye anneme çıkışır, annem babamı iş bilmezlikle suçlar, vs. Artık kazık kadar olduk tabii, her ikisini susturma görevi bana düşer. Yıllardır yanlarında olmamak da yakayı kurtartmıyor, telekonferansla da olsa duruma illa ki bağlandırıldığımdan artık bitap düştüm bu arabuluculuktan. Kendimi bildim bileli bu ikili başka bir sebepten kavga etmedi. Bir başka konu olsa da biz de eğlensek ayol. 30 yıldır aynı dava.

Nuriye asıl cinnet gazını anneme ‘doğulu’ diyerek vermiş. Pişirdiği köftenin annem gibi ‘doğulu’ bir tanıdıklarının da yaptığını söylemiş sanırsam. O minvalde geçmiş muhabbet. Vay sen misin anneme ‘doğulu’ diyen? Bıdır da bıdır da bıdır konuştu bi sürü. Aman annee, ya doğusu batısı mı var, vatan bölünmez diyordun. Kafanda bölmüşsün. Bölmüşsünüz.

Ne memleketler sevdim aslında bütün de değillerdi durumu.